KADER VE KAZA
Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve
şükrederiz ki; “Kader ve Kaza”
kavramını tezekkür etmek üzere Allahû Tealâ bizleri birlikte kıldı.
“Kaza ve Kader”
kavramları öyle karmaşık bir hâle getirilmiş ki; insanlar bu işin içinden
çıkamaz olmuşlar.
Sevgili kardeşlerim! Yanlışların
yerine doğruları ikame etmek üzere, “Kaza ve Kader” konusunu Kur’ânı Kerim
ışığında öğreneceğiz.
Kader
ile kazayı birbirinden ayıran faktör iradeye dayalıdır. Bir insan herhangi bir
işi yapmayı dileyip de onu tahakkuk ettirdiği zaman o hedefe ulaşmıştır. O işi ‘kaza’
etmiştir. Yani kendi iradesiyle bilerek isteyerek yerine getirmiştir. Lugât mânâsı itibariyle
kaza; bir hususu gerçekleştirmek, ifa etmek, uygulamak anlamına geliyor. Kaza
işlemlerinin hepsi bizim kendi irademizin mahsulüdür. Hangi olayı kendi
irademizle bilerek, isteyerek gerçekleştirmişsek, o bizim için bir kazadır.
Bizim kaza ettiğimiz, bizim fiilimizin neticesinde vücuda getirdiğimiz olay bizim
için kazadır. Kaza kelimesi ayrı ayrı anlamlarda da kullanılır;
Bir
otobüs kazasından bahsedilirken elde olmayan sebeplerle, yanlışlıkla, iki tane
vasıtanın, birbiriyle çarpışmasına da kaza diyoruz. Dikkatsizlik veya başka
sebeplerle bir kazaya sebebiyet verilmiştir. Yani iki taraf da böyle bir
kazanın olmasını istemiyorlar. Ama dikkatsizlikle veya tedbirsizlikle bir kaza olmuştur.
İradelerin bir payı yoktur. Kaza, günlük hayatta, bizim dilimizde bu
istikamette de kullanılır; otobüs
kazası, araba kazası, vapur kazası, uçak kazası ve benzeri şekillerde ifade
edilir. Kaza olmasını istenmiyor, iradeler bunu vücuda getirmiyor ama olay
vücut buluyor. İradelerin dışında bir olay vücut buluyor.
Örneğin;
Bir uçağın içine bomba yerleştirilmiş, bomba havadayken patlamış, uçak berhava
olmuş. Bu bir kaza değildir. Bu bir uçak kazası falan değildir. Bu bir
teşebbüstür. Ve o teşebbüsün neticesinde de iradî bir şekilde bir fiilin vücuda
gelmesidir. Uçağın havada infilâk ettirilmesidir. Neticede birçok canların
kaybedilmesidir. Burada kasıt vardır. Bu olay, Türkçemizdeki kaza kelimesinin
söz konusu olmadığı bir olaydır!
Bir
başka örnek; birisi, bir başkasını öldürmeyi plânlıyor. Traktörüyle yola
çıkıyor ve arabasıyla hızla geçmekte olan kişiye çarpıyor. Kaza süsü vererek,
bir olay vücuda getiriyor ki; arabanın içindeki kişi ölüyor. Traktördeki kişi
de bu olayın neticesinde bir yara almadan kurtuluyor. Ve mahkemelerin sonunda,
Türkçedeki kaza anlamında bir kazanın olduğu neticesine varılıyor O
söylediğimiz türde bir kaza değildir. Bir cinayet teşebbüsüdür. Ve başarıyla
sonuçlanmıştır. Ama ispat edilmesi mümkün olmamıştır.
Sevgili kardeşlerim! Kaza; Türkçedeki anlamıyla başka şekilde kullanılır, Kur’ân-ı
Kerim’de başka anlamda kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’de kaza; bizim bilerek,
isteyerek vücuda getirdiğimiz her şeydir. Otobüs kazasıyla, tren kazasıyla
uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Kur’ân-ı Kerim’deki kaza kelimesinin
Türkçedeki tam karşılığı kasıttır. Ayrıca Türkçede ‘kaza’ kelimesi kaymakamlıkların
mıntıkası içindeki yerleşme birimlerine verilen isimdir. Yetmez Türkçede
kullanılmakta olan kaza kelimesi yargı anlamında da kullanılıyor. İdari
sistemin Kuvvetler dengesine baktığımızda:
Teşri-i kuvvet: Kanun koyma kuvvetidir.
Kaza-i kuvvet: Adaleti yerine getirme kuvvetidir.
Ve icra-i kuvvet: Onların uygulamaya konması halidir.
Kaza-i kuvvet: Adaleti yerine getirme kuvvetidir.
Ve icra-i kuvvet: Onların uygulamaya konması halidir.
İdari
sistemde bu üç faktör birbirinden ayrıdır. Görüyoruz ki yargıyı ifade eden
kuvvete “Kaza-i kuvvet” deniyor. Kadı kelimesi de kaza kelimesinden geliyor.
Mahkemenin verdiği kararın neticesi onun kaza edilmesidir.
Sevgili kardeşlerim! Kur’ân-ı Kerim’deki ‘kaza’ bunların hepsinin dışında kullanılan Kur’ân
asıllı bir kelimedir. Ve orada ‘kaza’ dediğimiz zaman ‘gerçekleştirmek’ anlamı
vardır. İradî kuvvetin bir semeresi, bir sonucudur. İrade bir olayı gerçekleştirmeyi
istemiş, kişi onu gerçekleştirmiştir ve olay kaza edilmiştir.
