28. Basamak 7. Safha Salah Makamı İradenin Allah'a Teslimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
28. Basamak 7. Safha Salah Makamı İradenin Allah'a Teslimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Haziran 2016 Çarşamba

28. BASAMAK – 7. SAFHA; SALÂH MAKAMI – İRADENİN ALLAH’A TESLİMİ

28. BASAMAK – 7. SAFHA;
SALÂH MAKAMI – İRADENİN ALLAH’A TESLİMİ

 “Benden Sonra Nebî Gelmeyecek. Âlimler Gelecek; Halifeler Gelecek. Onlara Tâbî Olan Bana Tâbî, Olur. Onlara Asi Olan Bana Asi Olur.”


Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) Allah’ın tasarrufundaydı. Allahû Tealâ’nın tasarrufunda olan Peygamber Efendimiz (S.A.V) sadece vahye tâbî idi. Bu vahyin dışında bir şeyi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in söylemiş olması mümkün değildir.

53/NECM-2: Mâ dalle sâhıbukum ve mâ gavâ.
Sahibiniz dalâlete düşmedi ve azmadı.
53/NECM-3: Ve mâ yentıku anil hevâ.
Ve o, hevasından (kendiliğinden) konuşmaz

Bu âyet-i kerimelerin ışığında hadîslerin de vahiy olduğunu bilmemiz lâzımdır. Vahyin vahye uymaması mümkün değildir. Hadîsler vahiyse bu vahiy olan hadîslerin Kur’ân âyetlerine %100 uyması söz konusudur çünkü Allahû Tealâ Nisâ Suresinin 82. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

4/NİSÂ-82: E fe lâ yetedebberûnel kur’ân(kur’âne) ve lev kâne min indi gayrillâhi le vecedû fîhihtilâfen kesîrâ(kesîran).
Onlar hâlâ Kur'ân'ı tedebbür etmezler (düşünmezler) mi? Ve eğer Allah'tan başkasının katından olsaydı, onun içinde mutlaka pek çok ihtilâf bulurlardı.

Kur’ân-ı Kerim’in her âyet-i kerimesi vahiydir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Allah’ın tasarrufunda olması hasebiyle söylediği hadîsler de vahiydir. Vahiy olan hadîslerin de Kur’ân-ı Kerim’e %100 uyması gerekir. Bu sebeple birisi size Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den bir hadîs söylerse mutlaka Kur’ân-ı Kerim’le karşılaştırın. Kur’ân-ı Kerim’e uymadığı takdirde onun mevzu hadîs olduğunu söyleyin.
Günümüz İslâm tatbikatına baktığımız zaman İslâm’ın 5 şartının bir hadîse dayandırıldığını görüyoruz. Bunun yanında, bu hadîsi Kur’ân-ı Kerim’le karşılaştırdığımızda ise Kur’ân-ı Kerim’e uymadığı ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar İslâm’ın 5 şartı vasıta emirlerin bir kısmını ifade etse de eksik olması nedeniyle doğru değildir. Bunun nedeni Kur’ân’ın bütününü kapsamamasıdır.
Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Allahû Tealâ, Allah’a ulaşma dileğini bize farz kılmasına rağmen İslâm’ın 5 şartı içinde Allah’a ulaşmayı dilemek yer almamaktadır. Ve yine İslâm’ın 5 şartı içinde tâbiiyet yer almıyor ama konumuz olan hadîs-i şerifte Peygamber Efendimiz (S.A.V) açıkça onu ifade ediyor: “Benden sonra nebî gelmeyecek. Âlimler gelecek, halifeler gelecek. Onlara tâbî olan bana tâbî olur. Onlara asî olan bana asî olur.” Eğer bu hadîs Kur’ân’ın bütününe uyuyorsa ve günümüzde insanlar Allahû Tealâ’nın kendileri için tayin ettiği mürşidi, âlimleri ve devrin imamı olan halifeyi sormuyor, öğrenmiyorlarsa; o zaman Kur’ân’daki İslâm’ı yaşamıyorlar demektir. Her devirde Peygamber Efedimiz (S.A.V)’in mirasını devralan halife ve o halifeye bağlı olan Allahû Tealâ’nın irşada memur ve mezun kıldığı âlimler vardır. Hadîste de ifade edildiği gibi, Kur’ân’daki İslâm’ı yaşayabilmek her devirde halifeye ve o halifeye bağlı olan Allahû Tealâ’nın irşada memur ve mezun kıldığı âlimlere tâbî olmakla mümkündür.
Peygamber Efedimiz (S.A.V)’in bir başka hadîs-i şerifi âlimlerin kendisine tâbî olunan velî mürşidler olduğunu ifade etmektedir: “Hikmet sahibi âlimler hemen hemen fıkıh açısından nebîler gibidir.” Hikmete ulaşabilmek için en alt seviyede daimî zikre ulaşmak gerekir. Öyleyse hikmet sahibi âlim en alt seviyede daimî zikrin sahibidir. Ama Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in ifade ettiği “hikmet sahibi âlim” aslında bir velî mürşittir çünkü Rabbimiz Bakara Suresinin 269. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

2/BAKARA-269: Yu’til hikmete men yeşâu, ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ(kesîren), ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse böylece ona çok hayır verilmiştir, ulûl’elbabtan başkası tezekkür edemez.

Hikmetin üç kademesi vardır; 1. kademesi ulûl’elbab, 2. kademesi ihlâs ve 3. kademesi salâhtır. Aslında hikmet verilen kişiler hikmetin bu üç kademesinden birindedir. Bakara-269’da da hikmet verilen bir kişiden bahsediliyor ki bu aslında Allahû Tealâ’nın irşada memur ve mezun kıldığı bir velî mürşittir. Kişinin hikmet sahibi âlimi mutlaka sorması ve ona tâbî olması gerekir.
İnsanla Allah arasında Allahû Tealâ’nın dizayn ettiği 28 basamaklık İslâm’ın yükselme ve yücelme merdiveni vardır. Allah’ın üfürdüğü ruh Allah’a aittir ve emr âlemindeki Sıratı Mustakîm üzerinden bir yolculuk yapar. 7 tane gök katı yükseldikten sonra 7 âlem geçerek yoklukta Allah’ın Zat’ına ulaşır. Allah’ın Zat’ında yol biter. Ruhun hidayeti yükselme basamaklarını oluşturur ama yol bitmesine rağmen kemâlât burada tamamlanmaz. İnsanla Allah arasındaki İslâm merdiveni yücelme basamaklarını da ihtiva eder. 7 tane yücelme basamağı, velâyet kademesi vardır. Kişinin bunları bir bir aşması gerekir. En sonunda kişi velâyet basamaklarının sonuncusu olan salâh makamına ulaşır. Bu makamda Allahû Tealâ kişiye Zat’ını gösterir. Allah’ın Zat’ını gören kişi Rabbimiz tarafından irşada memur ve mezun kılınır. İrşada memur ve mezun kılınan kişi hikmet sahibi bir âlimdir; Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hadîs-i şerifinde kendisinden sonra geleceğini söylediği kişilerden biridir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) kendisinden sonra nebî gelmeyeceğini ifade etmiştir çünkü Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) Hatem’ul Enbiyâ’dır. Ahzâb Suresinin 40. âyet-i kerimesinde bu konu ifade edilmiştir:

33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyin(nebiyyine), ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusu). Allah, herşeyi  en iyi bilendir.
    
Bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki nebîlerin sonuncusu olan Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra nebî gelmeyecektir. Buna karşın insanlar başıboş da bırakılmamıştır.  Hepsinin hedefi Zâriyât Suresinin 56. âyet-i kerimesinde zikredildiği gibi Allah’a kul olmaktır:

51/ZÂRİYÂT-56: Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûn(ya'budûni).
Ve Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım.

Abd olabilmek için de mutlaka velî mürşidin, resûlün ve devrin imamının varolması söz konusudur. Nahl Suresinin 36. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ, insanların taguttan içtinap etmesinin ve Allah’a kul olmasının ancak Allah tarafından vazifeli kılınan resûllerin gelmesiyle mümkün olduğunu ifade buyurmaktadır:

16/NAHL-36: Ve le kad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâleh(dalâletu), fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını, (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri) Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).

Üç vücut ve serbest iradenin sahibi kişinin akîl-bâliğ olduğu noktadan itibaren Allah’ın varlığını idrak etmesi mümkündür ama kişinin Allah’a ulaşabilmesi bir dış vasıtaya bağlıdır. Allah’ın tayin ettiği bir rehber, velî mürşid olmadan hiç kimsenin hedefine ulaşabilmesi; ruhunu Allah’ın Zat’ına ulaştırabilmesi mümkün değildir.
Nasıl 14 asır evvel cahiliyye dönemini yaşayan sahâbe Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in tebliğine muhatap olduktan sonra Allah’a ulaşmayı dilediyse ve hepsi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e biat ederek hidayete erdilerse günümüzde de bu örneğin aynı şekilde gerçekleşmesi gerekir.
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) âhir zamanda geleceğini bize müjdelediği Mehdi (A.S) hakkındaki bir hadîsinde şöyle buyuruyor: “Ben nasıl vahiy üzerine mücadele verdiysem O da benim sünnetimin üzerine mücadele verir. Benimle insanlar nasıl şirkten kurtuldularsa O’nunla da fitneden kurtulacaklardır.”
Hadîs-i şerif şu anlama gelmektedir: “O da benim gibi devrin imamıdır, bu görevi vekâleten yapmaktadır. Ben nasıl Kur’ân, vahiy üzerine mücadele verdiysem O da benim sünnetim üzerine yani Kur’ân, vahiy üzerine mücadele vermeyi gerçekleştirecek. Benimle insanlar nasıl şirkten kurtuldularsa O’nunla da fitneden yani gizli şirkten kurtulacaklardır.”

ü  Hak Mü’minler ve Hak Mü’min Olmayanlar

Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in başka hadîslerde dile getirdiği Duhân Fitnesi aslında muhtevasında gizli şirkin yer aldığı bir fitneyi ifade eder. Günümüzde bu fitne gerçekten bütün insanları sarmış durumdadır. Duhân Suresine baktığımızda Rabbimizin bizlere bu konuda verdiği mesajları açıkça görebiliriz:

44/DUHÂN-10: Fertekib yevme te’tîs semâu bi duhânin mubîn(mubînin).
Artık göğün, apaçık duman (fitne) getireceği günü gözle.
44/DUHÂN-11: Yagşân nâs(nâse), hâzâ azâbun elîm(elîmun).
(O fitne ki) insanları (insanların büyük kısmını) sarmıştır. İşte bu, elîm bir azaptır.

