ÖFKE
Allahû Tealâ’nın emri, güzel ahlâktır. Güzel ahlâk; başkalarına fayda temin
eden, onları mutlu eden davranış biçimlerini içerir.
Güzel ahlâk, nefsin afetlerinin yok olmasına
dayalıdır. Daimî zikir, nefsinizin afetlerinin bütününü yok edecek olan bir
muhteşem ilaçtır. Daimî zikre ulaştığınız zaman güzel ahlâkı tam anlamı ile
yaşarsınız. Daimî zikre ulaşmadan evvel de aynı güzellikleri yaşayabilmek için
biraz gayret ettiğinizde yaşayabildiğinizi göreceksiniz.
Sevgili kardeşlerim, sizler Allah’ın emrettiği biçimde
eğitilmekte olanlarsınız; bugünün ve yarının sahâbelerisiniz. Hidayet asrının
içindeyiz onun için sahâbe gibi güzel ahlâklanmalısınız. Ahlâkınız, sahâbe gibi
imrenilecek bir ahlâk olmalı.
Allah’ın kanununu yerli yerine oturtmalısınız. Siz
başkalarına ne kadar mutluluk verebilirseniz, onları ne kadar memnun
kılabilirseniz, sizden onlara ulaşanlardan ne kadar memnuniyet duyarlarsa
onlara yaşattığınız güzelliklerin iki katını siz yaşarsınız. Siz, Allah’ın size
verdiği zamanı, enerjinizi, düşünme kabiliyetinizi, Allah’ın size verdiği
herşeyi eğer başka birini mutlu etmek istikametinde harekete geçirirseniz, o
zaman onlara ulaştırdığınız güzelliklerin ve mutluluğun aynını Allahû Tealâ size
de yaşatır. Bu mutluluğu fizik vücudunuza, ruhunuza ve
de nefsinize yaşatır. Başkalarına verdiğiniz saadetin, mutluluğun, memnuniyetin
iki katını siz yaşarsınız. Bunun için başkalarına vermek, başkalarından yana
olmak mecburiyetindesiniz.
Tasavvufun dışındaki insanlara
başkalarından yana olmak, son derece ters gelen bir olaydır. “Neden kendimden
yana değilim de başkalarından yanayım?” suali onların kafalarını hep kemirir
durur. “Biz enayi miyiz?” derler. Eğer başkalarından yana olmaya “enayilik” deniliyorsa
biz dünyanın en enayi adamıyız. Böyle olduğumuz için de en mutlu kişiyiz.
Unutmayın! Hepimiz sadece birer yaratığız. Sadece Allah’ın birer mahlûkuyuz. O Allah ki yaratandır.
Yaratan, hepimizin mutlu olmasını istemektedir. Bizleri Allah yarattığı için
hangi standartlar içinde, nasıl mutlu olacağımızın en üst seviye bilgisi de Allah’tadır.
Vermek, mukaddestir; almaktan
çok daha değerlidir. Biz insanlarda düşünme kabiliyeti ve fizik standartlarda
para, mal vs. şeyler var. Ama biz insanlarda fizik olarak sahip olduklarımızın
ötesinde başkalarına yardım etme isteği de olmalıdır.
İnsanlar, Allah yolunda olan, Allah için çalışan
insanlar ve diğerleri olmak üzere iki ayrı cephede yer almaktadırlar. Siz, Allah
yolunda olan ve Allah için çalışanlarsınız. Sizler, Osmanlı’nın torunlarısınız.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbeden asırlarca sonra, onların hayatlarını
dünyada bir defa daha yaşayan bir ikinci ülke; Osmanlı İmparatorluğudur.
Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de Tevbe Suresinin 100.
âyet-i kerimesinde sabikûn-el evvelînden bahsetmektedir:
9/TEVBE-100:
Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin
radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru
hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O
sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini
Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı
muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan
(Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne)
ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara
tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır.
Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen
kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
Allahû Tealâ; “O sabikûn-el evvelîn ki;
onlardan bir kısmı ensardı (Medine’deki yardımcılar), bir kısmı muhacirîndi
(Mekke’den Medine’ye hicret edenler, muhacir olanlar). Bir kısmı da ensara ve
muhacirîne ihsanla tâbî olanlardı.” diyor.
