İRŞAD YOLU – GAYY YOLU,
TÂBÎİYET, İRŞAD VE MÜRŞİD
7/A'RÂF-146: Seasrifu an âyâtiyellezîne yetekebberûne fîl
ardı bi gayril hakkı ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minu bihâ ve in yerev
sebîler ruşdi lâ yettehızûhu sebîlen ve in yerev sebilel gayyi yettehızûhu
sebîl(sebîlen), zâlike bi ennehum kezzebû bi âyâtinâ ve kânû anhâ
gâfilîn(gâfilîne)
Yeryüzünde haksız yere kibirlenen kimseleri, âyetlerimizden
çevireceğim. Bütün âyetleri görseler, ona inanmazlar. Eğer rüşd yolunu
görseler, onu yol edinmezler. Ve gayy yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu;
onların, âyetlerimizi yalanlamaları ve ondan gâfil olmaları sebebiyledir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu âyet-i kerime ile
Bakara Suresinin 256 ve 257. âyet-i kerimeleri arasında bir illiyet rabıtası
vardır. Her ikisi de irşad ve gayy yolundan ve neticelerinden bahsetmektedir.
Âyet-i kerimelerde bahsedilen insanların, amelleri boşa gitmiştir. Ne kadar
amel ederlerse etsinler, amellerinin pozitif derecatı amel defterlerinde
görünmez. Kaybettikleri dereceler, kazandıkları derecelerden fazladır. Kimin
kaybettiği dereceler kazandığı derecelerden fazlaysa, o kişinin gideceği yer
cehennemdir (Mu’minun-103).
A’raf Suresinin 146.
âyet-i kerimesi, insanların hayatta yapacakları seçimi en güzel şekilde anlatan
âyetlerden bir tanesidir. Bu seçime dikkatle bakın. İrşad veya gayy yolunun
seçilmesi, son derece önemlidir. İnsanlar, ya irşad yolunu seçerler; Allah’a
ulaşırlar, Allah’ın dostu olurlar ya da gayy yolunu seçerler; şeytanın, tagutun
dostu olurlar. Ya Allah’ın yolunu seçerek kalpleri nurla dolar, Allah’ın
evliyası olurlar ya da şeytanın yolunu seçerek kalpleri kapkaranlık olur ve
cehenneme giderler.
Bu muhteva içerisinde
olaya baktığımız zaman irşad yoluyla gayy yolunun, birbirinden ne kadar farklı
sonuçlar oluşturduğunu görüyoruz.
Kişi, irşad yolunu
seçerse şükredenlerden olur. Allah’a ulaşmayı diler ve dilediği andan itibaren
de cennetini kurtarmış olur. Mürşide ulaşmakla, nefs tezkiyesi başlar.
Tezkiyeye ulaşmak, ruhu Allah’a ulaştırmaktır. İrşad yolunu seçenler;
nefslerini tezkiye edenler, ruhlarını Allah’a ulaştıranlar, fizik vücutlarını
Allah’a kul edenlerdir. Gidecekleri yer cennettir (Fecr-27, 28, 29, 30). İrşad
yolunu seçenlerin ruhu, vücuttan ayrılınca gerçek bir yol başlar: Sıratı
Mustakîm.
Ruhun Sıratı Mustakîm’i,
ruhu Allah’a ulaştıran yolun adıdır.
Fizik vücudun Sıratı
Mustakîm’i, fizik vücudu şeytana kul olmaktan kurtarıp, Allah’a kul edecek
yoldur, bir kemâlât, olgunlaşma yoludur.
Fizik olarak yükselten değil; fiziğin ötesi olarak, yücelten bir yoldur.
Aynı noktada başlayıp,
fizik vücudun tesliminden sonra da devam eden bir başka Sıratı Mustakîm, nefsin
Sıratı Mustakîm’idir. O da fizik değildir. Fiziğin ötesinde, yükselten değil, yücelten
bir yoldur. Kemâlât derecelerinde olgunlaştırıp, kemâlâtın en üst noktasına
ulaştırır. Nefsteki bütün afetleri yok eder.
Ve iradenin Sıratı
Mustakîm’i. Nefsin kalbinin müzeyyen olmasını ifade eden, son mertebeye
ulaştıran manevî, nihaî bir yoldur. Fizik ötesidir. İradeyi de Allah’a teslim
etmekle noktalanır.
Bütün güzelliklerin
yaşanması, irşad yolunu seçmekle mümkündür. Ya irşad yolunu seçersiniz,
Allah’ın bütün güzelliklerine ulaşırsınız ya da gayy yolunu seçersiniz ve
gideceğiniz yer cehennem olur.
Gayy yolunu seçmek;
cehenneme gitmek, yeryüzünde haksız yere kibirle dolaşmaktır. İrşad yolunu
seçip, sizi irşada ulaştıracak olana tâbî olarak, önünde tövbe etmek farzdır.
İrşad yolunu kendine yol olarak benimsememek, Allah’a ulaşmayı dileme noktasından
başlar. Bu insanlar, Allah’a ulaşmayı dilemezler. Onlar, bir mürşidin önünde
tövbe etmeyi; mürşidi, kendilerinden daha büyük kabul etmek mecburiyetinde
olmak, olarak değerlendirmektedirler. Büyüklük ölçüleri, tekebbürlerinin bir
gereği olarak, kendi dizaynları içinde şekillenmiştir. Allah, Kendi
ölçülerinden bahsederken, onlar da kendi ölçülerine göre büyük olduklarını
söylerler.
Tâbî olmamanın neticesi;
gayy yolunu “yol” olarak benimsemektir. İrşad yolunu kabul etmeyen herkes, gayy
yolundadır. Herkes doğuşundan itibaren fısktadır, dalâlettedir. Hiç kimse, mürşidin
getirdiği hidayeti, dünya hayatında Allah’a ulaşmayı dilemeden dalâletten
kurtulamaz. Dalâlette kalan bir kişiye
Allahû Tealâ’ nın mürşit göstermesi mümkün değildir. Allah, onlar hakkındaki ölçülerini veriyor:
“Onlar, âyetlerimizden
gâfil olanlardır.”
“Allah’a ulaşmayı
dilemezler.”
“Mürşide ulaşmazlar.”
Tâbî olmadıkları için
hiçbir zaman ruhları, vücutlarından ayrılıp da Allah’a doğru yola çıkmaz. Kaldı
ki bu kibirlenenler derler ki: “İnsana hayat veren ruhtur. Azrail (A.S) gelir,
ruhu alır. Hiç kimsenin ruhu, hayattayken, bu sebeple Allah’a ulaşamaz.” Yani
yeryüzünde ne kadar Allah’ın evliyası varsa bu insanlar, külliyyen hepsini
inkâr ederler. (Evliya, “ermiş” anlamıyla ifade edilir. Ruhuyla Allah’a ermiş.