Azabın varolabilmesi için kişinin nefsine uyarak şer işlemesi, devamlı nefsinin emirlerine tâbî olması gereklidir. “(O fitne ki) insanları (insanların büyük kısmını) sarmıştır. İşte bu, elîm bir azaptır.” ifadesindeki kişi belli ki şirktedir. Şirkte olduğunu âyet-i kerimenin devamından anlıyoruz:

44/DUHÂN-12: Rabbenekşif annel azâbe innâ mû’minûn(mû’minûne).
Rabbimiz, azabı bizden kaldır. Muhakkak ki biz, mü’minleriz.

Hak mü’minler için aslında bir azap söz konusu değildir ama buradaki mü’minleri azabın kuşatmış olduğunu görüyoruz. O zaman Kur’ân-ı Kerim’de hak mü’minler ve hak mü’min olmayanlar diye iki grup mü’min olduğunu söyleyebiliriz. Eğer kişi sadece Allah’a inancı itibariyle mü’min olduğunu zannediyor ve İslâm’ın 5 şartını yerine getiriyorsa o kişi gizli şirktedir. Gizli şirkte olması nedeniyle de fitnenin içerisindedir.
14 asıl evvel Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile hem açık şirkin kapısı kapanmıştır hem de sahâbe Allah’a ulaşmayı diledikleri için Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesine göre gizli şirkten ve de şeytana kul olmaktan kendilerini kurtarmışlardır.

39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi).
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!

Sahâbeden sonra günümüz dîn tatbikâtına baktığımızda ise şeytanın çok çalışıp her yolu denediğini ve İslâm âlemini İslâm’ın 5 şartına bağladığını görmekteyiz. Herkes dîni İslâm’ı 5 şartından ibaret zannediyor. Halbuki İslâm’ın 5 şartı hiç kimseyi gizli şirkten kurtaramaz çünkü muhtevasında kalben Allah’a ulaşmayı dilemek yoktur. Bu sebeple sadece İslâm’ın 5 şartına riayet eden bu kişinin gizli şirkte olduğunu biliyoruz.
Öyleyse “Rabbimiz bizden bu azabı kaldır. Biz mü’minleriz.” (Duhân 12) dediklerine göre hak olmayan bu mü’minler gizli şirkte olanlardır. Kalben Allah’a ulaşmayı dilememişlerdir. Kalben Allah’a ulaşmayı dilemiş olsalardı hak mü’min olacaklardı ve azap kendilerini sarmayacaktı. Enfâl Suresinin 29. âyet-i kerimesinde hak mü’minlerden olabilmenin olmazsa olmaz şartını Allahû Tealâ şöyle ifade etmektedir:

8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.

Âyet-i kerimenin başında âmenû olanların henüz takva sahibi olmadığı belirtiliyor. Takva sahibi olmak ne sağlar? Takva sahibi olmak kişiyi açık ve gizli şirkten berî kılar. Allahû Tealâ bu konuyu Rum Suresinin 31.âyet-î kerimesinde şöyle açıklıyor:

30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.

Âyet-i kerimenin son bölümünden takva sahiplerinin müşrik olmadığını yani şirkin içinde bulunmadığını anlıyoruz. Allahû Tealâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de takva kavramıyla anlattığı herkes kesinlikle açık ve gizli şirkten berîdir. Buna karşın, her âmenû olan kişi açık ve gizli şirkten berî değildir. Bu açıdan mü’minleri iki gruba ayırabiliriz: Birinci grup, kalben Allah’a ulaşmayı dileyen hak mü’minler; onlar gizli ve açık şirkten berîdirler. İkinci grup, henüz kalben Allah’a ulaşmayı dilememiş, İslâm’ın 5 şartına bağlanan, Allah’a inanan, hak olmayan mü’minler; onlar gizli şirkten berî değildir. Görüyoruz ki henüz Allah’a ulaşmayı dilememiş kişiler hem gizli şirkten hem de azaptan kurtulamamaktadır.
Günümüz dîn tatbikatına baktığımızda öğretilenlerin Kur’ân’a dayalı olmadığını görüyoruz. İnsanlar dînlerini Kur’ân-ı Kerim’den değil de sonradan Kur’ân’ın yerine ikame edilen el yazması kitaplardan öğrendikleri için tamamen zanlara dayalı bir dîn tatbikatı ile karşı karşıyayız. Böyle bir geleneksel dîn tatbikatıyla kimsenin kurtuluşa ulaşabilmesi mümkün değildir. Kurtuluşun olmazsa olmaz şartı Kur’ân’a dayalı dîni öğrenmektir. Allahû Tealâ dînin yegâne kaynağının Kur’ân olduğunu beyan buyuruyor. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) veda hutbesinde bütün insanlığa hitap ederek gerekli mesajı vermiştir: “Ben size Allah’ın Kitabı’nı ve sünnetimi bırakıyorum.” Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sünnetinin de vahiy olduğunu şu hadisten anlıyoruz: “Ben nasıl vahiy üzerine mücadele verdiysem O’da Benim sünnetimin üzerine mücadele verir.” Her devirde Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sünnetini A’dan Z’ye kadar hayata geçiren -bir başka hadîs-i şerifte beyan edildiği gibi- ehl-i beyttir. 
Şu anda Devrin İmamı, Allah’ın yeryüzündeki halifesi; Mehdi (A.S) ehl-i beyttendir, evlâd-ı resûldür ve hadîs-i şerifte zikredildiği gibi Hz. Hasan (A.S) soyundan gelmektedir. Aynı zamanda baba tarafından da soyu kesinlikle Hz. Hüseyin (A.S)’a dayanmaktadır.
Hz. İbrâhîm’in iki oğlu olan Hz. İsmail (A.S)  ve Hz. İshak (A.S)’a baktığımızda Hz. İsmail (A.S)’dan gelen soyun Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)’de, Hz. İshak (A.S)’tan gelen soyun da Hz. İsa (A.S)’da noktalandığını görüyoruz. Böylece Hz. İbrâhîm (A.S)’ın iki oğlundan gelen soy, âhir zamanda Devrin İmamı Mehdi (A.S)’da birleşmektedir.
Dînlerin birleşmesi de âhir zamanda Devrin İmamı Mehdi (A.S) önderliğinde bu şekilde gerçekleşecektir. İster Tevrat’a, ister İncil’e, ister Kur’ân-ı Kerim’e bakalım her üçünün de Allah’ın kelâmı olduğunu ve insanlar için 7 safha 4 teslimden oluşan hanif dîninin bütününü içeren vahiy kaynakları olduklarını görürüz. Gelecekte Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar elbette kendi kitaplarından 7 safha 4 teslimi öğrenecektir. Bunlar ayrı ayrı kitaplar olmasına rağmen ayrı ayrı dînler değildir; üçü de babamız İbrâhîm’in hanif dînidir. Arapça adı da “İslâm” dır. Dînler birleşip herkes aynı dîni yaşayınca âhir zamanda elbette bir asr-ı saadet yaşanacaktır. Bu asr-ı saadet Allahû Tealâ’nın Saff Suresinin 8. âyet-i kerimesinde beyan ettiği şekliyle Allah’ın nurunu tamamlamasıdır.

61/SAFF-8: Yurîdûne li yutfiû nûrallâhi bi efvâhihim vallâhu mutimmu nûrihî ve lev kerihel kâfirûn(kâfirûne).
Onlar, ağızları ile Allah’ın nurunu söndürmeyi istiyorlar. Ve Allah, kâfirler kerih görseler bile nurunu tamamlayacak olandır.

İslam dîni 7 safha 4 teslimden oluşmaktadır. 1. safha basit bir dilekten ibarettir. Bu dilek kalben Allah’a ulaşmayı dilemektir. Allahû Tealâ’nın da bu dilek karşılığında verdiği söz gereğince kişiye 3. kat cenneti ve dünya saadetinin yarısını ikram etmesini kapsar. Allah’a ulaşmayı dilediğiniz an Allah’ın verdiği söz gereğince 7 tane furkanı Allah’tan almanız ve daha sonra 10. ihsanda Allah’ın sizi nura ulaştırması söz konusudur. 11. basamakta kişinin geldiği aşamayı Zumer Suresinin 22. âyet-i kerimesine baktığımızda net olarak görebiliriz:

39/ZUMER-22: E fe men şerehallâhu sadrehu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbih(rabbihi), fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâh(zikrillâhi), ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Allah kimin göğsünü İslâm için (Allah’a teslim için) yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi? Allah’ın zikrinden kalpleri kasiyet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler.

Başlangıç noktasında herkes kalbi zifirî karanlıklar içerisinde dünya hayatına gelir ama tebliğe muhatap olup da Allah’a ulaşmayı dilediği an Allah o kişiyi nuruna ulaştırır. Ardından kişinin perşembeyi cumaya bağlayan gece hacet namazı kılıp mürşidini Allah’tan sorması gerekir. Sorduğu zaman mutlaka Allahû Tealâ’nın hikmet sahibi kıldığı bir âlimi o kişiye göstermesi söz konusudur. Sonuçta Allah kişiyi mürşidine ulaştırır. Her kim ihsanla mürşidine tâbî olursa o kişi kesinlikle Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bu hâdiste zikrettiği emrini yerine getirmiştir. Hadîs-i şerifte zikredilen, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra gelen imam bir âlimdir veya yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Ona tâbî olduğu zaman o kişinin başının üzerine devrin imamının ruhu (halifenin ruhu) gelip yerleşir. Bu durumda Allah mutlakla kişiye vasıta emirlerini sevdirir ve 7 kademede nefs tezkiyesini yaptırır. Kişi emmare, levvame, mülhime, mutmainne, radiye, mardiyye ve tezkiye kademelerini bir bir geçer. Her tezkiye kademesinde yaptığı zikir artışlarıyla nefsinin kalbine %49 oranında fazıllar gelip yerleşir. Bu fazılların miktarı kadar kalpteki karanlıklar azalır.
Nefsin manevî kalbinde %100 karanlık varken fizik vücut %100 şeytanın emirlerine itaat etmektedir. Nefs tezkiyesini gerçekleştiren kişi artık şeytanın emirlerine itaatten %51 oranında kurtulmuştur; şeytan sadece %49 oranında kişiye tesir edebilir. Diğer bir ifadeyle kişi %51 oranında Allah’ın emirlerine itaat edecek, yasak ettiği şeyleri işlemeyecek demektir.
Allahû Tealâ’nın bizden istediği şey %100 Allah’ın emirlerine itaat etmemiz ve yasak ettiği fillerin hiç birini işlemememizdir. Fizik vücut açısından doğru düşünme alışkanlığının kazanılmasıyla bütün emirlere itaat edilir, yasak olan fiiller hiç işlenmez. Nefs açısından ancak daimî zikirle mümkündür. Ruh Allah’ın Zat’ına ulaştıktan sonraki noktadan itibaren kişi tekrar şeytanla karşı karşıya gelir. Şeytanı yenebilmesi için zikrini günbegün artırması gerekir.

