Nefs Tezkiyesi ve Tasfiyesi
Sevgili kardeşlerim, bu günkü konumuz nefs tezkiyesi ve tasfiyesi.
Günümüzde İslâm tatbikatında
kaldırılan bir husus da nefs tezkiyesidir. Zikrin farz olduğu unutulduğu için,
nefs tezkiyesi iyi işler yapmak, güzel işler yapmak şeklinde tarif
edilmektedir.
Oysa nefs tezkiyesi ve
tasfiyesi; Nefsin kalbindeki, kin ve nefret, küfür, yalan, zulüm, haset,
düşmanlık, cimrilik vs. gibi tam 19 afetin Allah’ı zikrederek yok olması, o
afetlerin yerini hasletlerin alması, nefsin kalbine fazl nurlarının dolmasıdır.
Nefs tezkiyesi farz mı? Evet, işte Fâtır sûresinin 18. âyetinde;
35/FÂTIR-18: Ve lâ tezirû vâziretun vizre uhrâ, ve
in ted’u muskaletun ilâ himlihâ lâ yuhmel minhu şey’un ve lev kâne zâ kurbâ,
innemâ tunzirullezîne yahşevne rabbehum bil gaybi ve ekâmûs salâh(salâte), ve
men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsih(nefsihî), ve ilâllâhil masîr(masîru).
Ve
yük taşıyan birisi (bir günahkâr) başka birinin yükünü (günahını) yüklenmez.
Eğer ağır yüklü kimse, onu (günahlarını) yüklenmeye (başkasını) çağırsa bile
ondan hiçbir şey yükletilmez, onun yakını olsa dahi. Sen ancak gaybte Rabbine
huşû duyanları ve namazı ikame edenleri uyarırsın. Ve kim tezkiye olursa
(nefsini tezkiye ederse), o taktirde bunu sadece kendi nefsi için yapar. Ve
dönüş (varış) Allah'adır (Nefs tezkiyesi ile ruh Allah'a döner, ulaşır).
Şems sûresi 9 da ise;
91/ŞEMS-9: Kad efleha men zekkâhâ.
Kim
onu (nefsini) tezkiye etmişse felâha (kurtuluşa) ermiştir.
İşte üzerimize
farz olan nefs tezkiyesi ve tasfiyesi, yedi safha dört teslim olan İslâm
tatbikatında yer alan 3. Teslim, “ulûl’elbab” yani daimi zikri ifade eder.
Evvelâ zikir farz mı
noktasından harekete geçelim. Zikir farz mıdır? Evet, farzdır. Allahû Tealâ
buyuruyor ki:
73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel
ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve
Rabbinin İsmi'ni zikret ve her şeyden kesilerek O'na ulaş.
Zikir neticesinde kişi
ruhunu Allah’a ulaştırıyor. Bu daimî zikir değildir, günün yarısından daha
fazla zikir de değildir. Bu, Allah’ın belli bir sıra dâhilinde emrettiği virdi
gerçekleştirmektir.
Yani 7000 zikirden başlayan
bir zikretme müessesesi, 33000 zikirde ruhu Allah’a ulaştırmakla tamamlanır.
Ruhumuzu Allah’ı zikrederek Allah’a ulaştırmak, üzerimize farz kılınmıştır.
Anlıyoruz ki ruhumuzun Allah’a ulaşması Allah’ın zikri ile mümkündür. Bu,
zikrin vücuda getirdiği nefs tezkiyesi denilen bir olayla mümkündür. Nefs
tezkiyesi yoksa o zaman ruhumuzun Allah’a ulaşması da yoktur. Oysaki ruhumuzu
Allah’a ulaştırmak üzerimize farzdır.
Ruhumuzu Allah’a ulaştırmak
evvelâ Muzemmil-8 ile farzdır. Sonra Allahû Tealâ Zâriyât sûresinin 50. âyet-i
kerîmesinde “fe firrû ilâllâh” “Allah’a firar et, Allah’a kaç ve Allah’a
sığın.” buyuruyor. Ruhumuzun Allah’a sığınması, Allah’a kaçması emrediliyor:
51/ZÂRİYÂT-50: Fe firrû ilâllâh(ilâllâhi), innî
lekum minhu nezîrun mubîn(mubînun).
Öyleyse
Allah'a firar edin (kaçın ve sığının). Muhakkak ki ben, sizin için O'ndan
(Allah tarafından gönderilmiş) apaçık bir nezirim.
Fecr-28’de: “İrciî ilâ
rabbiki: Rabbine rücû et, geri dönerek Rabbine ulaş.” diye buyuruyor. Bu, ruhun
biz hayattayken Allah’a ulaşmasıdır:
89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten
mardıyyeh(mardıyyeten).
Rabbine dön (Allah'tan) razı olarak ve Allah'ın
rızasını kazanmış olarak!
