6 Ekim 2015 Salı

AHMET YESEVÎ -I - ( HAYATI )

AHMET YESEVΠ -I - 
( HAYATI )

Giriş

Hoca Ahmet Yesevî’nin hayatı, menkıbeleri ve hikmetleri incelendiği zaman karşımıza birçok yönü ile çıkar. Bunlar;

1) Düşünceleri ve hayat tarzı ile bir mutasavvıf ve tarikat kurucusu,
2) Kerametleri (gösterdiği olağanüstü haller) ile bir evliya (ermiş),
3) Kur’ân, hadîs, fıkıh alanındaki öğrenimi ve bilgileriyle bir bilgin,
4) Orta Asya Türkleri arasında İslâmîyet’i yayan büyük alim ve velî,
5) Şiirleriyle (hikmetleriyle) bir şairdir. (Divân-ı Hikmet)


  • Doğumundan önce Ahmet Yesevî:

Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in kutlu savaşlarından birinde, yiyecek bulamayan sahâbe, O’nun huzuruna gelerek, yiyecek istediler.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) dua etti.
Onun duası üzerine Cebrail (A.S) bir tabak hurma getirdi.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve ashabına getirilen bu hurmalar dağıtılırken bir tanesi yere düştü. Bunun üzerine Cebrail (A.S) Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e hitaben:
_ Ey Allah’ın Resulü! Yere düşen bu hurma, gelecekte, sizin ümmetiniz olarak doğacak Ahmet Yesevî’nin kısmetidir, dedi.
Öyle ise bu emanet, sahibine ulaştırılmalıydı. Peygamber Efendimiz (S.A.V), hurmayı Arslan Baba’ya teslim etti. Ahmet Yesevî’yi  nerede, nasıl bulacağını; onun eğitimi ile ilgilenmesini buyurdu. Bu hususta, ona yardım etmesi için Allah’a dua etti. Bu duanın bereketiyle uzun yıllar yaşayan Arslan Baba, bir taraftan da Ahmet Yesevî’yi arıyordu. Bu maksatla Türkistan taraflarına gitti. Uzun araştırmalar sonunda, yıllar önce tarifi verilen çocuğu, bir sabah medreseye giderken buldu. Çocuğu selamladı. Arslan Baba’nın selamına mukabelede bulunan çocuk:
_  Ey Baba! Emanetimiz nerededir? Diye sordu.

Arslan Baba çocuğun bu beklenmedik sorusu karşısında şaşırdı. O’na:
_ Sen bu emaneti nerden biliyorsun? dedi.
Çocuk:
_ Allah, o emanetin sırrını, bana bildirdi, karşılığını verdi.

Karşısındaki çocuğun Ahmet Yesevî olduğundan şüphesi kalmayan Arslan Baba, ilk günkü tazeliğini koruyan hurmayı çocuğa teslim etti.  Onun manevî terbiyesini üzerine aldı.

  • Ahmet Yesevî’nin Babasının Birinci Vasiyeti:

Ahmet Yesevî için ölüm döşeğinde iken babası, Şehnaz isimli kızına: “ Ey benim kızım! Kardeşin bu dünyada ender görülen mübarek bir kişi olacaktır. Ona göz kulak ol.” Der.

Başka bir açıdan ise; İşte bazı kişiler bu dünyaya vazifeli olarak, bu vazifeyi önceden alarak gelirler. Görevlerini yaparlar ve geri dönerler.
İşte Ahmet Yesevî’de bunlardan biriydi.


