AHMET
YESEVÎ -I -
(
HAYATI )
Giriş
Hoca Ahmet Yesevî’nin hayatı, menkıbeleri ve hikmetleri incelendiği
zaman karşımıza birçok yönü ile çıkar. Bunlar;
1) Düşünceleri ve hayat tarzı ile bir mutasavvıf ve tarikat
kurucusu,
2) Kerametleri (gösterdiği olağanüstü haller) ile bir
evliya (ermiş),
3) Kur’ân, hadîs, fıkıh alanındaki öğrenimi
ve bilgileriyle bir bilgin,
4) Orta Asya Türkleri arasında İslâmîyet’i yayan
büyük alim ve velî,
5) Şiirleriyle (hikmetleriyle) bir şairdir. (Divân-ı
Hikmet)
- Doğumundan önce Ahmet Yesevî:
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in kutlu savaşlarından birinde,
yiyecek bulamayan sahâbe, O’nun huzuruna gelerek, yiyecek istediler.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) dua etti.
Onun duası üzerine Cebrail (A.S) bir tabak hurma getirdi.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve ashabına getirilen bu
hurmalar dağıtılırken bir tanesi yere düştü. Bunun üzerine Cebrail (A.S)
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e hitaben:
_ Ey
Allah’ın Resulü! Yere düşen bu hurma, gelecekte, sizin ümmetiniz olarak doğacak
Ahmet Yesevî’nin kısmetidir, dedi.
Öyle ise bu emanet, sahibine ulaştırılmalıydı. Peygamber
Efendimiz (S.A.V), hurmayı Arslan Baba’ya teslim etti. Ahmet Yesevî’yi nerede, nasıl bulacağını; onun eğitimi ile
ilgilenmesini buyurdu. Bu hususta, ona yardım etmesi için Allah’a dua etti. Bu
duanın bereketiyle uzun yıllar yaşayan Arslan Baba, bir taraftan da Ahmet Yesevî’yi
arıyordu. Bu maksatla Türkistan taraflarına gitti. Uzun araştırmalar sonunda,
yıllar önce tarifi verilen çocuğu, bir sabah medreseye giderken buldu. Çocuğu
selamladı. Arslan Baba’nın selamına mukabelede bulunan çocuk:
_ Ey Baba!
Emanetimiz nerededir? Diye sordu.
Arslan Baba çocuğun bu beklenmedik sorusu karşısında
şaşırdı. O’na:
_ Sen bu emaneti nerden biliyorsun? dedi.
Çocuk:
_ Allah, o emanetin sırrını, bana bildirdi, karşılığını
verdi.
Karşısındaki çocuğun Ahmet Yesevî olduğundan şüphesi
kalmayan Arslan Baba, ilk günkü tazeliğini koruyan hurmayı çocuğa teslim
etti. Onun manevî terbiyesini üzerine
aldı.
- Ahmet Yesevî’nin
Babasının Birinci Vasiyeti:
Ahmet Yesevî için ölüm döşeğinde iken babası, Şehnaz isimli
kızına: “ Ey benim kızım! Kardeşin bu dünyada ender görülen mübarek bir kişi
olacaktır. Ona göz kulak ol.” Der.
Başka bir açıdan
ise; İşte bazı kişiler bu dünyaya vazifeli olarak, bu vazifeyi önceden alarak
gelirler. Görevlerini yaparlar ve geri dönerler.
İşte Ahmet Yesevî’de
bunlardan biriydi.
.AHMET YESEVÎ’NİN
HAYATI
Pîr-i Türkistan, Hoca Ahmet, Kul Hoca Ahmet gibi adlarla
anılan Hoca Ahmet Yesevî, 1103 yılında, Türkistan’ın Yesi kasabasında dünyaya
geldi.
Babası Hz. Ali soyundan olan ve kerametleriyle tanınan,
Şeyh İbrahim adlı bir bilgindir. Küçük yaştan itibaren babasından feyz aldı.
Annesi ise dönemin manevî büyüklerinden ve Şeyh İbrahim’in
halifelerinden Şeyh Musa’nın kızı Ayşe Hatun’dur.
Çok küçük yaşta annesini kaybeden Ahmet, yedi yaşına
geldiğinde babasını da kaybetti.