Allahû Tealâ Zumer sûresinin
54. âyetinde buyuruyor ki: “Üzerinize azap gelmeden önce Allah’a yönelin ve
Allah’a teslim olun.”
39/ZUMER-54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu
min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).
Ve Rabbinize (Allah'a) yönelin (ruhunuzu Allah'a ulaştırmayı
dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O'na (Allah'a) teslim olun (ruhunuzu,
vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah'a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım
olunmazsınız.
Bunun mânâsı: “Önce
ruhunuzu, sonra fizik vücudunuzu, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin.”
demektir. Bütün teslimler, ruhun teslimi de bu konunun içindedir. Önce ruhumuzu
Allah’a ulaştırmamız üzerimize farzdır. Sonra bakıyoruz ki daimî zikre ulaşmak
da üzerimize farzdır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
4/NİSÂ-103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe
kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte),
innes salâte kânet alel mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken,
otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra
güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz,
mü'minlerin üzerine, “vakitleri belirlenmiş bir farz “ olmuştur.
“Ayaktayken de, otururken
de, yan üstü yatarken de hep Allah’ı zikredin.” Bir insan üç halde
bulunabileceğine göre; ya ayaktadır, ya oturuyordur ya da yatıyordur.
Dördüncüsü yok. Öyleyse daimî zikir emri ile karşı karşıyayız. Yeter mi?
Yetmez, bütün sahâbenin daimî zikre ulaştığını görüyoruz:
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen
ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı),
rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır
hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima)
Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler
(ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna)
yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
Allahû Tealâ daimî zikrin
sahiplerine “ulûl’elbab” diyor. “Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden
ve alâ cunûbihim. Ulûl’elbab için ayaktayken de, otururken de ve yan üstü
yatarken de hep Allah’ı zikretmek söz konusudur.”
Bütün sahâbe ulûl’elbab
oldular mı? Daimî zikrin sahibi oldular mı? Yani nefs tasfiyesini
gerçekleştirdiler mi? Evet. Konumuzun daha başında bunu ortaya koyalım ki bütün
sahâbe ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini teslim etmişlerdir. Bu,
nefsin teslimi safhasıdır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe
yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl
elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî
olurlar. İşte onlar, Allah'ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar
ulûl'elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
Bütün sahâbe ulûl’elbab
olmuştur yani nefs tasfiyesini gerçekleştirmiştir.
Nefs tezkiyesi, ruhumuzu
Allah’a ulaştırıncaya kadar geçecek safhayı ifade eder.
1. basamakta olayları
yaşarız.
2. basamakta olayları
değerlendiririz. Allahû Tealâ insanları seçer. Allah’a ulaşmayı dileyenler 3.
basamağa ulaşırlar.
Allahû Tealâ derhal o
kişilerin üzerine Rahman esması ile tecelli eder. Onların gözlerini,
kulaklarını ve kalplerini açar. Sonra onların kalplerine ulaşır. Kalbi Allah’a
çevirir. O kişilerin göğsünü yararak göğsünden kalbine bir nur yolu açar ve o
kişi zikir yapmaya başlar. Allah’ın katından gelen rahmet nurları kalbe sızar.
Bu sızıntı %2’yi bulduğu zaman kişi huşû sahibi olur. O zaman mürşidini sormak
imkânının sahibi olur, bu hakkı doğar. Hacet namazını kılıp Allah’ın farz emri
üzerine mürşidini sorar. Allahû Tealâ kişiye mürşidini gösterir ve kişi
mürşidine tâbî olur. Bu tâbîyet gerçekleştiği zaman, ruhu vücudundan ayrılır ve
Allah’a doğru yola çıkar. Nefs tezkiyesi ancak kişi mürşidine tâbî olduğunda
başlar.
Nefs tezkiyesi boyunca nefsinin
kalbinde %2 rahmetten sonra, İlk %7 fazl birikimi tamamlanınca o kişinin ruhu
1. gök katına çıkar. Nefsi de Nefs-i Emmare kademesindedir.
Nefsinin kalbinde 2. defa %7
fazl birikimi ile bu kişinin ruhu 2. gök katına çıkar. Nefs-i Levvame kademesi,
Sonra ruhu 3. defa %7 fazl
birikimi ile 3. gök katına ulaşır. Burası Nefs-i Mülhime’dir. Kişi Allah’tan
ilham almaya başlar.
4. defa %7 fazl birikimi ile
bu kişinin ruhu 4. gök katına çıkar. Burası Nefs-i Mutmainnedir. Kişi artık
doyuma ulaşmıştır. Allah’ın verdikleri onun için mutlak olarak yeterlidir.
5. defa %7 fazl birikimi ile
bu kişinin ruhu 5. gök katına ulaşır. Burası Allah’tan razı olma makamıdır:
Nefs-i Radiye.
6. defa %7 fazl birikimi,
ruh 6. gök katına ulaşır. Nefs-i Mardiyye kademesinde Allah da ondan razı
olmuştur.