ü  Gerçek Zâhid Kimdir?

Kişi zikir artışlarına paralel Fenâ ve Beka kademelerini geçerek zahidlerden olacaktır. El yazması kitaplardaki kaynaklara bakarsanız zahid bir lokma-bir hırka misali yaşayan insanlardır. Bu tarif kesinlikle doğru değildir. Kur’ân-ı Kerim’de zühd tamamıyla zikir esasına dayalı olarak tarif edilmiştir. Zahidler Allah’ı çok zikredenlerdir. 24 saatlik zaman dilimi içerisinde 12 saat ve daha fazlasını zikirle geçirebilen herkes zahidlerdendir. Dolayısıyla zahidlerden olabilmek için ermiş evliya olduktan sonra gün ve gün zikrimizi artırmamız lâzım. Allahû Tealâ’nın emri zühd kademesine ulaşmamızdır.
Bundan sonraki kademe Muhsinler kademesidir, fizik vücudun Allah’a teslimini ihtiva eder. Nefsin manevî kalbinin zikirle %91 nurlanması halinde o kişi muhsinlerden olur ve fizik vücudunu da Allah’a teslim eder. Fizik vücudun Allah’a tesliminde, nefsin manevî kalbinde %9’luk bir karanlık söz konusudur, afetler vardır ama afetlerden kaynaklanan talepleri artık akıl yerine getirmemektedir.
Her olayda aklın iki müşaviri vardır; biri nefs, diğeri ruhtur. Bu kademede akıl sadece İlm’el yakîn olmamıştır aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim’in ilk 4 ruhuna da vâkıf olmuştur. Bu sayede şuurlanmıştır. Sahip olduğu şuurla akıl kendisine ulaşan ruhun ve nefsin taleplerini mukayese ettiğinde hiçbir zaman nefsin talebini yerine getirmeyecektir ki zaten bunu yapabildiği için kişi muhsinlerden olmuştur. Muhsinlerden olmak afetlerin varlığına rağmen o kişinin Allah’ın bütün emirlerine itaat etmesi ve yasak ettiği fiileri de hiç işlememesi demektir. Allahû Tealâ bu konuyu Âli İmrân Suresinin 134. âyet-i kerimesinde şöyle açıklamaktadır:

3/ÂLİ İMRÂN-134: Ellezîne yunfikûne fîs serrâi ved darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).
Onlar (muttekiler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infak ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever.

Âyet-i kerimede öfke afeti olmasına rağmen öfkesini yutan kişi fizik vücudunu teslim etmiş bir insandır, insanları affeder ve afetlerin taleplerine dayalı bir fiil işlemiyor demektir. Fizik vücudunu Allah’a teslim eden bu insan sadece öfke afetine değil diğer afetlere de rağbet etmez. Doğru düşünme alışkanlığına sahip olduğu için nefsinden gelen bütün talepleri geri iter. Sadece ruhun talebine dayalı olarak bir hayat yaşar.
Bundan sonra asıl hedef nefsin Allah’a teslimidir ki bu ancak daimî zikirle gerçekleşir. Bunun mânâsı artık nefsin manevî kalbinde hiçbir afetin kalmamasıdır. Afetlerin yerine 19 tane faziletin, diğer bir ifadeyle ruhun hasletlerinin fazilet olarak gelip kalbe yerleşmesi anlamını taşır. Allahû Tealâ’nın bütün insanlardan ulaşmalarını istediği asıl hedef budur çünkü daimî zikre ulaşan bir insanın artık geri dönüşü mümkün değildir.
Kim daimî zikre ulaşır ve kalbi 7 kademede müzeyyen olursa Allahû Tealâ da o kişiyi mutlaka Tövbe-i Nasuh’a çağırır. Tövbe-i Nasuh’a davet edilen kişiye Allahû Tealâ İhlâs makamında 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. gök katlarında olup bitenleri gösterir ve bu kişi muhlislerden olur. Muhlis, Tövbe-i Nasuh davetine mazhar olmuş, Allahû Tealâ’nın 7 tane gök katını ve 7 âlemde olup bitenleri kendisine gösterdiği, kalbi 14 kademe müzeyyen olan kişidir.
Nefsin manevî kalbi Ulûl’elbab makamında 7 kademe müzeyyen olurken İhlâs makamında 14 kademe müzeyyen olur.

ü  Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Vârisleri Kimlerdir?

Salâh kademesinde iradesini de Allah’a teslim eden kişi, hâdis-i şerifte zikredildiği gibi hikmet sahibi bir âlim olur, o kişi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in vârislerinden olur. O kişi eğer kavim resûlü ise ve seçilmişse o zaman da vekâleten devrin imamıdır; Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.
Sonuç olarak çok net bir tabloya ulaşmaktayız. Bu tabloda karşımıza şu çıkmaktadır:   Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in vârisi olan âlimler Allah’ın velî mürşidleridir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in vârisleri olan yeryüzündeki halife de vekâleten devrin imamıdır ki bu hadîs kitaplarında net olarak yer almıştır.
Açıklamış olduğumuz hadîs-i şerifin gereği bugün yaşanmamaktadır. Yaşamak isteyen kişinin perşembeyi cumaya bağlayan gece hacet namazı kılarak devrin imamını sorması gerekir çünkü Peygamber Efendimiz (S.A.V) başka bir hadîs-i şerifte diyor ki: “Size ruh verenler gelecek. Onları arayın bulun.” Ruh verenler her devirde hayy olan devrin imamlarıdır.



Hadîs-i şerifte: “Kim bana itaat ederse muhakkak ki o; Allah’a itaat etmiştir. Kim bana isyan ederse o; Allah’a isyan etmiştir. Her kim imama, kâmil mürşide veya devrin imamına itaat ederse muhakkak ki; bana itaat etmiş olur.  Her kim imama isyan ederse o da bana isyan etmiş olur.” buyrulmuştur. (K: İbni Mâce, 8.cilt  2589 no’lu hadîs)
Nisâ Suresinin 80. âyet-i kerimesinde aynı hakikat Allah'ın kelâmıyla bir kere daha zikredilmiştir:

4/NİSÂ-80: Men yutiır resûle fe kad atâallâh(atâallâhe), ve men tevellâ fe mâ erselnâke aleyhim hafîzâ(hafîzen).
Kim Resûl'e itaat ederse, böylece andolsun ki Allah'a itaat etmiş olur. Ve kim yüz çevirirse, o taktirde Biz seni, onların üzerine muhafız olarak göndermedik.

ü  Nübüvvet Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le Son Bulmuştur!

Kendisine itaat edilmesi işaret edilen resûl, Allahû Tealâ’nın bütün kavimler için tayin ettiği, devrin imamı olan resûldür. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) için Allahû Tealâ şöyle buyurmaktadır:

21/ENBİYÂ-107: Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn(âlemîne).
Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.

“Âlemlere rahmet olarak gönderdik” ifadesine göre, asâleten devrin imamı olan Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) bütün âlemler için, her kavim için vazifeli olan resûldür. Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’den sonra nebî gelmeyecektir. Ahzâb Suresinin 40. âyet-i kerimesi bu hakikati dile getirmektedir:

33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyin(nebiyyine), ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusu). Allah, herşeyi en iyi bilendir.

ü  Resûller Her Zaman Parçasında Vardır!

Nübüvvet Resûlullah (S.A.V) Efendimiz’le sona ermiştir ama risalet kıyâmet gününe kadar devam edecektir. Her kavimde, o kavmin ana lisanıyla Allah'ın âyetlerini tilâvet eden veli resûllerin varlığı Kur’ân-ı Kerim’de zikredilmektedir.

16/NAHL-36: Ve le kad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâleh(dalâletu), fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını, (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri) Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).

Başlangıç noktasında bütün insanlar dalâlet standartları içinde hayata başladıklarına göre doğal olarak şeytanın kuludurlar. Ancak Allahû Tealâ insanları şeytanın kulu olmaları için yaratmamıştır. Resûlullah (S.A.V) Efendimiz’in hadîsinde beyan ettiği gibi; “Her doğan çocuk hanif fıtratıyla, İslâm fıtratıyla doğar.”  Hanif dîninin 3 özelliği vardır: 1) Vahdet, 2) Tevhid, 3) Teslim.
Ehl-i kitap olan Yahudiler, Hristiyanların büyük bir kısmı ve Müslümanlar vahdet akidesine; Allah'ın tekliğine îmân ederler. Ancak tevhid akidesi bozulmuş, insanlar dînde fırkalara ayrılmışlardır. Tevhid akidesi yerli yerine oturmayınca teslimin gerçekleşmesi mümkün değildir. Küçük bir azınlık grubun dışında dînde fırkalara ayrılmış durumda olan bu insanlar Allah'ın dalâlette bıraktıklarıdır.
Allahû Tealâ insanları hanif fıtratıyla yarattığı için herkese hanif dînini yaşamalarını emreder. Ancak Allahû Tealâ cüz’i irade (serbest irade) verdiği kulunun iradesine karışmamaktadır, kimsenin de karışmasını istememektedir.
Öyleyse Allahû Tealâ katından gönderdiği kitaplarla ve âyetlerle, vazifeli kıldığı hidayetçilerle, resûllerle, serbest irade sahibi kuluna öğüt verecektir. Tebliğe muhatap olan kişi serbest iradesiyle Allah’a ulaşmayı dilerse;
-          Dalâletteyken hidayete erecek,
-          Şirkteyken takva sahibi olacak,
-          Küfürdeyken îmân sahibi olacak,
-          Fırkalara ayrılmış bir durumdayken tevhid standartları içerisinde olacaktır.

ü  Her Devirde Devrin İmamı Vardır!

Her kavmin içerisinde, o kavmin ana lisanıyla Allah’ın âyetlerini tilavet eden velî resûller her zaman vardır:

23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.