Hem annesini, hem
babasını kaybeden Ahmet, ablası Gevher Şehnaz ile öksüz kaldı. Bundan böyle
hayatın çetin yollarında ablasıyla yürüyecekti.
Sessiz ve sakin bir çocuk olan Ahmet, az konuşur fakat öz
konuşurdu. Sanki büyümüşte küçülmüş gibi bir hali vardı. Ablasının sözünü
dinler, onu hiç üzmezdi.
Bu arada Arslan Baba, Türkistan’da bulunuyordu. Küçük
Ahmet’i bularak, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in emanetini ona teslim etti.
Ahmet Yesevî, Arslan Baba ile karşılaşmasını Divân-ı
Hikmet’inde şöyle anlatır.
“Yedi yaşında Arslan Baba’ya selam verdim;
Hak Mustafa’nın emanetini lutfedin, dedim;
Hem o vakit binbir zikrini tamam ettim;
Nefsim öldü, mekansızlığa yükseldim işte.”
Şeyh, Arslan Baba Hicaz’dan gelip, onu yetiştirerek onun
manevî babası oldu. Ahmet Yesevî, Arslan Baba’nın kalplere hayat ve huzur veren
sohbetlerinde bulundu. Küçük yaşta manevî olgunluğa erişti. Kısa zamanda tasavvuftaki
yüksek derecelere ulaştı.
- Ahmet
Yesevî’nin Babasının İkinci Vasiyeti ve Bir Menkıbe:
Ahmet’in babası Şey İbrahim, keramet sahibi bir âlimdi. O,
oğlundaki farklılığı sezmiş, ölümünden önce Küçük Ahmet’i, kızı Gevher Şehnaz’a
emanet etmişti. Gevher Şehnaz, Ahmet’in ablasıydı.
Şeyh İbrahim, biricik kızı Gevher Şehnaz’a :
_ Gözümün nuru, canım kızım! Manevî bakımdan üstün bir kişi
olma yolundaki kardeşine göz kulak ol. Bilirsin ki benim dergâhıma bağlı bir
sofra vardır. Onu kimseler açamaz. Ancak vakti geldiğinde Ahmet açabilir. O
zamana kadar kardeşinin sırrının kimselere açma, diyerek vasiyet etti.
Ahmet, baba mirası sofrayı açabilecek manevî olgunluğa ulaştı.
Bu sırada yaşanan bir olay, Küçük Ahmet’in manevî
derecesinin yükseldiğini gösterdi, ününe ün kattı.
Maveraünnehr ve Türkistan bölgesinde Yesevî adıyla tanınan
av meraklısı bir hükümdar hüküm sürmekteydi. Kış mevsimini Semerkant’ta geçiren
bu hükümdar, yaz geldiğinde Türkistan yaylarına çıkardı. Hükümdar Yesevî, bir
yaz günü ava çıktı.
Bir ceylanın peşine düştü.
Ceylan kaçtı, o kovaladı.
Sonunda ceylan, Karaçuk Dağı’nın zirvesine yakın bir yerde
kayboldu. Hükümdar ne yaptı, ne ettiyse ceylanı yakalayamadı. Çünkü Karaçuk
Dağ’ı oldukça kayalıktı. Sarp yamaçlarla, derin uçurumlarla doluydu. Gezip
dolaşmak, ceylan peşinden gitmek mümkün değildi.
Elde edemediği avın üzüntüsüyle geri dönen ve Karaçuk Dağı’nda
kolay kolay avlanamayacağını anlayan hükümdar, dağı ortadan kaldırmayı kafasına
koydu. Ülkesinin dört bir yanındaki erenlere haber saldı. Onları, sarayına
davet etti.
Erenler, hükümdarın bu davetine katıldılar. Hükümdar Yesevî,
toplanan erenlere:
_ Sizden isteğim, Allah’ın izni ve dualarınızın bereketiyle
Karaçuk Dağı’nın ortadan kaldırılmasıdır, diye niyaz etti.
Erenler, hükümdarın bu isteğini kabul ederek, hep birlikte
üçgün boyunca dua ve yakarışta bulundular. Depremler oldu, sel gibi yağmurlar
boşandı. Ancak maksat gerçekleşmedi. Bunun üzerine hükümdar:
_ Acaba davete
katılmayan eren var mı? Diye sordu?