Onlar, sabikûndur. Müsabakalarda,
hayırlarda yapılan yarışlarda en üst seviyede olanlar, daimî zikrin
sahipleridir (Kur’ân-ı Kerim’deki 28 basamağın 26., 27. ve 28.’sidir). Onlar üç
gruba ayrılmaktadırlar:
1-
Ulûl’elbab
2-
İhlâs
3-
Salâh
Hepsi hikmet sahibi hatta salâhın 4.
kademesinden ötesi, hikmetin de ötesinin sahibidirler. Onlar, asr-ı saadeti
yaşadılar. Herbiri diğerini kendisinden çok fazla seviyordu. Arkadaşlarını,
etrafındaki kişileri daima öne geçiriyorlardı; önde tutuyorlardı. Onların hayat
felsefeleri, daima başkalarına vermek statüsü üzerine kurulmuştu. Hayatları hep
o etraflarındaki insanlara yardım etmek ile geçiyordu. Kendileri için bir talebin sahibi değillerdi. Sadece
başkaları için bir yardımcı olarak yaşamak istediler. Bunu, hayatlarına mihenk
taşı yaptılar ve hep başkaları için yaşayanlar oldular. Kendilerinden yana
olmadılar; başkalarından
yana oldular.
Nefsiniz doğuşunuzdan itibaren afetlerle
doludur ve bu afetler sizin hep kendinizden yana olmanızı, başka insanları
kullanarak, kendinize menfaat temin etmenizi isterler. Bütün insanlar
doğuşlarından itibaren nefs sahibidirler ve bütün insanların nefsi aynı şeyleri
ister. Nefs, dünya malı ister; menfaat temin etmek ister; manevî açıdan da
hep nefsin afetleri istikametinde bir şeyler elde etmek ister. Bunun temelinde
ihtiras (dünya mallarına karşı aşırı istek) vardır. İnsanlar, bu duyguların
tatmini için yaşarlar. Zannederler ki; ne kadar çok zengin olurlarsa o kadar
çok mutlu olacaklar. İşte insanlara bu duyguyu aşılayan iblistir. Tek istediği
şey, insanların böyle zannetmeleri ve bunun için yaşamaları, kendilerini daha
zengin, daha zengin, daha zengin kılmak için yaşamaları ve zenginliği tatmaları
ama bununla hiçbir zaman tatmin olamamalarıdır. “Daha çok zengin olursam mutlu
olacağım.” zannı, onları haram-helâl farkı gözetmeksizin daha çok, daha çok, daha
çok para kazanmaya iter.
Kazanılan paranın bir hedefi olmalıdır. O
parayı Allah yolunda harcayacaksanız, Allah için bir şeyler yapacaksanız,
Allah’ın emrettiği istikamette O’nun güzelliklerini anlatmak için, bir başka
ifadeyle bütün insanlığa faydalı olmak için bir şeyler yapacaksanız para
kazanılmalı ve o istikamete bütün insanlığın hayrına, başkalarının hayrına,
insanların Allah yolunda mutluluğu yaşamaları uğruna sarf edilmelidir.
Mutluluk,
kişinin iç ve dış
dünyasında kesintisiz bir sulh ve sükûn halidir. İç dünyasında nefsi ile ruhu
arasındaki kavganın bitmesi, dış dünyasında başka insanlarla olan kavganın
bitmesi ve Allah ile olan ilişkilerde Allah’ın emirlerine ve Allah’ın
yasaklarına karşı çıkışın bitmesidir. Üç açıdan da bunu gerçekleştirdiğiniz
zaman sulh ve sükûnu yaşarsınız.