.AHMET YESEVÎ’NİN HAYATI

Pîr-i Türkistan, Hoca Ahmet, Kul Hoca Ahmet gibi adlarla anılan Hoca Ahmet Yesevî, 1103 yılında, Türkistan’ın Yesi kasabasında dünyaya geldi.
Babası Hz. Ali soyundan olan ve kerametleriyle tanınan, Şeyh İbrahim adlı bir bilgindir. Küçük yaştan itibaren babasından feyz aldı.
Annesi ise dönemin manevî büyüklerinden ve Şeyh İbrahim’in halifelerinden Şeyh Musa’nın kızı Ayşe Hatun’dur.
Çok küçük yaşta annesini kaybeden Ahmet, yedi yaşına geldiğinde babasını da kaybetti.
 Hem annesini, hem babasını kaybeden Ahmet, ablası Gevher Şehnaz ile öksüz kaldı. Bundan böyle hayatın çetin yollarında ablasıyla yürüyecekti.
Sessiz ve sakin bir çocuk olan Ahmet, az konuşur fakat öz konuşurdu. Sanki büyümüşte küçülmüş gibi bir hali vardı. Ablasının sözünü dinler, onu hiç üzmezdi.
Bu arada Arslan Baba, Türkistan’da bulunuyordu. Küçük Ahmet’i bularak, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in emanetini ona teslim etti. 

Ahmet Yesevî, Arslan Baba ile karşılaşmasını Divân-ı Hikmet’inde şöyle anlatır. 

“Yedi yaşında Arslan Baba’ya selam verdim;
Hak Mustafa’nın emanetini lutfedin, dedim;
Hem o vakit binbir zikrini tamam ettim;
Nefsim öldü, mekansızlığa yükseldim işte.”             

Şeyh, Arslan Baba Hicaz’dan gelip, onu yetiştirerek onun manevî babası oldu. Ahmet Yesevî, Arslan Baba’nın kalplere hayat ve huzur veren sohbetlerinde bulundu. Küçük yaşta manevî olgunluğa erişti. Kısa zamanda tasavvuftaki yüksek derecelere ulaştı.

  • Ahmet Yesevî’nin Babasının İkinci Vasiyeti ve Bir Menkıbe:

Ahmet’in babası Şey İbrahim, keramet sahibi bir âlimdi. O, oğlundaki farklılığı sezmiş, ölümünden önce Küçük Ahmet’i, kızı Gevher Şehnaz’a emanet etmişti. Gevher Şehnaz, Ahmet’in ablasıydı.
Şeyh İbrahim, biricik kızı Gevher Şehnaz’a :
_ Gözümün nuru, canım kızım! Manevî bakımdan üstün bir kişi olma yolundaki kardeşine göz kulak ol. Bilirsin ki benim dergâhıma bağlı bir sofra vardır. Onu kimseler açamaz. Ancak vakti geldiğinde Ahmet açabilir. O zamana kadar kardeşinin sırrının kimselere açma, diyerek vasiyet etti.
Ahmet, baba mirası sofrayı açabilecek manevî olgunluğa ulaştı.
Bu sırada yaşanan bir olay, Küçük Ahmet’in manevî derecesinin yükseldiğini gösterdi, ününe ün kattı.
Maveraünnehr ve Türkistan bölgesinde Yesevî adıyla tanınan av meraklısı bir hükümdar hüküm sürmekteydi. Kış mevsimini Semerkant’ta geçiren bu hükümdar, yaz geldiğinde Türkistan yaylarına çıkardı. Hükümdar Yesevî, bir yaz günü ava çıktı.
Bir ceylanın peşine düştü.
Ceylan kaçtı, o kovaladı.
Sonunda ceylan, Karaçuk Dağı’nın zirvesine yakın bir yerde kayboldu. Hükümdar ne yaptı, ne ettiyse ceylanı yakalayamadı. Çünkü Karaçuk Dağ’ı oldukça kayalıktı. Sarp yamaçlarla, derin uçurumlarla doluydu. Gezip dolaşmak, ceylan peşinden gitmek mümkün değildi.
Elde edemediği avın üzüntüsüyle geri dönen ve Karaçuk Dağı’nda kolay kolay avlanamayacağını anlayan hükümdar, dağı ortadan kaldırmayı kafasına koydu. Ülkesinin dört bir yanındaki erenlere haber saldı. Onları, sarayına davet etti.
Erenler, hükümdarın bu davetine katıldılar. Hükümdar Yesevî, toplanan erenlere:
_ Sizden isteğim, Allah’ın izni ve dualarınızın bereketiyle Karaçuk Dağı’nın ortadan kaldırılmasıdır, diye niyaz etti.