Allahû Tealâ her kavimdeki resûllerin içerisinden bir tanesini vekâleten devrin imamı olarak seçmektedir. Hadîs-i şerifte zikredilen: “Bana itaat eden Allah'a itaat etmiştir. Bana isyan eden Allah'a isyan etmiştir.” ifadesi Resûlullah (S.A.V)’in olmadığı dönemlerde, onun mirasını devralan imamlar için söz konusudur. Nitekim Resûlullah (S.A.V) Efendimiz hadîste buyuruyor ki: “Her kim imama itaat ederse bana itaat etmiştir. Her kim imama isyan ederse muhakkak ki; bana isyan etmiştir.” Hiçbir zaman parçası yoktur ki devrin imamı olmasın. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (S.A.V) konunun önemine binaen bir başka hadîs-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “Size ruh verenler gelecek. Onları arayın bulun. Kim zamanın imamına arif olmazsa o cahiliyye standartlarıyla ölür.”
Öyleyse günümüzde de devrin imamı vardır. Allah'ın hanif dînini yaşamak isteyen herkesin mutlaka devrin imamına arif olması gerekir. Devrin imamına arif olmak için şart, Allah'a ulaşmayı dilemektir. Çünkü devrin imamı, hidayete erdirendir. Hidayet, insan ruhunun dünya hayatında Allah'a ulaşmasıdır. Kişi mürşidine tâbî olduğu taktirde Allahû Tealâ, devrin imamının ruhunu bir ni’met olarak o kişinin başının üzerine ulaştıracaktır.
Öyleyse hadîs-i şerifle Kur'ân âyetleri birbiriyle %100 örtüşmektedir. İtaat Allah'ın kesin emridir. Bu konuda Allahû Tealâ şöyle buyurmaktadır:

3/ÂLİ İMRÂN-131: Vettekûn nârelletî uiddet lil kâfirîn(kâfirîne).
Ve kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten sakının.
3/ÂLİ İMRÂN-132: Ve atîûllâhe ver resûle leallekum turhamûn(turhamûne).
Ve Allah'a ve Resûl'e itaat edin, umulur ki böylece siz rahmet olunursunuz.

ü  Allah'a Giden Yol, Allah'a ve Resûl’üne İtaatten Geçer

Resûl Allah'ın âyetleriyle insanları Allah'a davet eder. Davete icabet eden kişi Allah ve resûlüne itaat etmiştir. Davete icabet etmeyen insan Allah ve resûlüne asi olmuştur. Hadîs-i şerifteki “imama isyan” Allah'a ulaşmayı dilememekle gerçekleşir.
Tevhidin olmazsa olmaz şartı Allah'a ulaşmayı dilemektir. Ne yazık ki günümüzde insanların çok büyük bir kısmı dînde fırkalara ayrılmış, Allah’ın hanif dîninden, tevhidden sapmış durumdalardır.
Allahû Tealâ en şerefli varlık olarak yarattığı insana ruhundan üfürmüştür. Allah’ın ruhu başka hiçbir varlıkta yoktur:

32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh(efidete), kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.

Allah bizim için emanet olan üfürdüğü ruhu, dünya hayatında, sahibi olan Allah'a iade etmemizi (ulaştırmamızı) emretmektedir. İnsan başıboş bırakılmamıştır. Allahû Tealâ hidayeti gerçekleştirmek üzere katından hidayetçileri ve şeriat kitaplarını göndermiştir. Bize düşen; Allah'ın temel emrine uyarak Allah'a ulaşmayı dilemek ve Allah'ın bizdeki emanetini hayattayken Allah’a teslim etmektir. Bu da Allah ve resûlüne itaatle mümkündür.

ü  ‘Allah’ın Amellerimizden Bir Şey Eksiltmemesi’ Ne Demektir?

Fırkayı Naciye; Allah ve resûlüne itaatle ulaşılan Sıratı Mustakîm’in üzerinde bulunanlardır. Allah'ın temel emri itaati gerçekleştirmektir. Allahû Tealâ: “Allah ve resûlüne itaat ederseniz amellerinizden bir şey eksiltmez.” buyurmaktadır:

49/HUCURÂT-14: Kâletil a’râbu âmennâ, kul lem tû’minû ve lâkin kûlû eslemnâ ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum, ve in tutîûllâhe ve resûlehu lâ yelitkum min a’mâlikum şey’â(şey’en), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).
Araplar: “Biz âmenû olduk.” dediler. (Onlara) de ki: “Siz âmenû olmadınız (Allah’a ulaşmayı dilemediniz). Fakat: “Teslim olduk.” deyin. Kalplerinize (içine) îmân girmedi. Ve eğer Allah’a ve O’nun Resûlü’ne itaat ederseniz (Allah’a ulaşmayı dilerseniz), amellerinizden bir şey eksiltmez. Muhakkak ki Allah; Gafur’dur, Rahîm’dir.”

Allah'a ulaşmayı kalben dilediğiniz an Allahû Tealâ bu talebi kimin kalbinde görürse derhal Rahmân esmasıyla tecelli eder. Enfâl-29’a göre Allahû Tealâ o kişiye peş peşe 7 tane furkan verir, daha sonra 12 tane ihsana tamamlar. Allahû Tealâ, 12 tane ihsanla huşû sahibi olan kişiye mürşidini gösterdikten sonra, eğer kişi tâbiiyetini gerçekleştirse, Allah’tan 7 tane de ni’met alır:

8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.

Allah’ın verdiği 7 ni’metten bir tanesi kişinin o güne kadar işlemiş olduğu bütün günahların sevaba çevrilmesidir ki, artık onun için bir kayıp söz konusu değildir. Allahû Tealâ âyet-i kerimede bunu açıkça beyan etmektedir. Kendi hevanıza tâbî olarak şeytanın da negatif tesiriyle işlediğiniz şerlerin oluşturduğu bütün günahlarınızı Allahû Tealâ sevaba çevirir.
Allahû Tealâ başlangıçta bizim için %51 oranındaki nur birikimini ifade eden nefs tezkiyesini ikram eder. Nefs-i Emmare, Nefs-i Levvame, Nefs-i Mülhime, Nefs-i Mutmainne, Nefs-i Radiye, Nefs-i Mardiyye, Nefs-i Tezkiye kademelerini Allah'ın ikramıyla geçeriz. Tezkiyeye paralel olarak Allahû Tealâ bizdeki emanet olan ruhunu da Kendisine ulaştırır; 3. kat cennet ve dünya saadetinin yarısını bir dilek karşılığında hibe eder. 
Allahû Tealâ’nın sözü buraya kadardır. Daha sonra Allahû Tealâ bu kişiden, kendini zarar ve ziyana uğratan nefsinin ıslah edilmesini ister.
Bundan öteye gidip fizik vücut teslimini de gerçekleştirmek isteyen kişi, gayreti oranında Allah’tan yardım alır. Fizik vücut teslimi bir dik yokuştur. Ruhun teslimi 3 saatlik bir zikirle gerçekleşirken, fizik vücut teslimini gerçekleştirmek isteyen kişi zikrini 18 saate çıkarmak durumundadır.
Fizik vücudun tesliminde sağlam bir îmân ve özellikle de azîm gereklidir. Buraya kadar, verdiği söz gereğince Allah’ın nusretini alan kişinin, bundan sonra da kendisine Allah’ı vekil tayin ederek, azim ve gayreti nisbetinde Allah’tan yardım alacağına îmân etmesi gerekir. Bu şekilde îmân eden kişiyi Allahû Tealâ, sağ kaldığı süre içerisinde mutlaka bu hedefe ulaştıracaktır.
Kişi, velâyet kademelerinden Muhsinler Makamı’na ulaştığı zaman kalbindeki zikir artışıyla kalbinde %91 oranında aydınlanma oluşur ve bunun karşılığında Allahû Tealâ o kişiye 4. kat cenneti ihsan eder. O kişi fizik vücudunu Allah'a teslim ettiği noktadan itibaren Allahû Tealâ’nın bütün emirlerine itaat eden, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir yapıya ulaşacaktır.
Hanif dîni 7 safha ve 4 teslimden oluşur. Ruhun ve fizik vücudun tesliminden başka iki teslim daha vardır; nefsin ve iradenin de teslimi. Nefsin teslimi daimî (24 saat) zikri gerektirir. Allah'a ve resûlüne en üst seviyede itaati gerçekleştiren kişinin kayıpları artık hemen hemen minumuma inmiştir. Halen nefsinin manevî kalbinde afetler vardır, ama akıl o afetlerden kaynaklanan talepleri artık dikkate almaz. Bu sebeple kazançlar günbegün artar ve çok kısa bir zaman dilimi içerisinde, kişi o azîmle yoluna devam ederse, Allahû Tealâ ona daimî zikri de nasip kılacaktır.

2/BAKARA-269: Yu’til hikmete men yeşâu, ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ(kesîren), ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse böylece ona çok hayır verilmiştir, ulûl’elbabtan başkası tezekkür edemez.

İşte Allahû Tealâ bu dizayn içerisinde o kişiyi hikmet sahibi kılar. Daimî zikre ulaştırır. Bunların ötesinde iradenin teslimi vardır. İhlâsa ulaştıktan sonra Salâhın ilk 4 kademesinde Allahû Tealâ, kalbimizi 4 kademe daha müzeyyen kılar ve iradenin teslimi gerçekleşir. Son bir kademe daha vardır: O kişiye Allahû Tealâ Zat’ını gösterdikten sonra onu irşada memur ve mezun kılar. Bu noktada kişi, Allah ve resûlüne en üst seviyede itaat eder. Nisâ Suresinin 69. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

4/NİSÂ-69: Ve men yutiıllâhe ver resûle fe ulâike meallezîne en’amellâhu aleyhim minen nebiyyîne ves sıddîkîne veş şuhedâi ves sâlihîn(sâlihîne), ve hasune ulâike refîkâ(refîkan).
Ve kim, Allah'a ve Resûl'e itaat ederse, o taktirde işte onlar, Allah'ın kendilerine ni'met verdiği nebîlerle (peygamberlerle) ve sıddîklerle ve şehitlerle ve salihlerle beraberdirler. Ve işte onlar ne güzel arkadaştır.

Öyleyse; herkes için asıl hedef burasıdır. Çünkü Allahû Tealâ’nın insan için vadettiği ahiret ve dünya saadetinin son aşamasına, mutluluğun şahikasına ulaşmak bu 7 safha ve 4 teslimi yaşamakla mümkündür.







28. BASAMAK – 7. SAFHA; SALÂH MAKAMI – İRADENİN ALLAH’A TESLİMİ

28. BASAMAK – 7. SAFHA;
SALÂH MAKAMI – İRADENİN ALLAH’A TESLİMİ

“En Hayırlınız, Emr-i Bil Ma’ruf, Nehy-i Anil Münker Yapanlardır. Emr-i Bil Ma’ruf, Nehy-i Anil Münker Yapmazsanız; Allah Size Azap Gönderir, Dua Etseniz Dahi Dualarınızı Kabul Etmez.”


Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, kendilerine: “Ey Allah’ın Resûl’ü Allah’ın nazarında insanların en hayırlısı kimlerdir?” diye sorduklarında: “En hayırlınız emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker yapanlardır. Emri bil ma’ruf nehy-i anil münker yapmazsanız; Allah size azap gönderir dua etseniz dahi dualarınızı kabul etmez.” şeklinde cevap buyurmuşlardır.
Bu istikamette bir başka hadîs de şu şekildedir: “Emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker terkedilince mü’minin heybeti zail olur.”

ü  Emr-i Bil Ma’ruf Nehy-i Anil Münker Nedir?

Kur’ân’daki İslâm’ın yaşanmasında “emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker” en önemli kavramlardan bir tanesidir. Bunu bilmek için 7 safha ve 4 teslimi yaşamak lâzımdır.
Kur’ân’da 7 safha ve 4 teslimin dizaynı içerisinde emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker yapabilecek hak sahipleri, 7. safhada iradesini Allah’a teslim eden; Allah’ın, Zat’ını kendilerine gösterdiği ve Allah tarafından irşada memur ve mezun kılınanlardır. Hadîs de bunu ifade etmektedir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e: “Allah’ın nazarında insanların en hayırlısı kimlerdir?” diye sormuşlardı. İnsanların en hayırlısı, Allah’ın nazarında 7 safha ve 4 teslimi yaşayan, Kur’ân ahlâkıyla, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanan, iradesini de Allah’a teslim eden, Allah’ın irşada memur ve mezun kıldığı, Allah’ın emriyle iş görenlerdir.
Elbette daha alt seviyede de emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker yapılabilir. Kişi bildiğini başkasına öğretmekle vazifelidir. Yaşadığımız hayata bakıldığı zaman, öğrenmek ve öğretmek olmak üzere iki tane esas faktör görülmektedir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîsinde: “En hayırlınız Kur’ân-ı Kerim’i öğrenen ve öğretendir.” buyurmaktadır. Kim bildiğiyle amel ederse, Allahû Tealâ ona bilmediklerini de öğretir.” En iyi öğrenme yolu başkalarına öğretmektir.
Allahû Tealâ, Âli İmrân Suresinin 104. âyet-i kerimesinde insanları hayra çağıran, mâruf ile emreden, kötülüklerden alıkoyan bir ümmeti anlatmaktadır.

3/ÂLİ İMRÂN-104: Veltekun minkum ummetun yed’ûne ilel hayri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker(munkeri), ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Sizin içinizden hayra davet eden (mürşidlerden) bir cemaat olsun ve mârufla emretsin, ve münkerden nehyetsin (men etsin). İşte onlar, onlar felâha erenlerdir.

Hayra çağırabilmek için; hidayete ermiş olmak gerek, irfanla emredebilmek için; irfanın sahibi olmak, kötülüklerden alıkoyabilmek için de nefsteki kötü afetlerden kurtulmuş olmak lâzımdır. Bu açıdan bakıldığında, insanlarla Allah arasında Allah’ın vaaz ettiği 28 basamaklık bir İslâm merdiveni, yükselme ve yücelme basamakları vardır.
Başlangıç noktasında bütün insanlar olayları yaşarlar. Allahû Tealâ, insanları olaylarla muhatap kıldığı gibi, aynı zamanda katından resûller, hidayetçiler gönderir. Allahû Tealâ’nın hidayetçilerine verdiği temel görev, insanları Allah’a davet etmektir. Hidayetçiler Allah’ın âyetlerini tilâvet ederler. Tilâvet edilen âyetlerin muhtevasında hep “Allah’a ulaşmayı dilemek” vardır. Âyetlerin tilâvetinden murad, insanların kalben Allah’a ulaşmayı dilemeleridir. Allah’a davet etmenin muhtevasında herkesin Allah’a ulaşmayı dilemesi söz konusudur. Neden? Çünkü Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz bir hadîs-i şerifinde şöyle buyuruyor: “Mü’min zulmetmez ve mü’min kardeşini başkasının zulüm ve tecavüzüne de bırakmaz.”
Dîn, insanın Allah ile ve sosyal hayatı paylaştığı diğer insanlarla ilişkilerinin bütününü muhtevasına alan sistemdir. Nasıl Allah’ın bizim üzerimizde hakkı varsa, etrafımızdaki insanların da üzerimizde hakkı vardır. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in de ifade buyurduğu gibi: “Mü’min zulmetmediği gibi onu başkasının zulmüne de terketmez.”
 Kişi başkalarına zulüm etmediği gibi etrafındaki insanları da başkalarının zulmüne terk etmemelidir. Etrafımızdaki insanlar için zulüm söz konusuysa onlara kesinlikle yardım etmek durumundayız. Allahû Tealâ Yûnus Suresinin 44. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

10/YÛNUS-44: İnnallâhe lâ yazlimun nâse şey'en ve lâkinnen nâse enfusehum yazlimûn(yazlimûne).
Muhakkak ki Allah, insanlara (hiç)bir şeyle (asla) zulmetmez. Lâkin insanlar, kendi nefslerine zulmederler.

Şerrin kaynağı insanın nefsidir. En hayırlı kişiler, başkalarını kötülüklerden alıkoyan, nefslerindeki kötü afetlerden kurtulmalarına yardımcı olan mürşidlerdir. Bu durumda herkes en alt seviyede bir başkasının zarar görmemesi, zulme uğramaması için ona yardım etmekle sorumludur (mükelleftir).
Evvelâ insanlar olayları yaşarlar. Daha sonra kendi zaviyelerinden yaşadıkları olayları değerlendirirler. Allah’ın değerlendirmesi daima kişilerin kalbî yapıları üzerinden gerçekleşir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîsinde: “Allah sizin ne soyunuza ne mallarınıza ne şekli şemalinize bakmaz.” buyurmaktadır. Allahû Tealâ’nın devamlı olarak nazar ettiği yer kulun kalbidir. Allahû Tealâ kişinin kalbine bakarak o kişiyle ilişkilerini değerlendirir. Allahû Tealâ’nın insanların kalbine bakarak yaptığı değerlendirmede insanlar 2 gruba ayrılır:
  1- Kalbî yapıları sebebiyle kendileri Allah’a ulaşmayı dilemedikleri gibi başkalarının da dilemesine mani olan insanlar. Allahû Tealâ bu insanları seçmez. Onlar hem kendi nefslerine zulmederler hem de etraftaki insanlara zulmederler.   
  Allahû Tealâ, bu insanlardan Nisa Suresinin 167, 168, 169. âyetlerinde bahsetmektedir:

4/NİSA-167: İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).
Muhakkak ki inkar edenler ve Allah'ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.  
4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfire lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).
Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’e) hidayet edecek değildir.
4/NİSÂ-169: İllâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ(yesîren).
Ancak cehennem yoluna (hidayet eder, ulaştırır), onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Ve bu, Allah için kolaydır.

  2- Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dilemedikleri gibi başkalarının da dilemesine mani olan insanlar dışında bütün insanları seçer. Ama seçilen insanları istisnasız musibetlerle imtihana tâbî tutar. Eğer kişi seçilen ve henüz Allah’a ulaşmayı dilemeyen birisiyse başına gelen her hâdisede, Allah’ın vücuda getirdiği musibetlerden muradı, o kişinin Allah’a ulaşmayı dilemesini sağlamaktır. Allahû Tealâ bu olayları bir zulüm olarak değil; ders alınması için vücuda getirir.
  İnsanın başına gelebilecek musibetlerin muhtevasına bakıldığında Allahû Tealâ, kişinin ders alması için yapmış olduğu günahtan, o kişiye bir miktarını tattırabilir. Bu musibetler günahlarına kefaret olabilir. Hak şerleri hayreyler, böylece Allah o kişinin derecatını arttırmak ister. Kişinin nefsine dokunan musibetler, şer gibi görünse de aslında şer değildir. Misal olarak, Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir ev hanımı çocuğuyla, eşiyle vs. imtihan olabilir. İnsanların başına bunun gibi çeşitli şekillerde musibetler gelebilir ve onlar bu olaylardan hoşlanmazlar. Ama Allah’ın muradı kesinlikle onlara zulmetmek değildir. Allah, insanlara asla zulmetmez ama insanlar, kendi nefslerine zulmederler (Yûnus-44). Oluşan her olay ya Allah’ın takdir-i ilâhisidir, ya da Allah’ın müsaadesiyle gerçekleşir. Müsaadesiyle gerçekleşen bir olayda da İlâhi İrade devrededir. “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez.” denir. İşte Allah’ın muradı, kişinin gerekli dersi almak suretiyle el açıp Allah’a ulaşmayı dilemesidir.
Kişi, Allah’a ulaşmayı dilerse Allahû Tealâ anında yardım elini uzatır 3. kat cennet ve dünya saadetinin yarısını o kişiye hibe eder.
Allahû Tealâ, Kendisine ulaşmayı dileyen kişiye 4. basamakta Râhman esması ile tecelli eder. Peş peşe furkanlar vermek suretiyle onu huşû sahibi kılar ve mürşidini gösterir. Kişi Allah’ın verdiği ihsanlarla mürşide tâbî olur. Kişinin içteki düşmanı, nefstir; dıştaki düşmanı ise iblistir. Allahû Tealâ, kişinin sadece Allah’a ulaşmayı dilemesi ile iç ve dış düşmana karşı onu adeta bir koruyucu faunus içerisine alır. Şeytanla arasındaki bağı keser, üzerindeki negatif tesirini sıfırlar. İçteki düşman nefs Allah’ın bütün emirlerine isyan eden, yasak ettiği fiilleri işlemek isteyen bir yapıya sahiptir. Ama Allahû Tealâ bu noktada kişiye vasıta emirleri sevdirir ve yasak olan fiilleri kerih gösterir. Böylece kişi güle-oynaya, huzur ve mutlulukla 7-8 aylık bir süre içerisinde, nefs tezkiyesini gerçekleştirir ve emanet olan ruhu Allah’a teslim eder (21. basamak). Artık kişi, Allah’ın ermiş evliyasından biri olur. Buraya kadar ilm’el yakîn standartları içerisinde gerçekleşir.
Ruhunu Allah’a ulaştıran kişi, henüz hadîs-i şerifte ifade edildiği gibi “irfanla emreden” durumunda değildir; irfanın sahibi olmamıştır. Ama kişi, zikrini günbegün arttırırsa ve Allah dilerse o kişiye Kur’ân-ı Kerim’in ruhu olan irfanı da bahşedebilir. Allahû Tealâ, kalp gözü ve kalp kulağını açarak irfanı nasip eder. Allah’ın irfan nasip ettiği bir kişi, irfanı ait olduğu seviye itibariyle insanlara verebilir. Henüz bu kişi hikmetin sahibi değildir. Çünkü hikmet sahibi olabilmesi mutlak suretle o kişinin daimî zikrine bağlıdır. Bu nokta kişi için ruhun Allah’a teslimi ile daimî zikir arasındaki bir geçiş köprüsü gibidir ve her an onu bekleyen bir risk vardır.
Kişinin zikrinin artmaması, Allah’ın emir ve nehiylerine dört elle sarılmaması, hizmetlerde tembellik söz konusu olursa o zaman yozlaşma başlar. Yozlaşmanın neticesinde iblis, onu kendisine doğru çeker ve sonuçta o kişi fıska bile düşebilir. Fıska düşen bir insan Allah’ın mürşidiyle birlikte ona vermiş olduğu bütün sermayeyi tüketir. Artık küfür onun kalbine tab’ edildiği noktada o kişi şeytanın yaptırdıklarını güzel gören birisidir.
Ruhunu Allah’a teslim eden kişi, onu bekleyen bu riski devre dışı bırakabilmek için daimî zikre ulaşma çabası içinde yoluna devam etmelidir. Kişi, 25. basamakta fizik vücudunu Allah’a teslim etmelidir ki bu gerçekten dik bir yokuştur. Çünkü başlangıçta Allah’a ulaşmayı dilemesi halinde Allah’ın, verdiği söz gereğince o kişinin ruhunu Kendisine ulaştırması tamamiyle Allah’ın kudret eliyle gerçekleşen bir olgudur. Ama ruhun teslimi ile birlikte Allah, koruyucu kalkanını kaldırır; artık şeytan da nefs de serbesttir. Bundan sonra Allahû Tealâ, kişiye gayreti oranında yardım eder. Her ne kadar kişinin kalbi %51 oranında nurlanmışsa da %49 karanlıktır. Şeytan, %49 karanlığa tesir etmek suretiyle onu tekrar alaşağı etmek ister. Kişi kalbindeki %51 nurlanma ile şeytana karşı sıkı bir mücâdele içerisinde olmalıdır; bunun gerçekleşebilmesi bu kişinin zikrini ve hizmetini arttırmasına bağlıdır. Zikir ve hizmet artışı birbiriyle sıkı bir illiyet rabıtası içerisindedir. Zikir artarsa hizmet artar; hizmet artarsa zikir artar. Bu noktada kişinin kendisini Allah’a hasretmesi, Allah’a vermesi gerekmektedir.
Vel Asr Suresinde, Allahû Tealâ’nın, ruhunu Allah'a teslim eden kişiye tevdî ettiği görev, Hakkı tavsiye etmektir.