Ruhunu, ölmeden evvel Allah’a erdirmiş, ulaştırmış.)
Fizik vücutlarını, ahsen
hale getirerek teslim etmeleri mümkün olmaz.
Nefslerini hiçbir zaman
Allah’a teslim edemeyeceklerdir.
İrşada ulaşmaları hiçbir
şekilde mümkün değildir. Ama kendi ilimleri ve kibirleri icabı, kendilerini
mürşid saymaktadırlar. (Kibirlenenlere gök kapıları açılmaz. A’raf-40)
Bihakkın takvaya
ulaşmaları, iradelerini Allah’a teslim
etmeleri de mümkün değildir.
Oysa ki;
Bütün sahâbe, ruhlarını
Allah’a ulaştırmışlardır (Zumer-18).
Bütün sahâbe, fizik
vücutlarını Allah’a teslim etmişlerdir.
Bütün sahâbe, nefslerini
Allah’a teslim etmişlerdir.
Bütün sahâbe, irşada
ulaşmışlardır.
Bütün sahâbe,
iradelerini Allah’a teslim etmişlerdir.
Ve bu âyette geçen;
irşad yolunu kendilerine yol edinmeyen, gayy yolunu yol edinenler, bunların
hepsini inkâr edenlerdir. Ve dolayısıyla amelleri boşa gidenlerdir. Bu
insanlar, kâinâtın her yerinde vardır ve fizik standartlarda üstün
mevkilerdedirler (mütegallibe). Ve bu üstün mevkilerde olmaları sebebiyle,
kendilerini kibirle üstün görmektedirler. Onun için Allahû Tealâ, o
kibirlerinin Allah katında bir değeri olmadığını ifade için: “Haksız yere
kibirle yeryüzünde yürümektedirler.” diyor.
Mürşide ulaşmadıkları
için îmânı artan mü’min
olmaları mümkün değildir. Mü’min olmayı incelemek
gereğini duymadıkları gibi, inceleyenlerin, Allah’tan Öğrenen’in söylediklerini
de dikkate almazlar. O zaman küfürde ve dalâlette kalmak mecburiyetindeler. Ve
ne yazık ki; gidecekleri yer cehennemdir. Allah’a kul olamazlar, hep şeytana
kul olmakta devam ederler. Allah’ın âyetlerinden gâfil olanlar (gaflette
olanlar), Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerdir (Yunus-7,8).
Her devirde, bu
insanların bir kısmı da Allah’a ulaşmayı dilemenin, mürşide ulaşıp teslim
olmanın, mutlaka ruhu Allah’a ulaştırmanın farkına varırlar. O farkına
vardıkları Kur’ân gerçeklerini saklamaya başlarlar. Bir kısmı bilirler. Daha
evvel yaptıkları açıklamalar, sonradan öğrendikleri bu hususlara ters düştüğü
için onları açıklamaktan sarfınazar ederler, bilerek gizlerler. Onlar da
başkalarının vebalini alanlar olarak, Allah’ın lânetine muhatap olurlar
(Bakara-159). Ve bu sebeple, her devirde büyük halk kitleleri, onların doğru
söylediğini zannederler. Bu yüzden insanların çoğunun gideceği yer ne yazık ki;
bu kibir sahipleri sebebiyle, cehennemdir.
(2/BAKARA-256 – 257)
23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet
mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları), hafif gelirse işte onlar,
nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak
olanlardır.
89/FECR-27: Yâ eyyetuhen nefsul
mutmainneh(mutmainnetu).
Ey mutmain olan nefs!
89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki
râdıyeten mardıyyeh(mardıyyeten).
Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış
olarak!
89/FECR-29: Fedhulî fî ibâdî.
(Ey fizik vücut!) O zaman, (nefsini tezkiye ettiğin ve ruhunu
Allah’a ulaştırdığın zaman Bana kul olursun) kullarımın arasına gir.
89/FECR-30: Vedhulî cennetî.
Ve cennetime gir.
7/A'RÂF-40: İnnellezîne kezzebû bi
âyâtinâ vestekberû anhâ lâ tufettehu lehum ebvâbus semâi ve lâ yedhulûnel
cennete hattâ yelicel cemelu fî semmil hiyât(hiyâti) ve kezâlike neczîl
mucrimîn(mucrimîne).
Muhakkak ki âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara kibirlenenler;
onlara gök kapıları açılmaz (ruhlarını hayatta iken Allah’a ulaştıramazlar).
Deve (veya urgan) iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremezler. Mücrimleri
(suçluları) işte böyle cezalandırırız.
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel
kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike
hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar.
İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar
ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne
likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatme'ennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ
gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a
ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma
ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır. 10/YÛNUS-8: Ulâike
me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer
ateştir (cehennemdir).
7/A'RÂF-186: Men yudlilillâhu fe lâ hâdiye leh(lehu), ve
yezeruhum fî tugyânihim ya’mehûn(ya’mehûne).
Allah kimi dalâlette bırakırsa, artık onun için bir hidayetçi
(hidayete erdiren) yoktur. Ve onları azgınlıkları (isyanları) içinde şaşkın
(bir halde) terkeder (bırakır).
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ, “Kimi
dalâlette bırakmak isterse onu dalâlette bırakır.”
Allah, El Adl ve El Hakk
esmasının sahibidir. Hakkın sahibinin hakkını çiğnetmediği gibi, hak sahipleri
arasında adaleti mutlaka gerçekleştirir. Hak, sübjektif (enfüsî); adalet,
objektif (afakî) bir faktördür. Allahû Tealâ, her ikisinin de sahibidir, hem
afakî açıdan, hem enfüsî açıdan. Allah adalet ve hak mefhumlarının, yani insana
ait olan hakların sahibidir. Böyle bir muhteva içerisinde “Allahû Tealâ’nın
dalâlette bıraktığı bir insan, dalâlette olmayı haketse de, etmese de Allah
isterse onu dalâlette bırakır” tarzında bir düşüncenin sahiplerine şu
söylenmelidir: “Hayır! Allah, adaletin ve hakkın sahibidir. Hak sahibinin
hakkını çiğnetmez, adaleti mutlaka yerine getirir. Allah’ın dalâlette bıraktığı
insanlar, sadece dalâlette olmayı hakedenlerdir.” Bu insanlar, Allah’ın
emirlerine karşı azgınlık etmiş, haddi aşmış, Allah’ın emirlerini çiğnemiş
olanlardır.
