Yunus Emre 1 Hayatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yunus Emre 1 Hayatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2015 Pazartesi

YUNUS EMRE - I - HAYATI

YUNUS EMRE 
- I - 
HAYATI
Yunus Emre 13. yüzyılın ikinci yarısı ile 14. yüzyılın birinci yarısı arasında yaşamıştır. Kesin olmamakla beraber, 1240 yılında doğup 1320 yılında vefat ettiği söylenmektedir. Böylece Yunus’un çocukluğu ve gençliği Anadolu Selçuklularının yıkılış zamanına ve beyliklerin ortaya çıktığı döneme rastlamaktadır. Olgunluk ve yaşlılık devresi ise Osmanlıların kuruluşunun ilk yıllarında geçmiştir.
O dönemde Moğol istilâsı Anadolu’yu kasıp kavuruyordu. Şehirleri yakıp yıkıyorlar, halkı kılıçtan geçiriyorlardı. Kalanlar ise açlık ve sefalet çekiyorlardı.
Yunus Emre bu zorlu günlerde zahirî bilgileri öğrendi. Ama kendisini ümmî olarak nitelendirmesi, tasavvuf gibi bir ilmin yanında dünyalık ilimlere hiç değer vermediğini göstermek içindi.
“Dört kitabın mânâsını okudum, hâsıl ettim.
AŞKA gelince gördüm, bir uzun hece imiş...” dizeleri ile de bunu kanıtlamıştır.
Yunus Emre’nin köyü Beyşehir-Konya karayolunun yaklaşık 20. kilometresindeki Sarıköy’dür. Sarıköy’deki zorlu kış şartları köylüyü çaresiz bıraktığı bir sırada, köy halkı Yunus Emre’den Hacı Bektaş Velî’ye giderek yardım dilemesini istedi. Köylünün bu isteğini kabul eden Yunus Emre yola koyuldu. Çok zor şartlarda Hacı Bektaş Velî’nin dergâhına vardı... Ama hemen kendisini göremedi. Yunus’un geldiğini haber verdiler, ancak Hacı Bektaş Velî onun beş gün beklemesi gerektiğini söyledi. Yunus, köylüsünün açlıktan perişan bir halde olduğunu, buğdaya acilen ihtiyaçları olduğunu söylese de cevap kesindi. Çaresiz beş gün bekleyen Yunus’a beşinci günün sonunda Hacı Bektaş Velî’den bir haber geldi. Kendisi huzura kabul edilmiyordu, ancak bir soru vardı;
-Yunus ille de buğday mı ister, yoksa himmet mi?
Yunus, Hacı Bektaş Velî’nin sorduğu bu soruyu anlamamıştı. “Himmet de ne ki?” diye düşündü ve hemen cevap verdi:
-Verecekse buğday versin, yoksa izin verin gideyim... dedi.
Yunus’un cevabı Hacı Bektaş Velî’ye iletilince o da Yunus’a köyüne götürmesi için buğday verilmesini emretti.
Kağnısına alabildiği kadar buğday yükleyen Yunus, mutlu bir şekilde Sarıköy’e gitmek üzere yola koyuldu. Ancak Hacı Bektaş Velî’yi göremediği için de hüzünlüydü. Günlerce geldiği yolu yine günlerce geri dönüyordu. Tam yolun yarısına gelmişti ki, birden yaptığı hatayı anladı. Allah’ın kendisine Hacı Bektaş Velî aracılığı ile sunduğu ni’meti reddetmişti. Dünyalık buğday için en büyük ni’met olan mürşidi reddetmişti. Utanç içinde hemen buğdaylarla dergâha doğru yola çıktı. Hacı Bektaş Velî’nin dergâhına kan ter içinde geri dönen Yunus, bu kez onun tarafından hemen kabul edildi. Huzura çıkan Yunus;
-Al buğdayını, ver himmetini. Cahillik ettim affet beni... diye dizlerine kapandı.