103/ASR-1: Vel asrı.
Asra yemin olsun.
103/ASR-2: İnnel insâne le fî husrin.
Muhakkak ki insan, gerçekten hüsrandadır.
103/ASR-3: İllellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve tevâsav bil hakkı ve tevâsav bis sabr(sabrı).
Ama âmenû olanlar (ilk 7 basamağı aşanlar), nefs tezkiyesi yapanlar (ikinci 7 basamağı aşanlar), Allah’a ruhu ulaşıp Hakk’ı tavsiye edenler (üçüncü 7 basamağı aşanlar) ve sabrı tavsiye edenler (dördüncü 7 basamağı aşanlar) hariç.

Hakk’ı tavsiye etmek, Hakka ulaşanların görevidir. Kişi ruhunu Allah’a teslim ettiği noktadan itibaren Hakk’ı tavsiye edecektir. İnsan sosyal bir mahlûktur. Güzel ahlâkın esası başkaları için yaşamaktır. Güzel ahlâkın esası başkaları için yaşamaksa, ruhunu Allah’a ulaştıran kişi, diğer insanlarla olan ilişkilerinde çevresindeki insanlara ne verebileceğini düşünmelidir. Bu kişi, bazen bir selâmla, bir hediyeyle ya da bir güçlüğünü gidererek, yolundaki bir dikeni kaldırarak, bilmediği bir şeyi öğreterek vs. sürekli etrafındaki insanlar için kafasını meşgul etmelidir. Başkaları için yaşamalıdır.
Kur’ân-ı Kerim’de fizik vücudunu Allah’a teslim edenlerin ismi “muhsinler” olarak verilmektedir. Muhsin olmak üzerimize farz kılınmıştır. Muhsin kelimesi; “ihsan eden, veren” anlamındadır. Allah, ihsan edicidir, verendir. Bu noktadaki kişi de hep veren taraf olmalıdır ki “muhsin” vasfını kazansın. Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîs-i şerifinde: “Veren el, alan elden üstündür.” buyurmaktadır. Kişi ihtiyaç sahipleri için devamlı “veren el” olmalıdır. Eğer bir insan: “Benim neyim var ki neyi vereceğim? Şunum olsaydı bunum olsaydı verirdim.” diyorsa bu tamamen nefsinin hevasından kaynaklanan bir zandır. Kişi, ruhunu Allah’a teslim ettiği zaman sadece ve sadece sahip olduklarını Allah için kullanarak başkalarının hizmetine sunduğu taktirde onunla fizik vücudunu Allah’a teslim edeceğini bilmelidir; “Şu anda bu şartları bana veren Rabbim, benim bu şartlarla muhsin olmamı istiyor.” düşüncesinin sahibi olmalıdır.
Çünkü Allahû Tealâ, fizik vücudun teslimini üzerimize farz kılmıştır. Allahû Tealâ, Bakara-286’da “Allah, kimseyi gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef kılmaz (sorumlu tutmaz).” buyurarak genel hükmünü ifade etmektedir.

2/BAKARA-286: Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ lehâ mâ kesebet ve aleyhâ mektesebet rabbenâ lâ tuâhıznâ in nesînâ ev ahta’nâ, rabbenâ ve lâ tahmil aleynâ ısran kemâ hameltehu alellezîne min kablinâ, rabbenâ ve lâ tuhammilnâ mâ lâ tâkate lenâ bih(bihî), va’fu annâ, vagfir lenâ, verhamnâ, ente mevlânâ fensurnâ alel kavmil kâfirîn(kâfirîne).
Allah, kimseyi gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef kılmaz (sorumlu tutmaz). Kazandığı (dereceler) onundur ve iktisap ettiği (kazandığı negatif dereceler) de onundur (sorumluluğu onun üzerindedir). Rabbimiz! Şâyet unuttuysak veya hata yaptıysak, bizi aheze etme (sorgulama). Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bizim üzerimize ağır yük yükleme. Rabbimiz, takat (güç) yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme. Ve bizi af ve mağfiret et ve bize rahmet et (Rahîm esması ile bize tecelli et, rahmet nurunu gönder). Sen bizim Mevlâmız’sın. Artık kâfirler kavmine karşı bize yardım et.
 
Bir insan kesinlikle fizik vücut teslimini yerine getirebilecek potansiyelin sahibidir ki Allah bunu farz kılmaktadır. Eğer kişi, bu farzı vaktinde yerine getirmediyse kendisine verilenleri Allah istikametinde kullanmamıştır. Çünkü vaktinde yerine getirilmeyen emir, yapılmamış demektir. Her şeyin Allah katında bir zamanı vardır. Kişi bu noktada dört elle o emri yerine getirmenin gayreti içerisinde olmalıdır, bütün olanaklarını seferber etmesine, var gücü ile çalışmasına rağmen sonuca ulaşamıyorsa Allahû Tealâ mutlaka onu, Allah’ın resûlü ile birlikte sonuca ulaştıracaktır. Mürşidine ulaştığı taktirde, Allah onu başka yardımlarla destekleyecektir. Kendisine düşeni yaptığı takdirde emri yerine getirmemesi mümkün değildir.
Bir insan, fizik vücudun teslimine gerçekten iştiyak sahibi ise gayretini arttırmalıdır; zikrini arttırmalıdır. Fizik vücut teslimi dik bir yokuş gibidir ama kişi, sahâbe ve diğer örnek insanlar nasıl fizik vücutlarını Allah’a teslim ettilerse kendisinin de teslim edebileceğini bilmelidir.
Fizik vücudun Allah’a teslimi ile Allahû Tealâ gerçekten büyük bir ihsanda bulunmaktadır. Çünkü fizik vücudunu teslim eden bir insan, Allah’ın bütün emirlerine %100 itaat eden yasak ettiği fiilleri işlemeyen bir yapıya sahiptir. Daha önce şeytan Allah’ın farz emirlerini yaptırmayıp yasak ettiği fiilleri de işletmek istikametinde kişinin ayağını kaydırabilirdi ama bu noktada iblis artık kişi üzerinde hüküm ferma olamaz. Çünkü iblis, fizik vücudu Allah’ın emrinde olan bir kişinin vücudunu artık kullanamaz. Allahû Tealâ, Âli İmrân Suresinin 134. âyet-i kerimesinde muhsinlerin tarifini vermektedir:

3/ÂLİ İMRÂN-134: Ellezîne yunfikûne fîs serrâi ved darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).
Onlar (muttekiler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infak ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever.

ü  İnsan Ne Zaman Mâ’rufla Emredip Münkerden Sakındırabilir?

Fizik vücudun tesliminin ardından kişi nefs teslimini gerçekleştirir. Daha sonra irade teslimini gerçekleştirip Allahû Tealâ’nın Zat’ını görür ve Allah tarafından irşada memur ve mezun kılınır. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in beyan ettiği: “İnsanların en hayırlısı mâ’rufla emreden ve münkerden sakındıranlardır.” hadîs-i şerifi bu şekilde yerine gelir. İnsanların en hayırlısı Allah’ın irşada memur ve mezun kıldığı kişilerdir. O noktadan itibaren artık Allahû Tealâ o kişiyi görevli kılmıştır ve kişi emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker yapabilir. Zaten Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 104. âyet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır.

3/ÂLİ İMRÂN-104: Veltekun minkum ummetun yed’ûne ilel hayri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker(munkeri), ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Sizin içinizden hayra davet eden (mürşidlerden) bir cemaat olsun ve mârufla emretsin, ve münkerden nehyetsin (men etsin). İşte onlar, onlar felâha erenlerdir.

Âli İmrân Suresinin 110. âyet-i kerimesinde sahâbenin hepsinin emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münker yapma seviyesine ulaştığı ifade edilmektedir.