Allahû Tealâ diyor ki:
“Allah’a ulaşmayı dileyeceksiniz.” Dilemiyor kişi. Bunun tabii neticesi olarak
mürşidine ulaşmıyor, tâbiiyetini gerçekleştirmiyor ve âmenû olmuyor, mü’min de
olmuyor. Bunları seçmiyor ve dalâlette kalıyor. Allah onun için bir mürşid
nasip etmemiştir. Yani o kişi gitse, herhangibir mürşide tâbî olsa o, sadece
tâbî olduğunu zanneder, aslında tâbî olmaz.
Tâbiiyet, kişinin iç dünyasında
vücut bulan bir sonuçtur. Sadece Allah’a ulaşmayı dileyip de Allah’ın 12 tane
ihsan verdiği insanlar, 12 tane ihsanla Allah’ın gösterdiği mürşide ulaşıp da
tâbiiyetlerini gerçekleştirirlerse, onların kalplerinin içine îmânı yazar.
İhsanla tâbîiyet yoksa, Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişinin, elbette tâbî
olması, onu mü’min kılamaz. İşte bu istikamette, 14 asır evvel münafıklar aynı şeyi yapmışlar, el öperek tövbe etmişler
ancak Allah’ın yoluna girememiş, mü’min olamamışlardır (Hucurat-14).
Adaletli olan, hakkın
sahibi olan, hakkı çiğnetmeyen Allahû Tealâ, dilediğini dalâlette bırakır ama
dalâlette bıraktıkları, dalâlette kalmayı hakedenlerdir. İsyanları sebebiyle,
Allah’a ulaşmayı dilemedikleri için, mürşidlerine ulaşmayı dilemedikleri için,
ruhlarını Allah’a ulaştırmayı dilemedikleri için. Ama cehennem korkusuyla,
“mürşidine ulaşan cennete gidiyormuş, ben de gideyim bir mürşide tâbî olayım”
dese ve tâbî olsa onun tâbiiyeti geçerli değildir. Kalbindeki işlem
gerçekleşmez.
Tâbî olmayanlar için bir
hidayetçi yoktur. Onların hidayete ermeleri söz konusu değildir ve
dalâlettedirler. Hevalarını kendilerine ilâh edinenler, hidayetçilere, Allah’ın
davetçilerine tâbî olmayanlardır ve dalâlettedirler (Casiye-23).
Bugünkü dîn ilminin
temelinde bu vardır. Artık insanlar irşad makamını tamamen devreden
çıkarmışlardır. “İrşad makamı yoktur, tâbiiyet yoktur. Bunların hepsi 14 asır
evvel sona ermiştir.” demektedirler. Oysa ki Allahû Tealâ, kıyâmete kadar
tâbiiyetin devam edeceğini söylüyor. Zaten tâbiiyet yoksa hidayet yoktur.
Hidayet (ruhun hidayeti), tam 12 defa üzerimize farz kılınmıştır.
“Onlara, onların
içinde Allah’ın âyetlerini okusun, onları tezkiye etsin ve onlara kitap ve hikmeti
öğretsin diye, ümmîler için onların aralarından resûl beas eden (vazifeli
kılan, hayata getiren) O Allah’tır. Ondan evvel
(bu resûle davetine icabet etmeden evvel) onlar, açık bir dalâlet içinde
idiler.” (Cuma-2)
“Andolsun ki mü’minlerin (başlarının)
üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni’met olmak üzere
kendi zamanlarında, kendi içlerinden bir resûl beas ederiz, onların aralarında
(kendi kavminin içinde) onlara Allah’ın âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye
eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (resûle tâbî olmadan
evvel) onlar açık bir dalâlet içinde idiler.” (Al-i İmran-164)
Burada iki tane
“arasında”, “içinde” var.
1- fîhim:
“Onların içinde olan”, içinden olan bir resûldür (Huzur Namazı’nın İmamı).
2- enfusehim: Her
kavimdeki resûllerden bir tanesidir ve onların içlerinden birisidir.
Öyleyse Allahû Tealâ, Al-i İmran Suresinin 164. âyet-i kerimesinde
iki cepheden olaya bakmaktadır:
1- Başlarının üzerine
ni’met olan kişi, Devrin İmamı olan Resûl’dür. O, Huzur Namazı’nın İmamı’dır.
2- Devrin İmamı, aynı
zamanda kendi kavminin Resûl’üdür.
Peygamber Efendimiz
(S.A.V) bir Nebî idi. Kâinata, âlemlere rahmet olsun diye yaratılmıştı. Aynı
zamanda Arap kavminin de Resûl’üydü. O, kavmin Resûl’ü olarak 4, Devrin İmamı
(Nebî) olarak, 5 görevle vazifeliydi. Allahû Tealâ sadece bir tanesini
değerlendirmiş olsaydı, o zaman ya “fîhim” (onların arasından birisi) veya
“enfusehim” (onların nefslerinden, onların kişilerinden birisi) kullanacaktı.
Oysa ikisini birden kullanmıştır. Devrin İmamı, sadece kendi kavminin değil,
kâinatın Resûl’ü olarak, kendisine veya tayin ettiği kişilere tâbî olanlara,
başlarının üzerine ni’met olarak gelir.
Al-i İmran Suresinin
164. âyet-i kerimesi, izahı da zor bir âyet-i kerimedir. “Fîhim” ve “enfusehim”
kelimelerinin ardarda kullanılması, hem başlarının üzerinde ni’met olması hem
sadece 4 görevle görevlendirilmesi... Bu bir tenakuz değildir. Herşeyi yerli
yerine oturtursanız herşey, en güzele dönüşür.
49/HUCURÂT-14: Kâletil a’râbu âmennâ,
kul lem tû’minû ve lâkin kûlû eslemnâ ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum, ve
in tutîûllâhe ve resûlehu lâ yelitkum min a’mâlikum şey’â(şey’en), innallâhe
gafûrun rahîm(rahîmun).
Araplar: “Biz âmenû olduk.” dediler. (Onlara) de ki: “Siz âmenû
olmadınız (Allah’a ulaşmayı dilemediniz). Fakat: “Teslim olduk.” deyin.
Kalplerinize (içine) îmân girmedi. Ve eğer Allah’a ve O’nun Resûlü’ne itaat
ederseniz (Allah’a ulaşmayı dilerseniz), amellerinizden bir şey eksiltmez.
Muhakkak ki Allah; Gafur’dur, Rahîm’dir.”
45/CÂSİYE-23: E fe reeyte menittehaze
ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve
ceale alâ basarihî gışâveh(gışâveten), fe men yehdîhi min
ba’dillâh(ba’dillâhi), e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu
ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve
kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde)
kıldı (çekti). Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ
tezekkür etmez misiniz?
