YUNUS EMRE
- I -
HAYATI
Yunus Emre 13. yüzyılın ikinci yarısı ile 14. yüzyılın birinci
yarısı arasında yaşamıştır. Kesin olmamakla beraber, 1240 yılında doğup 1320
yılında vefat ettiği söylenmektedir. Böylece Yunus’un çocukluğu ve gençliği
Anadolu Selçuklularının yıkılış zamanına ve beyliklerin ortaya çıktığı döneme
rastlamaktadır. Olgunluk ve yaşlılık devresi ise Osmanlıların kuruluşunun ilk
yıllarında geçmiştir.
O dönemde Moğol istilâsı Anadolu’yu kasıp kavuruyordu. Şehirleri
yakıp yıkıyorlar, halkı kılıçtan geçiriyorlardı. Kalanlar ise açlık ve sefalet
çekiyorlardı.
Yunus Emre bu zorlu günlerde zahirî bilgileri öğrendi. Ama
kendisini ümmî olarak nitelendirmesi, tasavvuf gibi bir ilmin yanında dünyalık
ilimlere hiç değer vermediğini göstermek içindi.
“Dört kitabın mânâsını okudum, hâsıl ettim.
AŞKA gelince gördüm, bir uzun hece imiş...” dizeleri ile de bunu kanıtlamıştır.
Yunus Emre’nin köyü Beyşehir-Konya karayolunun yaklaşık 20.
kilometresindeki Sarıköy’dür. Sarıköy’deki zorlu kış şartları köylüyü çaresiz
bıraktığı bir sırada, köy halkı Yunus Emre’den Hacı Bektaş Velî’ye giderek
yardım dilemesini istedi. Köylünün bu isteğini kabul eden Yunus Emre yola
koyuldu. Çok zor şartlarda Hacı Bektaş Velî’nin dergâhına vardı... Ama hemen
kendisini göremedi. Yunus’un geldiğini haber verdiler, ancak Hacı Bektaş Velî
onun beş gün beklemesi gerektiğini söyledi. Yunus, köylüsünün açlıktan perişan
bir halde olduğunu, buğdaya acilen ihtiyaçları olduğunu söylese de cevap
kesindi. Çaresiz beş gün bekleyen Yunus’a beşinci günün sonunda Hacı Bektaş
Velî’den bir haber geldi. Kendisi huzura kabul edilmiyordu, ancak bir soru
vardı;
-Yunus ille de buğday mı ister, yoksa himmet mi?
Yunus, Hacı Bektaş Velî’nin sorduğu bu soruyu anlamamıştı. “Himmet
de ne ki?” diye düşündü ve hemen cevap verdi:
-Verecekse buğday versin, yoksa izin verin gideyim... dedi.
Yunus’un cevabı Hacı Bektaş Velî’ye iletilince o da Yunus’a köyüne
götürmesi için buğday verilmesini emretti.
Kağnısına alabildiği kadar buğday yükleyen Yunus, mutlu bir
şekilde Sarıköy’e gitmek üzere yola koyuldu. Ancak Hacı Bektaş Velî’yi
göremediği için de hüzünlüydü. Günlerce geldiği yolu yine günlerce geri
dönüyordu. Tam yolun yarısına gelmişti ki, birden yaptığı hatayı anladı.
Allah’ın kendisine Hacı Bektaş Velî aracılığı ile sunduğu ni’meti reddetmişti.
Dünyalık buğday için en büyük ni’met olan mürşidi reddetmişti. Utanç içinde
hemen buğdaylarla dergâha doğru yola çıktı. Hacı Bektaş Velî’nin dergâhına kan
ter içinde geri dönen Yunus, bu kez onun tarafından hemen kabul edildi. Huzura
çıkan Yunus;
-Al buğdayını, ver himmetini. Cahillik ettim affet beni... diye
dizlerine kapandı.