Dîni
tatbikatta da namazın kılınmasıyla, kazası ayrı ayrı mânâlara gelir. Ama yanlış
bir tatbikat söz konusudur. Zamanında kılamadığınız bir namazı, o namazdan
sonra kılmanız haline ‘kaza’ denir. Tatbikat böyledir. Oysaki kaza, onu
gerçekleştirmek anlamına gelir. Sonradan kılınan namaza borç namazı da
denilebilinir
Kur’ân-ı
Kerim’de kaza kelimesini bizim irademizle uyguladığımız fiiller olarak değerlendiriliyor.
“Kaza ve kader” mefhumları eğer, yan yana gelmişse; birisi kaderi, irademiz
dışındaki olayları; diğeri kazayı; irademiz içindeki olayları temsil eder.
“Kaza”
ve “kader” kelimelerini beraber kullandığınız zaman birisi; iradî yapınızın
sonuçlandırdığı bir olgu. İkincisi; iradenizin dışında bize tesir eden bir olaydır.
Kader
nedir? Kaderde iki irade söz konusudur. İradelerden birisi, diğeri üzerinde bir
tesir icra ederse, kendi iradesinin dışında, diğer iradenin vücuda getirdiği
olay sebebiyle tesir alan taraf için, bu olay bir kaderdir. Olayı vücuda
getiren, başka birisinin üzerinde bir tesir icra eden kişi için ise olay kaza
edilmiştir. Onun iradesiyle gerçekleştirilmiştir.
Kaza
ile kaderi birbirinden kesin şekilde ayırmak mecburiyetindeyiz. Kur’ân-ı
Kerim’de aslî mefhumlara ulaşabilmek için mefhumların merkezindeki Allahû
Tealâ’nın temel açıklama standardına, baktığımız zaman şunu görüyoruz; Kaderde;
bir irade başka bir kişiye bir tesir icra etmiştir. Ve ikinci kişinin tesir
almasına rağmen o olayın vücuda gelmesinde bir dahli yoktur. Bu olay o kişi
için kaderdir. Böyle bir dizaynda olayları dikkatle değerlendirmek
mecburiyetindeyiz.
“Kader”
kelimesi, “takdir” kelimesi “mukadder” kelimesi aynı kökten gelmektedir. Allahû
Tealâ’nın takdir ettiği herhangi bir olay, Allahû Tealâ’nın vücuda getirmesi,
kişi için bir kaderdir. Allah takdirin sahibidir. Biliyorsunuz ki; kaza ve
kader konusu, iradeyle ilgili.
İradî yapıya baktığımız zaman 3 çeşit irade görüyoruz:
1- İlâhi irade.
2-
Küllî irade.
3-
Ve Cüz’î irade (kişisel irade).
İlâhi irade; Allah’ın iradesidir. Bizatihi Allah’ın iradesidir.
54/KAMER-49: İnnâ kulle şey’in halaknâhu bi
kader(kaderin).
Muhakkak ki Biz, her şeyi, bir kaderle (takdir edilmiş olarak) yarattık.
Küllî irade; Allah’ın kâinatı
idare etmek üzere yarattığı her zerre ile ilgilenen bir İlâhi kompütürü ihata
eder. Kâinatı her zerresiyle kontrolü altında tutan bir muhteşem idari dizaynıdır.
“Sünnetûllah” adını da alır. “Küllî irade” adını da alır. Yani Allah’ın
iradesinin dışında kalan, Allah’ın iradesi, İlâhi İrade devreye girmeden,
O’nun, kâinatı idare etmek için kullandığı, vücuda getirdiği İlâhi kompütürün
kâinatın her zerresini kontrolü altında tutması, her an her şeyin üzerinde
kontrol mekanizmasını tatbik etmesi ve sistemleri ardı ardına işletmesi,
kesintisiz, mükemmel bir sistemler zinciri. İşte bu sünnetûllah’tır. Allah’ın
iradesi vücuda getirmiştir. Ve ona neler yapması lâzım geldiğini Allah irade etmiştir.
Ve öyle bir statüde kâinat idare edilmektedir. Her yağmur tanesi gökten yere
düşene kadar kontrol altında iniyor. Başka bir yağmur tanesiyle birleşmiyor. Bu
sünnetûllah’ın bir parçasıdır. Yağmurların yağması, karın yağması, bir buğday
tanesini toprağa ektiğiniz zaman toprak ananın onu bir fabrika gibi
değerlendirmesi, çatlatması, kök salması, gövde vücuda getirmesi ve gövdede
başak oluşması, her biri sünnetûllahın ayrı bir hedefidir. Kâinattaki her zerre
Allah’ın sünnetûllahının, İlâhi kompütürünün tesiri altındadır.
Cüz’i irade; kişisel irade,
ferde ait, Allah’ın insanlara ve cinlere verdiği serbest iradedir. Yani
kötülüklere karşı onları işlememe ve Allah’ın emirleri yerine getirme konusundaki
gayretimizi oluşturan yapıdır. Nefsin afetlerine karşı, onlara hâkim olmak
konusunda kullandığımız kuvvettir. Bu pozitif istikamette kuvvettir ve adına
‘irade’ deniyor. Negatif istikametteki kuvvetin adı ise; inattır.
İradî
yapı, Allah’ın emirlerini, nefsin afetleri üzerinde ısrar ederek, onları
zorlayarak yaptıran kuvvetin adıdır. İrade “istemek’ anlamına geliyor. İstemek
ve vücuda getirmek için gayret sarf etmek. İradî yapının sonucu, o sarf edilen
gayretin sonucudur. Başarı kazanılmış veya kazanılmamıştır. Ama kişi iradesiyle
istemiş, gayret etmiştir. Başarmıştır ya da başaramamıştır. İrade devreye
girmiştir. İrade; Aklın emrinde, ruhun hasletlerinin istikametinde kullanılan
gücün adıdır.
