İrşad ve Mürşid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İrşad ve Mürşid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Nisan 2016 Cumartesi

İRŞAD YOLU – GAYY YOLU, TÂBÎİYET, İRŞAD VE MÜRŞİD

İRŞAD YOLU – GAYY YOLU, 
TÂBÎİYET, İRŞAD VE MÜRŞİD

7/A'RÂF-146: Seasrifu an âyâtiyellezîne yetekebberûne fîl ardı bi gayril hakkı ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minu bihâ ve in yerev sebîler ruşdi lâ yettehızûhu sebîlen ve in yerev sebilel gayyi yettehızûhu sebîl(sebîlen), zâlike bi ennehum kezzebû bi âyâtinâ ve kânû anhâ gâfilîn(gâfilîne)
Yeryüzünde haksız yere kibirlenen kimseleri, âyetlerimizden çevireceğim. Bütün âyetleri görseler, ona inanmazlar. Eğer rüşd yolunu görseler, onu yol edinmezler. Ve gayy yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu; onların, âyetlerimizi yalanlamaları ve ondan gâfil olmaları sebebiyledir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu âyet-i kerime ile Bakara Suresinin 256 ve 257. âyet-i kerimeleri arasında bir illiyet rabıtası vardır. Her ikisi de irşad ve gayy yolundan ve neticelerinden bahsetmektedir. Âyet-i kerimelerde bahsedilen insanların, amelleri boşa gitmiştir. Ne kadar amel ederlerse etsinler, amellerinin pozitif derecatı amel defterlerinde görünmez. Kaybettikleri dereceler, kazandıkları derecelerden fazladır. Kimin kaybettiği dereceler kazandığı derecelerden fazlaysa, o kişinin gideceği yer cehennemdir (Mu’minun-103).
A’raf Suresinin 146. âyet-i kerimesi, insanların hayatta yapacakları seçimi en güzel şekilde anlatan âyetlerden bir tanesidir. Bu seçime dikkatle bakın. İrşad veya gayy yolunun seçilmesi, son derece önemlidir. İnsanlar, ya irşad yolunu seçerler; Allah’a ulaşırlar, Allah’ın dostu olurlar ya da gayy yolunu seçerler; şeytanın, tagutun dostu olurlar. Ya Allah’ın yolunu seçerek kalpleri nurla dolar, Allah’ın evliyası olurlar ya da şeytanın yolunu seçerek kalpleri kapkaranlık olur ve cehenneme giderler.
Bu muhteva içerisinde olaya baktığımız zaman irşad yoluyla gayy yolunun, birbirinden ne kadar farklı sonuçlar oluşturduğunu görüyoruz.
Kişi, irşad yolunu seçerse şükredenlerden olur. Allah’a ulaşmayı diler ve dilediği andan itibaren de cennetini kurtarmış olur. Mürşide ulaşmakla, nefs tezkiyesi başlar. Tezkiyeye ulaşmak, ruhu Allah’a ulaştırmaktır. İrşad yolunu seçenler; nefslerini tezkiye edenler, ruhlarını Allah’a ulaştıranlar, fizik vücutlarını Allah’a kul edenlerdir. Gidecekleri yer cennettir (Fecr-27, 28, 29, 30). İrşad yolunu seçenlerin ruhu, vücuttan ayrılınca gerçek bir yol başlar: Sıratı Mustakîm.
Ruhun Sıratı Mustakîm’i, ruhu Allah’a ulaştıran yolun adıdır.
Fizik vücudun Sıratı Mustakîm’i, fizik vücudu şeytana kul olmaktan kurtarıp, Allah’a kul edecek yoldur, bir  kemâlât, olgunlaşma yoludur. Fizik olarak yükselten değil; fiziğin ötesi olarak, yücelten bir yoldur.
Aynı noktada başlayıp, fizik vücudun tesliminden sonra da devam eden bir başka Sıratı Mustakîm, nefsin Sıratı Mustakîm’idir. O da fizik değildir. Fiziğin ötesinde, yükselten değil, yücelten bir yoldur. Kemâlât derecelerinde olgunlaştırıp, kemâlâtın en üst noktasına ulaştırır. Nefsteki bütün afetleri yok eder. 
Ve iradenin Sıratı Mustakîm’i. Nefsin kalbinin müzeyyen olmasını ifade eden, son mertebeye ulaştıran manevî, nihaî bir yoldur. Fizik ötesidir. İradeyi de Allah’a teslim etmekle noktalanır.
Bütün güzelliklerin yaşanması, irşad yolunu seçmekle mümkündür. Ya irşad yolunu seçersiniz, Allah’ın bütün güzelliklerine ulaşırsınız ya da gayy yolunu seçersiniz ve gideceğiniz yer cehennem olur.
Gayy yolunu seçmek; cehenneme gitmek, yeryüzünde haksız yere kibirle dolaşmaktır. İrşad yolunu seçip, sizi irşada ulaştıracak olana tâbî olarak, önünde tövbe etmek farzdır. İrşad yolunu kendine yol olarak benimsememek, Allah’a ulaşmayı dileme noktasından başlar. Bu insanlar, Allah’a ulaşmayı dilemezler. Onlar, bir mürşidin önünde tövbe etmeyi; mürşidi, kendilerinden daha büyük kabul etmek mecburiyetinde olmak, olarak değerlendirmektedirler. Büyüklük ölçüleri, tekebbürlerinin bir gereği olarak, kendi dizaynları içinde şekillenmiştir. Allah, Kendi ölçülerinden bahsederken, onlar da kendi ölçülerine göre büyük olduklarını söylerler.
Tâbî olmamanın neticesi; gayy yolunu “yol” olarak benimsemektir. İrşad yolunu kabul etmeyen herkes, gayy yolundadır. Herkes doğuşundan itibaren fısktadır, dalâlettedir. Hiç kimse, mürşidin getirdiği hidayeti, dünya hayatında Allah’a ulaşmayı dilemeden dalâletten kurtulamaz.  Dalâlette kalan bir kişiye Allahû Tealâ’ nın mürşit göstermesi mümkün değildir. Allah, onlar hakkındaki ölçülerini veriyor:
“Onlar, âyetlerimizden gâfil olanlardır.”  
“Allah’a ulaşmayı dilemezler.”
“Mürşide ulaşmazlar.”
Tâbî olmadıkları için hiçbir zaman ruhları, vücutlarından ayrılıp da Allah’a doğru yola çıkmaz. Kaldı ki bu kibirlenenler derler ki: “İnsana hayat veren ruhtur. Azrail (A.S) gelir, ruhu alır. Hiç kimsenin ruhu, hayattayken, bu sebeple Allah’a ulaşamaz.” Yani yeryüzünde ne kadar Allah’ın evliyası varsa bu insanlar, külliyyen hepsini inkâr ederler. (Evliya, “ermiş” anlamıyla ifade edilir. Ruhuyla Allah’a ermiş. Ruhunu, ölmeden evvel Allah’a erdirmiş, ulaştırmış.)
Fizik vücutlarını, ahsen hale getirerek teslim etmeleri mümkün olmaz.
Nefslerini hiçbir zaman Allah’a teslim edemeyeceklerdir.
İrşada ulaşmaları hiçbir şekilde mümkün değildir. Ama kendi ilimleri ve kibirleri icabı, kendilerini mürşid saymaktadırlar. (Kibirlenenlere gök kapıları açılmaz. A’raf-40)
Bihakkın takvaya ulaşmaları, iradelerini Allah’a  teslim etmeleri de mümkün değildir.
Oysa ki;
Bütün sahâbe, ruhlarını Allah’a ulaştırmışlardır (Zumer-18).
Bütün sahâbe, fizik vücutlarını Allah’a teslim etmişlerdir.
Bütün sahâbe, nefslerini Allah’a teslim etmişlerdir.
Bütün sahâbe, irşada ulaşmışlardır.
Bütün sahâbe, iradelerini Allah’a teslim etmişlerdir.
Ve bu âyette geçen; irşad yolunu kendilerine yol edinmeyen, gayy yolunu yol edinenler, bunların hepsini inkâr edenlerdir. Ve dolayısıyla amelleri boşa gidenlerdir. Bu insanlar, kâinâtın her yerinde vardır ve fizik standartlarda üstün mevkilerdedirler (mütegallibe). Ve bu üstün mevkilerde olmaları sebebiyle, kendilerini kibirle üstün görmektedirler. Onun için Allahû Tealâ, o kibirlerinin Allah katında bir değeri olmadığını ifade için: “Haksız yere kibirle yeryüzünde yürümektedirler.” diyor. 
Mürşide ulaşmadıkları için îmânı artan mü’min olmaları mümkün değildir. Mü’min olmayı incelemek gereğini duymadıkları gibi, inceleyenlerin, Allah’tan Öğrenen’in söylediklerini de dikkate almazlar. O zaman küfürde ve dalâlette kalmak mecburiyetindeler. Ve ne yazık ki; gidecekleri yer cehennemdir. Allah’a kul olamazlar, hep şeytana kul olmakta devam ederler. Allah’ın âyetlerinden gâfil olanlar (gaflette olanlar), Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerdir (Yunus-7,8).
Her devirde, bu insanların bir kısmı da Allah’a ulaşmayı dilemenin, mürşide ulaşıp teslim olmanın, mutlaka ruhu Allah’a ulaştırmanın farkına varırlar. O farkına vardıkları Kur’ân gerçeklerini saklamaya başlarlar. Bir kısmı bilirler. Daha evvel yaptıkları açıklamalar, sonradan öğrendikleri bu hususlara ters düştüğü için onları açıklamaktan sarfınazar ederler, bilerek gizlerler. Onlar da başkalarının vebalini alanlar olarak, Allah’ın lânetine muhatap olurlar (Bakara-159). Ve bu sebeple, her devirde büyük halk kitleleri, onların doğru söylediğini zannederler. Bu yüzden insanların çoğunun gideceği yer ne yazık ki; bu kibir sahipleri sebebiyle, cehennemdir.  (2/BAKARA-256 – 257)