7. defa %7 nur birikimi, o
kişinin ruhunu Allah’a ulaştırır. Ruh Allah’ın Zat’ında yok olur. Burası Nefs-i
tezkiye’dir.
Şimdi tezkiyeden sonraki
bölümü yani tasfiyeyi inşaallah ele alalım.
Nefsin kalbinde %49 fazl, %2
rahmet birikimi ile bir insanın ruhu Allah’a ulaşır ve nefsin kalbinde %51 nur
birikimi tamamlanır. Bu kişinin ruhu Allah’ın Zat’ında yok olur. Burası fenâ
makamıdır. Fenâfillah makamı.
Fenâ: fani olma, yok olma,
Fi: içinde
Fenâfillâh: Allah’ın içinde yok olma demektir.
Allah’ın ruhunu taşıyan
insan, Allah’a ait olan emanetini Allah’a teslim etmiştir. Ruh, Allah’a
dönmüştür. Allah’a döndükten ve Allahû Tealâ’nın Zat’ında yok olduktan sonra
Allah o kişinin ruhunu tekrar İndi İlâhi’ye gönderir. Artık o kişi Allahû
Tealâ’nın huzurunda boşlukta duran bir altın taht sahibi olur. İşte burası o
kişinin nefsinin kalbinde nurların %61’den daha sonraki safhasını ifade eder.
Nefsin kalbindeki nurlar
%51’den %60’a kadar, ruhun Allah’ın Zat’ında yok olduğu noktadaki hüviyeti
gösterir. Kişinin ruhu Allah’ın Zat’ında yok olmuştur ama kişi zikrini
arttırmaya devam eder. Bu kişinin zikri arttıkça nefsinin kalbindeki nurlar da
%51’den %61’e kadar yükselir. %61 olduğu zaman Allahû Tealâ o kişiye En’am sûresinin
127. âyet-i kerimesi gereğince taht ihsan eder:
6/EN'ÂM-127: Lehum dârus selâmi inde rabbihim ve
huve veliyyuhum bimâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Rab'lerinin katında onlar için selâm yurdu (teslim
yurdu) vardır. Yapmış olduklarından dolayı, O (Allah), onların dostudur.
Bu kişi zikrini bu noktadan
itibaren de arttırmaya devam ediyor. Kalpteki nur birikiminin %61’den %70’e
kadar olan makam, beka makamıdır. Allah’ın İndi’nde, İndi İlâhi’de o kişinin
baki olduğunu gösterir. Allah’ın indinde baki olmak demektir.
Peki sonra? Bundan sonraki
makam zühd makamıdır. Kalpteki nur birikimi %71 olduğu zaman zühd makamının
sahibi olursunuz. Buradaki zikrin işareti, günün yarısından daha fazla
zikirdir. Hiç kimse zikrini günün yarısından öteye geçirmedikçe nefsinin
kalbindeki nurlar %71’i aşamaz. %71’i aşabilmesi için kişinin mutlaka zahid
olması lâzımdır.
Yusuf Suresinin 20. âyet-i
kerîmesi negatif zühdten bahsediyor:
12/YÛSUF-20: Ve şerevhu bi semenin bahsin derâhime
ma’dûdeh(ma’dûdetin), ve kânû fîhi minez zâhidîn(zâhidîne).
Ve onu (Yusuf'u), az bir fiyatla, birkaç dirheme
sattılar. Çünkü ona karşı zahidlerden idiler.
Allahû Tealâ negatif zühd
konusunda şunu söylüyor: “Onlar yani kardeşleri, Yusuf’a karşı zahiddiler, bu
sebeple Yusuf’u birkaç dirheme, pek az bir bedele sattılar.”
Negatif zühdün karşıtı
pozitif zühdtür. Bir kişi her gün, günün yarısından daha fazla zikrediyorsa o
Allah ile olan ilişkisinin dünya ile olan ilişkisinden her gün daha fazla
olduğunu Allah’a ispat etmiş demektir. Bu sebeple bu kişi Allah’ın katında
zahid mertebesindedir.
Bu kişi zikrini daha da
arttırıyor. Öyle bir gün geliyor ki bu kişinin nefsinin kalbindeki nurlar
%71’den %81’e yükseliyor. %81’e ulaştığı zaman artık o kişi fizik vücudunu
Allah’a teslim etmiştir. Bu kişi mutlaka günün yarısından daha fazla zikreden
birisidir. Kimin nefsinin kalbinde, (ulaştığı zikir kademesi itibariyle) %61,
%71 nur birikimini geçip, bu nur birikimi %81’e ulaşmışsa, o kişinin fizik
vücudu Allah’a teslim olmuştur. Ama kişinin nefsinin kalbinde daha %19 karanlık
vardır, afetler vardır. %81 (%79 fazl, %2 rahmet) nura karşılık, geri kalan
%19’luk kısım kapkaranlık olmasına rağmen o kişinin fizik vücudu Allah’ın bütün
emirlerini yerine getirir. Yasak ettiği hiçbir fiili kesinlikle işlemez. O kişi
için söz konusu olan fizik vücudunu Allah’a teslim etmektir. O kişinin fizik
vücudu %19 muhalefete hiç aldırmadan, Allah’ın bütün emirlerini yerine getirir,
yasak ettiği hiçbir fiili işlemez. İşte bu nokta kişinin fizik vücudunu Allah’a
teslim ettiği noktadır.