62/CUMA-2: Huvellezî bease fîl
ummiyyîne resûlen minhum yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul
kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Ümmîler arasında, kendilerinden bir resûl beas eden (görevlendiren)
O’dur. Onlara, O’nun (Allah’ın) âyetlerini okur, onları tezkiye eder
(nefslerini temizler), onlara Kitab’ı (Kur’ân-ı Kerim’i) ve hikmeti öğretir. Ve
daha önce (resûle tâbî olmadan evvel) elbette onlar, sadece açık bir dalâlet
içinde idiler.
3/ÂLİ İMRÂN-164: Le kad mennallâhu
alel mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve
yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve in kânû min kablu le
fî dalâlin mubîn(mubînin).
Andolsun ki Allah, mü’minlerin (başlarının) üzerine (devrin
imamının ruhu) bir ni’met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin
içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O’nun (Allah’ın) âyetlerini
tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel
(resûle tâbî olmadan evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.
4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li
yagfire lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).
Muhakkak ki inkar edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide
ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola
(Allah'a ulaştıran Sıratı Mustakîm'e) hidayet edecek değildir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû
Tealâ diyor ki: “Innellezîne keferû, muhakkak ki onlar kâfirlerdir. ve zalemû,
ve zalimlerdir.” Niçin zalimler? Başka insanların Allah’ın yoluna girmesini
önledikleri için zalimler. Başka insanların Allah’ın yoluna girmesini önleyince
onların hidayetine mani oluyorlar. Rad-25’de Allahû Tealâ’nın ifade ettiği gibi
yeryüzünde fesat çıkartıyorlar. Allah’ın emirlerine itaatsizlik ediyorlar.
Isyan ediyorlar Allahû Tealâ’nın emirlerine ve yeryüzünde fesat çıkartıyorlar
bu sebeple. Ve başka insanların hidayetine mani oldukları için de Allahû Tealâ
hükmünü koyuyor “Onlar zalimdirler.” diyor. Başkalarına ve kendilerine zulm
ederler. Başkalarına mani oldukları için kendilerine de zulm etmiş oluyorlar.
“Innellezîne keferû ve zalemû muhakkak ki onlar kâfirdirler ve zalimdirler. Lem
yekunillâhu li yagfire lehum, Allah onlara mağfiret etmez.” diyor Allahû Tealâ.
Allah onların günahlarını sevaba çevirmez. Allah olara mağfiret etmez onların
günahlarını sevaba çevirmez.
Eğer başka
insanlar da yola girmiş olsalardı, bunlar da yola girmiş olsalardı yani Allah’a
ruhlarını ulaştırmayı dileselerdi, mürşidlerine ulaşıp tâbî oldukları anda
onların bütün günahlarını Furkan Suresinin 70. âyet-i kerimesi gereğince Allah
sevaba çevirecekti. Ne diyor Allahû Tealâ Furkan-69’da cehenneme gidecek
olanlardan bahsediyor. Furkan-70’de ne diyor Allahû Tealâ? Diyor ki: “Ama kim
tövbe ederse mürşidin önünde yapılan bir tövbe onlar hariç diyor. Onlar
cehenneme gitmezler. Onlar mü’min olurlar diyor birinci işaret. Onlar
amilüssalihat yapmaya başlarlar diyor, nefs tezkiyesi yapmaya başlarlar diyor
ikinci işaret. Onların bütün günahlarını bütün seyyiatlerini, Allah hasenata
çevirir, sevaba çevirir yani onların bütün negatif derecelerini, nakıs
derecelerini, kaybettikleri derecelerini Allah zahid derecelere pozitif derecelere, kazanç derecelere çevirir
yani onların günahlarını sevaba çevirir.” diyor Allahû Tealâ Furkan-70’de ve
71’de de diyor ki: “Onların ruhları tövbeleri kabul edilmiş bir halde Allah’a
ulaşır.”
25/FURKAN-70: Illâ men
tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim
hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi
önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve
salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah
seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur
(günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet gönderendir).
25/FURKAN-71: Ve men
tâbe ve amile sâlihan fe innehu yetûbu ilallâhi metâbâ(metâben).
Ve kim (mürşidi önünde)
tövbe eder ve salih amel (nefs tezkiyesi) işlerse, o taktirde muhakkak ki o,
tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a ulaşır (hayattayken ruhu Allah’a ulaşır).
Işte
sevgili kardeşlerim, görüyorsunuz ki Allah ile olan
ilişkilerimizde her şeyin en güzel olması söz konusu. Şimdi bu insanlar yola
girmedikleri için mürşidlerinin önünde tövbe de etmiş değiller. Tabiî günahları
da sevaba da çevrilmiş değil. “Allah onlara mağfiret etmez yani onların
günahlarını sevaba çevirmez.” diyor. Ve onları Sıratı Mustakîm’e de ulaştırmaz
diyor. “ve lâ li yehdiyehum onları ulaştırmaz tarîkâ.”
Sevgili
kardeşlerim tarik, Tarîki Mustakîm’i ifade ediyor burada. Sıratı Mustakîm 4
sebilden oluşur. Birinci sebîl yataydır. Kişinin tövbe ettiği yerle ana dergah,
devrin imamının dergahı, arasındaki yatay yolu ifade eder. Burada Tarîki
Mustakîm başlar. Tarîki Mustakîm, 7 tane gök katını aşan bir yoldur. Bu 7 tane
gök katını aşan yol 7. kata kadar ulaşır. Bundan sonra yeni bir yatay yol
başlayacaktır. Birinci âlemden 7. âleme kadar ve bu yeni yolun dizaynı
içerisinde her şey adım adım sonuçlanacaktır. Soldan sağa doğru yedi tane âlem
geçilir Sıdretül Münteha’ya ulaşılır, yatay bir yoldur üçüncü sebil. Ve
dördüncü sebîl dikey bir yoldur. Sıdretül Münteha’dan Allah’a kadar ulaşır. Ruh
Allah’a ulaştıktan sonra Allah’ın Zatında kaybolur, yok olur. Kişi fenâ fillah
olur. Allah’ın Zatında fani olur, Allah’ın evliyası olur.
Işte
burada Allahû Tealâ “Onu Tarîki Mustakîm’e ulaştırmaz diyor. Sebîlleri, birinci
sebîli aşarak Tarîki Mustakîm’e ulaşmasına Allahû Tealâ müsaade etmez.” diyor.
Eğer tâbî olsaydı mürşidine hem Allahû Tealâ onların günahlarını sevaba
çevirecekti hem de onları Sıratı Mustakîm’e mutlaka ulaştıracaktı. Tâbî
olanların mutlaka Sıratı Mustakîm’e ulaştıkları Nebe-38 ve 39’da kesinleşiyor.