23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları), hafif gelirse işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.

89/FECR-27: Yâ eyyetuhen nefsul mutmainneh(mutmainnetu).
Ey mutmain olan nefs!
89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh(mardıyyeten).
Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!
89/FECR-29: Fedhulî fî ibâdî.
(Ey fizik vücut!) O zaman, (nefsini tezkiye ettiğin ve ruhunu Allah’a ulaştırdığın zaman Bana kul olursun) kullarımın arasına gir.
89/FECR-30: Vedhulî cennetî.
Ve cennetime gir.

7/A'RÂF-40: İnnellezîne kezzebû bi âyâtinâ vestekberû anhâ lâ tufettehu lehum ebvâbus semâi ve lâ yedhulûnel cennete hattâ yelicel cemelu fî semmil hiyât(hiyâti) ve kezâlike neczîl mucrimîn(mucrimîne).
Muhakkak ki âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara kibirlenenler; onlara gök kapıları açılmaz (ruhlarını hayatta iken Allah’a ulaştıramazlar). Deve (veya urgan) iğne deliğinden geçmedikçe cennete giremezler. Mücrimleri (suçluları) işte böyle cezalandırırız.

39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).

10/YÛNUS-7: İnnellezîne lâ yercûne likâenâ ve radû bil hayâtid dunyâ vatme'ennû bihâ vellezîne hum an âyâtinâ gâfilûn(gâfilûne).
Muhakkak ki onlar, Bize ulaşmayı (hayatta iken ruhlarını Allah’a ulaştırmayı) dilemezler. Dünya hayatından razı olmuşlardır ve onunla doyuma ulaşmışlardır ve onlar âyetlerimizden gâfil olanlardır. 10/YÛNUS-8: Ulâike me'vâhumun nâru bimâ kânû yeksibûn(yeksibûne).
İşte onların kazandıkları (dereceler) gereğince varacakları yer ateştir (cehennemdir).