İnat
ise: Şeytanın emrinde nefsin afetlerinin bir güç odağıdır. İnat; Allah’ın
emirlerine karşı gelen, yasaklarını yapmak isteyen, emrettikleri şeyleri asla
gerçekleştirmek istemeyen, iradenin tazyikine rağmen bunu ısrarla devam ettiren
gücün adıdır.
İnsanoğlu
İlâhi iradeye tesir edebilir mi? Dua ederek, yalvararak, yakararak, Allahû
Tealâ’dan talepte bulunarak edebilir. Allah’ın İlâhi iradesini kendisi hakkında
bir hedefe yönlendirmek için gayret eder. Allahû Tealâ kabul ettiği takdirde
sonuç geçerlidir. Etmeyebilir. O zaman o hedefe kişi ulaşamaz. Ama kişi talep
etmiştir. Eğer Allahû Tealâ da kabul etmişse O zaman İlâhi irade, bir hususu
vücuda getirmek için kuluna yardımcı olmuştur.
Barbaros
Hayrettin Paşa’nın Preveze Deniz Zaferini kazanmasında Allahû Tealâ’nın yardımı
olmuş mudur? İlâhi irade, sünnetûllahı; Küllî iradeyi, Osmanlı donanmasının
kazanması için devreye sokmuştur. Rüzgârlar, ikindiden sonra Osmanlı donanmasının arkasından esmeye başlamıştır.
Allah, sünnetûllah’ı devreye sokarak Osmanlı donanmasının rüzgârı arkadan
almasını sağlamıştır. İlâhi irade ve küllî irade devreye girmiştir.
Kendi
irademizle vücuda getirdiğimiz olaylarda Allah’ın birer kulu olan biz insanlar;
derecat kaybedebiliriz veya kazanabiliriz.
Unutmayalım
ki; bütün hayatımız derecat sistemine bağlanmıştır. Yani her hareketimizle, her
davranışımızla Mahkeme-i Kübra’dayız. Her şeyimiz saniye saniye kayıt olunuyor.
Allahû Tealâ’nın o muhteşem dizaynıyla üç boyutlu olarak; düşüncelerimiz de
fiiliyatımız da kayıt olunuyor. Kıyâmet günü kayıt olunan sistemlere baktığımız
zaman orada, doğumumuzdan, ölümümüze kadar bütün hayatımızı üç boyutlu olarak,
her saniyesinde kaybettiğimiz ve kazandığımız dereceler net olarak görünecektir.
Kaybettiğimiz
ve kazandığımız derecelerin bizim irademizle oluşması söz konusu olabilir.
Kaybettiğimiz derecelerin başka bir iradeyle oluşması söz konusu olamaz.
Kazandığımız derecelerin başka birisinin iradesiyle oluşması söz konusu
olabilir. Kader de başka bir iradenin, bize bir tesir icra etmesi, bizim üzerimizde
bir olay vücuda getirmesiyle bizim irademizin dahli olmadan da derecat
kazanabiliriz.
Kendi
irademizle vücuda getirdiğimiz olaylardan derecat kazabiliriz ya da derecat
kaybedebiliriz. Kader sebebiyle derecat kazanırız ama derecat kaybetmeyiz. Çünkü
bir irade, başka bir iradeye tesir etmek suretiyle ikinci iradenin derecat
kaybetmesine, sebebiyet veremez. Kur’ân-ı Kerim’e göre böyle bir olay mümkün
değildir.
Kişinin kendi iradesi
dışında, İlâhi irade (Allah’ın iradesi), küllî irade (sünnetullah) veya bir
kişinin cüz’i iradesi; bu iradelerin hangisi kişi üzerinde tesir ederse o
kişinin derecat kaybetmesine sebebiyet vermez. Kaza ile kaderin ayrıldığı en
kesin nokta burasıdır. Kaza, kendi irademizle vücuda getirdiğimiz olaylar
dizisidir. Bu olaylarda biz, yanlış da yapabiliriz, doğru da yapabiliriz. Yani şerr
de işleyebiliriz, hayır da işleyebiliriz. Seyyiat de işleyebiliriz, hasenat da
işleyebiliriz.
Kendi irademizle vücuda getirdiğimiz olaylara verilen isimler şunlardır;
1- Hayır ve şerr
2- Seyyiat ve hasenat
3- Günah ve sevap
Bizim irademizle
yaptığımız davranışlar, bunların ikisini de sağlayabilir. Bizim irademizle
yapılan bu dizaynın sonunda vücuda gelen kazançlar da kayıplar da bizim
irademizin mahsulüdür. Hepsinin adı kazadır. Kendi irademizle vücuda
getirdiğimiz olayların bütünü “kaza” kelimesi ile ifade edilir.
Bir başka iradenin bize
tesir etmesi, bizde bir tesir oluşturması ve bunun neticesinde eğer bu tesir
bize bir zarar vermişse, bizim derecat kazanmamızla sonuçlanan bu olay bir kaderdir.
Başka bir kişi, bir kişisel irade, bizim üzerimizde bir tesir vücuda getiriyor,
bize bir zarar veriyorsa o zaman zararı veren taraf derecat kaybeder ve kul
hakkı doğmuştur. Zarar veren kişinin amel defterine, rakamlı kitabına veya
hologram filmine; (üçü de aynı şeydir. Üç boyutlu olarak kıyâmet günü
seyredeceğimiz hayat filmimiz) negatif rakam yazılır. Yani nakıs rakam, eksi
rakam yazılır. O işlediği suçun, bize zarar ika eden suçun mahiyeti, kıyâmet
günü bize verilecek olan mizanda ne kadar derecelik bir cürüm ifade ediyorsa,
kişinin amel defterine o kadar derecat kaydı anında yapılır. “Allah hesabı
çabuk görendir, seri görendir.” ifadesi bununla alâkalıdır.
