Davranış Biçimleri ve Nefs Tezkiyesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Davranış Biçimleri ve Nefs Tezkiyesi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Eylül 2015 Pazartesi

DAVRANIŞ BİÇİMLERİ ve NEFS TEZKİYESİ

DAVRANIŞ BİÇİMLERİ
 ve
NEFS TEZKİYESİ

Eskilerin dediği gibi; “Tasavvuf baştan aşağı adaptır.” Tasavvuf, Kur’ân’ın bütününü yaşamaktır; mutlak bir nefs terbiyesi gerektirir.
Kişi Allah’a mülâki olmayı dilediği andan itibaren, Allahû Tealâ nefsini tezkiye noktasına kadar kişinin nefsini temizleyecektir. Siz sadece Allah’a ulaşmayı dileyeceksiniz. O zaman Allah, sizi mutlaka nefsi tezkiye kademesine ulaştıracaktır ve o kademeye kadar nefsinizi Allah temizleyecektir.
Kişi sadece diyecek ki: “Yarabbi, Senin ermiş evliyalarından birisi olmak istiyorum. Sen ki Kur’ân da buyurmuşsun; kim Bana ulaşmayı dilerse, Ben onu Kendime ulaştırırım, dalâlette olanları bırakırım ama onlardan, o dalâlette olanlardan kim Bana ulaşmayı dilerse Ben onları Kendime ulaştırırım diyorsun. İşte ben de Sana ulaşmayı diliyorum. Yarabbi beni de o ermiş evliyalarından kıl.”
Allahû Tealâ, böyle bir talebi gördüğünde kişiye mutlaka ard arda yardımını gönderecektir. O kişinin daha önce irşad makamını herhangi bir kimseden ayırt edemeyen idrak hassasını açacaktır ve kişi artık irşad makamını, irşad makamı olarak görecektir. Allahû Tealâ, o kişinin  işitme hassasını açacaktır; irşad makamının söylediklerinin gerçek mânâsına varmaya başlayacaktır. Allah onun kalbine ulaşacaktır; kalbinin nur kapısını Allah’a çevirecektir ve ona idrak verecektir (kalp irşad makamının söylediklerini idrak etmeye başlayacaktır). Bu minval üzere kişi Allah’tan mutlaka mürşidini isteyecektir. Allahû Tealâ, ona mürşid sevgisi verecektir. Kişinin nefsinin kalbinde %2 nur birikimi oluştuğu zaman irşad makamını Allah’tan sorma hakkının sahibi olacaktır ve hacet namazını kılıp soracaktır.
Kişinin mürşidine ulaşması bir mazhariyettir. Allah’ın bir ni’metidir. Allahû Tealâ, mürşide tâbiiyet sırasında o kişinin ruhunun vücudundan ayırıp o mürşidin dergâhına ulaşmasını sağlar. Oradan da ayrılan ruh, ana dergâha (devrin imamının dergâhına) ulaşır. Bu dergâhtan da Allah’a doğru bir yolculuk başlar ve 7 tane gök katı aşılır. 7. gök katında 7 tane âlem aşılır ve ruh Allah’a ulaşır.
Allah’ın kişiyi bu noktaya kadar getirmesi bir hediyesidir, ni’metidir Herkese karşılıksız olarak verir. O kişinin kalbinden yapacağı; “Yarabbi ben de ruhumu Sana ulaştırmak istiyorum” talebi kişinin bu hedefe ulaşması için yeterlidir.
Buraya kadar olan kesim Allah’ın bir hediyesidir, ni’metidir, herkese karşılıksız olarak verilir. O kişinin kalbinden yapacağı; “Yarabbi ben de ruhumu Sana ulaştırmak istiyorum” talebi bu hedefe ulaşmak için yeterlidir.
Eğer bir insan Allah’a ulaşmayı diler; mürşidine tâbiiyetini gerçekleştirirse o kişi artık tasavvufun seyr-i sülûk noktasında olan birisidir. Tasavvufu yaşamaya başlamış ve tasavvuf cemaatinden birisi olmuştur.