Küçük Ahmet’teki manevî zenginliği sezen bir eren:
_ Şeyh İbrahim’in
oğlu Ahmet, bu mecliste yoktur, karşılığını verdi.
Gerçektende Ahmet’in çok küçük olduğu düşünüldüğünden böyle
bir davete çağrılmamıştı. Hükümdar Yesevî, adamlarından birkaçını Sayram
kasabasında bulunan Ahmet’e gönderdi.
Ahmet, davet üzerine babasının vasiyeti gereği ablasına
danıştı.
Ablası Gevher Şehnaz:
_ Bilirsin ki bu
konuda babamızın vasiyeti vardır. Eğer babamızın dergâhındaki bağlı sofrayı
açabilirsen ortaya çıkma zamanın gelmiş demektir. O zaman hükümdarın davetine
katılabilirsin, dedi.
Küçük Ahmet, doğruca babasının dergâhına gitti. Dergâhta
bağlı bulunan sofrayı Allah’ın izniyle kolayca açtı.
Sofranın açılması; onun ortaya çıkarak kerametler
gösterebileceğinin işaretiydi.
Ahmet, babasının vasiyeti olan sofrayı alarak hükümdarın
adamlarıyla beraber Yesi’ye gitti. Hükümdar ve diğer erenler, onları
karşıladılar.
Ahmet, babasının vasiyet ettiği sofrada bulunan bir somun
ekmeğini orada bulunan herkese dağıttı. Bu somun ekmeğinden nasibini alan
herkes, ona dualar etti. Bu keramet sayesinde onun büyüklüğü anlaşılmaya
başlamıştı. Sırada Karaçuk Dağı vardı.
Ahmet, babasının aziz hatırası hırkayı giydi.
Bir kenara çekilerek duaya başladı.
Duanın ardından şiddetli bir yağmur başladı.
Yağmur sel oldu.
Sel sele karıştı, göz gözü görmez oldu.
Erenlerin seccadeleri sular üzerinde yüzüyordu. Mecliste
bulunanlar telaşlanarak bağırıp, çağırmaya başladılar.
Küçük Ahmet, tekrar dua etti ve babasının hırkasını
çıkardı.
Hava açıldı, günlük güneşlik oldu.
Orada bulunanlar hayretler içerisindeydi.
Çünkü Karaçuk Dağı ortadan kaybolmuştu.
Hükümdar Yesevî, Ahmet’in bu kerameti karşısında:
_ Senden bir niyazım daha olacak. Adımın kıyamete kadar hayırla
anılması için bana dua buyur, diyerek bir dilekte daha bulundu.
Gönüllerde taht kuran küçük Ahmet, hükümdarın bu dileğine:
_ Sevenlerimiz bizim adımızı senin adınla birlikte yad
etsinler, diyerek karşılık verdi.
O günden sonra küçük AHMET, Hoca Ahmet YESEVÎ adıyla
anılmaya başlandı.
AHMET YESEVİ’NİN HAYATI (devamı)
Ahmet Yesevî, Arslan Baba’nın vefatından sonra dönemin
önemli bilim ve kültür merkezlerinden Buhara’ya gitti. Ahmet Yesevî’nin
Buhara’ya gitmesini Arslan Baba’nın istediği de rivayet edilir.
Ahmet Yesevî, Arslan Baba’nın vefatını Divân-ı
Hikmet’te şöyle anlatır:
“Azrail gelip Arslan Baba’mın canını aldı;
Huriler gelip ipek kumaştan kefen biçti;
Yetmişbin kadar melek toplanıp geldi;
O sebepten atmışüçte girdim yere.
Namazını kılıp yerden kaldırdılar;
Bir anda cennet içine ulaştırdılar;
Ruhunu alıp ‘İliyyin’e götürdüler,
O sebepten atmışüçte girdim yere.”
Arslan Baba’nın vefatından sonra onun manevî işaretiyle Buhara’ya
giderek, Ehl-i Sünnet âlimlerinin en büyüklerinden olan Yusuf Hemadanî’nin
öğrencisi olur. Kuvvetli bir eğitim alır ve hocasıyla birlikte bazı şehirleri
de dolaşır.