Nebe-38, mürşidin önünde yapılan bir tövbe, 39’da bunun üzerine yolan çıkan
ruhun Allah’a ulaşması.
78/NEBE-38: Yevme
yekûmur rûhu vel melâiketu saffâ(saffen), lâ yetekellemûne illâ men ezine lehur
rahmânu ve kâle sevâbâ(sevâben).
Melekler (arşı tutan
melekler), saf saf olarak ve ruh (devrin imamının ruhu) oradadırlar. Kendisine
Rahmân’ın izin verdiğinden başka kimse konuşamaz. Ve sevap söyler (günahların
sevaba çevrilmesini müjdeler).
78/NEBE-39: Zâlikel
yevmul hakk(hakku), femen şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben).
Işte o gün (mürşidin eli
Hakk’a ulaşmak üzere öpüldüğü ve ona tâbî olunduğu gün), Hakk günüdür. Dileyen
(Allah’a ulaşmayı dileyen) kişi, kendisini Rabbine ulaştıran (yolu, Sıratı
Mustakîm’i) yol ittihaz eder (edinir). (Allah’a ulaşan kişiye Allah), meab
(sığınak, melce) olur.
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ
tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve takva sahibi
olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ: “Allah’a ulaşmayı
dileyerek takva sahibi olun.” diyerek en önemli olaydan bahsetmektedir. Allah’a
yönelmek, Allah’a ruhu hayatta iken ulaştırmayı dilemek demektir. Allah’a
ulaşmayı dilemek Kur’ân’ın OLMAZSA OLMAZ şartıdır. Allah’a ulaşmayı dilemeyen
kişinin cennete girmesi mümkün değildir. (10/YUNUS-7 – 8)
Allah’a yönelenler, Allah’a ulaşmayı
dileyenler ve böylece takva sahibi olanlar söz konusudur.
Allah’a yönelmek Allah’ın bir farz
emridir. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse 1. takvanın sahibi olur. 7 kademeli
takvadan birincisi Allah’a ulaşmayı dileme takvasıdır.
Buradaki namaz, hacet namazıdır.
Allahû Tealâ 7 furkanı verdikten ve o kişiyi gören, işiten, idrak eden hale
getirdikten sonra kişinin hacet namazını kılması, mürşidini huşûya ulaşarak
Allah’tan talep etmesi lâzımdır. Allahû Tealâ, bu namazın ikame edilmesini
böylece müşriklerden olunmamasını emretmektedir.
Çünkü kim Allah’a ulaşmayı dilemezse
o mutlaka şirktedir.
Rum Suresinin 32. âyet-i kerimesi o
şirki anlatmaktadır.
30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean),
kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar
ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allah’a yönelenler tek bir fırkayı, mü’minleri
oluştururlar. Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerse, dînde fırkalara ayrılanlardır ve
onlar geriye kalan bütün inanç gruplarını oluştururlar. Allah’a ulaşmayı
dilemezlerse, takva sahibi olmazlarsa onlar müşriklerden olacaklardır. Şirkte
oldukları için gidecekleri yer cehennemdir.
Bugün Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin 72 tane
fırkasından bahsedilmektedir. Ama aynı fırkaların içinde Allah’a ulaşmayı
dileyen küçük birer azınlık hepsinin içinde mevcuttur. Onlar fırkalara
ayrılmayan, takva sahipleridir. Allahû Tealâ sadece iki grup insanın olduğunu
ifade etmektedir:
1- Allah’a ulaşmayı dileyenler, takva sahibi
olanlar.
2- Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, takva sahibi
olmayanlar.
Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dileyip de tek
bir fırkada olanları, müşriklerden olmayanları Sebe Suresinde mü’minler olarak
anlatmaktadır:
34/SEBE-20: Ve lekad saddaka aleyhim
iblîsu zannehu fettebeûhu illâ ferîkan minel mûminîn(mûminîne).
Ve andolsun ki iblis, onlar üzerindeki zannını (hedefini) yerine
getirdi. Böylece mü’minleri oluşturan bir fırka (Allah’a ulaşmayı dileyenler)
hariç, hepsi ona (şeytana) tâbî oldular.
Bu âyette, şirkte olanlar olarak
vasıflandırılanlar, fırkalara ayrılmış olanlardır. Fırkalara ayrılmayanlar,
şirkte olmayanlar sadece Allah’a yönelerek Allah’a ulaşmayı dilemiş olanlardır.
Kim Allah’a yönelirse o, Allah’a ulaşmayı dileyen kişidir. Allah’a yönelmekle
Allah’a ulaşmayı dilemek aynı şeydir.
Şura-13 Allah’a yönelmenin Allah’a ulaşmayı
dilemek olduğunu ispat etmektedir. (42/ŞÛR–13)
31/LOKMÂN-15: Ve in câhedâke alâ en tuşrike bî mâ leyse leke
bihî ilmun fe lâ tutı’humâ ve sâhibhumâ fîd dunyâ magrûfen vettebi’ sebîle men
enâbe ileyy(ileyye), summe ileyye merciukum fe unebbiukum bi mâ kuntum
ta’melûn(ta’melûne).
Ve bilgin olmayan bir şey hakkında, şirk koşman için seninle
mücâdele ederlerse, ikisine de itaat etme! Ve dünyada onlara güzellikle sahip
ol. Bana yönelenlerin (ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenlerin) yoluna tâbî ol.
Sonra dönüşünüz Banadır. O zaman yaptığınız şeyleri size haber vereceğim.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ’nın Lokman-13’te ifade ettiği
şirk Rum Suresinin 31 ve 32. âyetlerindeki şirktir. Şirkten kurtulmak için
Allah’a ulaşmayı dilemek temel farzdır. “Bana yönelenlerin yoluna tâbî ol”
ifadesi ile “Sonra dönüşünüz Banadır” ifadesi ölümden sonra bana döneceksiniz
demektir. “Bana yönelenlerin yoluna tâbî ol” Bana ulaşmak için yola çıkanların
yoluna tâbî ol, demektir. Çünkü Allahû Tealâ Şura Suresinin 13. âyet-i
kerimesinde diyor ki: (42/ŞÛR–13)
Öyleyse burada Allahû Tealâ: “Sonra dönüşünüz,
Banadır.” diyerek bütün insanların dönüşünün Kendisine olduğunu ifade
etmektedir. Bu dönüş ölümden sonraki dönüştür. Kişinin ruhunu ölmeden evvel Allah’a
ulaştırması ile ruhun ölümden sonra Allah’a dönüşü aynı şey değildir. Ölmeden
evvel Allah’a ulaşmak hidayete ermektir.