Öfke, nefsinizin afetlerindendir. Öfke, patlamaya
hazır bir volkan gibidir. Şeytan, sizi öfkenize sahip çıkarak yerden yere
vurmaktan büyük bir haz duyar. Öfkenize ne kadar kapılır da başkalarının
kalbini kırarsanız, o seviyede şeytanı mutlu ve memnun edersiniz. Şeytan, sizin
bu hataları yapıp başka insanları üzmenizden çok memnun olur; büyük mutluluk duyar. Başka insanlarla
olan ilişkilerinizde onlara kızıyorsanız, öfkeleniyorsanız, bilin ki; yaptığınız yanlıştır. Kime, hangi sebeple
olursa olsun kızdığınız ya da öfkelendiğiniz zaman siz, Allah’ın emrinde
değilsiniz; sadece
şeytanın ve nefsinizin emrindesiniz; şeytanın oyuncağısınız.. Öfkelendiğinizde başka biriyle
çatışıp onu üzecek şeyler söylersiniz. Bunu size iblis ve nefsinizin afetleri yaptırır.
İblis, nefsinizin öfke, hırs, intikam ve
nefret afetine hâkim olur ve yanlış davranış biçimleri sergilersiniz. Ne zaman
bir başkasının kalbini kırmışsanız arkasında mutlaka şeytan vardır. Hangi
afetinizi kullanarak o işlemi yaptıysanız arkasında mutlaka nefsinizin afeti
var ve o yanlışlığı yaptığınız zaman şeytan bundan büyük memnuniyet duyar. Aslında
iblis bütün afetlerinize hâkim olmak için bir talebin sahibidir ama iblisin talep
etmenin ötesinde bir yetkisi yoktur; siz onun talebini kabul ettiğiniz takdirde o yanlışı
işlersiniz. Başka bir ifadeyle, şeytan size zorla hiçbirşey yaptıramaz. Şeytan,
negatif bir davete çağırmış, siz de başka birinin kalbini kırmanıza sebep olan şeytanın
davetine icabet etmişsinizdir. Burada: “Size bunları şeytan yaptırdı.” diyoruz
ama aslında şeytan sadece bir davetçidir. Şeytanın davetine icabet ederek
tuzağa düşen sizsiniz. Tuzağa düşüren de nefsinizin afetleridir.
Siz birine öfkelendiğinizde eğer karşınızdaki
kişi de sizin seviyenize inerse, o da nefsinin öfke, hırs ve intikam afetine tâbî
olarak size ağır şeyler söylerse o anda tasavvufta olması lâzımgelen sizlerin,
tasavvufun dışındakilerden hiçbir farkınız olmaz. Siz de karşınızdaki de sadece
kaybedenlerden olursunuz. Allah’ın emrine itaat etmemekle kalmayıp başkalarına
da kötü örnek olursunuz. Belki sizin kavganızı seyreden başkaları iki gruba
ayrılacaklardır. Birisi bir taraftan, diğerleri öbür taraftan olacaklar ve
onların da nefslerinin afetleri kabaracak ve sizin orada söylediğiniz kötü
sözler, onların da iç dünyalarındaki nefslerinin bir afetine o kişiye hâkim
olması için zemin hazırlayacaktır.
İnsanların birbirine kötü davranmasının,
hakaret etmesinin, kötü örnek olmasının arkasında bir tek faktör vardır. Bunun
sebebi başkalarından yana olmamalarıdır. Bu yanlış davranış biçimlerini
sergilerken kendilerinden yanadırlar. Böyle bir kişi nefsinin afetlerine
iblisle birlikte girmiştir ve iblis, onu bu olayda nefsinin afetlerine zebun
etmiştir (nefsinin afetleri karşısında zavallı bir duruma düşürmüştür).
Başkalarından
yana olmak, bir kavganın
başlamadan bitmesi için kâinattaki en büyük sebepdir. Eğer siz başkalarından
yana olabilirseniz bütün kavgalar kavga hüviyetine dönüşmeden biter. Bu nedenle
her zaman başkalarından yana olmalısınız; kendinizden yana olmamalısınız.
Hepinize verilen vazifeler vardır. Elbette
bu vazifeleri yapacaksınız. Eğer bu vazifeleri yapmak Allah yolunda size huzur
veriyorsa, o vazifeleri yapmaya aşkla, şevkle, Allah’ın bundan memnunluk
duymasıyla devam etmelisiniz. Eğer nefsiniz size vazifenizden öte şeyler
yaptırırsa, vazifenizi yapma tutkusu içerisinde iblis, size sanki vazifenizin
bir parçasıymış gibi başka insanlara kötü davranmanızı aşılar. “Ben onlara
böyle davranmazsam, vazifemin gereklerini yerine getiremem.” hissini size
vermeye çalışır.