Hacı Bektaş Velî Yunus’un gerçeği anlamasından memnun olmuştu, ama
ona;
-Senin mürşidin Tapduk Emre’dir. Bundan sonra sana o gerektir...
dedi. Buğdayları da alıp köyüne götürmesini söyledi. Sevinçten Allah’a şükürler
ederek ve adeta uçarcasına Sarıköy’e dönen Yunus kağnısını köy meydanına sürdü.
Köy halkı ona hayır dualarda bulunarak bütün buğdayı paylaştılar.
Yunus bir an evvel Tapduk Emre’nin dergâhına ulaşmak için köylüsü
ile vedalaştı. Günlerce süren yürüyüşten sonra nihâyet Tapduk Emre’nin,
mürşidinin, Allah’ın en büyük ni’metinin yanına vardı. Furkan Suresi 70. âyet-i
kerimesi gereğince el öpüp tövbe ettikten sonra dergâhın odunculuk görevini
yüklendi...
Yunus sabah ezanı ile dağa çıkıyor, akşama sırtında odunlarla
dönüyordu.
Derler ki, tam kırk yıl Yunus Tapduk Emre’nin dergâhına odun
taşıdı. Bu odunların en büyük özelliği de bir tekinin bile eğri olmayışı idi.
Tasavvuf eğitimi almaya başlayan Yunus bu kırk yıl sonunda dergâha taşıdığı
odunlar gibi doğru olmayı başardı. Dağlardaki bütün hayvanlar ona dost oldu.
Tapduk Emre yıllarca eğitim verdiği Yunus’u çok seviyordu. Ancak
günlerden bir gün Yunus dergâhtan ayrılıp seyahat etmek istediğini ona
bildirdi. Yunus’un niyeti Allah’ın emri olan hacca gitmek, bu arada da yeni
imtihlanları başarmaktı.
Sevgili mürşidi ile ve dergâhtaki herkesle vedalaşan Yunus, bir
gün sabah erken onlardan ayrıldı.
Günlerce yürüdü, yolu bir başka Allah dostu olan Mevlâna’nın
yaşadığı Konya’ya kadar gitti. Konya’da kendisini Mevlâna Hazretlerinin
dervişleri karşıladı. Bu karşılama Yunus’u hayrete düşürdü. Tabii ki, Mevlâna
Hazretleri Yunus’un geleceğini biliyordu. Hayret ettiği için kendisine kızan
Yunus, Mevlâna Hazretlerinin huzuruna çıkınca çok büyük bir ilgi gördü. Hz.
Mevlâna ve Yunus halvethanede günlerce Allah sohbeti yaptılar. Bir gün Mevlâna
Hazretleri Yunus’a sordu;
-Sen olsan bu Mesnevî’yi nasıl yazardın?
Yunus;
-Sizin gibi uzun yazmak ne haddime: Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm, derdim diye cevap verdi.
Mevlâna ile Yunus birlikte Allah zikri dolu günler geçirdiler.
Ancak Yunus’un Kâbe’ye gitme vakti gelmişti. Mevlâna üzgündü. Çok sevdiği Yunus
da onu Şems Hazretleri gibi bırakıp gidecekti. Yunus başta Mevlâna Hazretleri
olmak üzere bütün dostları ile vedalaştı, helalleşti. Kâbe’ye giden bir kervana
ulaştı. Aylar süren yolculuktan sonra Mukaddes topraklara vardı.
Âli İmrân Suresi 97. âyet-i kerimede; Onda, açık açık âyetler,
İbrâhîm’in makamı vardır. Ve kim oraya girerse (her türlü saldırıdan) emîn
olur. (emniyette olur.) Yoluna gücü yeten herkes için, BEYT’i haccetmek
insanların üzerine Allah’ın bir hakkıdır. (farzdır.) Kim (bu hakkı) inkâr
ederse hiç şüphesiz Allah, GANİYY’ÜN AN-İL ÂLEMİN’dir. (Âlemlerden müstağnidir,
âlemlerden kimseye ihtiyacı yoktur, herkes ve herşey O’na muhtaçtır.)
buyuruluyor.