Hacı Bektaş Velî Yunus’un gerçeği anlamasından memnun olmuştu, ama ona;
-Senin mürşidin Tapduk Emre’dir. Bundan sonra sana o gerektir... dedi. Buğdayları da alıp köyüne götürmesini söyledi. Sevinçten Allah’a şükürler ederek ve adeta uçarcasına Sarıköy’e dönen Yunus kağnısını köy meydanına sürdü. Köy halkı ona hayır dualarda bulunarak bütün buğdayı paylaştılar.
Yunus bir an evvel Tapduk Emre’nin dergâhına ulaşmak için köylüsü ile vedalaştı. Günlerce süren yürüyüşten sonra nihâyet Tapduk Emre’nin, mürşidinin, Allah’ın en büyük ni’metinin yanına vardı. Furkan Suresi 70. âyet-i kerimesi gereğince el öpüp tövbe ettikten sonra dergâhın odunculuk görevini yüklendi...
Yunus sabah ezanı ile dağa çıkıyor, akşama sırtında odunlarla dönüyordu.
Derler ki, tam kırk yıl Yunus Tapduk Emre’nin dergâhına odun taşıdı. Bu odunların en büyük özelliği de bir tekinin bile eğri olmayışı idi. Tasavvuf eğitimi almaya başlayan Yunus bu kırk yıl sonunda dergâha taşıdığı odunlar gibi doğru olmayı başardı. Dağlardaki bütün hayvanlar ona dost oldu.
Tapduk Emre yıllarca eğitim verdiği Yunus’u çok seviyordu. Ancak günlerden bir gün Yunus dergâhtan ayrılıp seyahat etmek istediğini ona bildirdi. Yunus’un niyeti Allah’ın emri olan hacca gitmek, bu arada da yeni imtihlanları başarmaktı.
Sevgili mürşidi ile ve dergâhtaki herkesle vedalaşan Yunus, bir gün sabah erken onlardan ayrıldı.
Günlerce yürüdü, yolu bir başka Allah dostu olan Mevlâna’nın yaşadığı Konya’ya kadar gitti. Konya’da kendisini Mevlâna Hazretlerinin dervişleri karşıladı. Bu karşılama Yunus’u hayrete düşürdü. Tabii ki, Mevlâna Hazretleri Yunus’un geleceğini biliyordu. Hayret ettiği için kendisine kızan Yunus, Mevlâna Hazretlerinin huzuruna çıkınca çok büyük bir ilgi gördü. Hz. Mevlâna ve Yunus halvethanede günlerce Allah sohbeti yaptılar. Bir gün Mevlâna Hazretleri Yunus’a sordu;
-Sen olsan bu Mesnevî’yi nasıl yazardın?
Yunus;
-Sizin gibi uzun yazmak ne haddime: Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm, derdim diye cevap verdi.
Mevlâna ile Yunus birlikte Allah zikri dolu günler geçirdiler. Ancak Yunus’un Kâbe’ye gitme vakti gelmişti. Mevlâna üzgündü. Çok sevdiği Yunus da onu Şems Hazretleri gibi bırakıp gidecekti. Yunus başta Mevlâna Hazretleri olmak üzere bütün dostları ile vedalaştı, helalleşti. Kâbe’ye giden bir kervana ulaştı. Aylar süren yolculuktan sonra Mukaddes topraklara vardı.
Âli İmrân Suresi 97. âyet-i kerimede; Onda, açık açık âyetler, İbrâhîm’in makamı vardır. Ve kim oraya girerse (her türlü saldırıdan) emîn olur. (emniyette olur.) Yoluna gücü yeten herkes için, BEYT’i haccetmek insanların üzerine Allah’ın bir hakkıdır. (farzdır.) Kim (bu hakkı) inkâr ederse hiç şüphesiz Allah, GANİYY’ÜN AN-İL ÂLEMİN’dir. (Âlemlerden müstağnidir, âlemlerden kimseye ihtiyacı yoktur, herkes ve herşey O’na muhtaçtır.) buyuruluyor.