7/A'RÂF-186: Men yudlilillâhu fe lâ hâdiye leh(lehu), ve yezeruhum fî tugyânihim ya’mehûn(ya’mehûne).
Allah kimi dalâlette bırakırsa, artık onun için bir hidayetçi (hidayete erdiren) yoktur. Ve onları azgınlıkları (isyanları) içinde şaşkın (bir halde) terkeder (bırakır).
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ, “Kimi dalâlette bırakmak isterse onu dalâlette bırakır.”
Allah, El Adl ve El Hakk esmasının sahibidir. Hakkın sahibinin hakkını çiğnetmediği gibi, hak sahipleri arasında adaleti mutlaka gerçekleştirir. Hak, sübjektif (enfüsî); adalet, objektif (afakî) bir faktördür. Allahû Tealâ, her ikisinin de sahibidir, hem afakî açıdan, hem enfüsî açıdan. Allah adalet ve hak mefhumlarının, yani insana ait olan hakların sahibidir. Böyle bir muhteva içerisinde “Allahû Tealâ’nın dalâlette bıraktığı bir insan, dalâlette olmayı haketse de, etmese de Allah isterse onu dalâlette bırakır” tarzında bir düşüncenin sahiplerine şu söylenmelidir: “Hayır! Allah, adaletin ve hakkın sahibidir. Hak sahibinin hakkını çiğnetmez, adaleti mutlaka yerine getirir. Allah’ın dalâlette bıraktığı insanlar, sadece dalâlette olmayı hakedenlerdir.” Bu insanlar, Allah’ın emirlerine karşı azgınlık etmiş, haddi aşmış, Allah’ın emirlerini çiğnemiş olanlardır.
Allahû Tealâ diyor ki: “Allah’a ulaşmayı dileyeceksiniz.” Dilemiyor kişi. Bunun tabii neticesi olarak mürşidine ulaşmıyor, tâbiiyetini gerçekleştirmiyor ve âmenû olmuyor, mü’min de olmuyor. Bunları seçmiyor ve dalâlette kalıyor. Allah onun için bir mürşid nasip etmemiştir. Yani o kişi gitse, herhangibir mürşide tâbî olsa o, sadece tâbî olduğunu zanneder, aslında tâbî olmaz.
Tâbiiyet, kişinin iç dünyasında vücut bulan bir sonuçtur. Sadece Allah’a ulaşmayı dileyip de Allah’ın 12 tane ihsan verdiği insanlar, 12 tane ihsanla Allah’ın gösterdiği mürşide ulaşıp da tâbiiyetlerini gerçekleştirirlerse, onların kalplerinin içine îmânı yazar. İhsanla tâbîiyet yoksa, Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir kişinin, elbette tâbî olması, onu mü’min kılamaz. İşte bu istikamette, 14 asır evvel münafıklar aynı şeyi yapmışlar, el öperek tövbe etmişler ancak Allah’ın yoluna girememiş, mü’min olamamışlardır (Hucurat-14).
Adaletli olan, hakkın sahibi olan, hakkı çiğnetmeyen Allahû Tealâ, dilediğini dalâlette bırakır ama dalâlette bıraktıkları, dalâlette kalmayı hakedenlerdir. İsyanları sebebiyle, Allah’a ulaşmayı dilemedikleri için, mürşidlerine ulaşmayı dilemedikleri için, ruhlarını Allah’a ulaştırmayı dilemedikleri için. Ama cehennem korkusuyla, “mürşidine ulaşan cennete gidiyormuş, ben de gideyim bir mürşide tâbî olayım” dese ve tâbî olsa onun tâbiiyeti geçerli değildir. Kalbindeki işlem gerçekleşmez. 
Tâbî olmayanlar için bir hidayetçi yoktur. Onların hidayete ermeleri söz konusu değildir ve dalâlettedirler. Hevalarını kendilerine ilâh edinenler, hidayetçilere, Allah’ın davetçilerine tâbî olmayanlardır ve dalâlettedirler (Casiye-23).
Bugünkü dîn ilminin temelinde bu vardır. Artık insanlar irşad makamını tamamen devreden çıkarmışlardır. “İrşad makamı yoktur, tâbiiyet yoktur. Bunların hepsi 14 asır evvel sona ermiştir.” demektedirler. Oysa ki Allahû Tealâ, kıyâmete kadar tâbiiyetin devam edeceğini söylüyor. Zaten tâbiiyet yoksa hidayet yoktur. Hidayet (ruhun hidayeti), tam 12 defa üzerimize farz kılınmıştır.
            “Onlara, onların içinde Allah’ın âyetlerini okusun, onları tezkiye etsin ve onlara kitap ve hikmeti öğretsin diye, ümmîler için onların aralarından resûl beas eden (vazifeli kılan, hayata getiren) O Allah’tır. Ondan evvel (bu resûle davetine icabet etmeden evvel) onlar, açık bir dalâlet içinde idiler.” (Cuma-2)
            “Andolsun ki mü’minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni’met olmak üzere kendi zamanlarında, kendi içlerinden bir resûl beas ederiz, onların aralarında (kendi kavminin içinde) onlara Allah’ın âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (resûle tâbî olmadan evvel) onlar açık bir dalâlet içinde idiler.” (Al-i İmran-164)
            Burada iki tane “arasında”, “içinde” var.
            1- fîhim: “Onların içinde olan”, içinden olan bir resûldür (Huzur Namazı’nın İmamı).
            2- enfusehim: Her kavimdeki resûllerden bir tanesidir ve onların içlerinden birisidir.
Öyleyse Allahû Tealâ, Al-i İmran Suresinin 164. âyet-i kerimesinde iki cepheden olaya bakmaktadır:
1- Başlarının üzerine ni’met olan kişi, Devrin İmamı olan Resûl’dür. O, Huzur Namazı’nın İmamı’dır.
2- Devrin İmamı, aynı zamanda kendi kavminin Resûl’üdür.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir Nebî idi. Kâinata, âlemlere rahmet olsun diye yaratılmıştı. Aynı zamanda Arap kavminin de Resûl’üydü. O, kavmin Resûl’ü olarak 4, Devrin İmamı (Nebî) olarak, 5 görevle vazifeliydi. Allahû Tealâ sadece bir tanesini değerlendirmiş olsaydı, o zaman ya “fîhim” (onların arasından birisi) veya “enfusehim” (onların nefslerinden, onların kişilerinden birisi) kullanacaktı. Oysa ikisini birden kullanmıştır. Devrin İmamı, sadece kendi kavminin değil, kâinatın Resûl’ü olarak, kendisine veya tayin ettiği kişilere tâbî olanlara, başlarının üzerine ni’met olarak gelir.
Al-i İmran Suresinin 164. âyet-i kerimesi, izahı da zor bir âyet-i kerimedir. “Fîhim” ve “enfusehim” kelimelerinin ardarda kullanılması, hem başlarının üzerinde ni’met olması hem sadece 4 görevle görevlendirilmesi... Bu bir tenakuz değildir. Herşeyi yerli yerine oturtursanız herşey, en güzele dönüşür.  