Acaba sahâbe fizik
vücudlarını Allah’a teslim etmişler midir? Allahû Tealâ Âli İmrân sûresinin 20.
âyet-i kerîmesinde buyuruyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu
vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel
ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ
aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan
sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: "Ben ve bana tâbi
olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik. O kitab verilenlere
ve ümmîlere: "Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz
mi?" de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer
yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en
iyi görendir.
Önce Peygamber Efendimiz
(S.A.V) ve bütün sahâbe yani O’na tâbî olanlar, fizik vücutlarını Allah’a
teslim etmişlerdir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) daha üst makamlara da çıkıp
iradesini de Allah’a teslim etmiştir. Sahâbe ise fizik vücutlarını da Allah’a
teslim etmişlerdir. Bütün sahâbenin fizik vücutlarını Allah’a teslim ettikleri
kesindir.
Sahâbenin zikirlerini daha
da arttırdığını görüyoruz. Nefsin kalbindeki nurlar giderek çoğalıyor ve öyle
bir noktaya geliyor ki; bu kişi daimî zikrin sahibi oluyor. Bu kişi daimî
zikrin sahibi olana kadar İlm’el yakîn ile Ayn’el yakîn arasında bir
köprüdedir. Ruhumuzun Allah’a ulaştığı noktada İlm’el yakîn sona ermiştir.
Ondan sonra kişi fenâ makamını, beka makamını, zühd makamını ve muhsinler
makamını geçecektir. Ancak ondan sonra ulûl’elbab olacaktır. Bu 4 makam İlm’el
yakînden, Ayn’el yakîne geçişi ifade eder ama İlm’el yakîn bitmiştir. Ayn’el
yakîn de başlamamıştır. Allahû Tealâ berzahta bu kişinin kalp gözünü ve kalp
kulağını açabilir de açmayabilir de.
Allahû Tealâ bir kişinin
kalp gözünü ve kalp kulağını açmadan o kişi daimî zikre ulaşırsa, o kişi daimî
zikre ulaşıncaya kadar geçen fenâ, beka, zühd ve muhsinler makamlarında İlm’el
yakîne daha yakın bir hüviyette İlm’el yakînin devamını yaşamıştır. İlm’el
yakîn hüviyetinde Ayn’el yakîne ulaşmışlardır. Allahû Tealâ bu 4 makamda kimin
kalp gözünü veya kalp kulağını veya ikisini birden açarsa, onlar da Ayn’el
yakînin sahibi olamamışlardır ama bu 4 makamda İlm’el yakîne değil Ayn’el
yakîne yakın bir seyir takip etmişlerdir. Neticede bu kişiler hepsi Ayn’el
yakîne ulaşırlar. Daimî zikre ulaşan herkes Ayn’el yakînin sahibi olur.
Daimî zikir nefsin tasfiyesi
demektir. Ulûl’elbab makamı kişiye çok şeyler sağlar. Daimî zikrin sahibi
olması onun kalbindeki bütün afetlerin yok olmasını ifade eder. Kalbi tamamen
%98 fazl adlı nurlarla, %2 rahmet adlı nurlarla doludur. O kişinin kalbi
tamamen nurla dolmuştur. Kişinin kalbine dikkatle bakın, orada karanlığı
göremezsiniz. Afetlerin hepsi yok olmuştur. Fazıllar %98 ölçüsünde kalbi
doldurmuştur. Allahû Tealâ bu sebeple bu 4 tane vasıf verir:
1- Daimi zikrin sahibidir
2- Kalbinde hiç afet kalmamıştır
3- Kalp gözünü açar.
4- Kalp kulağını açar.
Bu dört tane temel şarta
haiz olan daimî zikrin sahiplerine ulûl’elbab adı verilir. Bu standartlar o
kişinin üç tane sonuç şartı kazanmasını sağlar:
1-
Kişi ehli tezekkür olmuştur.
Allah ile her an,
konuşabilmek imkânının sahibidir. Allahû Tealâ ona mutlaka cevap verir. Eğer
cevap vermezse, o konu tekrar sorulacak demektir. Allahû Tealâ dilediğini
dilediği zaman yapandır. Kişi bazen “Sualine cevap yok.” cevabını da alabilir.
Allah herkesin sahibidir. Dilediğini yapar.
2-
Kişi ehli hayır olmuştur.