40/MU'MİN-17:
El yevme tuczâ kullu nefsin bimâ kesebet, lâ zulmel yevm(yevme), innallâhe
serîul hisâb(hisâbi).
Bugün bütün nefsler (herkes), kazandıkları sebebiyle cezalandırılır veya
mükâfatlandırılır (karşılığı verilir). Bugün zulüm yoktur. Muhakkak ki
Allah, hesabı çabuk görendir.
Sevgili kardeşlerim! Başka
birine zarar veren bir irade, bir iradî tasarrufta bulunmuştur. Bir olguyu
vücuda getirmiştir. Bir fiili kaza etmiştir. Bir kişiye karşı bir fiil
işlemiştir. Bunun müsebbibi o kişidir. Bu kaza ettiği, vücuda getirdiği fiil
sebebiyle de derecat kaybetmiştir. Hayat filmine nakıs dereceler yazılmıştır. Kul
hakkı doğmuştur. Kul hakkı sebebiyle, zarar verilen kişinin amel defterine,
zarar verenin yani zalimin kaybettiği derecat’ın aynı, kazandığı derecat olarak
kaydedilir. Zarar veren irade; iradî yapının sahibine, onun hayat filminde
Allahû Tealâ’nın kiramen kâtibin meleklerinin elindeki mizanın yazdığı derecat
negatiftir. Zarar verdiği kişinin amel defterine yazılan derecat pozitiftir.
Mazlumun amel defterine
kul hakkı gereğince mutlaka pozitif derecat kaydedilir. Allahû Tealâ’nın
Mahkeme-i Kübra’sı görevini tamamlamıştır. Yaptığı fiile karşı derecat kaybı ve
üzerinde tesir oluşan kişinin aynı miktardaki derecatı kazanması. Zarar ika
eden kişi Kur’ân-ı Kerim’de ‘zalim’ adını alır. Zalim, işlediği fiile paralel
bir değerde derecat kaybeder. Mazlum, kendisine yapılan zarar mukabilinde aynı
seviyede bir derecat kazanır onun da amel defterine kaydedilir. Her ikisinde de
fiile karşılık amelle, fiile karşılık derecatla olay tamamlanmış,
sıfırlanmıştır. Kendisine zarar verilen kişi; intikam almak isterse ve
kendisine yapılan fiilin aynını, o da ötekine tatbik ederse, kendisi de tatbik
etse, bir başka kuvvet de onun yapılması için yardımcı olsa, zarar gören kişi
aynı zararı kendisine zarar verene ika ettiği zaman, zarar aynı miktardaysa
kazandığı derecat kadar derecat kaybeder. Başlangıçta zarar veren kişi ise bu
sefer zarar görmüştür. Ve bu sefer, o mazlum durumundadır. Kendisine zarar
veren kişi zalim durumundadır.
Sevgili kardeşlerim!
Burada fiiliyat da eşittir, derecat da eşittir. Birinci taraf, karşı tarafa;
ikinci tarafa zarar vermiştir, derecat kaybetmiştir. Ama ikinci olayda kendisi
de aynı zarara uğramıştır ve derecat kazanmıştır. Dereceler birbirine eşittir.
Derecat açısından olay eşitlikle tamamlanmıştır. Fiiliyat da birbirine eşittir.
Fiiliyat açısından da olay tamamlanmıştır. Her iki halde de her şey
merkezindedir. Netice sıfırdır. Kazançlar ve kayıplar derecat açısından
birbirine eşittir. Başlangıçta mazlum durumunda olan kişi, intikam aldığı için,
kendisine ika edilen fiili aynen iade ettiği için, zarar görme ve zarar verme
işlemleri birbirine eşit olmuştur. Fiiliyatta sonuç sıfırlanmıştır. Derecelere
gelince; kaybettiği derecelerle, kazandığı dereceler de sıfırlanmıştır. İntikam
aldığı anda, kazandığı derecat kadar dereceyi kaybetmiştir. Dereceleri de
sıfırlanmıştır.
Birr kişi bir başkasına
zarar verdiği zaman ikinci kişi için bu bir kaderdir, birinci kişi diğerinden
intikam alarak zarar verirse intikam aldığı kişi için de kader oluşur. Zalim
olan kişi, ikinci olayda, kendisinden intikam alınarak zulüm yapılan kişi
mazlum durumuna ulaşmıştır.
Kader müessesesi
etrafımızdaki insanların derecat kazanmasına sebebiyet verebiliyor. Ama derecat
kaybetmesine sebebiyet veremez. Ne zaman başkasına zarar verirsek, biz derecat
kaybediyoruz. Karşımızdaki kişi derecat kazanıyor. Ama ne zaman başkalarına bir
iyilikte bulunursak, onların hoşuna gidecek bir şeyi yaparsak, onların memnun
olacağı bir davranış biçiminde bulunursak, biz bunu yaptığımız için derecat
kazanıyoruz. Ama karşımızdaki kişi, bizim ona sağladığımız; iradî yapımızla
sağladığımız, razı olduğumuz bir faydayı aldığı zaman, ondan faydalandığı zaman
derecat kaybetmez, sadece faydayı yaşar. Biz insanların, kader standartları
içinde başkalarına uyguladığımız bütün fiiller, sadece iki tane cephe gösterir:
1- Onları üzen bir olay
vücuda getirmişizdir.