3/ÂLİ İMRÂN-110: Kuntum hayra ummetin uhricet lin nâsi te’murûne bil ma’rûfi ve tenhevne anil munkeri ve tu’minûne billâh(billâhi), ve lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul mu’minûne ve ekseruhumul fâsikûn(fâsikûne).
Siz, insanlar için çıkarılmış (seçilmiş) olan, ümmetin hayırlı kişileri oldunuz. Mâruf ile emredersiniz ve münkerden nehy edersiniz (men edersiniz). Ve siz, Allah'a îman ediyorsunuz. Eğer kitap ehli de îman etselerdi elbette onlar için hayırlı olurdu. Onlardan bir kısmı mü’mindir ve onların çoğu da fâsıklardır.

Sahâbenin hepsi irşada memur ve mezun kılındı ve en hayırlı ümmet oldu. Hadîs-i şerifte zikredilen “insanların en hayırlılarının” Allah tarafından irşada memur ve mezun kılınanlar olduğu neticesi ortaya çıkmaktadır. Burada hadîs ile âyet-i kerime yüzde yüz birbiriyle örtüşmektedir.
O zaman kişiye düşen, bu zirve noktaya ulaşarak, en hayırlılar arasında yerini alabilmektir. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sahâbesinin hepsi bu seviyeye ulaşmışlardı.
Allahû Tealâ, Âli İmrân Suresinin 114. âyet-i kerimesinde, ehli kitaptan da Allah’a ve yevm’il âhire îmân eden, mâ’rufla emreden ve münkerden sakındıran, hayırlarda yarışan sâlihler olduğunu açıkça ifade etmektedir.

3/ÂLİ İMRÂN-114: Yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munkeri ve yusâriûne fîl hayrât(hayrâti), ve ulâike mines sâlihîn(sâlihîne).
Onlar, Allah'a ve yevmil âhire îmân ederler, mâruf (irfan) ile emreder ve kötülükten nehyederler (men ederler) ve hayırlara koşarlar. İşte onlar, sâlihlerdendir.

Allahû Tealâ, Tevbe-71’de mârufla emreden ve münkerden sakındıran insanlardan bahsetmektedir.

9/TEVBE-71: Vel mu’minûne vel mu’minâtu ba’duhum evlîyâu ba’d(ba’din), ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munkeri ve yukîmûnas salâte ve yu’tûnez zekâte ve yutîûnallâhe ve resûleh (resûlehu), ulâike se yerhamuhumullâh(yerhamuhumullâhu), innallâhe azîzun hakîm(hakîmun).
Ve mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin dostlarıdır. Ma’ruf ile emreder ve münkerden nehyederler (yasaklarlar) ve namazı ikâme ederler ve zekâtı verirler. Allah ve O’nun resûlüne itaat ederler. İşte onlar, Allah, onlara rahmet edecek. Muhakkak ki Allah; Azîz’dir, Hakîm’dir.

Allahû Tealâ, hem Tevbe-112 hem de Lokman-17’de bu konuyla ilgili mesaj vermektedir.
“Azîm sahibi” olmak isteyen kimsenin; “mârufla emretmek ve münkerden sakındırmak” hedefine ulaşmasının gerekliliği net olarak görülmektedir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de zaten mârufla emreden münkerden sakındıranların, insanların en hayırlısı olduğunu buyurmaktadır.

9/TEVBE-112: Ettâibûnel âbidûnel hâmidûnes sâihûner râkiûnes sâcidûnel âmirûne bil ma’rûfi ven nâhûne anil munkeri vel hâfizûne li hudûdillâh (hudûdillâhi), ve beşşiril mu’minîn (mu’minîne).
Tövbe edenleri, (Allah’a) kul olanları, hamdedenleri, oruç tutanları veya seyahat edenleri (Allah yolunda hicret edenleri, savaşmak için veya Allah’ın adını yüceltmek, dînini kuvvetlendirmek için, Allah yolunda hizmet için, ilim tahsil etmek için yurtlarından çıkanları, Allah’a ulaştırmak için ruhlarını yola çıkaranları, yeryüzünde ibretle gezip tefekkür edenleri); rükû ve secde edenleri, ma’rufla emredenleri, münkerden nehyedenleri (yasaklayanları), Allah’ın hudutlarını muhafaza edenleri ve mü’minleri müjdele!
31/LOKMÂN-17: Yâ buneyye ekımıs salâte ve’mur bil ma’rûfi venhe anil munkeri vasbir alâ mâ esâbek(esâbeke), inne zâlike min azmil umûr(umûri).
Ey yavrum, namazı ikame et (namaz kıl)! Ma’ruf ile (irfanla, iyilikle) emret ve münkerden (kötülükten) nehyet (münkeri yasakla, mani ol). Ve sana isabet eden şeylere (musîbetlere) sabret. Muhakkak ki bu, azmedilen (mutlaka yapılması gereken) işlerdendir.

Günümüzde de emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker noktasına ulaşabilecek olan insanlar, mürşidine tâbî olup mürşidinin himmetiyle günbegün zikirlerini arttıran, teslimlerini gerçekleştiren 7 safha ve 4 teslimi yaşayanlar olacaktır.


Sahâbe Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’e bir soru sorar: “Ey Allah’ın Resûl’ü! Biz dînimizi Senden öğrendik. Bizden sonra insanlar dînini kimden öğrenecekler?”
Resûlullah (S.A.V) Efendimiz birbirine yakın iki açıklama ile cevaplandırır: Birincisi; “Benim sahâbem gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbî olursanız hidayete erersiniz.” (K: İbn Abdilber Camiul-ilim; 11.110, İbn Hazm ahkam 4 c. 82) İkincisi; “Benden sonra Nebîler gelmeyecek. Nübüvvet Benimle sona ermiştir ama Benden sonra halifeler, imamlar gelecek. Onlara itaat eden, Bana itaat etmiştir. Onlara asi olan, Bana asi olmuştur.” (K: Sahih Buhari 9. cilt 1409. hadîs)

ü  Sahâbe Nasıl Birer Yıldız Olmuştur?

Hadîs-i şerifte Resûlullah (S.A.V)’ın yıldızlara benzettiği sahâbe başlangıçta ne idiler? Sonra nasıl yıldızlar oldular? Evvelâ Kur’ân muhtevası içinde buna bakalım.
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den önceki dönemin adı cahiliyye dönemidir. Sahâbe cahiliyye dönemini yaşıyordu. Cahiliyye dönemi, kız çocuklarının diri diri gömüldüğü, kabileler arasındaki savaşların ve kan davalarının alabildiğine hüküm sürdüğü, iktisadî açıdan kervanların soyulduğu ve cahiliyye kültürü ile bir yaşantının hakim olduğu bir dönemdir. Ama Allahû Tealâ cahiliyye döneminde yaşayan Arap bedevilere onların içinden Nebîler Sultanı Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’i vazifeli kıldı.
Hangi zaman parçası içinde olursak olalım, yaşamakta olan insanlar arasından, aynı lisanı konuşan birilerini Allahû Tealâ velî resûller olarak görevlendirir. Ama her devirde bu velî resûllerden bir tanesi ya asâleten Devrin İmamı olarak seçilir ki bu nebîler için geçerlidir veya nebîlerin olmadığı dönemlerde vekâleten Devrin İmamı olarak seçilir. İşte 14 asır evveline baktığımız zaman; Allahû Tealâ o dönemde yaşayan bütün kavimlere onlarla aynı lisanı konuşan velî resûller gönderirken, Arapların içinden de onların lisanı ile konuşan Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i vazifeli kıldı. Ama Allahû Tealâ o dönemde yaşayan velî resûller arasından Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i resûllüğün ötesinde nübüvvetle ve kendisine verdiği şeriat kitabı ile destekledi. Doğal olarak bu bir neticeyi bize ulaştırır ki Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) asâleten Devrin İmamı idi.
İşte asâleten devrin imamlığı ile göreve başlayan Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’tan aldığı hidayet tebliğini sahâbeye, çevresindeki insanlara yapmaya başladı. Böylece cahiliyye dönemini yaşayan Arap bedeviler Resûlullah (S.A.V)’ın tebliğine muhatap oldular. Resûlullah (S.A.V)’ın tebliğine muhatap olanların içerisinde Hanif dîninden sapan Yahudiler, Nasraniler, Hristiyanlar da vardı. Ve Resûlullah (S.A.V)’ın tebliğine muhatap olan insanlar içerisinde puta tapan müşrikler ve sabiiler (yıldızlara tapanlar) da vardı. Resûlullah (S.A.V) Efendimiz o dönemde Hanif dîninden sapan, dînde fırkalara ayrılanlara Allah’dan aldığı emirle hidayeti tebliğ etmeye başladı.
Hidayet nedir? Hidayet: Kur’ân-ı Kerim’de Allahû Tealâ’nın tarif ettiği şekliyle, insan ruhunun dünya hayatında Allah’a ulaşmasıdır.

2/BAKARA-120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve leinitteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).
Sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden (asla) razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (var ya) işte o, hidayettir.” Sana gelen bunca ilimden sonra eğer onların hevalarına uyarsan andolsun ki; Allah’tan sana ne bir dost ve ne de bir yardımcı olur.

İşte hakiki evrensel mesaj budur.

3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâ’(yeşâu), vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah’a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm’dir (en iyi bilendir).

O gün Resûlullah (S.A.V)’ın tebliğine muhatap olan Yahudiler, Nasraniler, sabiiler, müşrikler vardı ama içlerinden gerçekten Resûlullah (S.A.V)’a tâbî olanlar olmuştur. Resûlullah (S.A.V)’ın getirdiği tebliği Kur’ân’daki şeriati harfiyen tasdik eden, gözyaşları ile Resûlullah (S.A.V)’ın hak peygamber olduğuna îmân edenler vardı. Âyette net olarak bu ifade edilmektedir.
Şimdi beraberce bakalım, cahiliyye dönemini yaşayan sahâbe hadîs-i şerife göre acaba nasıl yıldız oldular?
Ø  Hanif dîninin 1. safhası; Allah’a ulaşmayı dilemektir. Zumer Suresi 17. âyet-i kerimeye göre evvelâ tebliğe muhatap olduktan sonra bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı diledi.

39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi).
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!

ü  Bugün İslâm’ın Kolları ve Bacakları Kesilmiştir

Allah’a ulaşma dileği, Hanif dîninin olmazsa olmaz şartıdır, Kur’ân’daki İslâm’ın 1. safhasıdır. Bu dilek İslâm’ın beş şartında olmadığına göre, bundan sonraki safhaların hiçbirisinin de İslâm’ın beş şartında yer alması mümkün değildir.
Ø  Hanif dîninin 2. safhası; mürşide tâbî olmaktır. O zaman da mürşidlerin hası, elbette en üstün seviyedeki asâleten Devrin İmamı olan Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’di. Bütün sahâbe tâbiiyeti gerçekleştirdi.
Elbette O’nun döneminde her kavimde o kavmin ana lisanı ile onlara âyetleri açıklayan velî resûller de vardı. Ve bunlara ilaveten devrin imamı ile beraber Allah’ın yetiştirdiği velî mürşidler de vardı.

