Kıtal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kıtal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ekim 2015 Salı

KITAL

KITAL
         
            İslâm; sin, lâm ve mim kökünden türeyen bir kelimedir. Allah'a teslimi ve bu teslimlerin sonucunda sulh ve sükûna ulaşmayı, barışı ifade etmektedir. Bu derste; teslimi, barışı muhtevasına alan Allah'ın dîninin, kıtalle (savaşla) olan ilişkisi açıklanacaktır.
            Allahû Tealâ, insanı, ruh, nefs ve fizik vücut olmak üzere üç vücutla yaratmıştır. Allahû Tealâ, fizik vücudun yaratılışına ilişkin Hicr Suresi 26. âyet-i kerimede buyuruyor ki:

15/HİCR-26: Ve le kad halaknel insâne min salsâlin min hamein mesnûn(mesnûnin).
Andolsun ki; Biz insanı, “hamein mesnûn olan salsalinden” (standart insan şekli verilmiş ve organik dönüşüme uğramış salsalinden) yarattık.
          
             Allahû Tealâ, nefsle ilgili olarak Şems Suresi 7. âyet-i kerimede buyuruyor ki:
 
91/ŞEMS-7: Ve nefsin ve mâ sevvâhâ.
Nefse ve onu (7 kademede ahsene dönüşecek şekilde) sevva edene (dizayn edene) (andolsun).
 
            Allahû Tealâ, ruhla ilgili olarak Secde Suresi 9. âyet-i kerimede buyuruyor ki:

32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh(efidete), kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem'î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.