49/HUCURÂT-14: Kâletil a’râbu âmennâ, kul lem tû’minû ve lâkin kûlû eslemnâ ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum, ve in tutîûllâhe ve resûlehu lâ yelitkum min a’mâlikum şey’â(şey’en), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).
Araplar: “Biz âmenû olduk.” dediler. (Onlara) de ki: “Siz âmenû olmadınız (Allah’a ulaşmayı dilemediniz). Fakat: “Teslim olduk.” deyin. Kalplerinize (içine) îmân girmedi. Ve eğer Allah’a ve O’nun Resûlü’ne itaat ederseniz (Allah’a ulaşmayı dilerseniz), amellerinizden bir şey eksiltmez. Muhakkak ki Allah; Gafur’dur, Rahîm’dir.”

45/CÂSİYE-23: E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh(gışâveten), fe men yehdîhi min ba’dillâh(ba’dillâhi), e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) kıldı (çekti). Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?

62/CUMA-2: Huvellezî bease fîl ummiyyîne resûlen minhum yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Ümmîler arasında, kendilerinden bir resûl beas eden (görevlendiren) O’dur. Onlara, O’nun (Allah’ın) âyetlerini okur, onları tezkiye eder (nefslerini temizler), onlara Kitab’ı (Kur’ân-ı Kerim’i) ve hikmeti öğretir. Ve daha önce (resûle tâbî olmadan evvel) elbette onlar, sadece açık bir dalâlet içinde idiler.

3/ÂLİ İMRÂN-164: Le kad mennallâhu alel mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
Andolsun ki Allah, mü’minlerin (başlarının) üzerine (devrin imamının ruhu) bir ni’met olmak üzere (onların aralarında, kendi kavminin içinde) kendilerinden bir resûl beas eder. Onlara O’nun (Allah’ın) âyetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder ve onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel (resûle tâbî olmadan evvel) onlar gerçekten açık bir dalâlet içinde idiler.

4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfire lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).
Muhakkak ki inkar edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah'a ulaştıran Sıratı Mustakîm'e) hidayet edecek değildir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ diyor ki: “Innellezîne keferû, muhakkak ki onlar kâfirlerdir. ve zalemû, ve zalimlerdir.” Niçin zalimler? Başka insanların Allah’ın yoluna girmesini önledikleri için zalimler. Başka insanların Allah’ın yoluna girmesini önleyince onların hidayetine mani oluyorlar. Rad-25’de Allahû Tealâ’nın ifade ettiği gibi yeryüzünde fesat çıkartıyorlar. Allah’ın emirlerine itaatsizlik ediyorlar. Isyan ediyorlar Allahû Tealâ’nın emirlerine ve yeryüzünde fesat çıkartıyorlar bu sebeple. Ve başka insanların hidayetine mani oldukları için de Allahû Tealâ hükmünü koyuyor “Onlar zalimdirler.” diyor. Başkalarına ve kendilerine zulm ederler. Başkalarına mani oldukları için kendilerine de zulm etmiş oluyorlar. “Innellezîne keferû ve zalemû muhakkak ki onlar kâfirdirler ve zalimdirler. Lem yekunillâhu li yagfire lehum, Allah onlara mağfiret etmez.” diyor Allahû Tealâ. Allah onların günahlarını sevaba çevirmez. Allah olara mağfiret etmez onların günahlarını sevaba çevirmez.
Eğer başka insanlar da yola girmiş olsalardı, bunlar da yola girmiş olsalardı yani Allah’a ruhlarını ulaştırmayı dileselerdi, mürşidlerine ulaşıp tâbî oldukları anda onların bütün günahlarını Furkan Suresinin 70. âyet-i kerimesi gereğince Allah sevaba çevirecekti. Ne diyor Allahû Tealâ Furkan-69’da cehenneme gidecek olanlardan bahsediyor. Furkan-70’de ne diyor Allahû Tealâ? Diyor ki: “Ama kim tövbe ederse mürşidin önünde yapılan bir tövbe onlar hariç diyor. Onlar cehenneme gitmezler. Onlar mü’min olurlar diyor birinci işaret. Onlar amilüssalihat yapmaya başlarlar diyor, nefs tezkiyesi yapmaya başlarlar diyor ikinci işaret. Onların bütün günahlarını bütün seyyiatlerini, Allah hasenata çevirir, sevaba çevirir yani onların bütün negatif derecelerini, nakıs derecelerini, kaybettikleri derecelerini Allah zahid derecelere  pozitif derecelere, kazanç derecelere çevirir yani onların günahlarını sevaba çevirir.” diyor Allahû Tealâ Furkan-70’de ve 71’de de diyor ki: “Onların ruhları tövbeleri kabul edilmiş bir halde Allah’a ulaşır.”

25/FURKAN-70: Illâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet gönderendir).
25/FURKAN-71: Ve men tâbe ve amile sâlihan fe innehu yetûbu ilallâhi metâbâ(metâben).
Ve kim (mürşidi önünde) tövbe eder ve salih amel (nefs tezkiyesi) işlerse, o taktirde muhakkak ki o, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a ulaşır (hayattayken ruhu Allah’a ulaşır).

Işte sevgili kardeşlerim, görüyorsunuz ki Allah ile olan ilişkilerimizde her şeyin en güzel olması söz konusu. Şimdi bu insanlar yola girmedikleri için mürşidlerinin önünde tövbe de etmiş değiller. Tabiî günahları da sevaba da çevrilmiş değil. “Allah onlara mağfiret etmez yani onların günahlarını sevaba çevirmez.” diyor. Ve onları Sıratı Mustakîm’e de ulaştırmaz diyor. “ve lâ li yehdiyehum onları ulaştırmaz tarîkâ.”
Sevgili kardeşlerim tarik, Tarîki Mustakîm’i ifade ediyor burada. Sıratı Mustakîm 4 sebilden oluşur. Birinci sebîl yataydır. Kişinin tövbe ettiği yerle ana dergah, devrin imamının dergahı, arasındaki yatay yolu ifade eder. Burada Tarîki Mustakîm başlar. Tarîki Mustakîm, 7 tane gök katını aşan bir yoldur. Bu 7 tane gök katını aşan yol 7. kata kadar ulaşır. Bundan sonra yeni bir yatay yol başlayacaktır. Birinci âlemden 7. âleme kadar ve bu yeni yolun dizaynı içerisinde her şey adım adım sonuçlanacaktır. Soldan sağa doğru yedi tane âlem geçilir Sıdretül Münteha’ya ulaşılır, yatay bir yoldur üçüncü sebil. Ve dördüncü sebîl dikey bir yoldur. Sıdretül Münteha’dan Allah’a kadar ulaşır. Ruh Allah’a ulaştıktan sonra Allah’ın Zatında kaybolur, yok olur. Kişi fenâ fillah olur. Allah’ın Zatında fani olur, Allah’ın evliyası olur.
Işte burada Allahû Tealâ “Onu Tarîki Mustakîm’e ulaştırmaz diyor. Sebîlleri, birinci sebîli aşarak Tarîki Mustakîm’e ulaşmasına Allahû Tealâ müsaade etmez.” diyor. Eğer tâbî olsaydı mürşidine hem Allahû Tealâ onların günahlarını sevaba çevirecekti hem de onları Sıratı Mustakîm’e mutlaka ulaştıracaktı. Tâbî olanların mutlaka Sıratı Mustakîm’e ulaştıkları Nebe-38 ve 39’da kesinleşiyor. Nebe-38, mürşidin önünde yapılan bir tövbe, 39’da bunun üzerine yolan çıkan ruhun Allah’a ulaşması.