Tarikat adı verilen her yol; tasavvufun bir bölümüdür. Bütün yollar Allah’a çıkar. Nakşibendi, Kadirî , Mevlevî Tarikatı gibi bütün tarikatlar, aynı yolu geçerek yani 7 tane gök katını geçerek; Allah’a doğru yola çıkan müride, Allah’a ulaşmayı murad eden kişiye, bunu sağlarlar.
Asırlar geçtikçe her tarikat için davranış biçimlerinde farklılıklar oluşmuştur. Bu farklılıklar önemli değildir. Önemli olan kişinin ruhunun vücuttan ayrılıp, Allah’a doğru seyr-i sülûkünü tamamlamasıdır. Bu seyr-i sülûk tek bir dergâhtan yapılır. İki tane, 3 tane dergâhtan gerçekleşmez. Bu sebeple, kişi hangi tarikattan olursa olsun, mutlaka ana dergâha yani devrin imamının dergâhına ulaşacaktır.
Tarikatın adı veya muhtevası hiç önemli değildir. Eğer kişi tâbiiyetini gerçekten Allah’a ulaşmayı dileyerek gerçekleştirmişse, Allah onu mürşidine ulaştırmış, hacet namazını kıldığında Allah ona mürşidini göstermiştir. Allah’ın kendisine gösterdiği mürşide ulaşıp da tâbî olan herkesin ruhu, tâbiiyetinden sonra mutlaka ana dergâha ulaşacaktır. Bu tarikata giriştir.
Tasavvuf; tarikatların tümüdür ve Kur’ân’ın bütünüdür. Tasavvuf; Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) ve O’na tâbî olanların 14 asır evvel yaşadıklarıdır. Tarikat da tasavvufun kollarından bir tanesini ifade eder.
Tarik; yol demektir. Tarikat ise yollar demektir. Ama dilimize  “Mevlevî Tariki, Nakşibendi Tariki” diye değil; “Mevlevî Tarikatı, Nakşibendi Tarikatı” diye girmiştir.
Eğer kişi Allah’a ulaşmayı diler, Allah ona mürşidini gösterir ve tâbî olursa, o kişi tâbî olduğu noktadan itibaren artık bir tarikatın üyesidir. Görevinin ilk adımı, Kur’ân’ın bütününü yaşamaya başlamaktır. Her tarikatta ayrı bir edep müessesesi söz konusudur. Hepsi de Allah’ın emrettiği dizaynı içerir.
Davranış biçimlerinin tasavvuftaki ismi; edep ve adaptır. Tasavvuf; insanların bütünleştiği, birbirine kaynaştığı bir yuvadır. Bu yuvada başka insanları mutlu etmenizin lâzım geldiği anlatılır ve öğretilir. Burada “kim bir başkasına mutluluk verirse o kişi başkasına verdiğinin 2 katı mutluluğun sahibi olur.” Kanunu gerçekleşir. Bu Allah’ın temel kanunudur. Böylece kişiye hem Allahû Tealâ mutluluk verir hem de ruhu nefsine huzur verir.
Tarikat mensuplarının, tasavvuf mensuplarının davranışlarına baktığımızda etraflarındakilere ne tarzda davranışlar sergilemelerinin lâzım geldiğini; adap müessesesini ince bir dizaynla yerli yerine oturttukları görülmektedir.
Etrafınızdaki herkese karşı en güzel davranış biçimini sergilemekle vazifelisiniz. Bu üzerinize vazifedir ama ağır ve sevilmeyecek bir görev değildir. Çünkü her güzel davranışınızın karşılığı 2 kat mutluluk olarak size geri döner.
Tasavvuf mensupları; başkalarına mutluluk ulaştırmakta birbirleriyle yarışanlardır. Allahû Tealâ: “hayırlarda yarışanlar” diyor. Bütün sahâbe; hayırlarda yarışanlar ve tasavvufun en üst boyutuna ulaşıp, irşad makamının sahibi olmuşlardır.
Allahû Tealâ, Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde tasavvufî yaşantının meyvesini, bütün sahâbede (ensarda da muhacirînde de) gösterdiğini açıklamaktadır:

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.

İhsan ile tâbî olmak ne demektir?
Allah’ın tatbikatında; başkalarının söylediği ya da gösterdiği mürşide gidip tâbî olmak ,el öpmek yoktur. Kişi:“başkalarının gösterdiği falan mürşid iyidir, feşmekân iyi değildir” sözüne itibar etmez. Kendisi hacet namazını kılar ve mürşidinin kimliğini Allah’a sorar. Bu davranışı sergileyen bir insanın mutlaka Allah’a mülâki olmayı dilemiş olması gerekir. Böyle bir dileğin sahibi olmayan kişi hacet namazını kıldığında hiçbir şey görmez. Hacet namazının hükümferman olması, kişi üzerinde pozitif bir sonucu vücuda getirmesi, o kişinin Allah’ı gerçekten kalpten dilemesine bağlıdır.
Kişi, Allahû Tealâ’ya mürşidi için müracaat eder; Allah’tan talep ederse Allahû Tealâ o kişiyi önceden hazırlar. Allahû Tealâ hazırlıkları ard arda gerçekleştirir: Allahû Tealâ’ya ulaşmayı dileyen kişinin (Allahû Tealâ gerçekten dileyen ve dilemeyeni derhâl ayırır.)  kalbine ulaşıp, kalbin nur kapısını Allah’a çevirir. Kişinin göğsünden kalbine bir nur yolu açar.
Allah, kişinin kalbinden nur yolu açmadan önce, irşad makamına bakan gözlerini, irşad makamı olarak tanıyacak, kulaklarını irşad makamının sözlerini işitecek bir hüviyete ulaştırır.
İrşad makamının sözlerini dinler ve kalbine indirir. Böylece kişinin kalbinde idrak hassasını oluşturur. Kişi, irşad makamını görür, işitir ve idrak eder.
Allahû Tealâ, En’am Suresinin 125. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

6/EN'AM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrehu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrehu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).
Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine pislik (azap, darlık, güçlük) verir.

Allahû Tealâ, ruhunu ulaştırma talebinden sonra göğsünden kalbine nur yolu açılan kişiye, % 2 nur gönderir ve mürşide tâbiiyete kadar bu kişinin kalbine bunun dışında başka nur giremez. Bu % 2 nur, rahmet nurudur. Rahmân esmasının statüsünden gelir. Kişi kalbindeki bu % 2 nur birikimiyle huşû sahibi olur ve mürşidini sorma hakkını kazanır.
Allahû Tealâ, Hadid Suresinin 16. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

57/HADİD-16: E lem ye’ni lillezîne âmenû en tahşea kulûbuhum li zikrillâhi ve mâ nezele minel hakkı ve lâ yekûnû kellezîne ûtûl kitâbe min kablu fe tâle aleyhimul emedu fe kaset kulûbuhum, ve kesîrun minhum fâsikûn(fâsikûne).
Allah’ın zikri ile ve Hakk’tan inen şeyle (Allah’ın nurları ile), âmenû olanların (Allah’a ulaşmayı dileyenlerin) kalplerinin huşû duyma zamanı gelmedi mi? Kendilerine daha önce kitap verilip de böylece üzerinden uzun zaman geçince, artık (zikri unuttukları için) kalpleri katılaşan kimseler gibi olmasınlar. Onlardan çoğu fasıklardır.

Hadid-16’da ifade edilen Allah’ın zikri ile ve Hakk’tan gelen nurla huşû oluşması; kişinin mürşidini Allah’tan sorma konusundaki huşûdur. İlk huşû; Allah’a ulaşmayı dilemek, ikinci huşû; mürşidi Allah’tan sorma huşûsudur. Allahû Tealâ, kişinin kalbinde % 2 rahmetle huşûya ulaşması üzerine onun hacet namazını kılıp mürşidini Allah’tan sormasını üzerine farz kılmıştır.
Allahû Tealâ, Maide Suresi 35. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

MAİDE-35: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler)! Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki; siz felâha erersiniz.