          Allahû Tealâ, üç vücudla yarattığı insana serbest irade vermiş ve aklı ihsan etmiştir. İnsana üfürülen ruh; tekâmülün en üst noktasında yaratılmış; tamamen nurdan müteşekkil, 19 tane haslet ile mücehhez ve Allah'ın insandaki temsilcisidir. Nefs ise; tamamen karanlıklardan müteşekkil, 19 tane afetle mücehhez, şeytanın insandaki temsilcisidir. Fizik beden ise; nefs ve ruhun mekânıdır ve sadece bir araçtır. İnsanın iç dünyasında her zaman bir kavga vardır. Bu evrensel kavga; nefsle, ruh arasında gerçekleşmektedir. Kişinin dışındaki bütün insanlar, o kişi için bir aynadır. O insanlarda, kendisini görmektedir. İnsanlarla olan ilişkilerde nefsani davranıldığı zaman, kavga tezahür etmektedir. Ruhun talep ve istikametinde davranmak; başkaları için yaşamayı ifade etmektedir.
          Allahû Tealâ, yarattığı insanın mutlu olmasını istemektedir. Allah'ın insanlardan istediği mutluluk, iki etapta gerçekleşen bir olgudur: Ahiret saadeti ve dünya saadeti. Her şeyi insanın lehine vaazeden Allahû Tealâ,  sonsuz ahiret saadetini çok kolay bir sebebe bağlamıştır. Bir talep: “Dünya hayatını yaşarken Allah’a ulaşmayı dilemek” Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, sahâbesi ile yaptığı sohbette: "İsteyen cennete gider, istemeyen gitmez." buyuruyor. Sahâbe: “Bu kadar kolay mı?” dediğinde, “Evet, bu kadar kolay... Ahiret saadetini isteyen alır, istemeyen almaz.” buyuruyor. İşte; Allahû Tealâ, bir insanın ahiret hayatında cennete gidebilmesini, hayattayken Allah'a ulaşmayı dilemesine bağlamaktadır. Kim dünya hayatını yaşarken ruhen Allah'a ulaşmayı dilerse, Allah, ahiret hayatında o kişiyi cennetine almayı garanti etmektedir.
          Hayatta olaylar yaşanmaktadır. Olaylarda insan vardır; diğer insanlar vardır ve Allahû Tealâ vardır. Mutluluğun bir vasıtası olan diğer insanlar; kişi ile Allah arasındaki ilişkilerde bir ayna konumundadır. İnsan ile Allah arasında, her zaman olaylar gerçekleşmektedir. Allah'ın insana verdiği akıl da sebep ve sonuç ilişkilerine göre çalışmaktadır. İnsanlar; kendilerine tesir eden olayları değerlendirerek, olaylardan kendileri için Allah'ın muradının ne olduğunu düşünebilir. “Allah'ın, bu olaylarla muradı nedir?” şeklinde soru sorabilirler. Allahû Tealâ, mekândan, zamandan münezzehtir ve yarattığı hiçbir mahlûkata ihtiyacı yoktur. Olay; ister Allah'ın takdiri ile, ister müsaadesiyle oluşsun, kökeninde sadece insanın mutluluğu vardır. Allahû Tealâ, kâinatı insan için yaratmıştır. Yarattığı bu mahlûkunun, en üst seviyede mutlu olmasını istemektedir. Allahû Tealâ, insan için dilediği mutluluğun, hem bu dünya hayatında, hem ahiret hayatında olmasını istemektedir. Ahiret hayatındaki mutluluğu; çok basit bir sebebe bağlamaktadır. “Yaşarken Allah'a ulaşmayı dilemek.” Dünya hayatındaki mutluluk ise; kesinlikle mürşide tâbî olmayı, ruhu Allah'a teslim etmeyi, fizik bedeni ve nefsi de Allah'a teslim etmeyi gerektirmektedir. Allahû Tealâ, insanların Tövbe-i Nasuh'la tövbe edip, salâha ulaşmasını da istemektedir.
          Ahiret saadetini elde edemeyen bir insanın, dünya saadetine ulaşması asla mümkün değildir. Nitekim; bugün bir anket yapıldığında, insanların mutlu olmak için çalıştıkları, mutluluğun peşinden koştukları, istisnasız; yaşı, cinsi, mesleği ne olursa olsun mutluluğu istemeyen hiç kimse olmadığı görülmektedir. Herkesin hedefi mutlu olmaktır. Allah'ın insan dışında yarattığı canlı ve cansız bütün mahlûkat; sadece insanın mutluluğuna hedeflenmiştir. Allahû Tealâ, her olayla sadece insanı mutlu etmek istemektedir. Ama; mutlu olmak isteyen insanların kendilerine seçtikleri yol ile Allah'ın insanlar için çizdiği mutluluk yolu farklıdır. İnsanlar, nefslerinin talepleri doğrultusunda mutluluğu ve huzuru, dünya mekânında aramaktadırlar. Allahû Tealâ, insanın aradığı mutluluk ve huzuru, nefsin talebi istikametinde değil, ruhun talebi istikametinde vaazetmiştir. Allahû Tealâ, ruhun talebine uymamızı istemekte ve dünya saadetini elde etmek isteyen kişiye de mutlaka mürşide tâbî olmasını buyurmaktadır. Ancak o zaman; Allah'ın, Allah'a ulaşmayı dileyenlere verdiği 12 tane ihsan gerçekleşmektedir. Allah'ın kişiye mürşidi göstermesiyle, mürşidin önünde tövbe edildiği zaman da Allah'tan 7 ni'met alınmaktadır. Ardından; dünya saadetini elde etmek üzere Sıratı Mustakim üzerindeki yolculuk başlamaktadır.
