Öfke etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Öfke etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Haziran 2016 Çarşamba

ÖFKE

ÖFKE
        
Allahû Tealâ’nın emri, güzel ahlâktır. Güzel ahlâk; başkalarına fayda temin eden, onları mutlu eden davranış biçimlerini içerir.
Güzel ahlâk, nefsin afetlerinin yok olmasına dayalıdır. Daimî zikir, nefsinizin afetlerinin bütününü yok edecek olan bir muhteşem ilaçtır. Daimî zikre ulaştığınız zaman güzel ahlâkı tam anlamı ile yaşarsınız. Daimî zikre ulaşmadan evvel de aynı güzellikleri yaşayabilmek için biraz gayret ettiğinizde yaşayabildiğinizi göreceksiniz.  
Sevgili kardeşlerim, sizler Allah’ın emrettiği biçimde eğitilmekte olanlarsınız; bugünün ve yarının sahâbelerisiniz. Hidayet asrının içindeyiz onun için sahâbe gibi güzel ahlâklanmalısınız. Ahlâkınız, sahâbe gibi imrenilecek bir ahlâk olmalı.
Allah’ın kanununu yerli yerine oturtmalısınız. Siz başkalarına ne kadar mutluluk verebilirseniz, onları ne kadar memnun kılabilirseniz, sizden onlara ulaşanlardan ne kadar memnuniyet duyarlarsa onlara yaşattığınız güzelliklerin iki katını siz yaşarsınız. Siz, Allah’ın size verdiği zamanı, enerjinizi, düşünme kabiliyetinizi, Allah’ın size verdiği herşeyi eğer başka birini mutlu etmek istikametinde harekete geçirirseniz, o zaman onlara ulaştırdığınız güzelliklerin ve mutluluğun aynını Allahû Tealâ size de yaşatır. Bu mutluluğu fizik vücudunuza, ruhunuza ve de nefsinize yaşatır. Başkalarına verdiğiniz saadetin, mutluluğun, memnuniyetin iki katını siz yaşarsınız. Bunun için başkalarına vermek, başkalarından yana olmak mecburiyetindesiniz.
Tasavvufun dışındaki insanlara başkalarından yana olmak, son derece ters gelen bir olaydır. “Neden kendimden yana değilim de başkalarından yanayım?” suali onların kafalarını hep kemirir durur. “Biz enayi miyiz?” derler. Eğer başkalarından yana olmaya “enayilik” deniliyorsa biz dünyanın en enayi adamıyız. Böyle olduğumuz için de en mutlu kişiyiz.
Unutmayın! Hepimiz sadece birer yaratığız. Sadece Allah’ın birer mahlûkuyuz. O Allah ki yaratandır. Yaratan, hepimizin mutlu olmasını istemektedir. Bizleri Allah yarattığı için hangi standartlar içinde, nasıl mutlu olacağımızın en üst seviye bilgisi de Allah’tadır.
Vermek, mukaddestir; almaktan çok daha değerlidir. Biz insanlarda düşünme kabiliyeti ve fizik standartlarda para, mal vs. şeyler var. Ama biz insanlarda fizik olarak sahip olduklarımızın ötesinde başkalarına yardım etme isteği de olmalıdır.
İnsanlar, Allah yolunda olan, Allah için çalışan insanlar ve diğerleri olmak üzere iki ayrı cephede yer almaktadırlar. Siz, Allah yolunda olan ve Allah için çalışanlarsınız. Sizler, Osmanlı’nın torunlarısınız. Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbeden asırlarca sonra, onların hayatlarını dünyada bir defa daha yaşayan bir ikinci ülke; Osmanlı İmparatorluğudur.
Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesinde sabikûn-el evvelînden bahsetmektedir:

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.

Allahû Tealâ; “O sabikûn-el evvelîn ki; onlardan bir kısmı ensardı (Medine’deki yardımcılar), bir kısmı muhacirîndi (Mekke’den Medine’ye hicret edenler, muhacir olanlar). Bir kısmı da ensara ve muhacirîne ihsanla tâbî olanlardı.” diyor.