Allah’a mülâki olmayı dileyenler 1. takvanın sahipleridir. Mürşidine ulaşmayı dileyip, hacet namazını kılarak Allah’tan mürşidini soranlar ise 2. takvanın sahipleridir. Bu noktadan sonra o kişinin mürşidine ulaşarak tasavvuf adabına girmesi icabet eder.
Birçok insan tasavvufu yaşayanların arasına karışır, onlardaki başkalığı hiç fark edemeden günlerce, aylarca onların arasında kalır ama hiç mi hiç algılayamaz. Davranış biçimlerinde hiçbir değişiklik oluşmaz. Böyle bir insan tasavvuf liyakatini henüz elde edememiş; sokaktaki herhangi bir insan gibidir; Allah’a ulaşmayı dilememiştir. Çünkü dileseydi; Allahû Tealâ onun kalbine mutlaka idraki koyardı. Ama Allah’a ulaşmayı kalben dilemediği için bu kişinin iç dünyası; irşad makamını, irşad makamı olarak kabul etmesine izin vermez.
İnsanların davranışları kimliklerini açıkça ortaya koyar. Tasavvufu yaşayanlar, tasavvuf adabının sahibidirler. Tasavvuf adabını,  gerçek anlamda tasavvufu yaşayan herkesi, bütün tasavvuf ashabını, mutlaka başkaları için yaşamaya sevk eder.
Etrafınıza ne kadar mutluluk verirseniz Allahû Tealâ’da o kadar mutluluğu size yaşatır. Arkasından da ruhunuz yani başınızın üzerindeki devrin imamının ruhu, nefisinize huzur verir. Böylece başkasına verdiğiniz mutluluğun 2 katını yaşarsınız. Bu sadece bir kişiye yaptığınız güzel bir davranış sebebiyle kazandığınız mükâfattır. Etrafınızda birçok insan var; ikincisine de  üçüncüsüne de bir güzel davranışta bulunursanız onlarında mükâfatını; 2 katı, 3 katı mutluluk huzur olarak yaşarsınız. Sonra her çaldığınız kapıda, başkasına yaptığınız her hayırda, her onu mutlu edecek bir güzel davranışta Allah’ın size, 2 katını verdiğini görürsünüz. 
Etrafınıza, mutluluk dağıtıyorsanız sadece onlara mutluluk vermek üzere yaşıyorsanız, onları mutlu etmek sizin hedefinizse, o zaman herkes sizden memnundur. Herkes sizinle dostluk etmeye çalışır, herkes sizi sever. Etrafınızda 10 kişi varsa ve onlara mutluluk ulaştırdıysanız; o 10 kişiye verdiğiniz mutluluğun 2 katı size geri dönecektir. Siz etrafınızda 20 kişiye bir ünite mutluluk verdiğinizde, 40 katı mutluluk olarak geri alacaksınız. Böylelikle, dünyadaki en mutlu insanlardan biri olacaksınız. Mutluluğun başkaları için yaşamak olduğunu öğrendiğinizde, tasavvuf adabına gireceksiniz.
Yunus Emre: “Hamdım piştim” diyor. Ama sonra: “yandım” diyor.
Yunus Emre’nin başlangıçta pişmesi etrafındaki herkese yardım elini uzatmak; onların emrinde olmak şeklinde tecelli etmiş ve herkese mutluluk vermeye çalışmış. Yunus Emre, hiçbir kimsenin yapmadığı ve hiçbir işin yapılmadığı bir ortamda bile dergâhın bütün işlerini tek başına götürebilecek bir yapının sahibiydi. Yunus Emre, 15-20 kişinin yapacağı işi rahat bir şekilde devamlı sürdürüyordu ve bu onu çok büyük mutluluklara ulaştırıyordu. O Yunus ki; ruhunu, fizik vücudunu, nefsini, ve sonra iradesini de Allah’a teslim etti. İrşad makamının sahibi kılındı.
Yunus’un sofra hikâyesini hepiniz bilirsiniz: 
Yunus Emre ve beraberinde 2 derviş yolculuğa çıkıyor. İlk akşam dervişlerden birisi, Allahû Tealâ’dan yemek istiyor. Bunun üzerine bir yemek tepsisi iniyor. Hepsi afiyetle karınlarını doyuruyorlar.
İkinci akşam diğer derviş, Allahû Tealâ’dan yemek istiyor. Hepsini doyuracak kadar olan yemek yine geliyor ve aralarında paylaşıp güzelce karınlarını doyuruyorlar.
Üçüncü akşam sıra Yunus’a geliyor. Yunus’a diyorlar ki:
-          Sıra sende, şimdi sen yemek isteyeceksin.
Yunus cevap veriyor:
-          Tamam. Ben isteyeyim ama size bir şey sormak istiyorum; siz yemekleri kimin için istediniz?
Diyorlar ki:
-          Sen onu tanımazsın. Aslında biz de tanımıyoruz. Yunus diye Allah’ın çok sevdiği bir evliyası var. Allahû Tealâ’dan onun hatırına istedik. Allahû Tealâ, gördüğün gibi gönderdi.