Bu konuya Divân-ı Hikmet kitabında şöyle değinir.
“Ben yirmialtı yaşta sevda eyledim
Mansur gibi cemal için kavga eyledim
Pirsiz yürüyüp dert ve sıkıntı peyda eyledim
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte.”
26 yaşında sevdaya düşüp, Mansur gibi sevdiğim için
kavgalar ettim, Bir pire erişememekten türlü dertlere düştüm, Sonunda aradığıma
ulaşarak dertlerimden kurtuldum. Ve dergâhıma layık olabildim.
Yusuf Hemedanî’nin vefatından sonra bir süre daha Buhara’da
kalıp, öğrenci yetiştirmekle meşgul oldu. Bir müddet sonra öğrencilerin terbiye
ve yetiştirilmesini Yusuf Hemedanî’nin en büyük talebesi olan Abdülhalık
Gonduvani’ye bırakarak tekrar Yesi’ye döndü.
Yesi şehrindeki mütevazi dergâhında öğrenciler yetiştirmeye
ve halkı aydınlatmaya başladı. Burada ilim ve irfan ocağı olacak bir dergâhı
kurdu. Engin bilgisinin ve ermişliğinin derecesi her geçen gün artıyor; haklı
şöhreti Türkistan, Maveraünnehr, Horasan ve Harezm gibi komşu ülkelere
yayılıyordu.
Çevresi, öğrencileri ve gönül dostları ile dolup taşmıştı.
O ise bir çağlayan olmuş, bıkmadan, usanmadan onların gönüllerine akmaya devam
ediyordu. Yetiştirdiği öğrencileri – Anadolu’da dahil- bütün ülkelere
gönderiyor; bütün insanlığa hizmet etmeleri için seferber ediyordu.
Hoca Ahmet Yesevî, yaptığı hizmetler karşısında kendisine
gönderilen hediyelere, dergâha getirilen adaklara el sürmez; onları
öğrencilerine ve fakir fukaraya, ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı.
Ahmed Yesevî Hazretleri vakitlerinin çoğunu Allahû Teâla’ya
ibadet ve taat etmekle, talebelerine zahirî ve batınî ilimleri öğretmekle
geçirirdi. Kendisini ve talebelerinin ihtiyaçlarını karşılamak için sanatla
uğraşır ve elinin emeği ile geçinirdi. Herkese iyilik eder, kimseye sıkıntı
vermezdi. İnsanların saadet ve kurtuluşu için çalışırdı.
İnsanların mutluluğunu ve huzurunu amaçlayan güzel
çalışmalarına rağmen onun yüceliğini çekemeyenlerin iftiraları ile karşılaştı.
Yapılan iftiralar onu yolundan alıkoyamadı.
- Ahmet
Yesevî’nin Hayatından bir Menkıbe: ATEŞ VE PAMUK
Ahmet Yesevî’nin şöhreti yayıldıkça hakkındaki dedikodular
da artıyordu. Hızını alamayan bazı kimseler ona ağır iftiralarda
bulunuyorlardı. İftiralardan birisi de Ahmet Yesevî’nin meclislerinde kadın ve
erkeklerin bir arada bulunduğu şeklindeydi.
Hatta Horasan ve Maveraünnehir’de bulunan önemli dîn
bilginleri, bu konunun araştırılması için onun dergâhına adamlar gönderdiler.
Hoca Ahmet Yesevî’nin dergâhındaki durumu incelemek üzere
gelen adamlar, dergâhta böyle bir durumun olmadığını kendi gözleriyle gördüler
ve söylenenlerin bir iftira olduğuna karar verdiler.
Ancak kendisi hakkında yapılan dedikodulardan ve
iftiralardan incinen Ahmet Yesevî, iftirada bulunanlara bir ders verme gereği
duydu. Günlerden birgün kendisine gönderilen adamlar ve öğrencileriyle dergâhta
otururken, orta yere ağzı kurşun mühürle kapatılmış bir hokka getirtti.