Erenler, hükümdarın bu isteğini kabul ederek, hep birlikte üçgün boyunca dua ve yakarışta bulundular. Depremler oldu, sel gibi yağmurlar boşandı. Ancak maksat gerçekleşmedi. Bunun üzerine hükümdar:
_  Acaba davete katılmayan eren var mı? Diye sordu?
Küçük Ahmet’teki manevî zenginliği sezen bir eren:
_  Şeyh İbrahim’in oğlu Ahmet, bu mecliste yoktur, karşılığını verdi.
Gerçektende Ahmet’in çok küçük olduğu düşünüldüğünden böyle bir davete çağrılmamıştı. Hükümdar Yesevî, adamlarından birkaçını Sayram kasabasında bulunan Ahmet’e gönderdi.
Ahmet, davet üzerine babasının vasiyeti gereği ablasına danıştı.
Ablası Gevher Şehnaz:
_  Bilirsin ki bu konuda babamızın vasiyeti vardır. Eğer babamızın dergâhındaki bağlı sofrayı açabilirsen ortaya çıkma zamanın gelmiş demektir. O zaman hükümdarın davetine katılabilirsin, dedi.
Küçük Ahmet, doğruca babasının dergâhına gitti. Dergâhta bağlı bulunan sofrayı Allah’ın izniyle kolayca açtı.
Sofranın açılması; onun ortaya çıkarak kerametler gösterebileceğinin işaretiydi.
Ahmet, babasının vasiyeti olan sofrayı alarak hükümdarın adamlarıyla beraber Yesi’ye gitti. Hükümdar ve diğer erenler, onları karşıladılar.
Ahmet, babasının vasiyet ettiği sofrada bulunan bir somun ekmeğini orada bulunan herkese dağıttı. Bu somun ekmeğinden nasibini alan herkes, ona dualar etti. Bu keramet sayesinde onun büyüklüğü anlaşılmaya başlamıştı. Sırada Karaçuk Dağı vardı.
Ahmet, babasının aziz hatırası hırkayı giydi.
Bir kenara çekilerek duaya başladı.
Duanın ardından şiddetli bir yağmur başladı.
Yağmur sel oldu.
Sel sele karıştı, göz gözü görmez oldu.
Erenlerin seccadeleri sular üzerinde yüzüyordu. Mecliste bulunanlar telaşlanarak bağırıp, çağırmaya başladılar.
Küçük Ahmet, tekrar dua etti ve babasının hırkasını çıkardı.
Hava açıldı, günlük güneşlik oldu.
Orada bulunanlar hayretler içerisindeydi.
Çünkü Karaçuk Dağı ortadan kaybolmuştu.
Hükümdar Yesevî, Ahmet’in bu kerameti karşısında:
_ Senden bir niyazım daha olacak. Adımın kıyamete kadar hayırla anılması için bana dua buyur, diyerek bir dilekte daha bulundu.
Gönüllerde taht kuran küçük Ahmet, hükümdarın bu dileğine:
_ Sevenlerimiz bizim adımızı senin adınla birlikte yad etsinler, diyerek karşılık verdi.
O günden sonra küçük AHMET, Hoca Ahmet YESEVÎ adıyla anılmaya başlandı.


AHMET YESEVİ’NİN HAYATI (devamı)

 Ahmet Yesevî,  Arslan Baba’nın vefatından sonra dönemin önemli bilim ve kültür merkezlerinden Buhara’ya gitti. Ahmet Yesevî’nin Buhara’ya gitmesini Arslan Baba’nın istediği de rivayet edilir.

Ahmet Yesevî, Arslan Baba’nın vefatını Divân-ı Hikmet’te şöyle anlatır:

“Azrail gelip Arslan Baba’mın canını aldı;
Huriler gelip ipek kumaştan kefen biçti;
Yetmişbin kadar melek toplanıp geldi;
O sebepten atmışüçte girdim yere.

Namazını kılıp yerden kaldırdılar;
Bir anda cennet içine ulaştırdılar;
Ruhunu alıp ‘İliyyin’e götürdüler,
O sebepten atmışüçte girdim yere.”

Arslan Baba’nın vefatından sonra onun manevî işaretiyle Buhara’ya giderek, Ehl-i Sünnet âlimlerinin en büyüklerinden olan Yusuf Hemadanî’nin öğrencisi olur. Kuvvetli bir eğitim alır ve hocasıyla birlikte bazı şehirleri de dolaşır.