Müslümanlar, Allah’ın emrini yerine getirmek için ve bu âyeti
yaşamak için akın akın Mekke’ye koşuyorlardı. Yunus Emre de bu emri yerine
getirmesine Allah izin verdiği için, şükür namazları kılıyordu. Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’in Cebrail (A.S) ile karşılaştığı Nur Dağı’nın Hira mağarasını
ziyaret etti. Kervanla birlikte dönüş yolculuğuna başladığında Yunus büyük bir
huzur içinde manevî yükünü yüklenmişti. Haftalar süren yolculuktan sonra
Anadolu sınırına ulaştılar. Yunus kervandan ayrıldı. Yoluna yalnız başına devam
etmeye başladı.
Uzunca
bir yolculuktan sonra yolu bir köye düşen Yunus, köyden gereken azığı
sağladıktan sonra yine yoluna devam etti. Henüz uzaklaşmıştı ki, ağaçların
altında namaz kılan kişiler gördü. Onlarla selâmlaştı, birlikte oturup sohbete
başladılar. Tabii ki Allah sohbeti koyulaştıkça koyulaştı, vakit geçti, akşam
oldu. Akşam namazını hep beraber kıldılar. Namazdan sonra dervişlerden bir
tanesi Allah’a dua etti; henüz duası bitmişti ki önlerine bir sofra kuruldu.
Yunus, birdenbire önlerine kurulan sofranın dua eden dervişin duasının sonucu
olduğunu anladı. Dervişlerle birlikte sofradaki yiyecekleri yedikten sonra yine
zikre ve sohbete daldılar.
Ertesi
gün öğlen vakti diğer derviş öğle namazı sonrası Allah’a dua etti. Yine
göklerden bir sofra gelerek önlerine kuruldu. Yunus çorbasını içerken çok
düşünceliydi. Bu dervişlerin Allah indinde oldukça iyi yerleri olduğu belliydi.
Ertesi güne kadar yine zikir ve sohbetle vakit geçirdiler. Yemek vakti gelince
Yunus’a dönen dervişler;
-Bugün
sofra için sen dua et, dediler.
Yunus’un
korktuğu başına gelmişti. Ama büyük bir inançla ve teslimiyetle Allah’a dua
etmeye başladı.
“Ey
Yüce Allah’ım! Yüzümü kara çıkarma. Bu Allah dostları, kimin yüzü suyu
hürmetine dua ettilerse benim de duamı onun hürmetine kabul et ve bizlere bir
sofra ihsan et.” dedi.
Kimsenin,
hatta Yunus’un da beklemediği bir şey oldu. Duasının sonunda iki sofra birden
geldi. Dervişler şaşkın ve merak içinde Yunus’a sordular:
-Kimin
hürmetine dua ettin ki iki sofra birden geldi?
Yunus
önce onların kimin hürmetine dua ettiklerini öğrenmek istedi. Dervişler;
-Biz
Tapduk Emre’nin kapısında hizmet eden “Yunus” hürmetine dua ettik, dediler.
Bu
olayla Yunus Allah indindeki yerini öğrenmiş oldu. Bir an evvel mürşidine
kavuşmak için alelacele dervişlerle vedalaştı. Yine yola koyuldu. Yıllarca
odunculuk yaptığı dergâha vakit geçirmeden ulaşmak istiyordu.
Nihâyet
Tapduk Emre’nin dergâhına vardı. onu kapıda karşılayan mürşidinin hanımı çok sevindi.
Hemen Tapduk Emre’yi görmek isteyen Yunus’a mürşidinin gözlerinin artık
görmediğini söyledi.
-
Yunus, Tapduk Emre şeyhimiz sabah namazında abdest almak için çıkar. Sen
önceden kapı eşiğine yat. Üstüne basınca “bu kim?” diye sorar. Ben: “Yunus”
derim. “Hangi Yunus?” derse bil ki gönlünden çıkmışsın. Ama “Bizim Yunus mu?”
derse seni “bizim” diyecek kadar benimsemiş olduğunu anlarsın. Değerini de
böylece öğrenmiş olursun.” dedi.