13/RA'D-27: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi
âyetun min rabbih(rabbihi), kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî ileyhi men
enâb(enâbe).
Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz
mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve
O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu
âyet-i kerimede kâfirlerin Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den mucize istemeleri
söz konusudur. Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in onlara cevap
olarak: “Allah dilediğini dalâlette bırakır, dilediğini hidayete erdirir.”
demesini istemektedir.
Allah’ın
dilediğini dalâlette bırakması, Allah’a yönelen (ulaşmayı dileyen) kişiyi ise Kendisine ulaştırması, yani hidayete
erdirmesi söz konusudur. Başta bütün insanlar fısktadır, dalâlettedir,
küfürdedir. Hiç kimse dalâlete sonradan düşmez. Kişi, Allah’a ulaşmayı dilediği
andan itibaren dalâletten kurtularak hidayete adım atmıştır. Eğer kişi,
hidayete erdikten sonra tekrar dalâlete düşerse, o zaman tekrar fıska düşer.
Bir
kısım insanlar ruhlarını Allah’a ulaştırmayı yani dalâletten kurtulmayı
dile-mezler. Bunun mânâsı Allah’ın da onları hidayete erdirmeyi dilememesidir.
Allah’ın onları içinde bulundukları dalâlette bırakması hep yanlış
anlaşılmaktadır. Bu kişiyi Allah dalâlete düşürmemiştir. Bütün insanlar
doğuşlarından itibaren zaten dalâlettedirler. Allah onları kendi dalâlet
hallerinde bırakır. Onlarla ilgilenmez. Onlar hiçbir zaman dalâletten
kurtulamayacaklardır. Onlar her zaman dalâlette kalacaklardır. Allah, onları
hidayete erdirmeyecektir. Ama kim de Allah’a ulaşmayı dilerse Allah onları
mutlaka hidayete erdirir.
Kim
dalâlette kalmayı istiyorsa, hidayete ulaşmayı, Allah’a ulaşmayı dilemiyorsa o,
Allah’ın dâlalete düşürdüğü değil, dalâlette bırakmayı dilediği kişidir. O
kişi, Allah’a ulaşmayı inkâr ettiği ve başka insanları da (bir evvelki âyetteki
gibi) Allah’ın yoluna ulaşmaktan men ettiği için Allah’ın hidayete ermesini
dilemediği, dalâlette kalmasına müsaade ettiği kişidir.
8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al
lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul
fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan
(hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı
örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük
fazl sahibidir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kim âmenû olursa ve bunun sonunda Allah'a karşı takva sahibi
olursa, Allah, o insanlara doğruyu yanlıştan ayırma özelliği verir. Buna rağmen
nefsin tesiri altında insanlar yine yanlışları,
hataları işleyeceklerdir; ama en azından, doğruyu yanlıştan ayırma özelliğinin
sahibi olacaklardır. Doğru yanlıştan ayırılırsa, Allah'ın emirlerine mutlaka
itaat artar, Allah'ın yasak ettiği fiiller işlenmez. Böylece kişi, Allah'a şu
veya bu olayda ihanet etmemiş olur. Bir başka ifadeyle, mürşide ulaşmadan
evvel, bir insan nefsini kendine ilâh ediniyordu. Çünkü Allah'ın emirleri ona
güç geliyordu ve gerçekleştirmiyordu. Böylece o emri veren Allah'a değil, o
emre karşı gelen nefsine itaat ediyordu ve nefsini o olayda Allah'ın yerine
koyuyordu:
45 / CÂSİYE - 23: E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh(gışâveten), fe men yehdîhi min ba’dillâh(ba’dillâhi), e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
45 / CÂSİYE - 23: E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh(gışâveten), fe men yehdîhi min ba’dillâh(ba’dillâhi), e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü?
Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme
hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine
gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah'tan sonra onu kim hidayete erdirir?
Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
Bu muhteva içerisinde insanların güzele ulaşması
için, doğruyu yanlıştan ayırması lâzımdır. İşte burası, kişinin Allah'a
ulaşmayı dilediği noktadır. Çünkü âyet-i kerime: "Ve sizler takva sahibi
olun" diyor. Olduğunuz andan itibaren Allahû Tealâ, sizi öyle bir noktaya
ulaştıracak ki; günahlarınızı örtecek. Kalbinizin mührünü açacak küfür
kelimesini ve ekinneti alacak ve yerine ihbat koyacaktır. Kalbinize konulan
ihbat, furkandır. Mü'min olacaksınız. İrşad makamına tâbî olduğunuz an, 7 tane
ni'met almanız söz konusu. Bu ni'metlerden bir tanesi, günahlarınızın sevaba
çevrilmesi ve Allah'ın 1'e 10 yerine 1'e 100 vermeye başlamasıdır:
2 / BAKARA - 261: Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seb’a senâbile fî kulli sunbuletin mietu habbeh(habbetin), vallâhu yudâifu li men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her sünbülünde (başağında) yüz adet tane (tohum) olmak üzere, yedi sünbül (başak) veren bir tek tohumun durumu gibidir. Allah, dilediği kimse için (onun rızkını) kat kat artırıp verir. Ve Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.
Böylece nefs tezkiyesi başlar. Tövbe merasimi
sırasında ikisi birden gerçekleşir:
25 / FURKÂN - 70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).
25 / FURKÂN - 70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece
kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü'min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi)
yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata
(sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur'dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm'dir
(rahmet nuru gönderendir).
Nefsin kalbinde faziletler biriktiği sürece o
kişi, nefs tezkiyesini adım adım gerçekleştirecektir. Nefs tezkiyesi boyunca
hedefe yürümek söz konusudur. Nefs tezkiyesi boyunca devamlı, Allah'ın
âyetlerine, Allah'ın emirlerine daha çok itaat, yasak ettiklerini işlememek
konusunda daha büyük başarı söz konusu olacaktır. Ve yine doğruyu yanlıştan
ayırma özelliği "furkan" kelimesiyle ifade edilmektedir.
57/HADÎD-16: E lem ye’ni lillezîne âmenû en tahşea kulûbuhum
li zikrillâhi ve mâ nezele minel hakkı ve lâ yekûnû kellezîne ûtûl kitâbe min
kablu fe tâle aleyhimul emedu fe kaset kulûbuhum, ve kesîrun minhum
fâsikûn(fâsikûne).