Müslümanlar, Allah’ın emrini yerine getirmek için ve bu âyeti yaşamak için akın akın Mekke’ye koşuyorlardı. Yunus Emre de bu emri yerine getirmesine Allah izin verdiği için, şükür namazları kılıyordu. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Cebrail (A.S) ile karşılaştığı Nur Dağı’nın Hira mağarasını ziyaret etti. Kervanla birlikte dönüş yolculuğuna başladığında Yunus büyük bir huzur içinde manevî yükünü yüklenmişti. Haftalar süren yolculuktan sonra Anadolu sınırına ulaştılar. Yunus kervandan ayrıldı. Yoluna yalnız başına devam etmeye başladı.
Uzunca bir yolculuktan sonra yolu bir köye düşen Yunus, köyden gereken azığı sağladıktan sonra yine yoluna devam etti. Henüz uzaklaşmıştı ki, ağaçların altında namaz kılan kişiler gördü. Onlarla selâmlaştı, birlikte oturup sohbete başladılar. Tabii ki Allah sohbeti koyulaştıkça koyulaştı, vakit geçti, akşam oldu. Akşam namazını hep beraber kıldılar. Namazdan sonra dervişlerden bir tanesi Allah’a dua etti; henüz duası bitmişti ki önlerine bir sofra kuruldu. Yunus, birdenbire önlerine kurulan sofranın dua eden dervişin duasının sonucu olduğunu anladı. Dervişlerle birlikte sofradaki yiyecekleri yedikten sonra yine zikre ve sohbete daldılar.
Ertesi gün öğlen vakti diğer derviş öğle namazı sonrası Allah’a dua etti. Yine göklerden bir sofra gelerek önlerine kuruldu. Yunus çorbasını içerken çok düşünceliydi. Bu dervişlerin Allah indinde oldukça iyi yerleri olduğu belliydi. Ertesi güne kadar yine zikir ve sohbetle vakit geçirdiler. Yemek vakti gelince Yunus’a dönen dervişler;
-Bugün sofra için sen dua et, dediler.
Yunus’un korktuğu başına gelmişti. Ama büyük bir inançla ve teslimiyetle Allah’a dua etmeye başladı.
“Ey Yüce Allah’ım! Yüzümü kara çıkarma. Bu Allah dostları, kimin yüzü suyu hürmetine dua ettilerse benim de duamı onun hürmetine kabul et ve bizlere bir sofra ihsan et.” dedi.
Kimsenin, hatta Yunus’un da beklemediği bir şey oldu. Duasının sonunda iki sofra birden geldi. Dervişler şaşkın ve merak içinde Yunus’a sordular:
-Kimin hürmetine dua ettin ki iki sofra birden geldi?
Yunus önce onların kimin hürmetine dua ettiklerini öğrenmek istedi. Dervişler;
-Biz Tapduk Emre’nin kapısında hizmet eden “Yunus” hürmetine dua ettik, dediler.
Bu olayla Yunus Allah indindeki yerini öğrenmiş oldu. Bir an evvel mürşidine kavuşmak için alelacele dervişlerle vedalaştı. Yine yola koyuldu. Yıllarca odunculuk yaptığı dergâha vakit geçirmeden ulaşmak istiyordu.
Nihâyet Tapduk Emre’nin dergâhına vardı. onu kapıda karşılayan mürşidinin hanımı çok sevindi. Hemen Tapduk Emre’yi görmek isteyen Yunus’a mürşidinin gözlerinin artık görmediğini söyledi.