2- Sevindiren bir olayı
vücuda getirmişizdir.
Onları üzen bir olayda,
biz derecat kaybederiz. Onlar, derecat kazanırlar. Sevindiren bir olayda ise,
biz derecat kazanırız ama onlar derecat kaybetmezler. Öyleyse hiç kimse başka
birinin cehenneme gitmesine yaptığı fiiller sebebiyle sebep olamaz. Yaptığı
fiiller sebebiyle başka birinin cehenneme gitmesini sağlayamaz. Bu Kur’ân
hükümleri muvacehesinde mümkün değildir.
“Hayır da şerr de
Allah’tandır.” sözü yanlış bir ifadedir. Hayır, Allah’tandır. Ama şerr,
Allah’tan olamaz. İlâhi irade sebebiyle derecat kaybetmemiz, yani şerr’e
ulaşmamız hiçbir şekilde mümkün değildir. Şerr, bir insanın derecat kaybetmesi
halidir. İster adına şerr deyin, ister seyyiat deyin, ister günah deyin,
olayların hepsinde siz, kendi iradenizle bunları yapabilirsiniz ve bunun için
derecat kaybedebilirsiniz. Kaybettiğiniz bütün dereceler sizin kaza ettiğiniz,
sizin vücuda getirdiğiniz fiilleriniz sebebiyledir.
Namazınızı vaktinde
kılmazsınız ve iradenizi kullanmışsınızdır. Kılmadığınız için derecat
kaybedersiniz. Kıldığınız zaman tekrar derecat kazanırsınız. Birine bir kötülük
ika ettiğiniz zaman gene derecat kaybedersiniz. Bu da sizin fiilinizin
sonucudur.
Sevgili kardeşlerim! Bir
insan sadece ve sadece kendi fiilleri sebebiyle derecat kaybedebilir. Hiç kimse
başka birine şerr ulaştıramaz. Başka birinin derecat kaybetmesine sebebiyet
veremez. Cüz’i bir irade, bir başka cüz’i iradeye tesir ettiği zaman bu tesir
negatifse, karşı tarafa otomatik olarak derecat kazandırır. Ama ne yaparsa
yapsın ne İlâhi irade ne sünnetûllah ne cüz’i irade başka iradenin derecat
kaybetmesine, yani şerre ulaşmasına imkân veremez, sebep olamaz. Allah’ın
koyduğu kanunlar bu kanunlardır.
Âmentû şerhindeki: “Hayır
da şerr de Allah’tandır” ifadesinin mutlaka değişmesi asıldır. Hayır,
Allah’tandır ama şerr, Allah’tan olamaz. Hiç kimse Allah’ın vücuda getirdiği
bir olay sebebiyle derecat kaybedemez. Şerr oluşması, Allah’ın aksiyonu
sebebiyle mümkün değildir. Allahû Tealâ Nisâ Suresi 78. âyet-i kerimesinde buyuruyor
ki;
4/NİSÂ-78: Eyne mâ tekûnû yudrikkumul mevtu ve lev kuntum fî burûcin muşeyyedeh(muşeyyedetin), ve in tusıbhum hasenetun yekûlû hâzihî min indillâh(indillâhi), ve in tusıbhum seyyietun yekûlû hâzihî min ındik(ındike), kul kullun min ındillâh(ındillâhi), fe mâli hâulâil kavmi lâ yekâdûne yefkahûne hadîsâ(hadîsen).
Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır. Hatta
sağlam kalelerde olsanız bile. Eğer onlara bir iyilik isabet ederse: “Bu
Allah'tandır.” derler. Ve eğer onlara bir kötülük isabet ederse: “Bu
sendendir.” derler. De ki: “Hepsi Allah'ın katındandır.” Artık bu topluluğa ne
oluyor ki söz anlamaya yanaşmıyorlar?
Bu âyet-i kerimeyi,
şerrin Allah’tan geleceği istikametinde bir vasıta olarak kullanmayı isteyenler
var. Sevgili kardeşlerim! Söz konusu olan orada Allah değildir. Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’in sebebiyet verdiği herhangi bir olaydan o insanlar;
münafıklar, üzülebilirler de sevinebilirler de. Peygamber Efendimiz (S.A.V)
onları hüsnüniyetle yapmıştır ama o kişinin o olay karşısında ne düşüneceğini
Peygamber Efendimiz (S.A.V) bilemez. Biz insanlar, bir olay bizi sevindirirse
bu hayırdır diye düşünürüz. Bir olay bizi üzerse bu da şerrdir diye düşünürüz.
Oysaki öyle değildir. Bir olay bize derecat kaybettirirse, o şerrdir. Derecat
kazandırırsa, hayırdır. Bakara Suresinin 216. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ
diyor ki:
2/BAKARA-216: Kutibe aleykumul kitâlu ve huve
kurhun lekum, ve asâ en tekrahû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû
şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza
gitmese de) üzerinize farz kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o
sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerdir.
Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz.
“Olayların hayır veya şerr
olduğu, sizin sevinmenize veya üzülmenize göre değerlendirilmez.” diyor Allahû
Tealâ.
Hayır: Derecat kazandıran olaylardır.
Şerr: Derecat kaybettiren olaylardır.
Şimdi bu çerçeveden
meseleye bakıyoruz. Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyelim ki; sahâbenin arasında
olan zaten bir münafığa, onu üzecek olan bir davranışta bulunmuş olsun.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) buna sebebiyet verdiği için; “Bu şerrdir.”
diyor “Bana Sen yaptın bunu!” diyor. Onu
üzecek bir olay olmuş. Peki, Peygamber Efendimiz (S.A.V) bu olayı kendiliğinden
yapabilir mi? Yapamaz. Ona bu olayı yaptıran emrinde olduğu Allah’ın
iradesidir. Allahû Tealâ Enfâl 17’de diyor ki:
8/ENFÂL-17: Fe lem taktulûhum ve
lâkinnallâhe katelehum, ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ, ve li
yubliyel mu’minîne minhu belâen hasenâ(hasenen), innallâhe semîun alîm(alîmun).