Hayır ehli, hayrın sahibi
demektir. Allahû Tealâ ne demek istiyor? Kişi daimî zikre ulaşmıştır. Zikir
ise, o kişiye derecat kazandıran en büyük faktördür. Derecat kazandıran bütün
olaylar hayırdır. Derecat kaybettiren bütün olaylar şerrdir. Bu sebeple bu kişi
daimî zikri sebebiyle devamlı derecat kazanan bir hüviyete kavuşmuştur.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadisinde:
“Âlimin uykusu, cahilin
ibadetinden yeğdir, daha üstündür, daha çok derecat kazandırır.” buyuruyor.
Çünkü o uyurken de kalbi
“Allah, Allah, Allah…” diye devamlı zikrettiği için o kişi devamlı derecat
kazanır. Kazandığı her bir dereceye karşılık 700 katını kazanacağı için ve o
kişi uykuda da kalbi zikirde olduğu için, her saniye 700 derecat kazanır. Ama o
sırada ibadet eden bir kişi sadece 10 derece kazanabilir. Birisi bir saniyede
10 derece kazanırken diğeri 700 derece kazanır. İşte bu daimî zikrin sahibi
yani ulûl’elbab olan kişidir.
2/BAKARA-261: Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî
sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seb’a senâbile fî kulli sunbuletin mietu
habbeh(habbetin), vallâhu yudâifu li men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her
sünbülünde (başağında) yüz adet tane (tohum) olmak üzere, yedi sünbül (başak)
veren bir tek tohumun durumu gibidir. Allah, dilediği kimse için (onun rızkını)
kat kat artırıp verir. Ve Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.
3-
Kişi ehli hüküm ve ehli hikmet olmuştur.
İkisi de aynı kökten geldiği
için bir tek kelimeyle o kişi ehli hikmettir, hikmet ehlidir. Hikmet ehli, o
kişinin hâkimlik ya da hakemlik yapması halinde mutlaka adaletle davranmasına
sebebiyet verir. O kişi mutlak olarak adaleti temsil eder. Neden? Çünkü bütün
hükümlerini Allah’tan sorarak vermek mecburiyetindedir. Böyle yaptığı için de
mutlaka adaleti temsil eder. Peki, 2. husus nedir? 2. husus ehli hüküm
oluşudur. Kur’ân-ı Kerim’e baktığı zaman o âyetin 28 basamağın hangisine
tekâbül ettiğini bir bakışta hemen çıkarır.
Öyleyse bir kişinin nefs
tasfiyesi yapmış olması demek, onun ulûl’elbab olmasıdır ve kişinin dört tane
vasıf şartı ile üç tane sonuç şartı olmak üzere toplam yedi tane önemli vasıf
kazanmasını sağlar. “Ulûl’elbab olan bir kişi lübblerin sahipleridir” demekle
Allahû Tealâ o kişinin kalp gözünün açık olduğunu, kalp kulağının da açık
olduğunu söylüyor.
Allahû Tealâ onlarla, o kişi
dilediği anda konuşur ya da Allah dilediği anda Allah onunla konuşur. Dahası, Ulûl’elbab
makamındaki nefs tasfiyesini tamamlamış olan kişiye yerlerin melekûtu
gösterilir. En alttaki kat cehennem, onun bir üstündeki kat cehennem, daha
üstündeki kat cehennem ve yedi kat cehennemin yedisi de gösterilir. Onları
seyrederken kişinin tüyleri ürperir ve kişi gayri ihtiyari ürker: “Yarabbi,
beni de oraya mı göndereceksin?” der. Allahû Tealâ cevap verir: “Hayır. Ama
bunları mutlaka görmen gerekli.”
O yedi kat cehennem
tamamlandığı zaman, (-7) tamamlanmıştır. Yerlerin melekûtu tamamlanmıştır.
Göklerin melekûtunun gösterilmesi ihlâs makamında olur. Göklerin melekûtuna
geçmeden evvel gene bu ulûl’elbab makamında Allahû Tealâ zemin katta o kişiye
başkalarının göremediği başka bir hususu daha gösterir. Bu Devrin İmamı’nın dergâhıdır.
Zemin kattan bir metre yüksekliğe yaklaşan bir altın para kümesi ve orada insan
ruhlarının saf saf, onarlık sıralar halinde yerleşmesi söz konusudur.
Zemin katta herkesin önünde
rahleler, rahlelerde Kur’ân-ı Kerim’ler olur. Oradaki ruhlar bir nev’i eğitim
görür. Bu eğitimin hocası şu anda Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in en sevgili
arkadaşı, Hz. Ebûbekir’dir. Allahû Tealâ Hz. Ebûbekir’i Devrin İmamı’nın
dergâhında öğretim görevlisi olarak vazifelendiriyor. O kişi, yerden yaklaşık 4
metre yüksek olan, 1,5 – 2 metre arasında genişliği olan tek kanatlı bir altın
kapı görür. Üzeri 30 cm’lik dilimler halinde baklava dilimleri ile çizilmiş,
üzerinde kapı tokmağı, kapı kolu bulunmayan bir kapı. Allahû Tealâ kişiye göğün
1. katını gösterdiği zaman, seyr-i sülûkun nasıl olduğunu da o kişiye
göstermeye başlar.