Yunus
sabah ezanından önce mürşidinin eşiğine uzandı. Ezana yakın Tapduk Emre hanımı
ile kapıda belirdi. Gözleri görmüyor, hanımının yardımı ile yürüyordu. Ayağına
Yunus’un bedeni takıldı.
-
Ayağıma takılan ne? Eşikte yatan biri mi var? diye sordu.
Hanım;
-
Evet, Yunus geldi... dedi.
Tapduk
Emre;
-
Ne..? Bizim Yunus mu? deyince Yunus daha fazla dayanamayarak şeyhinin
ayaklarına kapandı. Tapduk Emre çok çok mutluydu... Yunus çok mutluydu...
Kucaklaştılar. Yunus artık Yunus EMRE olmuştu. Şeyhi Yunus’a:
- Ben
senden razıyım oğlum... Peygamber Efendimiz (S.A.V) de, Allahû Tealâ da senden
razıdırlar. Sana olan emeklerim helâl olsun. Bundan böyle kendi köyün Sarıköy’e
gidip dergâhını kuracak ve irşada başlayacaksın. Dervişler de seninle
gelecekler. Allah’ın emri böyle... dedi.
Şeyhinden
aldığı emirle ve dervişlerle yola koyulan Yunus Emre günler sonra Sarıköy’e
vardı.
Sarıköylüler
Yunus Emre’yi ve dervişleri büyük bir mutluluk içinde karşıladılar.
Yunus
Emre onlara mukaddes görevini açıkladı. Hep birlikte dergâhın inşaatına
başladılar. İnşaat bittiğinde dergâha yerleşen Yunus Emre ve dervişlerin
ziyaretçileri eksik olmuyordu. Sohbetlerine ve derslerine başlayan Yunus Emre
Sarıköy halkını irşad ediyordu.
Yıllar
geçiyor Yunus Emre bıkıp usanmadan Kur’ân ilminin ancak Kur’ân’ı bilen ve
Kur’ân’ı yaşayan kimselerden öğrenileceğini anlatıyordu. İlmin Kur’ân-ı Kerim’i
bilmek olduğunu, Kur’ân-ı Kerim’i bilmenin ise insanın nefsine arif olması
olduğunu, kişi nefsine arif olmazsa kuru kuru okumanın bir yararı olmayacağını
anlatıyordu. İnsanları mürşidlerini aramaya davet ediyordu. Mürşidlerin Sultanı
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Cebrail (A.S)’ı kastederek;
“Lev lel mürebbî lemâ araftü rabbi!”
Eğer mürebbim (eğiticim) olmasaydı Rabbime
arif olamazdım.
Hadîsini
Sarıköy halkına ve ondan ilim, irfan öğrenmeye gelenlere aktarıyordu.
Gel
ey kardaş Hakk’ı bulayım dersen,
Bir
kâmil mürşide varmazsan olmaz.
Resûl’ün
cemalin göreyim dersen,
Bir
kâmil mürşide varmazsan olmaz!
Niceler
gitti mürşid arayı,
Arayanlar
buldu devayı.
Okumak
istersen ak’ı, kara’yı,
Bir
kâmil mürşide varmazsan olmaz!
Kadılar,
müftüler cümle geldiler,
Kitapların
herbir yere koydular.
“SEN
BU İLMİ KİM’DEN ALDIN?” dediler.
Bir
kâmil mürşide varmazsan olmaz.
Yunus
Emre bunda mânâ var, dedi.
Bir
kâmil mürşide sen de var dedi.
Hz.
MUSA’YA “HIZR’A VAR” dedi.
Bir kâmil mürşide varmazsan olmaz!..
Yunus
Emre Sarıköy halkına dünya ve ahiret saadetine ulaşmanın yolunun dünya hayatını
yaşarken Allah’a ulaşmayı dilemekten geçtiğini anlatıyordu.