Ahmet Yesevî, ağzı kurşun mühürlü hokkayı Celal Ata’ya
teslim ederek:
_ Bu hokkayı sana emanet ediyorum. Bunu al ve beni teftiş
etmek için gönderilen adamlarla birlikte Horasan ve Maveraünnehir ülkelerine
git. Bu hokkayı orda bulunan ve bizim hakkımızda şüpheye düşerek araştırma
gereği duyan bilginlerin huzurunda aç, diye tembihledi.
Hokkayı alan Celal Ata, adamlarla birlikte Horasan ve
Maveraünnehir ülkelerine doğru yola çıktı.
Celal Ata, bölgeye ulaştığında o ülkelerin bütün bilginleri
bir araya toplandı. Artık, Ahmet Yesevî’nin gönderdiği hokkanın ağzını açma
zamanı gelmişti. Herkes merak içerisindeydi. Hokkayı açtılar. Hokkanın içinde
kor halinde bir ateş parçası ve bir parça pamuk bulunuyordu. Ateş sönmediği
gibi, pamuk da yanmamıştı.
Hoca Ahmet Yesevî hakkında araştırma gereği duyan
bilginler, onun hakkında yaptıklarından ve düşündüklerinden dolayı utandılar.
Hokkanın içndeki ateş ve pamuk, onlara gereken dersi vermişti.
Allah sevgisinin ve rızasının her şeyin üzerinde olduğunu
bir kez daha gören bilginler, gönderdikleri hediyelerle gönüller sultanı Ahmet Yesevî’nin
kendilerini affetmesini istediler.
Başka bir rivayete göre de bu konudaki fitne noktası; Ahmet
Yesevî’nin toplantılarında Türk geleneklerine uygun olarak erkekle kadını bir
arada bulundurmasıydı.
İşte sonuç yine
aynı “ Ne pamuk yanmış, ne de ateş sönmüş” …
Anlarlar ki; Eğer
bir kadın ve erkek Allah için bir araya gelirlerse Allah onların kalplerindeki
fesatları yok edebilir.
- Ahmet
Yesevî’nin Hayatından bir Menkıbe: HALDEN ANLAYAN ÖKÜZ
Halkı aydınlatma çalışmalarının ve derslerin dışında,
tahtadan kaşık, kepçe ve tabak yaparak geçimini sağlayan Hoca Ahmet Yesevî’nin
hal dilinden anlayan bir öküzü vardı.
Yaptığı kaşık, kepçe ve tabakları bir heybeye yerleştirir,
heybeyi de öküzünün sırtına koyarak onu Yesi çarşısına doğru sürerdi.
Şehrin çarşısına varan öküzün üzerindeki heybeden kaşık,
kepçe ve tabak alanlar, karşılığını heybeye bırakırlardı.
Öküz, sırtındaki heybeden kaşık, kepçe veya tabak alıp da
parasını vermeyenlerin peşini bırakmazdı. Bu amansız takip, mal alan adam
karşılığını heybeye koyuncaya kadar sürerdi. Bazen halk, mal alıp da karşılığını
vermeyen kimselere müdahale eder ve parayı heybeye koymalarını sağlardı.
Bütün gün çarşıda dolaşan öküz, akşam olunca Hoca Ahmet Yesevî’nin
yanına dönerdi. Heybedeki paraları alan Ahmet Yesevî, bu paraları ihtiyaç
sahipleri ve öğrenciler için harcardı.
AHMET YESEVİ’NİN HAYATI (devamı)
İlim, irfanın ve ermişliğin zirvelerindeki Ahmet Yesevî,
atmışüç yaşına geldiğinde en büyük kerametlerinden birini gösterdi. Dergâhının
hemen yanına yaptırdığı yer altındaki çilehanede günlerini geçirmeye başladı.
Çünkü çocukluğundan itibaren Resûlullah Efendimiz
(S.A.V)’in sünnetine uymakta hiç gevşeklik göstermeyen Ahmed Yesevî, Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’den daha uzun bir ömrü kendisine layık bulmuyordu. Kendisini
vefat etmiş, kabre konmuş şekilde hissederek Allah korkusu ile ibadetlerini
yaptı.