Allah’ın zikri ile ve Hakk’tan inen şeyle (Allah’ın nurları ile),
âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) kalplerinin huşû duyma zamanı
gelmedi mi? Kendilerine daha önce kitap verilip de böylece üzerinden uzun zaman
geçince, artık (zikri unuttukları için) kalpleri katılaşan kimseler gibi
olmasınlar. Onlardan çoğu fasıklardır.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allah’ın zikri kalplere
rahmet, fazl ve salâvât nurlarını ulaştırır. Bu nurlar kalpte HUŞÛ oluşturur.
Zikir yapılmazsa kalpler katılaşır. Onların çoğu fasıktırlar.
2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(sâlâti), ve innehâ
le kebîretun illâ alel hâşiîn(hâşiîne).
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (yardım) isteyin. Ve
muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû
sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
İstiane sabırla
ve namazla yalnız Allah’tan istenebilir.
Peygamber
Efendimiz (S.A.V) buyurmaktadır: “Cebrail kardeşimin bana öğrettiği iki
namazdan biri İSTİHARE, diğeri HACET namazıdır.”
Kişi bir kararın
kendisi için uygun olup olmadığını İSTİHARE namazı kılarak Allah’tan sorabilir.
Bu iki rekâtlık namazda Fatiha’dan sonra Kâfirun Suresi okunur. İkinci rekâtta
da Fatiha’dan sonra İhlâs Suresi okunur ve Allah’tan yapmak istenen şeyin ya da
kararın uygun olup olmadığı sorulur. Eğer Allahû Tealâ beyaz veya yeşil
renklerin hakim olduğu bir rüya göstermişse kararın uygun, siyah veya kırmızı
renklerin olduğu bir rüya göstermişse uygun olmadığı anlaşılır.
2. namazın adı
HACET namazıdır ve şöyle kılınır:
1. Rekât:
Subhaneke + Fatiha + 3 Âyetel Kursî
2. Rekât: Fatiha
+ İhlâs + Felâk + Nâs
Oturuş: Ettehiyyatu
3. Rekât: Fatiha
+ İhlâs + Felâk + Nâs
4. Rekât: Fatiha
+ İhlâs + Felâk + Nâs
Oturuş: Ettehiyyatu +
Allahumme Salli + Allahumme Barik + Rabbena
Ve kişi Allah’tan
hacette bulunur: “Yarabbi benim mürşidim kim, bana onu göstermeni dilerim.
“Dünyaya ya da manevî âleme ait birşey isteniyorsa yine hacet namazı kılınır.
Allahû Tealâ “namazla”sözüyle hacet namazını ifade etmektedir. İnsanlar vardır
hem Allah’a ulaşmayı dilemezler hem de hacet namazını kılarak Allah’tan devamlı
mürşidlerini sorarlar. Allahû Tealâ da onlara sabırlı da olsalar mürşidlerini
hiç göstermez. Bu insanlar kendi kendilerini aldatırlar: “Ben Allah’a ulaşmayı
diliyorum ama Allah bana mürşidimi göstermiyor” diyerek yalan söylerler. Çünkü
Allahû Tealâ buyurmaktadır:
29 / ANKEBÛT - 5: Men kâne yercû likâallâhi fe inne ecelallâhi leât(leâtin),
ve huves semîul alîm(alîmu).
Kim Allah'a mülâki olmayı (hayattayken Allah'a ulaşmayı) dilerse, o taktirde muhakkak ki Allah'ın tayin ettiği zaman mutlaka gelecektir (ruhu mutlaka hayattayken Allah'a ulaşacaktır). Ve O; en iyi işiten, en iyi bilendir.
Kim Allah'a mülâki olmayı (hayattayken Allah'a ulaşmayı) dilerse, o taktirde muhakkak ki Allah'ın tayin ettiği zaman mutlaka gelecektir (ruhu mutlaka hayattayken Allah'a ulaşacaktır). Ve O; en iyi işiten, en iyi bilendir.
Eğer kişiler huşû
sahibiyse kesin şekilde inanırlarki ruhlarını ölmeden evvel Allah’a
ulaştıracaklardır ve ölümden sonra da ruhları tekrar Allah’a bir defa daha geri
dönecektir.
Hacet namazı
kılınıpta Allah’tan sorulduğu zaman o şeye ehil olunmalıdır.
Hacet namazını
kılan kişi huşû sahibiyse yani Allah’a ulaşmayı gerçekten diliyorsa ve
mürşidini Allah’tan sorduysa Allah’ın o kişiye mürşidini daha ilk seferde
göstermemesi mümkün değildir. İşte bu dizayn içerisinde âyet-i kerime Allah’tan istianenin nasıl istenmesi gerektiğini
ifade etmektedir. Ve kişi huşû sahibi olmuşsa Allahû Tealâ mutlaka mutlaka
mürşidini gösterecektir ve istianeyi ona ulaştıracaktır.
2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve
ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
O (huşû sahipleri) ki; onlar, Rab’lerine (dünya hayatında)
muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn
derecesinde inanırlar.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ
mürşide ulaşmayı herkesin üzerine farz kılmıştır. Bu bir emirdir. herkes
sabırla ve hacet namazını kılarak Allah’tan mürşidini istemek
mecburiyetindedir. Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, Bakara-45 ve 46. ayetlerin
muhtevasına girmezler. onların Allah’tan istiane istemeleri netice vermez.
Allah onlara mürşidlerini göstermez. Çünkü gerçekten dilemiş olsalardı Allahû
Tealâ bu talebi mutlaka o kişinin kalbinde işitecek, görecek ve bilecekti.
Allahû Tealâ, mürşidi sadece huşû sahiplerine gösterir.
Allah’a ulaşmayı
istemiyorsanız huşû sahibi değilsinizdir. Çünkü insanlar Allah’a ulaşmayı
dilemezlerse Allah da onları kendisine ulaştırmayı dilemez. Allah hep kalbe
bakar. Kalpte böyle bir talep varsa o zaman talebiniz üzerine mürşidi gösterir.
Kişi huşû sahibi değilse, Allah’a ulaşacağına inanmıyorsa hiçbir zaman hacet
namazı da kılmayacaktır:
5 / MÂİDE - 35: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete
ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey
âmenû olanlar (Allah'a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah'a karşı takva
sahibi olun ve O'na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O'nun yolunda cihad edin.
Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.
Kim Allah’a
ulaşmayı dilerse, o kişi Allahû Tealâ’dan Allah’a ulaştırmaya vesile olacak
kişiyi isteyecektir. Devrin imamı vesile değildir, ulaştırandır. Ulaştırma
keyfiyetini bu dünya üzerinde gerçekleştirebilen kişi sadece devrin huzur
namazının imamıdır. Kim Allah’a ulaşmayı diliyorsa ve ruhunu hayattayken Allah’a ulaştıracağına
mutlaka inanıyorsa o kişi huşû sahibidir ve hacet namazını kıldığı gece mutlaka
Allah ona mürşidini gösterecektir.