Yıllar
geçiyor Allah’ın sevgilisi Yunus Emre de yaşlanıyordu. Seksen yaşlarına
gelmişti. Hasta yatağında sürekli olarak Allah’ın zikri ile meşgul oluyordu.
Allah’ı
zikrederek ömrünü Allah’ın rızası doğrultusunda harcayan Yunus Emre Hazretleri
vefat etti.
Mürşidine
kavuştuktan sonra tasavvufu yaşayan Yunus Emre hiçbir kişiyi, hiçbir toplumu
kendisinden başka saymamış, o dövene elsiz, sövene dilsiz olmuştu.
Yunus
Emre’nin ölümünden çok zaman sonra Molla Kasım adında, emaniye bilgilerle dolu
bir kişi çıktı. Sahip olduğu bu yanlış bilgileri insanlara öğretiyor, kimseleri
beğenmiyordu. Her nasılsa Yunus Emre Hazretlerinin Divan’ını ele geçirmişti.
Bunu alıp bir bir nehir kenarında okumaya başladı. Yunus Emre’nin yıllarca emek
verdiği deyişleri, cehaletinden;
-Bunlar
dîne aykırı şeyler... diyerek yırtmaya başladı. Yırttığı sayfaların bin
tanesini suya attı. Bin tanesini de esen rüzgâra verdi. Böylece ikibin deyişi
yok etmiş oldu ki, şu beyitle dondu kaldı;
“Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme,
Seni sigaya çeker, bir Molla Kasım gelir.”
Bu
beyti okuyup da Yunus’un çok önceden, yaptığı bu işi haber verdiğini görünce üzüntüsünden
kahroldu. Divanın geri kalanını su gibi yuttu. Hacet namazı kılarak Allah’ın
kendisine ezelde tayin ettiği mürşidine tâbî oldu. Ancak ne yazık ki ikibin
sayfa ilâhi yok olmuştu.
Derler
ki; Yunus’un suya atılan ilâhilerini balıklar, yele verilenlerini de melekler
durmadan söylerler.
Yunus
Emre Hazretlerinin Eskişehir’in dışında bulunan türbesi 1948 yılında yol
genişletme çalışmaları için kaldırılmak istendi. Ancak bir türlü başarılamadı.
Bunun üzerine yeni bir türbe yapılmasına karar verildi. Eskisinden yüz metre
ileriye bir türbe inşa edildi. Eski türbe açıldığında ortalığa mis gibi gül
kokusu yayıldı. Mübarek bedeni 700 senede hiç bozulmamıştı. Vasiyetinde:
-Beni
hocamın türbesinin girişine gömün... demişti.
Mürşidini
ziyarete gelenlerin kendisini çiğneyip geçerek ona ulaşmalarını sağlamak için
böyle vasiyet etmişti.
Günümüz
insanı, barışı savaşla sağlamak isteyenlere, dîndarlığı dîni kötülemek
sayanlara, ileri teknolojiyi doğanın tahribinde kullananlara samimi olarak dur
demek istiyorsa, bunun tek yolu vardır. O da Yunus Emre gibi, günümüzde görevli
olanların öğretisini öğrenmektir.
Yunus
Emre;
“Ben gelmedim dava için, benim işim SEVİ
için,
Dostun (Allah’ın) evi gönüllerdir, gönüller
yapmaya geldim.”
diyerek
insanlığı barışa, dostluğa, kardeşliğe çağırmıştır.
Yunus
Emre’nin hayatında gördüğümüz gibi, herkes Allah’a ulaşmayı dilemesi ile
birlikte mürşidine kavuşuyor. Birinci basamaktan, yirmisekizinci basamağa kadar
velâyet kademelerinde Allah’ın farz emirlerini yerine getiren kişi Yunus Emre
gibi salâha ulaşabiliyor. Herkese kardeş gözü ile bakabilen Yunus Emre’nin
sırrı, tasavvufu yaşamasında gizlidir.