Bu çilehanede hikmetlerini söylüyor; öğrencilerine ve gönül
dostlarına gereken öğütleri veriyordu. Çilehanede vefatına kadar devamlı ibadet
ve Allahû Teâla’yı düşünmekle meşgul oldu. Burada evliyalık yolundaki makam ve
dereceleri kat kat arttı.
Atmışüç yaşından sonra yer altındaki çilehanesine çekilen
Ahmet Yesevî, hayatının sonuna kadar burada günlerini geçirdi.
Pir-i Türkistan
Ahmed Yesevî Hazretleri, 1194 (H.590) yılında, 91 yaşında iken vefat etti.
Türkistan’ın Yesi şehrinde, Seyhun Nehrinin sağ sahilinde mütevazi bir kabre defnedildi.
Yaklaşık üç buçuk asır sonra batıya doğru sefer halindeki
Timurlenk Türkistan’a uğradı. Burada geçirdiği gecelerin birinde rüyasında Hoca
Ahmet Yesevî’yi gördü. Ahmet Yesevî, Timurlenk’e Buhara zaferini müjdeledi.
Heyecan içerisinde uyanan hükümdar, bu rüya üzerine vakit geçirmeden ordusuyla
birlikte yola çıktı. Kısa bir zaman sonra rüyada işaret edilen zaferi kazanan
Timurlenk, heyecanla Yesi şehrine gitti ve Hoca Ahmet Yesevî’nin kabrini
ziyaret etti. Timurlenk, burada en kısa zamanda türbe, cami ve yeni bir dergâh
yapılmasını emretti. Timurlenk’in emrine göre, bir şaheser özelliği taşıyacak
olan külliyenin yapımında hiçbir masraftan kaçınılmadı. Nitekim öyle oldu. Hoca
Ahmet Yesevî’nin aziz hatırasına hürmeten yapılan bu görkemli külliyenin
inşaatı iki sene içerisinde tamamlandı.
İşte Ahmet Yesevî’nin kabri üzerindeki muazzam türbeyi ve
külliyesini Timur Han (1370-1405) inşa ettirdi.
AHMET YESEVÎ’NİN ESERİ : DİVÂN-I HİKMET
Ahmet Yesevî’nin XII. Yüzyıl Karahanlı Türkçesiyle
söylediği şiirlere “hikmet” adı verilir.
Hikmet adı verilen bu şiirlerde dînî, tasavvufî konular
işlenmiş; İslâm’ın esasları, dünya halleri, kıyamet, cennet ve cehennem,
ilâhî aşk, peygamber ve ashab sevgisi, şairin kendi hayatı gibi konular dile
getirilmiştir.
Ahmet Yesevî, hikmetlerinin toplandığı eser olan Divân-ı
Hikmet’te, hikmetleri hakkında şunları söyler:
“ Benim hikmetlerim dertliye derman;
Kişi nasip almasa, yolda kalan.
Benim hikmetlerim alemde destan;
Ruhum gelse, kılar sohbete bostan
Benim hikmetlerim kan-ı hadîstir*; (*hadîs madeni)
Kişi nasip almasa bil ki habistir*. (* kirli, pis)
Benim hikmetlerim ferman-ı Subhan*; (*Allah’ın buyruğu)
Okuyup anlasın mânâ-yı Kur’ân
Benim hikmetlerim alemde sultan;
Kılar bir lahzada çölü gülistan,
Benim hikmetlerim şevk-ı muhabbet;
Gözünün yaşına kılar taharet*. (* temizlemek, arıtmak)
(…)
Benim hikmetimi aşıka deyin;
Gönlü ayna gibi sadıka deyin.
(…)
Benim hikmetimi cahil işitmez;
Gönlü kara olan öğüdümü almaz…”
Ahmet Yesevî’nin sade bir Türkçe ile söyleyidiği, derin
mânâlı veciz sözleri ve Hikmet adlı şiirleri Divân-ı Hikmet adlı
eserinde toplandı. Sohbet tarzında ve sade Türkçe ile söylenen hikmetleri kısa
zamanda doğuda Çin hudutlarından, batıda Akdeniz ve Marmara sahillerine kadar
yayıldı. Divân-ı Hikmet; aslında İslâmîyet’i ve İslâm
ahlâkını öğreten bir ahlâk ve dîn kitabıdır.