- Yunus, Tapduk Emre şeyhimiz sabah namazında abdest almak için çıkar. Sen önceden kapı eşiğine yat. Üstüne basınca “bu kim?” diye sorar. Ben: “Yunus” derim. “Hangi Yunus?” derse bil ki gönlünden çıkmışsın. Ama “Bizim Yunus mu?” derse seni “bizim” diyecek kadar benimsemiş olduğunu anlarsın. Değerini de böylece öğrenmiş olursun.” dedi.
Yunus sabah ezanından önce mürşidinin eşiğine uzandı. Ezana yakın Tapduk Emre hanımı ile kapıda belirdi. Gözleri görmüyor, hanımının yardımı ile yürüyordu. Ayağına Yunus’un bedeni takıldı.
- Ayağıma takılan ne? Eşikte yatan biri mi var? diye sordu.
Hanım;
- Evet, Yunus geldi... dedi.
Tapduk Emre;
- Ne..? Bizim Yunus mu? deyince Yunus daha fazla dayanamayarak şeyhinin ayaklarına kapandı. Tapduk Emre çok çok mutluydu... Yunus çok mutluydu... Kucaklaştılar. Yunus artık Yunus EMRE olmuştu. Şeyhi Yunus’a:
- Ben senden razıyım oğlum... Peygamber Efendimiz (S.A.V) de, Allahû Tealâ da senden razıdırlar. Sana olan emeklerim helâl olsun. Bundan böyle kendi köyün Sarıköy’e gidip dergâhını kuracak ve irşada başlayacaksın. Dervişler de seninle gelecekler. Allah’ın emri böyle... dedi.
Şeyhinden aldığı emirle ve dervişlerle yola koyulan Yunus Emre günler sonra Sarıköy’e vardı.
Sarıköylüler Yunus Emre’yi ve dervişleri büyük bir mutluluk içinde karşıladılar.
Yunus Emre onlara mukaddes görevini açıkladı. Hep birlikte dergâhın inşaatına başladılar. İnşaat bittiğinde dergâha yerleşen Yunus Emre ve dervişlerin ziyaretçileri eksik olmuyordu. Sohbetlerine ve derslerine başlayan Yunus Emre Sarıköy halkını irşad ediyordu.
Yıllar geçiyor Yunus Emre bıkıp usanmadan Kur’ân ilminin ancak Kur’ân’ı bilen ve Kur’ân’ı yaşayan kimselerden öğrenileceğini anlatıyordu. İlmin Kur’ân-ı Kerim’i bilmek olduğunu, Kur’ân-ı Kerim’i bilmenin ise insanın nefsine arif olması olduğunu, kişi nefsine arif olmazsa kuru kuru okumanın bir yararı olmayacağını anlatıyordu. İnsanları mürşidlerini aramaya davet ediyordu. Mürşidlerin Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Cebrail (A.S)’ı kastederek;
“Lev lel mürebbî lemâ araftü rabbi!”
Eğer mürebbim (eğiticim) olmasaydı Rabbime arif olamazdım.
Hadîsini Sarıköy halkına ve ondan ilim, irfan öğrenmeye gelenlere aktarıyordu.

Gel ey kardaş Hakk’ı bulayım dersen,
Bir kâmil mürşide varmazsan olmaz.
Resûl’ün cemalin göreyim dersen,
Bir kâmil mürşide varmazsan olmaz!
Niceler gitti mürşid arayı,
Arayanlar buldu devayı.
Okumak istersen ak’ı, kara’yı,
Bir kâmil mürşide varmazsan olmaz!
Kadılar, müftüler cümle geldiler,
Kitapların herbir yere koydular.
“SEN BU İLMİ KİM’DEN ALDIN?” dediler.
Bir kâmil mürşide varmazsan olmaz.
Yunus Emre bunda mânâ var, dedi.
Bir kâmil mürşide sen de var dedi.
Hz. MUSA’YA “HIZR’A VAR” dedi.
Bir kâmil mürşide varmazsan olmaz!..