Onlar, sabikûndur. Müsabakalarda, hayırlarda yapılan yarışlarda en üst seviyede olanlar, daimî zikrin sahipleridir (Kur’ân-ı Kerim’deki 28 basamağın 26., 27. ve 28.’sidir). Onlar üç gruba ayrılmaktadırlar:
1-    Ulûl’elbab
2-    İhlâs
3-    Salâh
Hepsi hikmet sahibi hatta salâhın 4. kademesinden ötesi, hikmetin de ötesinin sahibidirler. Onlar, asr-ı saadeti yaşadılar. Herbiri diğerini kendisinden çok fazla seviyordu. Arkadaşlarını, etrafındaki kişileri daima öne geçiriyorlardı; önde tutuyorlardı. Onların hayat felsefeleri, daima başkalarına vermek statüsü üzerine kurulmuştu. Hayatları hep o etraflarındaki insanlara yardım etmek ile geçiyordu.  Kendileri için bir talebin sahibi değillerdi. Sadece başkaları için bir yardımcı olarak yaşamak istediler. Bunu, hayatlarına mihenk taşı yaptılar ve hep başkaları için yaşayanlar oldular. Kendilerinden yana olmadılar; başkalarından yana oldular.
Nefsiniz doğuşunuzdan itibaren afetlerle doludur ve bu afetler sizin hep kendinizden yana olmanızı, başka insanları kullanarak, kendinize menfaat temin etmenizi isterler. Bütün insanlar doğuşlarından itibaren nefs sahibidirler ve bütün insanların nefsi aynı şeyleri ister. Nefs, dünya malı ister; menfaat temin etmek ister;  manevî açıdan da hep nefsin afetleri istikametinde bir şeyler elde etmek ister. Bunun temelinde ihtiras (dünya mallarına karşı aşırı istek) vardır. İnsanlar, bu duyguların tatmini için yaşarlar. Zannederler ki; ne kadar çok zengin olurlarsa o kadar çok mutlu olacaklar. İşte insanlara bu duyguyu aşılayan iblistir. Tek istediği şey, insanların böyle zannetmeleri ve bunun için yaşamaları, kendilerini daha zengin, daha zengin, daha zengin kılmak için yaşamaları ve zenginliği tatmaları ama bununla hiçbir zaman tatmin olamamalarıdır. “Daha çok zengin olursam mutlu olacağım.” zannı, onları haram-helâl farkı gözetmeksizin daha çok, daha çok, daha çok para kazanmaya iter.
Kazanılan paranın bir hedefi olmalıdır. O parayı Allah yolunda harcayacaksanız, Allah için bir şeyler yapacaksanız, Allah’ın emrettiği istikamette O’nun güzelliklerini anlatmak için, bir başka ifadeyle bütün insanlığa faydalı olmak için bir şeyler yapacaksanız para kazanılmalı ve o istikamete bütün insanlığın hayrına, başkalarının hayrına, insanların Allah yolunda mutluluğu yaşamaları uğruna sarf edilmelidir.
Mutluluk, kişinin iç ve dış dünyasında kesintisiz bir sulh ve sükûn halidir. İç dünyasında nefsi ile ruhu arasındaki kavganın bitmesi, dış dünyasında başka insanlarla olan kavganın bitmesi ve Allah ile olan ilişkilerde Allah’ın emirlerine ve Allah’ın yasaklarına karşı çıkışın bitmesidir. Üç açıdan da bunu gerçekleştirdiğiniz zaman sulh ve sükûnu yaşarsınız.