Bir
vazifeyi yerine getirirken hep ifratla tefriti düşünmelisiniz. Eğer vazifenizi hiç yapmıyorsanız
tefrittesiniz demektir. Vazifenizi yaparken, vazifenizin gereklerinin ötesinde
nefsinizin afetlerine zebun oluyorsanız ifrattasınız demektir. Her ikisi de
yanlıştır. Hudutları tayin etmek son derece basittir. Kendi kendinize şunları
sormalısınız: “Davranışlarınızla, ruhunuzun hasletlerinin aynı olan faziletlere
mi uydunuz? Görevinizin gerektirdiği şeyi başkalarından isterken onları mutlu
ederek mi istiyorsunuz? Yoksa size verilen görevi onların üzerinde, nefsinizin
afetlerinden beri istikametinde bir baskı kurmakta mı kullanıyorsunuz?”
Dikkat edin! Siz görevinizi yaparken
başkalarına bir şeyler verirseniz, onlara öğretirseniz, onlardan üstün
olduğunuzu ispat etmek için değil, Allah yolunda hizmet etmek için onlara
öğretirseniz, öğretirken nefsinizin tuzaklarına düşmezseniz doğru olanı
yaparsınız. Ama bunları yapamıyorsunuz diye onlara çatarsanız, o zaman
görevinizi yapmış olmazsınız. Görevinizi kötüye kullanmış olursunuz. Allah’ın
ve bizim sizden istediğimiz insanlara vermek, Allah için olmak şöyle dursun;
siz o görevi yapıyorum diye başkalarının kalbini kırdığınız sürece şeytanın
emrinde sadece bir esir olursunuz.
Nefsinizin afetlerini kullanmayın! Onların zebunu,
onların esiri olmayın! Görevinizi yaparken, niçin görev yaptığınızı dikkatle
düşünün. Allahû Tealâ o görevi, nefsinizin öfke, kin ve intikam afetini tatmin
etmek için size vermedi. O görevi, etrafınızdaki insanlara sulh ve sükûn
içinde, onları daha çok hizmete götürebilmeniz için, onların gönülleri hoş
olarak Allah’ın görevlerini yapsınlar diye size vazife verdi.
Düşünün; üzerinize bir görev almışsınız, o görevi
götürüyorsunuz. Burada daima 4 grup insan vardır:
1-
Görevi en iyi
şekilde yerine getirenler
2-
İyi bir
şekilde yerine getirenler
3-
İyi bir
şekilde yerine getiremeyenler
4-
Başarısız
olanlar
Her yerde bu 4 grubun da numunelerini hep görürüz.
Acaba şu görevlerini yerine getiremeyenler niçin yerine getiremezler; hiç
düşündünüz mü? Onlar görevlerini yerine getiremezler çünkü aralarında hep
anlaşmazlık vardır. Güçlerini Allah yolunda hizmet için harcayacakları yerde,
birbirleriyle savaş vermek için harcarlar. Gizli, saklanan bir savaşları
vardır. İç dünyada biriken kinler ve onların ortaya vurulmaması konusundaki
gayretleri ile bir gün patlarlar ve kinlerin, intikam duygusunun bütün
boyutlarıyla açılıp bir sokak kavgasına dönüşür.
Siz Allah’ın yolunda olanlarsınız. Evvelâ şunu bilmelisiniz:
insanları Allah yolunda hizmet edenler açısından incelediğinizde biliniz ki;
bizim için en kıymetli olanlar ve Allah için en kıymetli olanlar, bu hizmeti en
başarılı şekilde verebilenlerdir. Onlara ayak bağı olmaya kimsenin hakkı
yoktur. Her şehirde, her yerde 1. grup her zaman ortadadır. Eğer bir görev
başarıyla sürdürülüyorsa, o görev en üst boyutta yerine getiriliyorsa o zaman o
insanları ait oldukları üst seviyede tutmak mecburiyetindesiniz.