Bu kişinin nefsinin kalbindeki
afetler tamamen yok olmuştur ama, kalbinde 19 mertebe müzeyyen olmak söz konusu
olacaktır.
Nefsin tasfiye oluşu,
tasfiyenin ötesinde şimdi söyleyeceğimiz kademeleri de ifade eder. Nefsin
kalbinde hiçbir afet kalmaması, nefsin tasfiye edildiğini gösterir, kişi
ulûl’elbab olur. Ama ulûl’elbab makamı, yedi kat yerler (7 kat cehennem) ve
devrin imamının dergâhı gösterildikten sonra tamamlanır.
Devrin imamının dergâhının
gösterilmesi zemin katın gösterilmesidir. Bu ulûl’elbab makamından ihlâs makamına
geçişi ifade eder ama bu gösterimden sonra ihlâs makamına adım atmak ancak 1.
gök katının Allahû Tealâ tarafından o kişinin kalp gözüne gösterilmesi ile
mümkündür.
1. gök katındaki açıkta
yapılan secde,
2. gök katındaki suvarılma
havuzları,
3. gök katındaki iki katlı
daha çok köşke benzeyen bir mescid,
3. kattan 4. kata ulaştıran
mihenk menfezi ve 4. kattaki Beyt-ül Makdes’in aslı,
5. kattaki Beyt-ül Haram’ın
aslı,
6. kattaki sıbgatullah olma
mahalli,
7. kattaki altın giriş
kapısı altındaki 7 mermer basamak, iki basamağı birbirine bağlayan trabzan
üzerindeki altın zincir, hepsi gösterilir.
İşte her bir katın
gösterimi, o kişinin ihlâs makamında kalbinin bir mertebe daha müzeyyen
olduğunu gösterir. 7 mertebe ulûl’elbab makamında yerlerin melekûtu boyunca
müzeyyen olan kalp, 7 mertebe de ihlâs makamında göklerin melekûtu gösterilerek
müzeyyen olur.
Peki, muhlis olmak üzerimize
farz mıdır? Elbette farzdır. Allahû Tealâ Beyyine-5’te buyuruyor ki:
98/BEYYİNE-5: Ve mâ umirû illâ li ya’budûllâhe
muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve yu’tûz zekâte ve zâlike dînul
kayyimeh(kayyimeti).
Ve onlar, Allah için hanifler olarak dînde halis
kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve namazı ikame etmekten ve zekâtı
vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte kayyum dîn (kıyâmete kadar devam
edecek dîn) budur.
“Onlar Muhlis olarak
Allah’ın kulu olmakla, O’nun dîninde hanifler olarak nefslerinin kalbini muhlis
kılanlar olmakla, halis kılanlar olmakla emrolundular.”
Bütün sahâbenin ulûl’elbab olduğunu
görmüştük. Acaba bütün sahâbe muhlis olmuşlar mıydı? Yani kalp tasfiyesinin bu
2. kesimine de ulaşmışlar mıydı? Evet, hepsi. Bakara Suresinin 139. âyet-i
kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
2/BAKARA-139: Kul e tuhâccûnenâ fîllâhi ve huve
rabbunâ ve rabbukum, ve lenâ â’mâlunâ ve lekum a’mâlukum ve nahnu lehu
muhlisûn(muhlisûne).
De ki: “Allah hakkında bizimle mücâdele mi
ediyorsunuz? Ve O, bizim de Rabbimizdir, sizin de Rabbinizdir. Ve, bizim
amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Ve biz, ona muhlis
olanlarız (dîni O'na hâlis kılanlarız).”
“Onlara deyin ki; Allah
sizin de Rabbinizdir, bizim de Rabbimizdir. Ama biz Allah’a teslim, Allah’a
muhlis olanlarız.” “nahnu lehu muhlisûn: O’na karşı, Allah’a karşı muhlis
olanlarız. Kalpleri 14 kademe halis olanlarız. 14 kademede kalbi halisleşmiş
olanlarız.”
Kalbin halis olması
noktasından sonra o kişiyi Allahû Tealâ Tövbe-i Nasuh’a çağırır. Ne zaman
çağırır? Ne zaman o kişi 7. gök katında;
1.
Âlemdeki Kader hücrelerini,
2.
Âlemdeki Ümmülkitabı,
3.
Âlemdeki Kudret denizini,
4.
Âlemdeki Makam-ı Mahmud’u,
5.
Âlemdeki Divan-ı Salihîn’i,
6.
Âlemdeki Zikir hücrelerini,
7.