          Allahû Tealâ, Allah'a ulaşmayı dileyenlere birinci kat cenneti, mürşide tâbî olanlara da ikinci kat cenneti ihsan etmektedir. Ruhunu Allah'a teslim edene üçüncü kat cennet, fizik bedenini Allah'a teslim edene dördüncü cenneti vermesine rağmen, dünya saadeti gerçekleşememektedir. Dünya saadeti, fizik bedenin Allah'a tesliminde % 91 oranındaki nurlanma ile gerçekleşmektedir. Ama; henüz geride %9’luk karanlık bir kısım bulunmaktadır. Dünya saadetinin tamamı; kişinin daimî zikre ulaşıp, nefsini Allah'a teslim etmesiyle tahakkuk etmektedir. Allahû Tealâ’nın; insandan yapmasını istediği bütün emirlerin hepsi, yaratılışta ruhun kalbinde mevcut olan 19 hasletten kaynaklanmaktadır. Allah'ın yasak ettiği fiillerin hepsi, ruhun asla yapmak istemediği şeylerdir. Yani ruhun talebi, % 100 Allah'ın emirlerini yerine getirmek, %100 Allah'ın yasaklarına uymaktır. Allahû Tealâ, ruhu bu standartlar içerisinde yaratmış ve insana üfürmüştür. Allah'ın insan için istediği mutluluk, ruhun talebi istikametindedir. İnsan; ruhun talebine uymak istiyorsa, Allah'ın bütün emirlerine ve yasaklarına % 100 itaat etmelidir.
          Şeytanın temsilcisi olan nefs, devreye girmekte ve şeytandan aldığı telkinlerle Allah'ın emirlerine karşı çıkmaktadır. Nasıl karşı çıkar? Allah; nasıl insanın, ruhun talebine uymasını istiyorsa, iblis de hep nefsin talebine uymasını istemektedir. Allahû Tealâ: "Ruhen Allah'a ulaşmayı dileyin." buyurmaktadır. İblis de, "Ruhun Allah'a ulaşması yoktur. Ruh vücuttan çıkınca kişi ölür, ‘irciî’ emri bir ölüm emridir." demektedir. Allah, insanların mürşide tâbî olmalarını istemekte, iblis ise; nefse tesir ederek, "İnsanlar mürşide tâbî olmadan da cennete gidebilir. Kul ile Allah arasına hiç kimse giremez. Allah'a ulaştıran mürşid yoktur." demektedir. Allah'ın emirlerine isyan eden iblisin; nefse tesir ederek, insanlara yaptırmak istediği şeyler Kur'ân âyetlerine aykırıdır. Allah'ı temsil eden ruhla, şeytanı temsil eden nefs arasında daima, evrensel kavga bulunmaktadır. Bu kavga, ruhla nefsin kavgasıdır. İşte; bu dünya hayatını yaşayan fizik beden, ikisinin savaş alanıdır. Bir yerde savaş varsa, sulh ve sükûn yoktur. Kaos vardır, mutluluk yoktur. Ruhla, nefsin savaş alanı olan fizik bedenin; bu dünyada, hayatını saadet içerisinde geçirebilmesi, üzerindeki kavganın bitmesine bağlıdır. Tekâmülün en üst noktasında yaratılan ruhun, negatif istikamette değişmesi zaten mümkün değildir. Bu durumda; değişmesi gereken, nefstir. Allahû Tealâ da; insandan nefsini değiştirmesini istemektedir.
          Yaratılışın gayesi, Allah'a kul olmaktır. Kulluğa giden yol, 28 basamaktan oluşmaktadır. Allahû Tealâ, 14. basamakta nefsin kalbine îmânı yazmaktadır. 21. basamakta kalbe %51 nur ulaşmakta ve 25. basamakta (fizik beden Allah'a teslim edildiği zaman) nefsin kalbinde % 91 nur oluşmaktadır. Daimî zikirde nefsin manevi kalbi % 100 nurlandığı zaman; artık nefsle ruh arasında kavga bitmektedir. Sulh ve sükûn vardır. Çünkü; ruh ne istiyorsa nefs de aynı şeyleri istemekte, ruh neyi yapmak istiyorsa nefs de aynı şeyi yapmak istemektedir. Artık şeytanın, insana hiçbir olumsuz tesiri yoktur ve bu dünya insan için bir cennet olmaktadır. İşte Allahû Tealâ, insanın huzur ve mutluğunu, içindeki kavganın bitmesine bağlamaktadır. Bu kavganın bitmesi ise; insanın ruhun talebine uyması, Allah'ın %100 emirlerini yerine getirmesi ve %100 yasaklarına uymasıyla gerçekleşmektedir. Kıtal, bu evrensel kavganın bitmesinde sadece bir vasıtadır. Allahû Tealâ, Tevbe Suresi 111. âyet-i kerimede buyuruyor ki:

9/TEVBE-111: İnnallâheşterâ minel mu’minîne enfusehum ve emvâlehum bi enne lehumul cenneh(cennete), yukâtilûne fî sebîlillâhi fe yaktulûne ve yuktelûne va’den aleyhi hakkan fît tevrâti vel incîli vel kur’ân(kur’âni), ve men evfâ bi ahdihî minallâhi, festebşirû bi bey’ıkumullezî bâya’tum bih (bihî), ve zâlike huvel fevzul azîm(azîmu).
Allah muhakkak ki; Allah yolunda savaşan, böylece öldüren ve öldürülen mü'minlerden onlara verilecek cennet karşılığında, canlarını ve mallarını satın almıştır. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'ân'da, O'nun (Allah'ın) üzerine hak olan vaaddir. Allah'tan daha çok ahdine vefa eden kimdir? O'nunla yaptığınız alışveriş ile sevinin! Ve işte o, en büyük fevz (mükâfat)dir.

          Allah yolunda öldürülenlerin ulaştığı nokta, şehitliktir. Şehitliğin tahakkuku, o mü'minin Allah yolunda olan bir savaşta öldürülmesiyle gerçekleşmektedir. Allahû Tealâ, Allah yolunda savaşa ne zaman izin vermektedir? Bu sorunun cevabı için; Kur'ân-ı Kerim incelenerek, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz ve sahâbenin zamanına gitmek gerekmektedir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)'den önce cahiliye dönemi vardı. İnsanlar, hep nefse tâbî bir ahlâkı yaşıyorlardı. Böyle olunca da birbirine düşman gruplar birbirleriyle çarpışmaktaydı. Soygunlar gerçekleşiyor ve kız çocuklar diri diri gömülüyordu. Bu şekilde insanların birbirleriyle olan kavgaları incelendiğinde; Allahû Tealâ’nın: "Haksız yere adam öldürenlerin gideceği yer cehennemdir." emri görülmektedir. Cahiliye dönemindeki kavgaların temelinde, iblisin talebi bulunmaktadır. İblis, insanların kendisiyle birlikte cehenneme gitmesini istemektedir. Bu isteği, en çabuk şekilde gerçekleştirmeyi hedeflemektedir. Bunun için de; insanların birbirlerini öldürmesi gereklidir. Mal soygunlarına bakıldığında; haksız yere zulüm gerçekleştiği görülmektedir. Bu da; zulmün en üst noktaya çıkması demektir. Kız çocuklarının diri diri gömülmesi de, zaten cahiliye âdetinin başka bir görüntüsüdür.
          Allahû Tealâ, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz'i, hidayetle vazifeli kılmıştır. O, ruhu temsil etmektedir. O'nun talebi ruhun talebidir. O'nun icraatı, ruhun icraatıdır. Sahâbenin hepsi Allah'a ulaşmayı dilemiş, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olup, nefs tezkiyesine başlamışlardır. İşte burada; Allah'a âsi olan iblis devreye girmektedir. Niçin devreye girmektedir? Çünkü; o güne kadar cahiliye devrini yaşayan insanların içerisinde, Allah'ın düşmanı olan iblise isyan eden kimse yoktu. Dolayısıyla; iblis insanlara isteklerini çok rahat yaptırabilmekteydi. Allahû Tealâ, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz'i vazifeli kılıp ve O; iblise isyan edince, iblis hemen duruma el koymak istedi. Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz; insanlardan, farz olan Allah'a ulaşmayı dilemelerini istemekte, iblisin en baş tayfası ise putlara tapmaktaydı. Peygamber Efendimiz (S.A.V.); ruhun talebi istikametinde mürşide tâbî olunmasını, istiyor. İblisin tayfası ise: “Kübera ve sâdatların emaniyye bilgileri söz konusu” diyor. Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, Allah'tan aldığı emirle ruhun Allah'a teslim edilmesini istiyor. İblisin tayfası ise insanlara: “Biz, böyle bir şeyi atalarımızdan, babalarımızdan görmedik.”' dedirtiyor. Dolayısıyla; bu cahiliye âdetlerini sürdüren iblisin en baş tayfası, dört elle sarıldıkları dünya hayatının elden gitmemesi için Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e karşı çıkıyorlar.
          Mü'minler; ilk dönemlerde çok sıkıntı çekmişlerdir. Çünkü; başlangıç noktasında bir tek Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz ve O'na inanan küçük bir grup bulunmaktaydı. Ama küffar güruhu, onları bir “hiç” olarak görmekteydi. Kuvveti kendilerinde gören küfür güruhu, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e ve O'na tâbî olanlara, olmadık eziyetler yapmaktaydı. Allahû Tealâ, barış dîni olan, Allah'ın teslim dînini gerçekleştirmek üzere vazifeli olan Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz'e, asla savaşmak istikametinde izin vermemekteydi. Allahû Tealâ'nın; Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e verdiği emir, hicret emriydi. Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve yakın arkadaşları; Allah'ın emrini yerine getirmek için hicret ettiler. Kur'ân-ı Kerim; Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olan sahâbenin iki gruptan oluştuğunu, onların muhacirin ve ensar olduğunu ifade etmektedir. Muhacirin; Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olup, Medine'ye göç eden, O'nunla birlikte canlarını, mallarını Allah yoluna veren kişilerdir. Ensar ise; Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olan, kendileri ihtiyaç içinde olmasına rağmen, Medine'ye göç eden muhacirine yardım edenlerdir. Allahû Tealâ, sahâbenin Mekke'de kendi dînlerini yaşamalarına mâni olunduğu için: "Yeryüzü Allah’ındır, dîninizi yaşamak üzere oradan çıkın." buyurmuştur. Ama kafirler, onları orada da rahat bırakmamıştır. Küfür güruhunun Allah yolunda olanlarla ilişkisi; onları öldürmek, hapsetmek, onları yurttan çıkarmak şeklinde gerçekleşmekteydi. Bu hapis işlemi; Mekke'de gerçekleşmiştir. Yurttan çıkarma ise, hicretle devam etmiştir. Ama onunla da yetinmeyerek; sahâbeyi öldürmek istemişler, yani İslâm'ı boğmak istemişlerdir. İşte; Allahû Tealâ’nın kıtale (savaşa) izin vermesi, böyle bir sebebin sonucudur.
          Allah yolunda kıtal, Allah'ın âyetleri çerçevesinde insan hayatının korunmasıyla alâkalıdır. Allahû Tealâ, yeryüzünde ilk kan dökülmesini anlatan Mâide Suresi 27,28 ve 29. âyet-i kerimelerde buyuruyor ki:

5/MÂİDE-27: Vetlu aleyhim nebeebney âdeme bil hakkı iz karrebâ kurbânen fe tukubbile min ehadihimâ ve lem yutekabbel minel âhar(âhari) kâle le aktulennek (aktulenneke) kâle innemâ yetekabbelullâhu minel muttekîn(muttekîne).
Ve onlara Adem'in iki oğlunun haberini (kıssasını, aralarında geçen olayı) hakkıyla oku, Allah'a yaklaştıracak kurban sunmuşlardı, (Kurban) ikisinin birinden kabul edilir ve diğerinden ise kabul edilmez. (Kurbanı kabul edilmeyen) “Seni mutlaka öldüreceğim” dedi. O da, “Allah sadece takvâ sahiplerinden kabul eder.” dedi.
5/MÂİDE-28: Lein besadte ileyye yedeke li taktulenî mâ ene bi bâsitın yediye ileyke li aktulek(aktuleke), innî ehâfullâhe rabbel âlemîn(âlemîne).
Gerçekten, eğer sen, beni öldürmek için elini bana uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi sana uzatacak değilim. Muhakkak ki ben, âlemlerin Rabb'i olan Allah'tan korkarım.
5/MÂİDE-29: İnnî urîdu en tebûe bi ismî ve ismike fe tekûne min ashâbin nâr(nâri), ve zâlike cezâûz zâlimîn(zâlimîne).
Gerçekten ben, benim günahım ile kendi günahını yüklenmeni, böylece ateş halkından olmanı dilerim. Ve zâlimlerin cezası, işte budur.