78/NEBE-38: Yevme yekûmur rûhu vel melâiketu saffâ(saffen), lâ yetekellemûne illâ men ezine lehur rahmânu ve kâle sevâbâ(sevâben).
Melekler (arşı tutan melekler), saf saf olarak ve ruh (devrin imamının ruhu) oradadırlar. Kendisine Rahmân’ın izin verdiğinden başka kimse konuşamaz. Ve sevap söyler (günahların sevaba çevrilmesini müjdeler).
78/NEBE-39: Zâlikel yevmul hakk(hakku), femen şâettehaze ilâ rabbihî meâbâ(meâben).
Işte o gün (mürşidin eli Hakk’a ulaşmak üzere öpüldüğü ve ona tâbî olunduğu gün), Hakk günüdür. Dileyen (Allah’a ulaşmayı dileyen) kişi, kendisini Rabbine ulaştıran (yolu, Sıratı Mustakîm’i) yol ittihaz eder (edinir). (Allah’a ulaşan kişiye Allah), meab (sığınak, melce) olur.

30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ: “Allah’a ulaşmayı dileyerek takva sahibi olun.” diyerek en önemli olaydan bahsetmektedir. Allah’a yönelmek, Allah’a ruhu hayatta iken ulaştırmayı dilemek demektir. Allah’a ulaşmayı dilemek Kur’ân’ın OLMAZSA OLMAZ şartıdır. Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişinin cennete girmesi mümkün değildir. (10/YUNUS-7 – 8)
Allah’a yönelenler, Allah’a ulaşmayı dileyenler ve böylece takva sahibi olanlar söz konusudur.
Allah’a yönelmek Allah’ın bir farz emridir. Kim Allah’a ulaşmayı dilerse 1. takvanın sahibi olur. 7 kademeli takvadan birincisi Allah’a ulaşmayı dileme takvasıdır.
Buradaki namaz, hacet namazıdır. Allahû Tealâ 7 furkanı verdikten ve o kişiyi gören, işiten, idrak eden hale getirdikten sonra kişinin hacet namazını kılması, mürşidini huşûya ulaşarak Allah’tan talep etmesi lâzımdır. Allahû Tealâ, bu namazın ikame edilmesini böylece müşriklerden olunmamasını emretmektedir.
Çünkü kim Allah’a ulaşmayı dilemezse o mutlaka şirktedir.
Rum Suresinin 32. âyet-i kerimesi o şirki anlatmaktadır.

30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allah’a yönelenler tek bir fırkayı, mü’minleri oluştururlar. Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerse, dînde fırkalara ayrılanlardır ve onlar geriye kalan bütün inanç gruplarını oluştururlar. Allah’a ulaşmayı dilemezlerse, takva sahibi olmazlarsa onlar müşriklerden olacaklardır. Şirkte oldukları için gidecekleri yer cehennemdir.
Bugün Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin 72 tane fırkasından bahsedilmektedir. Ama aynı fırkaların içinde Allah’a ulaşmayı dileyen küçük birer azınlık hepsinin içinde mevcuttur. Onlar fırkalara ayrılmayan, takva sahipleridir. Allahû Tealâ sadece iki grup insanın olduğunu ifade etmektedir:
1- Allah’a ulaşmayı dileyenler, takva sahibi olanlar.
2- Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, takva sahibi olmayanlar.
Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dileyip de tek bir fırkada olanları, müşriklerden olmayanları Sebe Suresinde mü’minler olarak anlatmaktadır:

34/SEBE-20: Ve lekad saddaka aleyhim iblîsu zannehu fettebeûhu illâ ferîkan minel mûminîn(mûminîne).
Ve andolsun ki iblis, onlar üzerindeki zannını (hedefini) yerine getirdi. Böylece mü’minleri oluşturan bir fırka (Allah’a ulaşmayı dileyenler) hariç, hepsi ona (şeytana) tâbî oldular.

Bu âyette, şirkte olanlar olarak vasıflandırılanlar, fırkalara ayrılmış olanlardır. Fırkalara ayrılmayanlar, şirkte olmayanlar sadece Allah’a yönelerek Allah’a ulaşmayı dilemiş olanlardır. Kim Allah’a yönelirse o, Allah’a ulaşmayı dileyen kişidir. Allah’a yönelmekle Allah’a ulaşmayı dilemek aynı şeydir.
Şura-13 Allah’a yönelmenin Allah’a ulaşmayı dilemek olduğunu ispat etmektedir.  (42/ŞÛR–13)

31/LOKMÂN-15: Ve in câhedâke alâ en tuşrike bî mâ leyse leke bihî ilmun fe lâ tutı’humâ ve sâhibhumâ fîd dunyâ magrûfen vettebi’ sebîle men enâbe ileyy(ileyye), summe ileyye merciukum fe unebbiukum bi mâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).
Ve bilgin olmayan bir şey hakkında, şirk koşman için seninle mücâdele ederlerse, ikisine de itaat etme! Ve dünyada onlara güzellikle sahip ol. Bana yönelenlerin (ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenlerin) yoluna tâbî ol. Sonra dönüşünüz Banadır. O zaman yaptığınız şeyleri size haber vereceğim.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ’nın Lokman-13’te ifade ettiği şirk Rum Suresinin 31 ve 32. âyetlerindeki şirktir. Şirkten kurtulmak için Allah’a ulaşmayı dilemek temel farzdır. “Bana yönelenlerin yoluna tâbî ol” ifadesi ile “Sonra dönüşünüz Banadır” ifadesi ölümden sonra bana döneceksiniz demektir. “Bana yönelenlerin yoluna tâbî ol” Bana ulaşmak için yola çıkanların yoluna tâbî ol, demektir. Çünkü Allahû Tealâ Şura Suresinin 13. âyet-i kerimesinde diyor ki: (42/ŞÛR–13)
Öyleyse burada Allahû Tealâ: “Sonra dönüşünüz, Banadır.” diyerek bütün insanların dönüşünün Kendisine olduğunu ifade etmektedir. Bu dönüş ölümden sonraki dönüştür. Kişinin ruhunu ölmeden evvel Allah’a ulaştırması ile ruhun ölümden sonra Allah’a dönüşü aynı şey değildir. Ölmeden evvel Allah’a ulaşmak hidayete ermektir.