Âlemde İndi İlâhide’deki huzur namazını, huzur
namazını bütün kılanları görür, tahtları görür. Ama bu, o kişinin ihlâsı
aşmasına zemin hazırlamaz. Buradan son göreceği yer olan, görmesi lâzım gelen
yer olan Sidretül Münteha’yı, (İndi İlâhi’deki en yüksek nokta) gördüğünde
Allah o kişiyi Tövbe-i Nasuh’a çağırır.
Sidretül Münteha İndi
İlâhi’nin hepsini gördükten sonra en son görülecek olan, o yapraklarının
renginin tarifi pek mümkün olmayan, kâinattaki en güzel yeşillerden oluşan bir
ağaçtır. Ne zaman kişi en yüksek noktadaki Sidretül Münteha’yı görür, o zaman
Tövbe-i Nasuh’a davet edilir. Tövbe-i Nasuh’a davet, ihlâs makamının sona
erdiğini, salâh makamının başladığını gösterir.
Nefs tasfiyesinin 1. kesimi
ulûl’elbab makamında tamamlanır, kalp 7 mertebe müzeyyen olur. Sahâbenin de
kalpleri müzeyyen olmuştur. Allahû Tealâ Hucurat-7’de diyor ki:
49/HUCURÂT-7: Va’lemû enne fîkum
resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve
lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum, ve kerrehe
ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne).
Ve aranızda Allah'ın Resûlü olduğunu biliniz. Eğer
işlerin çoğunda size itaat etseydi, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah,
size îmânı sevdirdi ve onu kalplerinizde müzeyyen kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı
size kerih gösterdi. İşte onlar, onlar irşad olanlardır.
“Ey sahâbe; biliniz ki
Allah’ın Resûl’ü aranızda. Eğer o sizin söylediğinize tâbî olsaydı yani
Allah’ın emirlerini bir kenara bırakarak, Allah’ın emirlerine değil de sizin
söylediklerinize tâbî olsaydı, bundan çok zarar görürdünüz. Ama Allah size
îmânı sevdirdi. Fıskı, küfrü, isyanı kerih gösterdi ve kalbinize yazdığı îmân
kelimesi ile kalbinizi müzeyyen kıldı. İşte onlar irşada ulaşanlardır.”
Allahû Tealâ gelecek
nesillere, sahâbenin irşada ulaştığını, irşad olduğunu söylüyor. Bütün sahâbe
irşad olmuşlardır. Yani hem yerlerin melekûtunu görmüşler, hem göklerin
melekûtunu görmüşler, hem de Tövbe-i Nasuh’a davet edilmişlerdir.
Tövbe-i Nasuh’a davet edilen
kişi Salâh makamına ulaşır. Salâh makamı yedi kademeden oluşur.
Bütün sahâbe irşad olmuşlar.
Ondan sonraki kademede, Tahrim sûresinin 8. âyet-i kerimesinde adı geçen
fonksiyonlar ilâve ediliyor. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
66/TAHRÎM-8: Yâ eyyuhellezîne âmenû tûbû ilâllâhi
tevbeten nasûhâ(nasûhan), asâ rabbukum en yukeffire ankum seyyiâtikum ve
yudhilekum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru, yevme lâ yuhzîllâhun nebiyye
vellezîne âmenû meah(meahu), nûruhum yes'â beyne eydîhim ve bi eymânihim
yekûlûne rabbenâ etmim lenâ nûrenâ vagfir lenâ, inneke alâ kulli şey'in
kadîr(kadîrun).
Ey âmenû olanlar (Allah'a ulaşmayı dileyenler)!
Allah'a Nasuh Tövbesi ile tövbe edin! Umulur ki Rabbiniz, sizin günahlarınızı
örter ve sizi altından nehirler akan cennetlere koyar. O gün Allah, nebîleri ve
O'nunla beraber olanları mahzun etmez. Onların nurları, önlerinde ve sağlarında
koşar. “Rabbimiz, bizim nurumuzu tamamla ve bize mağfiret et (günahlarımızı
sevaba çevir). Muhakkak ki Sen, herşeye kaadirsin.” derler.
Allahû Tealâ: “Öyle bir
tövbe ile tövbe edin ki, bu Tövbe-i Nasuh olsun.” diyor. Yani feshedilmesi
mümkün olmayan, vazgeçilmeyen bir tövbe olsun. Gerçekten bu tövbeden dönüş
yoktur.
İnsan tövbe edip tekrar
günah işleyebilir çünkü nefsinde afetler vardır. Ama bu tövbe, Tövbe-i Nasuh
tövbesi, oradan dönüş olmayan bir tövbeyi ifade eder. O kişinin bir daha
düşmesi mümkün değildir. Düşmeyecek olan meziyetlerle Allahû Tealâ onu muhafaza
altına alır. Allahû Tealâ: “Allah o zaman peygamberini ve onunla beraber
olanları utandırmayacaktır, mahçup etmeyecektir. Onlar nurları önlerinde ve
sağlarında yürürler ve ‘Yarabbi nurumuzu tamamla.’ diye dua ederler. Biz
onların günahlarını affederiz. Onlar ‘Bize mağfiret eyle.’ diye dua ederler.”
diyor.