Öfke, nefsinizin afetlerindendir. Öfke, patlamaya hazır bir volkan gibidir. Şeytan, sizi öfkenize sahip çıkarak yerden yere vurmaktan büyük bir haz duyar. Öfkenize ne kadar kapılır da başkalarının kalbini kırarsanız, o seviyede şeytanı mutlu ve memnun edersiniz. Şeytan, sizin bu hataları yapıp başka insanları üzmenizden çok memnun olur; büyük mutluluk duyar. Başka insanlarla olan ilişkilerinizde onlara kızıyorsanız, öfkeleniyorsanız, bilin ki; yaptığınız yanlıştır. Kime, hangi sebeple olursa olsun kızdığınız ya da öfkelendiğiniz zaman siz, Allah’ın emrinde değilsiniz; sadece şeytanın ve nefsinizin emrindesiniz; şeytanın oyuncağısınız.. Öfkelendiğinizde başka biriyle çatışıp onu üzecek şeyler söylersiniz. Bunu size iblis ve  nefsinizin afetleri yaptırır.
İblis, nefsinizin öfke, hırs, intikam ve nefret afetine hâkim olur ve yanlış davranış biçimleri sergilersiniz. Ne zaman bir başkasının kalbini kırmışsanız arkasında mutlaka şeytan vardır. Hangi afetinizi kullanarak o işlemi yaptıysanız arkasında mutlaka nefsinizin afeti var ve o yanlışlığı yaptığınız zaman şeytan bundan büyük memnuniyet duyar. Aslında iblis bütün afetlerinize hâkim olmak için bir talebin sahibidir ama iblisin talep etmenin ötesinde bir yetkisi yoktur; siz onun talebini kabul ettiğiniz takdirde o yanlışı işlersiniz. Başka bir ifadeyle, şeytan size zorla hiçbirşey yaptıramaz. Şeytan, negatif bir davete çağırmış, siz de başka birinin kalbini kırmanıza sebep olan şeytanın davetine icabet etmişsinizdir. Burada: “Size bunları şeytan yaptırdı.” diyoruz ama aslında şeytan sadece bir davetçidir. Şeytanın davetine icabet ederek tuzağa düşen sizsiniz. Tuzağa düşüren de nefsinizin afetleridir.
Siz birine öfkelendiğinizde eğer karşınızdaki kişi de sizin seviyenize inerse, o da  nefsinin öfke, hırs ve intikam afetine tâbî olarak size ağır şeyler söylerse o anda tasavvufta olması lâzımgelen sizlerin, tasavvufun dışındakilerden hiçbir farkınız olmaz. Siz de karşınızdaki de sadece kaybedenlerden olursunuz. Allah’ın emrine itaat etmemekle kalmayıp başkalarına da kötü örnek olursunuz. Belki sizin kavganızı seyreden başkaları iki gruba ayrılacaklardır. Birisi bir taraftan, diğerleri öbür taraftan olacaklar ve onların da nefslerinin afetleri kabaracak ve sizin orada söylediğiniz kötü sözler, onların da iç dünyalarındaki nefslerinin bir afetine o kişiye hâkim olması için zemin hazırlayacaktır.
İnsanların birbirine kötü davranmasının, hakaret etmesinin, kötü örnek olmasının arkasında bir tek faktör vardır. Bunun sebebi başkalarından yana olmamalarıdır. Bu yanlış davranış biçimlerini sergilerken kendilerinden yanadırlar. Böyle bir kişi nefsinin afetlerine iblisle birlikte girmiştir ve iblis, onu bu olayda nefsinin afetlerine zebun etmiştir (nefsinin afetleri karşısında zavallı bir duruma düşürmüştür).
Başkalarından yana olmak, bir kavganın başlamadan bitmesi için kâinattaki en büyük sebepdir. Eğer siz başkalarından yana olabilirseniz bütün kavgalar kavga hüviyetine dönüşmeden biter. Bu nedenle her zaman başkalarından yana olmalısınız; kendinizden yana olmamalısınız.
Hepinize verilen vazifeler vardır. Elbette bu vazifeleri yapacaksınız. Eğer bu vazifeleri yapmak Allah yolunda size huzur veriyorsa, o vazifeleri yapmaya aşkla, şevkle, Allah’ın bundan memnunluk duymasıyla devam etmelisiniz. Eğer nefsiniz size vazifenizden öte şeyler yaptırırsa, vazifenizi yapma tutkusu içerisinde iblis, size sanki vazifenizin bir parçasıymış gibi başka insanlara kötü davranmanızı aşılar. “Ben onlara böyle davranmazsam, vazifemin gereklerini yerine getiremem.” hissini size vermeye çalışır.