13/RA'D-27: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbih(rabbihi), kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî ileyhi men enâb(enâbe).
Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
          Bu âyet-i kerimede kâfirlerin Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den mucize istemeleri söz konusudur. Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in onlara cevap olarak: “Allah dilediğini dalâlette bırakır, dilediğini hidayete erdirir.” demesini istemektedir.
          Allah’ın dilediğini dalâlette bırakması, Allah’a yönelen (ulaşmayı dileyen) kişiyi   ise Kendisine ulaştırması, yani hidayete erdirmesi söz konusudur. Başta bütün insanlar fısktadır, dalâlettedir, küfürdedir. Hiç kimse dalâlete sonradan düşmez. Kişi, Allah’a ulaşmayı dilediği andan itibaren dalâletten kurtularak hidayete adım atmıştır. Eğer kişi, hidayete erdikten sonra tekrar dalâlete düşerse, o zaman tekrar fıska düşer.
          Bir kısım insanlar ruhlarını Allah’a ulaştırmayı yani dalâletten kurtulmayı dile-mezler. Bunun mânâsı Allah’ın da onları hidayete erdirmeyi dilememesidir. Allah’ın onları içinde bulundukları dalâlette bırakması hep yanlış anlaşılmaktadır. Bu kişiyi Allah dalâlete düşürmemiştir. Bütün insanlar doğuşlarından itibaren zaten dalâlettedirler. Allah onları kendi dalâlet hallerinde bırakır. Onlarla ilgilenmez. Onlar hiçbir zaman dalâletten kurtulamayacaklardır. Onlar her zaman dalâlette kalacaklardır. Allah, onları hidayete erdirmeyecektir. Ama kim de Allah’a ulaşmayı dilerse Allah onları mutlaka hidayete erdirir.
          Kim dalâlette kalmayı istiyorsa, hidayete ulaşmayı, Allah’a ulaşmayı dilemiyorsa o, Allah’ın dâlalete düşürdüğü değil, dalâlette bırakmayı dilediği kişidir. O kişi, Allah’a ulaşmayı inkâr ettiği ve başka insanları da (bir evvelki âyetteki gibi) Allah’ın yoluna ulaşmaktan men ettiği için Allah’ın hidayete ermesini dilemediği, dalâlette kalmasına müsaade ettiği kişidir.

8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kim âmenû olursa ve bunun sonunda Allah'a karşı takva sahibi olursa, Allah, o insanlara doğruyu yanlıştan ayırma özelliği verir. Buna rağmen nefsin tesiri altında insanlar yine yanlışları, hataları işleyeceklerdir; ama en azından, doğruyu yanlıştan ayırma özelliğinin sahibi olacaklardır. Doğru yanlıştan ayırılırsa, Allah'ın emirlerine mutlaka itaat artar, Allah'ın yasak ettiği fiiller işlenmez. Böylece kişi, Allah'a şu veya bu olayda ihanet etmemiş olur. Bir başka ifadeyle, mürşide ulaşmadan evvel, bir insan nefsini kendine ilâh ediniyordu. Çünkü Allah'ın emirleri ona güç geliyordu ve gerçekleştirmiyordu. Böylece o emri veren Allah'a değil, o emre karşı gelen nefsine itaat ediyordu ve nefsini o olayda Allah'ın yerine koyuyordu:

45 / CÂSİYE - 23: E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh(gışâveten), fe men yehdîhi min ba’dillâh(ba’dillâhi), e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Bu durumda Allah'tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?

Bu muhteva içerisinde insanların güzele ulaşması için, doğruyu yanlıştan ayırması lâzımdır. İşte burası, kişinin Allah'a ulaşmayı dilediği noktadır. Çünkü âyet-i kerime: "Ve sizler takva sahibi olun" diyor. Olduğunuz andan itibaren Allahû Tealâ, sizi öyle bir noktaya ulaştıracak ki; günahlarınızı örtecek. Kalbinizin mührünü açacak küfür kelimesini ve ekinneti alacak ve yerine ihbat koyacaktır. Kalbinize konulan ihbat, furkandır. Mü'min olacaksınız. İrşad makamına tâbî olduğunuz an, 7 tane ni'met almanız söz konusu. Bu ni'metlerden bir tanesi, günahlarınızın sevaba çevrilmesi ve Allah'ın 1'e 10 yerine 1'e 100 vermeye başlamasıdır:

2 / BAKARA - 261: Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seb’a senâbile fî kulli sunbuletin mietu habbeh(habbetin), vallâhu yudâifu li men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her sünbülünde (başağında) yüz adet tane (tohum) olmak üzere, yedi sünbül (başak) veren bir tek tohumun durumu gibidir. Allah, dilediği kimse için (onun rızkını) kat kat artırıp verir. Ve Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.

Böylece nefs tezkiyesi başlar. Tövbe merasimi sırasında ikisi birden gerçekleşir:

25 / FURKÂN - 70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü'min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur'dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm'dir (rahmet nuru gönderendir).

Nefsin kalbinde faziletler biriktiği sürece o kişi, nefs tezkiyesini adım adım gerçekleştirecektir. Nefs tezkiyesi boyunca hedefe yürümek söz konusudur. Nefs tezkiyesi boyunca devamlı, Allah'ın âyetlerine, Allah'ın emirlerine daha çok itaat, yasak ettiklerini işlememek konusunda daha büyük başarı söz konusu olacaktır. Ve yine doğruyu yanlıştan ayırma özelliği "furkan" kelimesiyle ifade edilmektedir.