Onları siz öldürmediniz ama onları
Allah öldürdü. Ve attığın zaman da sen atmadın ama Allah attı. Ve Allah,
mü'minleri Kendisinden ahsen belâ ile imtihan eder. Muhakkak ki Allah,
işitendir ve bilendir.
Allahû Tealâ Fetih Suresi 10. âyet-i kerimede buyuruyor ki:
48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ
yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ
yenkusu alâ nefsih(nefsihî), ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi
ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar,
sana tâbî oldukları zaman Allah'a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde
(Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş
olduğundan) Allah'ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o
taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah'a verdiği yeminleri, ahdleri
yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah'a olan
ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman
ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine
erdirilecektir).
“Habibim! Orada; Akabe’de
ağacın altında sana biat ettikleri zaman, onların ellerinin üzerinde Allah’ın
eli vardı (yani orada tâbî olurken senin elini öptüler ama Biz, senin bütün
vücuduna tecelli ediyorduk. O sırada eline de tecelli ediyorduk tabiatıyla. Ve
onların öptükleri el senin elindi ama aynı zamanda Bizim de tecellimiz söz
konusu olduğu için, Bizim de elimiz hüviyetindeydi).”
Necm Suresi 3 ve 4. âyet-i kerimelerde Allahû
Tealâ buyuruyor ki:
53/NECM-3: Ve mâ yentıku anil hevâ.
Ve o, hevasından (kendiliğinden)
konuşmaz.
53/NECM-4: İn huve illâ vahyun yûhâ.
(O'nun söyledikleri), sadece O'na
vahyolunan vahiydir.
Kasas Suresi 68. âyet-i kerimede Allahû Tealâ buyuruyor ki:
28/KASAS-68: Ve rabbuke yahluku mâ yeşâu ve
yahtâr(yahtâru), mâ kâne lehumul hıyarat(hıyaratu), subhânallâhi ve teâlâ ammâ
yuşrikûn(yuşrikûne).
Ve Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Ve seçim hakkı onlara ait değildir.
Allah Sübhan’dır (münezzehtir) ve (onların) şirk koştukları şeylerden yücedir.
Sevgili kardeşlerim! Nisâ 78’de belirtildiğine
göre Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’ın iradesiyle bir fiil yapıyor. Bu
yaptığı fiil, işlev, bir münafığın canını sıkıyor. Huzursuz oluyor. Ve diyor
ki: “Beni üzdüğüne göre bu bir şerrdir,
bu sendendir.” diyor. Allahû Tealâ da diyor ki: “Ona söyle ki; onun şerr
dediği olay senden değildir, bizdendir.” diyor. Neden?
Peygamber Efendimiz
(S.A.V) olayı vücuda getirmişse ve Allah’ın iradesi onu o işi yapmaya
götürmüşse, Allah’ın iradesi altında, Allah’ın iradesiyle, Allah’ın iradesinin
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e kumanda etmesiyle o olay vücuda gelmişse, o olayı
yapan kimdir? Peygamber Efendimiz (S.A.V) midir? Yoksa onu iradî yapısıyla
kontrolü altında tutan ve o anda olayı ona işleten Allah mıdır? Elbette
Allah’tır! Onun için Allahû Tealâ: “De ki Her ikisi de Allah’tandır.”
Olaylardan
birinde Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir münafığın üzülmesini temin eden bir
olay yapmıştır. Üzülmesine sebebiyet veren bir olayı vücuda getirmiştir. O
getirmemiş, Allah vücuda getirmiştir! Onun için “Bu sendendir.” dedikleri
zaman: “Bu olay bizim canımızı sıktı, bizi üzdü. Bu bir şerrdir. Ve bu
sendendir.” diyor. Allahû Tealâ da diyor ki: “Ona söyle ki: ‘Hayır, o senden
değildir. Sen onu Bizim irademizle vücuda getirdin. Sana o olayı Biz yaptırdık.
Bu Allah’tandır.”
Şimdi madalyonun öbür
tarafına bakalım. Ne diyorlar? Onların hoşuna giden bir olay vücuda geldiği
zaman: “Bu bizdendir.” diyorlar. Peygamber Efendimiz (S.A.V) onlara bir olay
ika ediyor. Onların üzerinde bir tesir vücuda getiriyor. Ve güzel bir sonuç:
“Bu bizdendir.” diyorlar. Allahû Tealâ da diyor ki: “Bu da onlardan değil, bu
da Allah’tandır (yani bu işlemi sen yaptın da onların hoşuna gittiyse, bunu
yapan sensen, onu sen yapmadın. Onu Biz sana yaptırdık). Onların hoşuna giden
bu olay da Bizdendir yani Allah’tandır. Onlara öyle söyle.” diyor. Peygamber
Efendimiz (S.A.V), tasarruf altında münafıklar üzerinde vücuda getirdiği bütün
olaylarda ona o olayı vücuda getiren, yaptıran Allah’tır.