Bir vazifeyi yerine getirirken hep ifratla tefriti düşünmelisiniz. Eğer vazifenizi hiç yapmıyorsanız tefrittesiniz demektir. Vazifenizi yaparken, vazifenizin gereklerinin ötesinde nefsinizin afetlerine zebun oluyorsanız ifrattasınız demektir. Her ikisi de yanlıştır. Hudutları tayin etmek son derece basittir. Kendi kendinize şunları sormalısınız: “Davranışlarınızla, ruhunuzun hasletlerinin aynı olan faziletlere mi uydunuz? Görevinizin gerektirdiği şeyi başkalarından isterken onları mutlu ederek mi istiyorsunuz? Yoksa size verilen görevi onların üzerinde, nefsinizin afetlerinden beri istikametinde bir baskı kurmakta mı kullanıyorsunuz?”
Dikkat edin! Siz görevinizi yaparken başkalarına bir şeyler verirseniz, onlara öğretirseniz, onlardan üstün olduğunuzu ispat etmek için değil, Allah yolunda hizmet etmek için onlara öğretirseniz, öğretirken nefsinizin tuzaklarına düşmezseniz doğru olanı yaparsınız. Ama bunları yapamıyorsunuz diye onlara çatarsanız, o zaman görevinizi yapmış olmazsınız. Görevinizi kötüye kullanmış olursunuz. Allah’ın ve bizim sizden istediğimiz insanlara vermek, Allah için olmak şöyle dursun; siz o görevi yapıyorum diye başkalarının kalbini kırdığınız sürece şeytanın emrinde sadece bir esir olursunuz.
Nefsinizin afetlerini kullanmayın! Onların zebunu, onların esiri olmayın! Görevinizi yaparken, niçin görev yaptığınızı dikkatle düşünün. Allahû Tealâ o görevi, nefsinizin öfke, kin ve intikam afetini tatmin etmek için size vermedi. O görevi, etrafınızdaki insanlara sulh ve sükûn içinde, onları daha çok hizmete götürebilmeniz için, onların gönülleri hoş olarak Allah’ın görevlerini yapsınlar diye size vazife verdi.
Düşünün; üzerinize bir görev almışsınız, o görevi götürüyorsunuz. Burada daima 4 grup insan vardır:
1-    Görevi en iyi şekilde yerine getirenler
2-    İyi bir şekilde yerine getirenler
3-    İyi bir şekilde yerine getiremeyenler
4-    Başarısız olanlar
Her yerde bu 4 grubun da numunelerini hep görürüz. Acaba şu görevlerini yerine getiremeyenler niçin yerine getiremezler; hiç düşündünüz mü? Onlar görevlerini yerine getiremezler çünkü aralarında hep anlaşmazlık vardır. Güçlerini Allah yolunda hizmet için harcayacakları yerde, birbirleriyle savaş vermek için harcarlar. Gizli, saklanan bir savaşları vardır. İç dünyada biriken kinler ve onların ortaya vurulmaması konusundaki gayretleri ile bir gün patlarlar ve kinlerin, intikam duygusunun bütün boyutlarıyla açılıp bir sokak kavgasına dönüşür.
Siz Allah’ın yolunda olanlarsınız. Evvelâ şunu bilmelisiniz: insanları Allah yolunda hizmet edenler açısından incelediğinizde biliniz ki; bizim için en kıymetli olanlar ve Allah için en kıymetli olanlar, bu hizmeti en başarılı şekilde verebilenlerdir. Onlara ayak bağı olmaya kimsenin hakkı yoktur. Her şehirde, her yerde 1. grup her zaman ortadadır. Eğer bir görev başarıyla sürdürülüyorsa, o görev en üst boyutta yerine getiriliyorsa o zaman o insanları ait oldukları üst seviyede tutmak mecburiyetindesiniz.