57/HADÎD-16: E lem ye’ni lillezîne âmenû en tahşea kulûbuhum li zikrillâhi ve mâ nezele minel hakkı ve lâ yekûnû kellezîne ûtûl kitâbe min kablu fe tâle aleyhimul emedu fe kaset kulûbuhum, ve kesîrun minhum fâsikûn(fâsikûne).
Allah’ın zikri ile ve Hakk’tan inen şeyle (Allah’ın nurları ile), âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) kalplerinin huşû duyma zamanı gelmedi mi? Kendilerine daha önce kitap verilip de böylece üzerinden uzun zaman geçince, artık (zikri unuttukları için) kalpleri katılaşan kimseler gibi olmasınlar. Onlardan çoğu fasıklardır.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allah’ın zikri kalplere rahmet, fazl ve salâvât nurlarını ulaştırır. Bu nurlar kalpte HUŞÛ oluşturur. Zikir yapılmazsa kalpler katılaşır. Onların çoğu fasıktırlar.

2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(sâlâti), ve innehâ le kebîretun illâ alel hâşiîn(hâşiîne).
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.
AÇIKLAMA 
Bismillâhirrahmânirrahîm
            İstiane sabırla ve namazla yalnız Allah’tan istenebilir.
            Peygamber Efendimiz (S.A.V) buyurmaktadır: “Cebrail kardeşimin bana öğrettiği iki namazdan biri İSTİHARE, diğeri HACET namazıdır.”
            Kişi bir kararın kendisi için uygun olup olmadığını İSTİHARE namazı kılarak Allah’tan sorabilir. Bu iki rekâtlık namazda Fatiha’dan sonra Kâfirun Suresi okunur. İkinci rekâtta da Fatiha’dan sonra İhlâs Suresi okunur ve Allah’tan yapmak istenen şeyin ya da kararın uygun olup olmadığı sorulur. Eğer Allahû Tealâ beyaz veya yeşil renklerin hakim olduğu bir rüya göstermişse kararın uygun, siyah veya kırmızı renklerin olduğu bir rüya göstermişse uygun olmadığı anlaşılır.
            2. namazın adı HACET namazıdır ve şöyle kılınır:

            1. Rekât: Subhaneke + Fatiha + 3 Âyetel Kursî
            2. Rekât: Fatiha + İhlâs + Felâk + Nâs
    Oturuş: Ettehiyyatu
            3. Rekât: Fatiha + İhlâs + Felâk + Nâs
            4. Rekât: Fatiha + İhlâs + Felâk + Nâs
     Oturuş: Ettehiyyatu + Allahumme Salli + Allahumme Barik + Rabbena
           
            Ve kişi Allah’tan hacette bulunur: “Yarabbi benim mürşidim kim, bana onu göstermeni dilerim. “Dünyaya ya da manevî âleme ait birşey isteniyorsa yine hacet namazı kılınır. Allahû Tealâ “namazla”sözüyle hacet namazını ifade etmektedir. İnsanlar vardır hem Allah’a ulaşmayı dilemezler hem de hacet namazını kılarak Allah’tan devamlı mürşidlerini sorarlar. Allahû Tealâ da onlara sabırlı da olsalar mürşidlerini hiç göstermez. Bu insanlar kendi kendilerini aldatırlar: “Ben Allah’a ulaşmayı diliyorum ama Allah bana mürşidimi göstermiyor” diyerek yalan söylerler. Çünkü Allahû Tealâ buyurmaktadır:

29 / ANKEBÛT - 5: Men kâne yercû likâallâhi fe inne ecelallâhi leât(leâtin), ve huves semîul alîm(alîmu).
Kim Allah'a mülâki olmayı (hayattayken Allah'a ulaşmayı) dilerse, o taktirde muhakkak ki Allah'ın tayin
ettiği zaman mutlaka gelecektir (ruhu mutlaka hayattayken Allah'a ulaşacaktır). Ve O; en iyi işiten, en iyi bilendir.

     Eğer kişiler huşû sahibiyse kesin şekilde inanırlarki ruhlarını ölmeden evvel Allah’a ulaştıracaklardır ve ölümden sonra da ruhları tekrar Allah’a bir defa daha geri dönecektir.
            Hacet namazı kılınıpta Allah’tan sorulduğu zaman o şeye ehil olunmalıdır.
            Hacet namazını kılan kişi huşû sahibiyse yani Allah’a ulaşmayı gerçekten diliyorsa ve mürşidini Allah’tan sorduysa Allah’ın o kişiye mürşidini daha ilk seferde göstermemesi mümkün değildir. İşte bu dizayn içerisinde âyet-i kerime  Allah’tan istianenin nasıl istenmesi gerektiğini ifade etmektedir. Ve kişi huşû sahibi olmuşsa Allahû Tealâ mutlaka mutlaka mürşidini gösterecektir ve istianeyi ona ulaştıracaktır.

2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
O (huşû sahipleri) ki; onlar, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
            Allahû Tealâ mürşide ulaşmayı herkesin üzerine farz kılmıştır. Bu bir emirdir. herkes sabırla ve hacet namazını kılarak Allah’tan mürşidini istemek mecburiyetindedir. Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, Bakara-45 ve 46. ayetlerin muhtevasına girmezler. onların Allah’tan istiane istemeleri netice vermez. Allah onlara mürşidlerini göstermez. Çünkü gerçekten dilemiş olsalardı Allahû Tealâ bu talebi mutlaka o kişinin kalbinde işitecek, görecek ve bilecekti. Allahû Tealâ, mürşidi sadece huşû sahiplerine gösterir.
            Allah’a ulaşmayı istemiyorsanız huşû sahibi değilsinizdir. Çünkü insanlar Allah’a ulaşmayı dilemezlerse Allah da onları kendisine ulaştırmayı dilemez. Allah hep kalbe bakar. Kalpte böyle bir talep varsa o zaman talebiniz üzerine mürşidi gösterir. Kişi huşû sahibi değilse, Allah’a ulaşacağına inanmıyorsa hiçbir zaman hacet namazı da kılmayacaktır:

5 / MÂİDE - 35: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah'a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler); Allah'a karşı takva sahibi olun ve O'na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O'nun yolunda cihad edin. Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.

            Kim Allah’a ulaşmayı dilerse, o kişi Allahû Tealâ’dan Allah’a ulaştırmaya vesile olacak kişiyi isteyecektir. Devrin imamı vesile değildir, ulaştırandır. Ulaştırma keyfiyetini bu dünya üzerinde gerçekleştirebilen kişi sadece devrin huzur namazının imamıdır. Kim Allah’a ulaşmayı diliyorsa ve  ruhunu hayattayken Allah’a ulaştıracağına mutlaka inanıyorsa o kişi huşû sahibidir ve hacet namazını kıldığı gece mutlaka Allah ona mürşidini gösterecektir.
            Hacet namazının ardındaki neticeyi Bakara-46’da açıklıyor: Huşû sahipleri için mürşidlerine ulaşmak zor değildir. Allahû Tealâ onlara mürşidlerini gösterir. Huşû sahiplerinin vasfı ise ölmeden evvel ruhlarını Allah’a ulaştıracaklarına kesin şekilde inanmalarıdır.
            O halde öldüğü zaman kişinin vücudundan ruh çıkmayacaktır; çünkü kişinin vücudunda ruh yoktur. Azrail (A.S)’ ın görevini yapması için ruh Allah’ın katından geri gelir. Ve Azrail (A.S)’ın yardımcıları onu alır, tekrar Allah’ın katına çıkarır. Rücu kelimesi ruhun Allah’a geri dönüşüdür.