Eğer bir insanın bir hatası varsa bunu, ona en güzel
şekilde anlatmak imkânının sahibisiniz. Neden kavga edesiniz? Kavgaya sebebiyet
veren 1. kişi de olsa, 2. kişinin ona kavgayı körükleyici şekilde cevap
vermesi, kavganın başlangıcıdır. Şeytan, taraflardan birine bir öfke davranışı
başlattırabilirse, buna sebebiyet verebilirse, hemen öbür tarafa ulaşıp onun da
1. harekete daha şiddetli cevap vermesini temin etmeye çalışacaktır. Burada
şeytanın kullandığı, iki tarafın da öfke ya da nefret afetidir. Ama birisine
bir görev veriyorsak, bu görev tatbik sahasına konulurken hudutların ötesinde
davranış biçimleri sergileniyorsa, sadece insanlardan bilgi alıp da onu
şekillendirmek söz konusuyken, insanların kendilerine düşen görevlerini
yapmadıklarından, yapamadıklarından başlayarak onların üzerine baskı
kuruluyorsa ve o kardeşiniz kendisini bunu yapmaya yetkili görüyorsa, burada
büyük bir yanılgı var demektir. Bu, başkalarından yana olmak değildir. Bu,
nefsinizin gurur ve kibir afetini başkalarının üzerinde tatbikata sokmak
demektir. “Ben sizden üstünüm. Bu konuda bana hesap vermek
mecburiyetindesiniz.” demektir.
Hiçbiriniz, başkalarının üzerinde şu veya bu şekilde
bir hegemonya kurmamalısınız. Bunun ne kadar kötü bir örnek olduğunu hepinizin
bilmesini isteriz. Böyle bir şeyi tatbik sahasına koyduğunuz zaman siz
başkalarından yana değilsiniz. Kendinizden yana olmanın da ötesine geçtiniz,
nefsinizin kurbanı oldunuz. Bunu bir ortamda başkalarına söylediğiniz zaman,
konuyu kavga hüviyetine soktuğunuz zaman daha büyük bir hata işlemiş olursunuz.
Burada bir başka cepheden de olaya bakmamız lâzım. Burada bu yanlış davranışa muhatap
olan kişi de sükûnetini koruyacağı yerde, o da kavgaya aynı standartlarda
girerse, nefsinin öfke afetine o da katılırsa, iki taraf birden diğer kişilere kötü
örnek olursunuz. Başkalarından yana olmayı öğrenemediniz demektir. Hâlâ
nefsinizin zebunusunuz. Hâlâ yanlışlıklar yapıyorsunuz demektir.
Göreviniz, başkalarına mutsuzluk vermek değildir.
Allah’ın hizmetini yaparken başkalarını mutlu ederek de yapabilirsiniz.
Bilenlerin, bildiklerini başkalarına, onlara mutluluk verecek bir dizayn
içerisinde öğretmesinden daha güzel ne var ki? Hz. Ali diyor ki: “Bana bir
kelime öğretenin kölesi olurum.” Öğretmek mukaddestir. Ama öğreten kişi, o
öğretme sırasında şeytanın esiriyse, nefsinin kibir afetinin zebunu ise ve
davranış biçimleri, öğrettiği kişilere mutluluk değil mutsuzluk ve huzursuzluk
veriyorsa, o zaman o kişi burada nefsinin afetlerinden yanadır; başkalarından yana değildir.
Unutmayın! Göreviniz başkalarını huzursuz
etmek değildir, başkalarına mutluluk vermektir. Allah sadece bunun için
yaşamanızı istiyor. Yapabildiğiniz zaman dünyanın mutlulukla yaşanmaya değer
muhteşem bir dünya olduğunu keşfedeceksiniz.
Bunların neticesinde eğer kendinizi
başkalarına adayabilirseniz, o zaman mutluluğun ne olduğunu yaşayacaksınız.
Hepiniz için mutluluk vardır. Ama mutluluğunuza mâni olan sadece sizsiniz.
Allah’ın söylediklerine değil de şeytanın söylediklerine yatkın olduğunuz bütün
zaman parçalarında mutluluğunuza kendiniz engel olursunuz. Mutsuz, huzursuz,
hasta olursunuz.
Allah razı olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.