48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh (yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsih(nefsihî), ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).

60/MUMTEHİNE-12: Yâ eyyuhen nebiyyu izâ câekel mu'minâtu yubâyı'neke alâ en lâ yuşrikne billâhi şey'en ve lâ yesrıkne ve lâ yeznîne ve lâ yaktulne evlâdehunne ve lâ ye'tîne bi buhtânin yefterînehu beyne eydîhinne ve erculihinne ve lâ ya'sîneke fî ma'rûfin fe bâyı'hunne vestagfir lehunnallâh(lehunnallâhe), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).
Ey nebî (peygamber)! Mü’min kadınlar; Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinada bulunmamak, evlâtlarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftira uydurmamak, maruf bir iş konusunda sana asi olmamak üzere, sana tâbî olmak için geldikleri zaman, artık onların biatlerini kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Muhakkak ki Allah; Gafur’dur (mağfiret edendir, günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (Rahîm esması ile tecelli edendir).

Resûlullah (S.A.V)’ın yanı başında, O’nun çevresinde yaşayan, tebliğe muhatap olan ve kalben Allah’a ulaşmayı dileyen kadın erkek herkes, Resûlullah (S.A.V)’a biat ettiler, tâbî oldular. Böylece Hanif dîninin 2. safhasını da yerine getirdiler. Asâleten Devrin İmamı Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de de ifade buyurduğu gibi, kendisine tâbî olan, biat eden sahâbenin hepsinin nefsini 7 kademede tezkiye etmiştir.

2/BAKARA-151: Kemâ erselnâ fîkum resûlen minkum yetlû aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel hikmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn(ta’lemûne).
Nitekim size içinizde (görev yapmak üzere) sizden bir Resûl (Peygamber) gönderdik ki; âyetlerimizi size tilâvet etsin (okuyup açıklasın) ve sizi (nefsinizi) tezkiye etsin, size kitap ve hikmet öğretsin ve (hikmetin de ötesinde) bilmediğiniz şeyleri öğretsin.

Öyleyse sahâbenin nefsini tezkiye eden kimdi? 14 asır evvel Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in 2. görevi tâbî olanların nefsini tezkiye etmek olduğuna göre tâbi olan sahâbenin nefsini o tezkiye etti. Nefs tezkiyesine paralel olarak Sahâbenin ruhu da Allah’ın Zat’ına ulaştı. Öyleyse ruhun Allah’ın Zat’ına ulaşması sırasında gök katlarında onlara refakat eden elbetteki asâleten Devrin İmamı Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) idi. Ruhlarının Allah’a ulaşmasında ve tesliminde bizzat söz sahibiydi.
Ø  Hanif dîninin 3. safhası; ruhun Allah’a teslimidir. Sahâbenin 3. safhayı da yerine getirdiğini Zumer Suresi 18. âyet-i kerimesi ifade etmektedir.

ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).

Ahsen olan sözün sahibi Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) idi ve ona tâbî oldular. Böylece hidayete erdiler yani ruhlarını Allah’a teslim ettiler.
Ø  Hanif dîninin 4. safhası; fizik vücudun Allah’a teslimidir. Sahâbe fizik vücutlarını da Allah’a teslim etmişlerdir. Âli İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesi bunun ispat vasıtasıdır. Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e hitap ederek şöyle buyurmaktadır:

3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah’a teslim ettik. O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah’a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.

Ø  Hanif dîninin 5. safhası; nefsin teslimidir. Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesi, sahâbenin nefslerini de Allah’a teslim ettiklerinin ispatıdır. Sahâbenin hepsi Ulûl’elbab olmuşlardır. Ulûl’elbab kimdir?

3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima ) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna ) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
   
İşte daimî zikre ulaşan sahâbe böylece nefslerini de Allah’a teslim etmişlerdir.
Ø  Hanif dîninin 6. safhası; irşada ulaşmaktır. Sahâbe irşada ulaştı mı? Hucurât Suresinin 7. âyet-i kerimesi ispat vasıtasıdır.

49/HUCURÂT-7: Va’lemû enne fîkum resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum ve kerrehe ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne).
Ve aranızda Allah’ın Resûlü olduğunu biliniz. Eğer işlerin çoğunda size itaat etseydi, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi ve onu kalplerinizde müzeyyen kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı size kerih gösterdi. İşte onlar, onlar irşad olanlardır.

Âyet-i kerimede geçen fısk: Bir insanın Allah’a verdiği yeminlerini yerine getirdikten sonra tekrar dalâlete düşme halidir. Sahâbenin hepsi 6. safhada irşada ulaşmışlardır ve kalpleri 14 kademe müzeyyen olmuştur.
Ø  Hanif dîninin 7. safhası; iradeyi teslim etmektir. Sahâbe iradelerini de teslim ettiler mi? Elbette. Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi ispat vasıtasıdır.

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah’a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke’den Medine’ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine’deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.

İradelerini de teslim eden sahâbe, o cahiliyye karanlıklarının içerisinde iken 7 safhayı yaşamak sureti ile gökteki yıldızlar gibi oldular. Gökteki yıldızlar gibi olduklarını nereden biliyoruz? Tâbiîn ve tebei-tâbiîn sahâbeye tâbî oldular. Âyet-i kerime net olarak bunu ifade ediyor. İşte Resûlullah (S.A.V)’ın hadîsi de bu âyeti teyit etmektedir.

ü  İnsanlar Dîni Kimden Öğrenecek?

Sahâbe: “Biz dînimizi Senden öğrendik. Bizden sonra insanlar dîni kimden öğrenecekler?” deyince, Tevbe Suresinin 100. âyetindeki mesajı idrak etmek sureti ile Resûlullah (S.A.V) buyuruyor ki: “Benim sahâbem gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbî olursanız, hidayete erersiniz.”
Oysa bugün yaşanan İslâm’ın beş şartının içerisinde tâbiiyet yoktur yani İslâm’ın 2. safhası yoktur. İslâm’ın 2. safhası yoksa o zaman otomatikman 1. safha da yoktur. Çünkü 1. safha ve 2. safha birbirleri ile bir zincirin halkaları gibi bağlıdır. 1. safha nerede varsa, 2. safha olmak zorundadır. Onun için dikkat edin! Resûlullah (S.A.V) 1. safhayı söylemiyor ama hadîs-i şerifin içerisinde gizli olarak barındırıyor. “Benim sahâbem gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbî olursanız hidayete erersiniz.” Ama Kur’ân-ı Kerim âyetlerine baktığımız zaman, tâbiiyetin var olabilmesi için mutlak surette hanif dînin 1. safhası, Allah’a ulaşmayı dilemenin yer alması lâzımdır. 1. safha olmadan 2. safhanın olduğunu iddia eden insanlar, tâbiiyetle bir şey yaşayamazlar, hidayete eremezler. Hidayete erebilmeleri için olmazsa olmaz şart, 1. safhanın varlığıdır.
Her devirde devamlı olarak ezelî ve ebedî düşman olan iblis, insan ve cin şeytanlarını kullanarak Allah’ın resûllerine olmadık iftiralarda bulunmuştur. Ama onunla mücâdelede Allah dostları hep var olacaktır. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) boşuna söylemiyor: “Her bid’atın karşısında bir Allah velisi vardır, onu def eder.” Her iftiranın karşısında da bir Allah dostu olacaktır. Ve kıyâmet gününe kadar hak üzere mücâdele eden bir topluluk mutlaka hep var olacaktır. Bu hak üzere mücâdele veren topluluk Allah’ın dostlarıdır. Bu dostların içerisinde devamlı olarak mutlaka vekâleten Devrin İmamı da vardır. 14 asır evvelden Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) Devrin İmamı’na arif olmayanların cahiliyye standartlarında olduğunu söylemektedir. Öyleyse hadîs-i şerif bugüne ışık tutacak olan çok önemli mesajlar vermektedir.

ü  İnsan Kazanç veya Kayıpta Olduğunu Nasıl Anlayabilir?

İslâm’ın beş şartını tatbik edenlere, dîni yaşadığını iddia edenlere, hidayet üzere olduğunu söyleyenlere soruyoruz:
“Dîn, ahiret ve dünya saadetidir. Siz mutlu musunuz?” Cevap geliyor: “Hayır.”
“Dîn, Devrin İmamı’na arif olmaktır, siz Devrin İmamı’na tâbî misiniz?” Cevap geliyor: “Hayır.”
“Dîn kurtuluşa ulaşmanın yegâne anahtarıdır. Allah’a ulaşmayı dilemektir. Siz diliyor musunuz?” Cevap: “Hayır.”
Kurtuluşa müteallik olan bütün suallere “hayır, hayır, hayır.” cevabı geliyor. İnsanların yazdığı el yazması kitaplardan öğrendikleri, bid’atlere dayalı olan bir dîn tatbikatının içerisinde sadece “Biz İslâm’ın beş şartını yerine getiriyoruz” dediklerini görüyoruz..
Ama Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki biz dînimizi Allah’ın Resûl’ünden, Mehdi (A.S)’dan öğrendik. Biz dînimizi insanların zanları ile değil, Allahû Tealâ’nın evrensel hükümleri olan Kur’ân-ı Kerim âyetlerinden öğrendik. Biz ezelî ve ebedî sadece bir tek dînin olduğunu, Allahû Tealâ’nın tüm insanlar için bu dîni seçtiğini, bu dînden razı olduğunu öğrendik. Biz, dînimizin dışında başka bir dîn olmadığını, başka dînin mensupları olduğunu zanneden insanların gerçekten hanif dîninden sapan insanlar olduğunu öğrendik. Ve biz o kardeşlerimize sesleniyoruz. “Siz de Allah’a ulaşmayı dileyin, siz de dileyin ki Allah’ın size bahşettiği o mutluluğu, o zevki yaşayın.” O mutluluğu yaşadığınız an, o zaman, “Hanif dîninin, Arapça adıyla İslâm’ın sizlere bahşettiği güzellikleri bugüne kadar neden biz yaşamadık?” diye hayıflanacağınızı göreceksiniz.
Öyleyse görüldüğü üzere Allahû Tealâ’ya hamd edip şükredecek çok ama çok şeyimiz vardır.