Hacet namazının
ardındaki neticeyi Bakara-46’da açıklıyor: Huşû sahipleri için mürşidlerine
ulaşmak zor değildir. Allahû Tealâ onlara mürşidlerini gösterir. Huşû
sahiplerinin vasfı ise ölmeden evvel ruhlarını Allah’a ulaştıracaklarına kesin
şekilde inanmalarıdır.
O halde öldüğü
zaman kişinin vücudundan ruh çıkmayacaktır; çünkü kişinin vücudunda ruh yoktur.
Azrail (A.S)’ ın görevini yapması için ruh Allah’ın katından geri gelir. Ve
Azrail (A.S)’ın yardımcıları onu alır, tekrar Allah’ın katına çıkarır. Rücu
kelimesi ruhun Allah’a geri dönüşüdür.
2/BAKARA-256: Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu minel
gayy(gayyi), fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bil
urvetil vuskâ, lenfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm(alîmun).
Dînde zorlama yoktur. İrşad yolu (hidayet yolu; Allah’a ulaştıran
yol), gayy yolundan (dalâlet yolu; şeytana, cehenneme ulaştıran yoldan) açıkça
(ayrılıp) ortaya çıkmıştır. Artık kim tagutu (şeytanı ve şeytana ulaştıran
yolu) inkâr edip de Allah’a îmân ederse (mü’min olur, Allah’a ulaştıran yolu
tercih ederse), böylece o, (Allah’tan) kopması mümkün olmayan urvetul vuskaya
(sağlam bir kulba, mürşidin eline) tutunmuştur. Allah Sem’î’dir, Alîm’dir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allah’ın
iradesinin dışında, hiç kimse, kimseye zorla birşey yaptıramaz. Herkes kendi
iradesiyle Allah’ın yolunda bir şeyler yapar veya yapmaz. Allah’ın âyetlerinden
gâfil olanlar, insanı cehenneme götüren gayy yolunu seçerler. Şeytana kulluk
edenler, insan, cin ve şeytan şeytanların hepsi beraber tagutu oluştururlar.
Taguta bunlar dosttur.
Allah insanın, ya
tagutun gayy yolunu ya da Allah’ın rüşd yolunu seçmesini ister. Rüşd yolunu
seçenler mutlaka mürşidlerine ulaşacaklardır. Bunu haketmişlerdir. Yolun
başlangıcı Allah’a ulaşmayı dilemektir. Bundan sonra Allah kişiyi mutlaka
mürşidine ulaştırmayı garanti eder. ve bu âyet gereğince Allah mürşidine
ulaştırır. Ve kişi Allah’tan kopması mümkün olmayan mürşidin eline sarılıp,
öper. Allahû Tealâ’nın yolunda Allah’ın mürşidleri rüşd yolunun sahipleridir.
19/MERYEM-42: İz kâle li ebîhi, yâ ebeti lime ta’budu mâ lâ
yesmau ve lâ yubsıru ve lâ yugnî anke şey’â(şey’en).
İbrâhîm (A.S), babasına dedi ki: “Ey babacığım! İşitmeyen ve
görmeyen ve sana hiçbir (şekilde bir) şeyle faydası olmayanlara niçin
tapıyorsun?”
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Hz. İbrâhîm, putlara
tapmaya devam eden babasının bundan vazgeçmesini, doğru yolu bulmasını
istiyordu. Ama babası putlara tapmaya devam ettiği için bu, aralarında hep
anlaşmazlık konusu oluyordu.
21/ENBİYÂ-51: Ve lekad âteynâ ibrâhîme ruşdehu min kablu ve
kunnâ bihî âlimîn(âlimîne).
Ve andolsun ki daha önce İbrâhîm (A.S)’a rüşdünü (irşad yetkisini)
verdik. Ve Biz, onu (irşada ehil olduğunu) bilenlerdik.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bütün nebîler, bütün
resûller, Allahû Tealâ tarafından irşad etme yetkisi (rüşd) ile
donatılmışlardır. Bütün kavimlerdeki resûllerin altında irşad etme yetkisi
verilenler vardır. Onlar Allah tarafından (resûl veya nebî olmadıkları halde)
velâyetle irşad etme yetkisinin sahibi kılınmışlardır. Yani sadece resûller ve
nebîler değil, nebî ve resûl olmayan Allah’ın evliyaları da iradelerini Allahû
Tealâ’ya teslim ettiklerinde Allahû Tealâ tarafından “irşada memur ve mezun
kılındın” cümlesiyle irşada memur kılınırlar.
19/MERYEM-43: Yâ ebeti innî kad câenî minel ilmi mâ lem
ye’tike fettebi’nî ehdike sırâtan seviyyâ(seviyyen).
Ey babacığım, muhakkak ki bana, sana gelmeyen bir ilim gelmiştir!
Öyleyse bana tâbî ol. Seni, Sıratı Seviye’ye (düzgün, seviyeli, Allah’a
ulaştıran yola) hidayet edeyim (ulaştırayım).
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ, Hz.
İbrâhîm’i irşad makamının sahibi kılmıştır. Nebî olduğu için de huzur namazının
imamıdır. Ve kendisine ilim verilen, insanları hidayete erdiren kişidir. Onun
için “Seni ben, Allah’a ulaştıran seviyeli bir yola hidayet edeyim,
ulaştırayım.“ demektedir.
Bir putperest olan
babası Hz. İbrâhîm’e tâbî olsaydı, mutlaka o hedefe ulaşacaktı. Peygamber
Efendimiz (S.A.V) de amcasını Allah’ın yoluna almak için çok uğraştı ama amcası
kabul etmedi. Kendinden küçük, oğlu yerindeki birisine tâbî olmak, ona ağır
geliyordu. Ve neticede de Allah’ın yoluna giremeden, hidayete eremeden öldü.
Allahû Tealâ o yüzden buyuruyor ki:
28/KASAS-56: İnneke lâ tehdî men
ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâ’(yeşâu), ve huve a’lemu bil
muhtedîn(muhtedîne).
Muhakkak ki sen, sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin (onun
ruhunu Allah’a ulaştıramazsın). Fakat Allah, dilediğini hidayete erdirir. Ve O,
muhtedileri (hidayete erenleri) daha iyi bilir.
Kim mürşidine tâbî
olursa, ruhu vücudundan ayrılarak birinci yatay Sıratı Mustakîm üzerinde olur.
İşte bu Sıratı Seviyye’dir. Kişinin ruhunu Devrin İmamı’nın dergâhı’na
ulaştırır.