Bu konuya Divân-ı Hikmet kitabında şöyle değinir.

“Ben yirmialtı yaşta sevda eyledim
Mansur gibi cemal için kavga eyledim
Pirsiz yürüyüp dert ve sıkıntı peyda eyledim  
O sebepten Hakk'a sığınıp geldim ben işte.”

26 yaşında sevdaya düşüp, Mansur gibi sevdiğim için kavgalar ettim, Bir pire erişememekten türlü dertlere düştüm, Sonunda aradığıma ulaşarak dertlerimden kurtuldum. Ve dergâhıma layık olabildim.

Yusuf Hemedanî’nin vefatından sonra bir süre daha Buhara’da kalıp, öğrenci yetiştirmekle meşgul oldu. Bir müddet sonra öğrencilerin terbiye ve yetiştirilmesini Yusuf Hemedanî’nin en büyük talebesi olan Abdülhalık Gonduvani’ye bırakarak tekrar Yesi’ye döndü.

Yesi şehrindeki mütevazi dergâhında öğrenciler yetiştirmeye ve halkı aydınlatmaya başladı. Burada ilim ve irfan ocağı olacak bir dergâhı kurdu. Engin bilgisinin ve ermişliğinin derecesi her geçen gün artıyor; haklı şöhreti Türkistan, Maveraünnehr, Horasan ve Harezm gibi komşu ülkelere yayılıyordu.
Çevresi, öğrencileri ve gönül dostları ile dolup taşmıştı. O ise bir çağlayan olmuş, bıkmadan, usanmadan onların gönüllerine akmaya devam ediyordu. Yetiştirdiği öğrencileri – Anadolu’da dahil- bütün ülkelere gönderiyor; bütün insanlığa hizmet etmeleri için seferber ediyordu.
Hoca Ahmet Yesevî, yaptığı hizmetler karşısında kendisine gönderilen hediyelere, dergâha getirilen adaklara el sürmez; onları öğrencilerine ve fakir fukaraya, ihtiyaç sahiplerine dağıtırdı.
Ahmed Yesevî Hazretleri vakitlerinin çoğunu Allahû Teâla’ya ibadet ve taat etmekle, talebelerine zahirî ve batınî ilimleri öğretmekle geçirirdi. Kendisini ve talebelerinin ihtiyaçlarını karşılamak için sanatla uğraşır ve elinin emeği ile geçinirdi. Herkese iyilik eder, kimseye sıkıntı vermezdi. İnsanların saadet ve kurtuluşu için çalışırdı.


İnsanların mutluluğunu ve huzurunu amaçlayan güzel çalışmalarına rağmen onun yüceliğini çekemeyenlerin iftiraları ile karşılaştı. Yapılan iftiralar onu yolundan alıkoyamadı.