Eğer bir insanın bir hatası varsa bunu, ona en güzel şekilde anlatmak imkânının sahibisiniz. Neden kavga edesiniz? Kavgaya sebebiyet veren 1. kişi de olsa, 2. kişinin ona kavgayı körükleyici şekilde cevap vermesi, kavganın başlangıcıdır. Şeytan, taraflardan birine bir öfke davranışı başlattırabilirse, buna sebebiyet verebilirse, hemen öbür tarafa ulaşıp onun da 1. harekete daha şiddetli cevap vermesini temin etmeye çalışacaktır. Burada şeytanın kullandığı, iki tarafın da öfke ya da nefret afetidir. Ama birisine bir görev veriyorsak, bu görev tatbik sahasına konulurken hudutların ötesinde davranış biçimleri sergileniyorsa, sadece insanlardan bilgi alıp da onu şekillendirmek söz konusuyken, insanların kendilerine düşen görevlerini yapmadıklarından, yapamadıklarından başlayarak onların üzerine baskı kuruluyorsa ve o kardeşiniz kendisini bunu yapmaya yetkili görüyorsa, burada büyük bir yanılgı var demektir. Bu, başkalarından yana olmak değildir. Bu, nefsinizin gurur ve kibir afetini başkalarının üzerinde tatbikata sokmak demektir. “Ben sizden üstünüm. Bu konuda bana hesap vermek mecburiyetindesiniz.” demektir.
Hiçbiriniz, başkalarının üzerinde şu veya bu şekilde bir hegemonya kurmamalısınız. Bunun ne kadar kötü bir örnek olduğunu hepinizin bilmesini isteriz. Böyle bir şeyi tatbik sahasına koyduğunuz zaman siz başkalarından yana değilsiniz. Kendinizden yana olmanın da ötesine geçtiniz, nefsinizin kurbanı oldunuz. Bunu bir ortamda başkalarına söylediğiniz zaman, konuyu kavga hüviyetine soktuğunuz zaman daha büyük bir hata işlemiş olursunuz. Burada bir başka cepheden de olaya bakmamız lâzım. Burada bu yanlış davranışa muhatap olan kişi de sükûnetini koruyacağı yerde, o da kavgaya aynı standartlarda girerse, nefsinin öfke afetine o da katılırsa, iki taraf birden diğer kişilere kötü örnek olursunuz. Başkalarından yana olmayı öğrenemediniz demektir. Hâlâ nefsinizin zebunusunuz. Hâlâ yanlışlıklar yapıyorsunuz demektir.
Göreviniz, başkalarına mutsuzluk vermek değildir. Allah’ın hizmetini yaparken başkalarını mutlu ederek de yapabilirsiniz. Bilenlerin, bildiklerini başkalarına, onlara mutluluk verecek bir dizayn içerisinde öğretmesinden daha güzel ne var ki? Hz. Ali diyor ki: “Bana bir kelime öğretenin kölesi olurum.” Öğretmek mukaddestir. Ama öğreten kişi, o öğretme sırasında şeytanın esiriyse, nefsinin kibir afetinin zebunu ise ve davranış biçimleri, öğrettiği kişilere mutluluk değil mutsuzluk ve huzursuzluk veriyorsa, o zaman o kişi burada nefsinin afetlerinden yanadır; başkalarından yana değildir.
Unutmayın! Göreviniz başkalarını huzursuz etmek değildir, başkalarına mutluluk vermektir. Allah sadece bunun için yaşamanızı istiyor. Yapabildiğiniz zaman dünyanın mutlulukla yaşanmaya değer muhteşem bir dünya olduğunu keşfedeceksiniz.
Bunların neticesinde eğer kendinizi başkalarına adayabilirseniz, o zaman mutluluğun ne olduğunu yaşayacaksınız. Hepiniz için mutluluk vardır. Ama mutluluğunuza mâni olan sadece sizsiniz. Allah’ın söylediklerine değil de şeytanın söylediklerine yatkın olduğunuz bütün zaman parçalarında mutluluğunuza kendiniz engel olursunuz. Mutsuz, huzursuz, hasta olursunuz.

Allah razı olsun.