Yunus Emre Sarıköy halkına dünya ve ahiret saadetine ulaşmanın yolunun dünya hayatını yaşarken Allah’a ulaşmayı dilemekten geçtiğini anlatıyordu.
Yıllar geçiyor Allah’ın sevgilisi Yunus Emre de yaşlanıyordu. Seksen yaşlarına gelmişti. Hasta yatağında sürekli olarak Allah’ın zikri ile meşgul oluyordu.
Allah’ı zikrederek ömrünü Allah’ın rızası doğrultusunda harcayan Yunus Emre Hazretleri vefat etti.
Mürşidine kavuştuktan sonra tasavvufu yaşayan Yunus Emre hiçbir kişiyi, hiçbir toplumu kendisinden başka saymamış, o dövene elsiz, sövene dilsiz olmuştu.
Yunus Emre’nin ölümünden çok zaman sonra Molla Kasım adında, emaniye bilgilerle dolu bir kişi çıktı. Sahip olduğu bu yanlış bilgileri insanlara öğretiyor, kimseleri beğenmiyordu. Her nasılsa Yunus Emre Hazretlerinin Divan’ını ele geçirmişti. Bunu alıp bir bir nehir kenarında okumaya başladı. Yunus Emre’nin yıllarca emek verdiği deyişleri, cehaletinden;
-Bunlar dîne aykırı şeyler... diyerek yırtmaya başladı. Yırttığı sayfaların bin tanesini suya attı. Bin tanesini de esen rüzgâra verdi. Böylece ikibin deyişi yok etmiş oldu ki, şu beyitle dondu kaldı;
“Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme,
Seni sigaya çeker, bir Molla Kasım gelir.”
Bu beyti okuyup da Yunus’un çok önceden, yaptığı bu işi haber verdiğini görünce üzüntüsünden kahroldu. Divanın geri kalanını su gibi yuttu. Hacet namazı kılarak Allah’ın kendisine ezelde tayin ettiği mürşidine tâbî oldu. Ancak ne yazık ki ikibin sayfa ilâhi yok olmuştu.
Derler ki; Yunus’un suya atılan ilâhilerini balıklar, yele verilenlerini de melekler durmadan söylerler.
Yunus Emre Hazretlerinin Eskişehir’in dışında bulunan türbesi 1948 yılında yol genişletme çalışmaları için kaldırılmak istendi. Ancak bir türlü başarılamadı. Bunun üzerine yeni bir türbe yapılmasına karar verildi. Eskisinden yüz metre ileriye bir türbe inşa edildi. Eski türbe açıldığında ortalığa mis gibi gül kokusu yayıldı. Mübarek bedeni 700 senede hiç bozulmamıştı. Vasiyetinde:
-Beni hocamın türbesinin girişine gömün... demişti.
Mürşidini ziyarete gelenlerin kendisini çiğneyip geçerek ona ulaşmalarını sağlamak için böyle vasiyet etmişti.
Günümüz insanı, barışı savaşla sağlamak isteyenlere, dîndarlığı dîni kötülemek sayanlara, ileri teknolojiyi doğanın tahribinde kullananlara samimi olarak dur demek istiyorsa, bunun tek yolu vardır. O da Yunus Emre gibi, günümüzde görevli olanların öğretisini öğrenmektir.
Yunus Emre;
“Ben gelmedim dava için, benim işim SEVİ için,
Dostun (Allah’ın) evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim.”
diyerek insanlığı barışa, dostluğa, kardeşliğe çağırmıştır.
Yunus Emre’nin hayatında gördüğümüz gibi, herkes Allah’a ulaşmayı dilemesi ile birlikte mürşidine kavuşuyor. Birinci basamaktan, yirmisekizinci basamağa kadar velâyet kademelerinde Allah’ın farz emirlerini yerine getiren kişi Yunus Emre gibi salâha ulaşabiliyor. Herkese kardeş gözü ile bakabilen Yunus Emre’nin sırrı, tasavvufu yaşamasında gizlidir.