          Adem (A.S)’ın iki oğlundan bir tanesi Habil, diğeri ise Kabil’dir. İkisi de Allah'a kurban vermişlerdir. Habil'in ki kabul edilmiş, Kabil'in ki ise kabul edilmemiştir. Kabil, Habil'e: "Seni öldüreceğim." demiştir. Allah'a teslim olmuş olan Habil ise: "Sen beni öldürsen de ben sana el kaldırmam." şeklinde cevap vermiştir. Kabil kardeşini öldürmüş, nefsi ona bu cinayeti işlettirmiştir. İşte; yeryüzünde ilk kan dökülmesi bu şekilde gerçekleşmiştir. Allahû Tealâ, Mâide Suresi 32. âyet-i kerimede buyuruyor ki:

5/MÂİDE-32: Min ecli zâlik(zâlike), ketebnâ alâ benî isrâîle ennehu men katele nefsen bi gayri nefsin ev fesâdin fîl ardı fe ke ennemâ katelen nâse cemîa(cemîan) ve men ahyâhâ fe ke ennemâ ahyen nâse cemîa(cemîan) ve lekad câethum rusulunâ bil beyyinâti summe inne kesîran minhum ba’de zâlike fîl ardı le musrifûn(musrifûne).
İşte bundan dolayı (Tevrat'ta) İsrailoğullarına şöyle yazdık; Kim bir kişiyi, bir kişi karşılığında olmaksızın veya yeryüzünde bir fesata karşılık olmaksızın öldürürse, muhakkak ki o bütün insanları öldürmüş gibidir. Kim de (bir kişinin hayatını kurtarmak suretiyle) yaşatırsa bütün insanları yaşatmış gibi olur. Ve andolsun ki Resûl'lerimiz onlara apaçık deliller ile geldi. Sonra da, şüphesiz onlardan birçoğu, bundan sonra gerçekten yeryüzünde aşırı giden müsrifler oldular.

          Allahû Tealâ, Mâide Suresi 32. âyet-i kerimede, kişinin nefsi doğrultusunda adam öldürmemesi için, yeryüzünde fesat çıkarmamış birini öldürmesini, bütün insanları öldürmüş gibi kabul etmiştir. Fesat, bir öldürme sebebidir. Allahû Tealâ, Kur'ân-ı Kerim'de, “fesat”ın, katilden büyük olduğunu ifade etmektedir. İşte; bu fesat çıkaranlar, zulmedenlerdir. Allahû Tealâ : "Sizinle savaşanlarla, size zulmedenlerle siz de savaşın." buyurmaktadır. Bu ifade, Nisâ ve Ra’d Surelerinde geçmektedir. Allahû Tealâ, Nisâ Suresi 167 ve 168. âyet-i kerimelerde buyuruyor ki: 

4/NİSÂ-167: İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).
Muhakkak ki inkâr edenler ve Allah'ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.
4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfire lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).
Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah'a ulaştıran Sıratı Mustakîm'e) hidayet edecek değildir.

          Allahû Tealâ, Ra’d Suresi 25. âyet-i kerimede diyor ki:
  
13/RA'D-25: Vellezîne yankudûne ahdallâhi min ba’di mîsâkıhi ve yaktaûne mâ emerallâhu bihi en yûsale ve yufsidûne fîl ardı ulâike lehumul la’netu ve lehum sûud dâr(dâri).
Onlar, misaklerinden sonra (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini teslim edeceklerine dair ezelde Allah'a misak verdikten sonra) Allah'ın ahdini bozarlar (ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini Allah'a teslim etmezler). Ve Allah'ın, O'na (Allah'a) ulaştırılmasını emrettiği şeyi keserler (ruhlarını Allah'a ulaştırmazlar). Ve yeryüzünde fesat çıkarırlar (başka insanların da Sıratı Mustakîm'e ulaşmalarına mani oldukları için fesat çıkarırlar). Lânet onlar içindir. Ve yurdun kötüsü (cehennem) onlar içindir.