Allahû Tealâ evvelâ onların
günahlarını örter. Çünkü onlar diyorlar ki: “Yarabbi bize mağfiret eyle.” Bunun
mânâsı şudur: “Önce günahlarımızı ört, sonra da sevaba çevir.” Allahû Tealâ önce
onların günahlarını örtüyor, başlarının üzerine salâh nurunu veriyor, sonra da
günahlarını sevaba çeviriyor.
O kişinin başının üzerinde,
bu noktaya ulaşana kadar devrin imamının ruhu bulunuyordu. Bu, başların
üzerindeki ve önlerindeki ruh idi. Onlar bu nurlarıyla yürürken: “Bizim
nurumuzu tamamla.” diyorlar. Allah da onlara salâh nurunu veriyor. Böylece nur
tamamlanmamıştır, iki nur olmuştur: Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in ruhu
sahâbenin başlarının üzerindedir ve O’nun başının üzerindeki kendi nurları olan
Allahû Tealâ’nın onlara verdiği salâh nuru vardır.
Salâh nurunun verilmesiyle
bu makamın 3. kademesine gelinir. Salâh makamının;
1.kademesinde günahlar
örtülür,
2.kademesinde başlarının
üzerine salâh nuru verilir,
3.kademede, günahlar sevaba
çevrilir.
“Bize mağfiret eyle.”
talebinin cevabı olarak günahların sevaba çevrilmesi gerçekleşir. Allahû Tealâ
onlara mağfiret eder. Bu mağfiretle salâh makamının 4. kademesine gelinir. Bu
noktada Allahû Tealâ o kişinin hazır hale gelmiş olan iradesini teslim alır ve
iradeyi teslim aldıktan sonra o kişinin zikri artık zikir olmaktan çıkar ve
tesbih adını alır. O kişi tesbihin sahibi olur.
Kim tesbihin sahibi olursa,
Allahû Tealâ bu makamda onun başının üzerine, onun ruh tayyi mekânı yapabilmesi
için kendi ruhunu getirir. O kişinin kendi ruhunu getirir. Salâh makamının bu
mertebesine ulaşan herkes için geçerlidir.
5. kademe, resûllerin
dışındaki bütün insanların ulaşabileceği son makamdır. Burada Allahû Tealâ o
kişiye: “İrşada memur ve mezun kılındın.” cümlesi ile irşad yetkisi verir.
Herkes mürşid olamaz! Mürşid
olmak Allah’ın emri ile gerçekleşen bir husustur, bütün sahâbe bunu
başarmışlardır. Bütün sahâbe irşada memur ve mezun kılınmışlardır.
Tevbe Suresi’nin 100. âyet-i
kerimesi bizlere bunu ispat ediyor:
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel
muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû
anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden),
zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan
salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun
kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç
edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da
onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına
sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da
O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler
hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm)
mükâfattır.
Bütün sahâbe, ensara da
muhacirîne de tâbî olmuşlar ve hepsi irşad makamının sahibi olmuşlardır. Bütün
sahâbenin bu makama ulaştığını gördük.
Peki, irşad makamına ulaşmak
üzerimize farz mıdır? Kesinlikle farzdır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
3/ÂLİ İMRÂN-102: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekullâhe
hakka tukâtihî ve lâ temûtunne illâ ve entum muslimûn(muslimûne).
Ey âmenû olanlar, Allah'a karşı “O'nun hak takvası”
ile (bi hakkın takva, en üst derece takva ile) takva sahibi olun! Ve sakın siz,
(Allah'a) teslim olmadan ölmeyin!
Allahû Tealâ bütün
devirlerdeki insanlara: “Onlar nasıl bihakkın takvaya, hakkı tukatihi takvaya
sahip olmuşlarsa, siz de onlar gibi bihakkın takvaya sahip olun.” diyor. Sahâbe
de üzerlerine farz kılınan bihakkın takvaya sahip olmuşlar ve kalplerinde bütün
afetler yok olduktan sonra tam 19 mertebe müzeyyen olma işlemini
gerçekleştirmişlerdir.
Bir insandaki nefs tasfiyesi
devam ettiği sürece mutlaka Allahû Tealâ onu bir gün irşad makamına kadar inşaallah
ulaştırır. Bu, kişinin gayretine ve Allah’ın yardımına dayalı bir olaydır.
Daimî zikre ulaşan kişi daimî zikirden bir daha düşmez. İrşad makamına Allahû
Tealâ tarafından tayin edilen kişi irşad makamından asla alınmaz.
Nefs tasfiyesi, Allahû
Tealâ’nın muhteşem bir dizaynıdır, o kişiyi mutlulukların doruğuna
çıkarır.