Allahû Tealâ öylesine
güzel ifade etmiş ki; hayran olmamak mümkün değil. O, Allah’tır. Olayların
muhtevasında, Kur’ân hükümleri son derece net bir tablo veriyor. Hayır,
Allah’tan olabilir. Başka bir kulun bize zarar vermesinden de oluşabilir. Ama
şerr, Allah’tan olamaz. Allah’ın herhangi bir fiili sebebiyle hiç kimse derecat
kaybedemez. Oradaki insanların: “Bu sendendir.” diyerek üzüldükleri olay,
aslında kendi dizaynları içinde tahakkuk etmiştir. Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’in sebebiyet verdiği ve onları üzen bir olay onlara derecat
kaybettiremez. Şerr olması mümkün değildir.
Sonuç böylece aydınlanmış
oluyor. Şerr kavramıyla, hayır kavramı, kader ve kazayla yakından ilişkili iki
kavramdır. Bakara 216’da “Öyle olaylar vardır ki; sizi üzer ama onlar hayırdır.
Öyle olaylar vardır ki; sizi sevindirir ama şerrdir. Yani siz, sizi sevindiren
olayları hayır, sizi üzen olaylara şerr diyorsunuz.” diyor Allahû Tealâ.
Allah’ın hayır olarak
gördüğü bizi sevindiren olaylar değil, bize derecat kazandıran olaylar
hayırdır. Bizi üzen olaylarda şerr değildir; Bize derecat kaybettiren
olaylardır. Allah’ın kanunu böyledir. Münafıklarsa, olaylar kendilerini sevindiriyorsa:
“Bu bizdendir. Bu hayırdır.” diyorlar Olaylar kendisini üzüyorsa Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’e: “Bu şerrdir. Bu sendendir.” diyorlar. Hâlbuki 1. olayı da
Peygamber Efendimiz (S.A.V) vücuda getirmiş. 2. olayı da Peygamber Efendimiz
(S.A.V) vücuda getirmiştir. Ama birinde üzülmüşler, birinde sevinmişler. Ama
Allahû Tealâ Resûl ile kendi arasındaki ilişkide ise buyuruyor ki;
4/NİSÂ-79: Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâh(minallâhi), ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsik(nefsike), ve erselnâke lin nâsi resûlâ(resûlen), ve kefâ billâhi şehîdâ(şehîden).
Sana iyilikten (hasenatdan) ne isabet ederse,
işte o Allah'tandır. Ve sana kötülükten (seyyiattan) ne isabet ederse, o
taktirde o, kendi nefsindendir (derecat kaybedecek bir şey yapmandan dolayıdır).
Ve seni, insanlara Resûl olarak gönderdik ve şahit olarak Allah yeter.
Olayın mahiyeti,
arkasındaki gerçek anlam, Kur’ân’ın anlamıdır. Şimdi bu noktadan hareketle
baktığımız zaman Allah’ın vücuda getirdiği herhangi bir olayın bize derecat
kaybettirmesi mümkün olmadığı gibi, sünnetûllahın vücuda getirdiği bir olayın
da bize derecat kaybettirmesi mümkün değildir. Başka bir cüz’i iradenin vücuda
getirdiği herhangi bir olayın da olay ne olursa olsun bize derecat
kaybettirmesi mümkün değildir. Derecat kaybettiğimiz olaylar kader sebebiyle
oluşamaz. Bu Kur’ân’a göre mümkün değildir. Ama kader sebebiyle derecat
kazanabiliriz. Kim bize karşı bize zarar verecek olan bir faaliyette bulunursa,
bize bir zarar ika ederse, bu zarar sebebiyle o kişi derecat kaybeder. Ama biz
derecat kazanırız. bu otomatik bir işlemdir. Biz, başka bir irade sebebiyle
derecat kazanabiliyoruz. Ama başka bir irade sebebiyle derecat kaybedemiyoruz.
İradenin mahiyeti bu üç iradeden hangisini ihata ederse etsin, derecat
kaybetmemiz mümkün değildir.
Hiç kimse başka birinin
fiili yüzünden cehenneme giremez. Çünkü cehenneme girmemiz kaybettiğimiz
derecelere bağlıdır. Kaybettiğimiz dereceler, kazandığımız derecelerden fazla
olmadıkça cehenneme girmemiz mümkün değildir. Allah’ın kanunu, Kimin kaybettiği
dereceler, kazandığı derecelerden fazlaysa, Onların gidecekleri yer
cehennemdir. Mu’minûn Suresinin 103. âyet-i kerimesi:
23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe
ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif
gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde
ebediyyen kalacak olanlardır.
Sevap tartıları: Kazandığımız dereceler.
Günah
tartıları: Kaybettiğimiz dereceler.
Kimin kaybettiği
dereceler fazlaysa veya kazandığı dereceler azsa; Onun gideceği yer
cehennemdir. Sadece kaybettiği dereceler, kazandığı derecelerden fazla olan
insanlar cehenneme girer. Yani cehenneme girmenin temel sebebi kaybettiğimiz
derecelerdir. Bu dereceleri hiç kimse başkası sebebiyle kaybedemez. İnsanları
cehenneme götüren onların kaza ettikleri olaylardır. Bizatihi onların vücuda
getirdiği olaylardır. Kader sebebiyle hiç kimsenin cehenneme gitmesi mümkün
değildir. “Biz, şeytan sebebiyle cehenneme gidiyoruz.” diyen kişi yanılıyor.
14/İBRÂHÎM-22: Ve kâleş şeytânu lemmâ kudıyel emru innallâhe veadekum va’del hakkı ve veadtukum fe ahleftukum, ve mâ kâne liye aleykum min sultânin illâ en deavtukum festecebtum lî, fe lâ telûmûnî ve lûmû enfusekum, mâ ene bi musrihikum ve mâ entum bi musrıhıyy(musrıhıyye), innî kefertu bi mâ eşrektumûni min kabl(kablu), innaz zâlimîne lehum azâbun elîm(elîmun).