  • Ahmet Yesevî’nin Hayatından bir Menkıbe: ATEŞ VE PAMUK

Ahmet Yesevî’nin şöhreti yayıldıkça hakkındaki dedikodular da artıyordu. Hızını alamayan bazı kimseler ona ağır iftiralarda bulunuyorlardı. İftiralardan birisi de Ahmet Yesevî’nin meclislerinde kadın ve erkeklerin bir arada bulunduğu şeklindeydi.
Hatta Horasan ve Maveraünnehir’de bulunan önemli dîn bilginleri, bu konunun araştırılması için onun dergâhına adamlar gönderdiler.
Hoca Ahmet Yesevî’nin dergâhındaki durumu incelemek üzere gelen adamlar, dergâhta böyle bir durumun olmadığını kendi gözleriyle gördüler ve söylenenlerin bir iftira olduğuna karar verdiler.
Ancak kendisi hakkında yapılan dedikodulardan ve iftiralardan incinen Ahmet Yesevî, iftirada bulunanlara bir ders verme gereği duydu. Günlerden birgün kendisine gönderilen adamlar ve öğrencileriyle dergâhta otururken, orta yere ağzı kurşun mühürle kapatılmış bir hokka getirtti.
Ahmet Yesevî, ağzı kurşun mühürlü hokkayı Celal Ata’ya teslim ederek:
_ Bu hokkayı sana emanet ediyorum. Bunu al ve beni teftiş etmek için gönderilen adamlarla birlikte Horasan ve Maveraünnehir ülkelerine git. Bu hokkayı orda bulunan ve bizim hakkımızda şüpheye düşerek araştırma gereği duyan bilginlerin huzurunda aç, diye tembihledi.
Hokkayı alan Celal Ata, adamlarla birlikte Horasan ve Maveraünnehir ülkelerine doğru yola çıktı.
Celal Ata, bölgeye ulaştığında o ülkelerin bütün bilginleri bir araya toplandı. Artık, Ahmet Yesevî’nin gönderdiği hokkanın ağzını açma zamanı gelmişti. Herkes merak içerisindeydi. Hokkayı açtılar. Hokkanın içinde kor halinde bir ateş parçası ve bir parça pamuk bulunuyordu. Ateş sönmediği gibi, pamuk da yanmamıştı.
Hoca Ahmet Yesevî hakkında araştırma gereği duyan bilginler, onun hakkında yaptıklarından ve düşündüklerinden dolayı utandılar. Hokkanın içndeki ateş ve pamuk, onlara gereken dersi vermişti.
Allah sevgisinin ve rızasının her şeyin üzerinde olduğunu bir kez daha gören bilginler, gönderdikleri hediyelerle gönüller sultanı Ahmet Yesevî’nin kendilerini affetmesini istediler.

Başka bir rivayete göre de bu konudaki fitne noktası; Ahmet Yesevî’nin toplantılarında Türk geleneklerine uygun olarak erkekle kadını bir arada bulundurmasıydı.

İşte sonuç yine aynı “ Ne pamuk yanmış, ne de ateş sönmüş” …

Anlarlar ki; Eğer bir kadın ve erkek Allah için bir araya gelirlerse Allah onların kalplerindeki fesatları yok edebilir.

  • Ahmet Yesevî’nin Hayatından bir Menkıbe: HALDEN ANLAYAN ÖKÜZ

Halkı aydınlatma çalışmalarının ve derslerin dışında, tahtadan kaşık, kepçe ve tabak yaparak geçimini sağlayan Hoca Ahmet Yesevî’nin hal dilinden anlayan bir öküzü vardı.
Yaptığı kaşık, kepçe ve tabakları bir heybeye yerleştirir, heybeyi de öküzünün sırtına koyarak onu Yesi çarşısına doğru sürerdi.
Şehrin çarşısına varan öküzün üzerindeki heybeden kaşık, kepçe ve tabak alanlar, karşılığını heybeye bırakırlardı.
Öküz, sırtındaki heybeden kaşık, kepçe veya tabak alıp da parasını vermeyenlerin peşini bırakmazdı. Bu amansız takip, mal alan adam karşılığını heybeye koyuncaya kadar sürerdi. Bazen halk, mal alıp da karşılığını vermeyen kimselere müdahale eder ve parayı heybeye koymalarını sağlardı.
Bütün gün çarşıda dolaşan öküz, akşam olunca Hoca Ahmet Yesevî’nin yanına dönerdi. Heybedeki paraları alan Ahmet Yesevî, bu paraları ihtiyaç sahipleri ve öğrenciler için harcardı.


AHMET YESEVİ’NİN HAYATI (devamı)


İlim, irfanın ve ermişliğin zirvelerindeki Ahmet Yesevî, atmışüç yaşına geldiğinde en büyük kerametlerinden birini gösterdi. Dergâhının hemen yanına yaptırdığı yer altındaki çilehanede günlerini geçirmeye başladı.
Çünkü çocukluğundan itibaren Resûlullah Efendimiz (S.A.V)’in sünnetine uymakta hiç gevşeklik göstermeyen Ahmed Yesevî, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den daha uzun bir ömrü kendisine layık bulmuyordu. Kendisini vefat etmiş, kabre konmuş şekilde hissederek Allah korkusu ile ibadetlerini yaptı.
Bu çilehanede hikmetlerini söylüyor; öğrencilerine ve gönül dostlarına gereken öğütleri veriyordu. Çilehanede vefatına kadar devamlı ibadet ve Allahû Teâla’yı düşünmekle meşgul oldu. Burada evliyalık yolundaki makam ve dereceleri kat kat arttı.
Atmışüç yaşından sonra yer altındaki çilehanesine çekilen Ahmet Yesevî, hayatının sonuna kadar burada günlerini geçirdi.
 Pir-i Türkistan Ahmed Yesevî Hazretleri, 1194 (H.590) yılında, 91 yaşında iken vefat etti. Türkistan’ın Yesi şehrinde, Seyhun Nehrinin sağ sahilinde mütevazi bir kabre defnedildi.