Yunus Emre, Allahû Tealâ’dan yemek isteyince bu sefer Allahû Tealâ 3 tepsi gönderiyor. Bugünün insanına bunlar olmaz olaylar gibi gelebilir ama Yunus’un bir başka olayı var:
Yunus’tan yüzyıllar sonra Molla Kasım Yunus’un şiirlerini alıp, okuyup, yırtıp, göle atıyormuş. Onların ne kadar kıymetli oluğunun hiç farkında değilmiş.
Sonra bir gün, yine Molla Kasım, şiirleri okuyup yırtarken:
Yunus şiirlerinin bir tanesinde: “Bir Molla Kasım gelir, seni hesaba çeker” diyor.
Asırlar sonra, Molla Kasım Yunus’un şiirleri arasında bu yazıyı okuyunca elleri ayakları titremeye başlıyor ve Yunus’un kim olduğunu oradan anlıyor.
Allahû Tealâ, herkese ayrı ayrı açılardan marifet sunar. Hep insanlar, evliya denince marifet sahibi bir insan düşünürler. Birçok insan için fizik ötesi marifettir.
Adab-ı muaşeret, tasavvuf adabı son derece önemli bir konudur. Hep başkaları için yaşayan insanlardan oluşan bir toplum kurabildiğiniz zaman, dünya görülmemiş bir mutluluğun içine girecektir. Bütün dünya da savaşlar bitecektir. Yeni bir dünya sistemi kurulacaktır. Dostluğun, yardımın, huzurun ve bunların toplamı olan gerçek mutluluğun bütün dünya insanları tarafından yaşandığı bir yeni dizayn… Bütün dünya insanının birbiriyle kaynaşacağı, bütün güzellikleri aralarında paylaşacakları yeni bir dünya nizamı olacaktır.
Dînlerdeki farklılıklar, (ana temalarda birleşmek suretiyle) yok edilecektir. Herkes, her grup o güne kadar devam eden merasiminin muhtevası ne olursa olsun devam ettirecektir. Şuan yaşanan 3 kitaplı dînden bahsediyorsak; musevisi de, hristiyanı da, müslümanı da 7 safha ve 4 teslimi yaşayacaktır. Bu onların kendi merasimlerini yapmaları için bir engel değildir. Bu farklılıkları göz ardı etmek mecburiyetindeyiz.
 Yeni bir dünya nizamında dîndeki bütün muhteva öze, özüne, Allah’a dönecektir. Bütün insanlar, ruhlarını Allah’a ulaştırmayı dileyeceklerdir. Ruhlarını, fizik vücutlarını, nefslerini sonra da iradelerini Allah’a teslim edeceklerdir.
İnsanlar, etraflarındaki herkesin mutlu olduğunu, kendisine ne kadar güzel davranıldığını gördüğü zaman bu farklı dizaynı yaşamak isteyecektir.
Allahû Tealâ, bütün dînleri 7 safha ve 4 teslimi yaşamak üzere dizayn etmiştir. Dînler yoktur. Sadece, Hz. İbrâhîm’in hanif dîni vardır. Tevrat’ta da, İncil’de de, Kur’ân-ı Kerim’de de esas budur.
Tasavvuf adabını, tasavvufun bünyesinde öğrenmeli ve yaşamalısınız. Tasavvuf hayatı bir yardımlaşmadır. Tasavvuf; insanların için işten kaçtıkları değil, işe koştukları, her tarafı pırıl pırıl temizledikleri, herşeyi hazır ettikleri, işleri aralarında paylaştıkları ve Allah için hizmetten büyük zevkler duydukları yeni bir nizam oluşturacaktır.
Allahû Tealâ, kişi ruhunu Allah’a teslim ettiği zaman mutluluğun % 50’sini yaşatır. Bu Allah tarafından bir hediye olarak verilir. Fizik vücudunuzu Allah’a teslim ettiğiniz zaman bu mutluluğunuz % 80’e ulaşır. Nefsinizi de Allah’a teslim ettiğiniz zaman mutluluğunuz tamamlanır. Bu nokta da nefsinizde afet kalmadığı için başkalarının yaptığı yanlışlıkları siz yapmazsınız. Bütün insanları sevmeyi öğrenirsiniz ve hayatınız sadece güzellikleri yaşamakla geçer. Allahû Tealâ, ömür boyu size kesintisiz bir mutluluğu nasip kılar ve içinizden mutluyum diye haykırmak geçer.
Kendinize başkaları için yaşamayı şiar edinecek misiniz?
Kendinize hedef tayin edecek misiniz?
Başka insanlara mutluluk vermek üzere kendinizi seferber edebilecek misiniz?
Eğer bunları yaparsanız o zaman anlaşmazlıklar ortadan kalkar. Eğer anlaşmazlıklar, hizipler, birbirini sevmeyen insanlar varsa onlar tasavvufu; Kur’ân-ı ve Allah’ın güzelliklerini yaşamayanlardır.