2/BAKARA-256: Lâ ikrâhe fîd dîni kad tebeyyener ruşdu minel gayy(gayyi), fe men yekfur bit tâgûti ve yu’min billâhi fe kadistemseke bil urvetil vuskâ, lenfisâme lehâ, vallâhu semîun alîm(alîmun).
Dînde zorlama yoktur. İrşad yolu (hidayet yolu; Allah’a ulaştıran yol), gayy yolundan (dalâlet yolu; şeytana, cehenneme ulaştıran yoldan) açıkça (ayrılıp) ortaya çıkmıştır. Artık kim tagutu (şeytanı ve şeytana ulaştıran yolu) inkâr edip de Allah’a îmân ederse (mü’min olur, Allah’a ulaştıran yolu tercih ederse), böylece o, (Allah’tan) kopması mümkün olmayan urvetul vuskaya (sağlam bir kulba, mürşidin eline) tutunmuştur. Allah Sem’î’dir, Alîm’dir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
            Allah’ın iradesinin dışında, hiç kimse, kimseye zorla birşey yaptıramaz. Herkes kendi iradesiyle Allah’ın yolunda bir şeyler yapar veya yapmaz. Allah’ın âyetlerinden gâfil olanlar, insanı cehenneme götüren gayy yolunu seçerler. Şeytana kulluk edenler, insan, cin ve şeytan şeytanların hepsi beraber tagutu oluştururlar. Taguta bunlar dosttur.
            Allah insanın, ya tagutun gayy yolunu ya da Allah’ın rüşd yolunu seçmesini ister. Rüşd yolunu seçenler mutlaka mürşidlerine ulaşacaklardır. Bunu haketmişlerdir. Yolun başlangıcı Allah’a ulaşmayı dilemektir. Bundan sonra Allah kişiyi mutlaka mürşidine ulaştırmayı garanti eder. ve bu âyet gereğince Allah mürşidine ulaştırır. Ve kişi Allah’tan kopması mümkün olmayan mürşidin eline sarılıp, öper. Allahû Tealâ’nın yolunda Allah’ın mürşidleri rüşd yolunun sahipleridir.

19/MERYEM-42: İz kâle li ebîhi, yâ ebeti lime ta’budu mâ lâ yesmau ve lâ yubsıru ve lâ yugnî anke şey’â(şey’en).
İbrâhîm (A.S), babasına dedi ki: “Ey babacığım! İşitmeyen ve görmeyen ve sana hiçbir (şekilde bir) şeyle faydası olmayanlara niçin tapıyorsun?”
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Hz. İbrâhîm, putlara tapmaya devam eden babasının bundan vazgeçmesini, doğru yolu bulmasını istiyordu. Ama babası putlara tapmaya devam ettiği için bu, aralarında hep anlaşmazlık konusu oluyordu.

21/ENBİYÂ-51: Ve lekad âteynâ ibrâhîme ruşdehu min kablu ve kunnâ bihî âlimîn(âlimîne).
Ve andolsun ki daha önce İbrâhîm (A.S)’a rüşdünü (irşad yetkisini) verdik. Ve Biz, onu (irşada ehil olduğunu) bilenlerdik.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bütün nebîler, bütün resûller, Allahû Tealâ tarafından irşad etme yetkisi (rüşd) ile donatılmışlardır. Bütün kavimlerdeki resûllerin altında irşad etme yetkisi verilenler vardır. Onlar Allah tarafından (resûl veya nebî olmadıkları halde) velâyetle irşad etme yetkisinin sahibi kılınmışlardır. Yani sadece resûller ve nebîler değil, nebî ve resûl olmayan Allah’ın evliyaları da iradelerini Allahû Tealâ’ya teslim ettiklerinde Allahû Tealâ tarafından “irşada memur ve mezun kılındın” cümlesiyle irşada memur kılınırlar.

19/MERYEM-43: Yâ ebeti innî kad câenî minel ilmi mâ lem ye’tike fettebi’nî ehdike sırâtan seviyyâ(seviyyen).
Ey babacığım, muhakkak ki bana, sana gelmeyen bir ilim gelmiştir! Öyleyse bana tâbî ol. Seni, Sıratı Seviye’ye (düzgün, seviyeli, Allah’a ulaştıran yola) hidayet edeyim (ulaştırayım).
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ, Hz. İbrâhîm’i irşad makamının sahibi kılmıştır. Nebî olduğu için de huzur namazının imamıdır. Ve kendisine ilim verilen, insanları hidayete erdiren kişidir. Onun için “Seni ben, Allah’a ulaştıran seviyeli bir yola hidayet edeyim, ulaştırayım.“ demektedir.
Bir putperest olan babası Hz. İbrâhîm’e tâbî olsaydı, mutlaka o hedefe ulaşacaktı. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de amcasını Allah’ın yoluna almak için çok uğraştı ama amcası kabul etmedi. Kendinden küçük, oğlu yerindeki birisine tâbî olmak, ona ağır geliyordu. Ve neticede de Allah’ın yoluna giremeden, hidayete eremeden öldü. Allahû Tealâ o yüzden buyuruyor ki:

28/KASAS-56: İnneke lâ tehdî men ahbebte ve lâkinnallâhe yehdî men yeşâ’(yeşâu), ve huve a’lemu bil muhtedîn(muhtedîne).
Muhakkak ki sen, sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin (onun ruhunu Allah’a ulaştıramazsın). Fakat Allah, dilediğini hidayete erdirir. Ve O, muhtedileri (hidayete erenleri) daha iyi bilir.

Kim mürşidine tâbî olursa, ruhu vücudundan ayrılarak birinci yatay Sıratı Mustakîm üzerinde olur. İşte bu Sıratı Seviyye’dir. Kişinin ruhunu Devrin İmamı’nın dergâhı’na ulaştırır.