Yaklaşık üç buçuk asır sonra batıya doğru sefer halindeki Timurlenk Türkistan’a uğradı. Burada geçirdiği gecelerin birinde rüyasında Hoca Ahmet Yesevî’yi gördü. Ahmet Yesevî, Timurlenk’e Buhara zaferini müjdeledi. Heyecan içerisinde uyanan hükümdar, bu rüya üzerine vakit geçirmeden ordusuyla birlikte yola çıktı. Kısa bir zaman sonra rüyada işaret edilen zaferi kazanan Timurlenk, heyecanla Yesi şehrine gitti ve Hoca Ahmet Yesevî’nin kabrini ziyaret etti. Timurlenk, burada en kısa zamanda türbe, cami ve yeni bir dergâh yapılmasını emretti. Timurlenk’in emrine göre, bir şaheser özelliği taşıyacak olan külliyenin yapımında hiçbir masraftan kaçınılmadı. Nitekim öyle oldu. Hoca Ahmet Yesevî’nin aziz hatırasına hürmeten yapılan bu görkemli külliyenin inşaatı iki sene içerisinde tamamlandı.
İşte Ahmet Yesevî’nin kabri üzerindeki muazzam türbeyi ve külliyesini Timur Han (1370-1405) inşa ettirdi.



AHMET YESEVÎ’NİN ESERİ : DİVÂN-I HİKMET

Ahmet Yesevî’nin XII. Yüzyıl Karahanlı Türkçesiyle söylediği şiirlere “hikmet” adı verilir.
Hikmet adı verilen bu şiirlerde dînî, tasavvufî konular işlenmiş; İslâm’ın esasları, dünya halleri, kıyamet, cennet ve cehennem, ilâhî aşk, peygamber ve ashab sevgisi, şairin kendi hayatı gibi konular dile getirilmiştir.
Ahmet Yesevî, hikmetlerinin toplandığı eser olan Divân-ı Hikmet’te, hikmetleri hakkında şunları söyler:

“ Benim hikmetlerim dertliye derman;
Kişi nasip almasa, yolda kalan.

Benim hikmetlerim alemde destan;
Ruhum gelse, kılar sohbete bostan

Benim hikmetlerim kan-ı hadîstir*; (*hadîs madeni)
Kişi nasip almasa bil ki habistir*. (* kirli, pis)

Benim hikmetlerim ferman-ı Subhan*; (*Allah’ın buyruğu)
Okuyup anlasın mânâ-yı Kur’ân

Benim hikmetlerim alemde sultan;
Kılar bir lahzada çölü gülistan,

Benim hikmetlerim şevk-ı muhabbet;
Gözünün yaşına kılar taharet*. (* temizlemek, arıtmak)
(…)

Benim hikmetimi aşıka deyin;
Gönlü ayna gibi sadıka deyin.
(…)

Benim hikmetimi cahil işitmez;
Gönlü kara olan öğüdümü almaz…”

                                                                                                         



Ahmet Yesevî’nin sade bir Türkçe ile söyleyidiği, derin mânâlı veciz sözleri ve Hikmet adlı şiirleri Divân-ı Hikmet adlı eserinde toplandı. Sohbet tarzında ve sade Türkçe ile söylenen hikmetleri kısa zamanda doğuda Çin hudutlarından, batıda Akdeniz ve Marmara sahillerine kadar yayıldı. Divân-ı Hikmet; aslında İslâmîyet’i ve İslâm ahlâkını öğreten bir ahlâk ve dîn kitabıdır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.