          Allah yolunda kıtal; bir insanın mutluluğunu, huzurunu gerçekleştiren sistemin adıdır. Kişi mutlu olmak istemekte, ama iblisin en baş tayfası buna mâni olmaktadır. İşte; Allah: "Sizin mutluluğunuza mâni olanlara, siz de karşı çıkın." buyurmaktadır. İnsanın hayatiyetini idame ettirebilmesi, mutlaka Allah'ın kendisine teslim ettiği malların bu kişi tarafından kullanılmasına bağlıdır. Onun hayatı, bu istikamette katledildiği zaman yaşamı sona ermektedir. Allahû Tealâ diyor ki: "Siz de onlarla kıtal edin." Allahû Tealâ, bu istikamette, Bakara Suresi 216. âyet-i kerimede buyuruyor ki:

2/BAKARA-216: Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrehû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerrdir. Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz.
            
          İnsanlar arasında taraflar vardır: Allah'ın taraftarları ve şeytanın taraftarları. Allah'ın tarafında olanların; Allah yolunda kıtalleri (şartlar Allah'ın emrettiği istikamette gerçekleşirse), fesat çıkaranlara karşı söz konusudur. Aksi takdirde, Allahû Tealâ savaşa izin vermemektedir.
            Kişinin kıtali gerçekleştirebilmesi için,
1-  Yurdundan çıkartılması,
2-  Hayatına mâni olunması,
3-  Zulmün tahakkuk etmesi gereklidir.
          Allahû Tealâ, belirtilen şartlar oluşmadan, barış içinde yaşamak isteyen, savaş açmayan, kişiyi yurdundan çıkarmayan ve zulmetmeyen birileriyle, "Sen bizim gibi inanmıyorsun, düşünmüyorsun," gerekçesiyle savaşmaya izin vermemektedir. Çünkü; nefse uyarak bir insanın öldürülmesi, kişiyi katil yapmaktadır. Ruhun talebi istikametinde kişinin öldürülmesinde ise kişi, şehit olmaktadır.
          Kıtale iki cepheden bakmak gereklidir.
            1- Nefsle yapılan kıtal: Allahû Tealâ, insandaki nefsin taleplerini tamamen yok edip, onun yerine ruhun taleplerini ikame etmek istemektedir. Bunun gerçekleşmesi; evrensel kavgayı bitirmekle, kalbin tamamen % 100 nurla kaplanmasıyla mümkün olmaktadır. Allah; daima ruhun talebi istikametinde ve Kur'ân'ın dizaynı içerisinde bir hayat yaşanmasını istemektedir.
            2- Savaş yoluyla kıtal: Tövbe Suresi 111. âyet-i kerimede belirtildiği gibi, "Allah, mü'minlerden cennet karşılığında nefslerini ve mallarını satın almıştır. Onlar fîsebîlillah ölürler ve öldürürler." Allah'ın Tevrat'ta da, İncil'de de, Kur'ân'da da hak vaadi; “fisebilillah (Allah yolunda) olarak ölen ve öldürülenlerin fevzül azîme ulaşacaklarıdır.”
          Bir tarafta şehit olarak nefslerini ve mallarını teslim edenler; öbür tarafta ölmeden evvel ölerek, nefslerinin talepleri yerine ruhlarının taleplerini ikame ederek nefslerini ıslâh edenlerin ulaştığı netice… İkisi de aynı yerde birleşmektedir: ALLAH'TA…
            Allahû Tealâ, Nisâ Suresi 69. Âyet-i kerimede buyuruyor ki:

4/NİSÂ-69: Ve men yutiıllâhe ver resûle fe ulâike meallezîne en’amellâhu aleyhim minen nebiyyîne ves sıddîkîne veş şuhedâi ves sâlihîn(sâlihîne), ve hasune ulâike refîkâ(refîkan).
Ve kim, Allah'a ve Resûl'e itaat ederse, o takdirde işte onlar, Allah'ın kendilerine ni'met verdiği nebîlerle (peygamberlerle) ve sıddîklerle ve şehitlerle ve salihlerle beraberdirler. Ve işte onlar ne güzel arkadaştır.

            Allah razı olsun.