Şeytan, emir yerine getirildiği zaman şöyle
dedi: “Muhakkak ki; Allah, size “hak olan vaadini” vaadetti. Ve ben de size
vaadettim. Fakat ben, vaadimden döndüm. Ve ben, sizin üzerinizde bir güce
(sultanlığa, yaptırım gücüne) sahip değilim. Sadece sizi davet ettim. Böylece
siz, bana icabet ettiniz. Artık beni kınamayın! Kendinizi kınayın! Ve ben,
sizin yardımcınız değilim. Siz de, benim yardımcım değilsiniz. Gerçekten ben,
sizin beni ortak koşmanızı daha önce de inkâr ettim. Muhakkak ki; zalimlere acı
azap vardır.”
Şeytan ona telkinde
bulunmuştur. O da o telkine kapılarak günahı işlemiş, derecatı kaybetmiştir.
Şeytan hiç kimseye derecat kaybettiremez. Çünkü şeytan o kişinin fiilini
işlemek yetkisinin sahibi değildir. Sadece kişiye tesir eder. İblis o tesiri
sebebiyle onu günaha teşvik ettiği için derecat kaybedecektir. Ama o kişinin
kaybettiği derecenin; derecatın bizatihi şeytan sahibi olamaz. Sebep olmuştur.
Fiili işleyen şeytan değildir. Fiili işlemesine âmil olan şeytandır. Ama fiili
kişi işlemedikçe o derecatı kaybetmesi mümkün değildir.
Kim cehenneme girecekse,
cehenneme girenler bilsin ki; sadece kendi amelleri sebebiyle, kendi
işledikleri yanlış fiiller, derecat kaybettiren fiiller sebebiyle cehenneme
gitmiştir. Görülüyor ki; kader müessesesinde derecat kaybetmemiz mümkün değildir.
Kader sebebiyle hiç kimse derecat kaybedemez. Hiç kimse kader sebebiyle, başka
birinin işlediği bir fiil sebebiyle cehenneme gitmez. Derecat kaybedemez. Böyle
bir durumda Allahû Tealâ’nın ‘hayır ve şerr’ kavramlarına bakış açısının
arkasında kaderin veya kazanın önemini görüyoruz. Peki ama Allahû Tealâ diyor
ki: “Biz her şeyi bir kaderle yarattık.”
O zaman her fiilimizde
kaderin bir payı var, mânâsı çıkıyor. Adına kader dediğiniz şey mutlaka iki
tane iradeyi gerektirir.
1- Tesir eden irade.
2- Tesir alan irade.
Böyle bir dizaynda iki
kişi olduğu; iki irade olduğu kesindir. Bu gerçek anlamda bir kaderdir. Tam bir
kader olgusudur. Şimdi bu kader olgusunun dizaynına baktığımız zaman burada
mutlaka iki kişi görüyoruz. Bir kişi başkasına kötü davranıyor. Bir kişi bir
başkasını öldürüyor. Her biri bir kader oluşturuyor. Peki, Allahû Tealâ her
şeyi bir kaderle vücuda getirdiğine göre, ikinci bir kişi olmadan da bizim
kendi yaptıklarımız ve ulaştığımız sonuçlar bir kader oluşturabilir mi?
Burada ‘kader’ kelimesini
değil de ‘nasip’ kelimesini kullanmamız gerekmektedir. Amacımızla, ulaştığımız
sonucun birbirine eşit olması veya olmaması söz konusudur. Öğrenciler imtihana
giriyorlar. Sınıfı geçmek isteyenlerin niyeti sınıfı geçmektir. Bu maksatla
imtihana giren talebelerin bir kısmı geçiyor. Bir kısmı geçemiyor. O dersten
kalıyor. Peki, öğrenci imtihana girmiş, çalışmış veya çalışmamış. Eğer otomatik
sistemler bihakkın bir incelemeyle doğru not vermişlerse ve çocuk o dersten
kalmışsa, onun dışındaki bir irade bir sonucu oluşturuyor. Ama bu sonuç
adaletle vücuda gelmişse, bir üçüncü kişi yok demektir. Bu öğrenci imtihanı
kazanmak üzere imtihana girmiştir. Ama imtihanı başaramamıştır ve sınıfta
kalmıştır. Başka bir irade devreye girip de onun notunu kırmamıştır. Ona kazandığı
notun altında bir not vermemiştir; kazanması lâzımgelen notun altında bir not
vermemiştir. Adalet yerini bulmuştur. Kişi hak ettiği dereceyi almış sınıfta
kalmıştır. Bu kişinin niyeti o dersten geçmekti. Nasibi o dersten kalmak oldu. Burada
niyetle, nasip birbirine paralel bir seyir takip etmedi. Arkasında ne var?
Kişinin liyâkatindeki eksiklik. İmtihanı başarabilecek olan yapıya sahip
olmadan sınıfı geçmek konusunda ya da o imtihandan geçmek konusunda imtihana
girdi. Ama müktesebatı buna müsait değil. Sahip olduğu yetenekler sınıfta
kalmasına ya da o dersten kalmasına yol açtı. Geçmesine yeterli dereceyi
alamadı. Başka birisinin bunda bir dahli var mı? Hayır, yok! Yani söylediğimiz
standartlarda gerçek anlamda çocuğun hakkı buysa, sınıfta kalacak; o dersten
kalacak bir not almışsa ve kalmışsa, burada başka birisinin dahli yoktur.
Sadece bir irade; çocuğun kendi iradesidir. Çalışmış, çabalamış kendi ölçüleri
içinde imtihana girmiş ve kalmış. Bu onun nasibidir. Ve niyeti sınıf geçmek
olduğu halde veya o imtihanda başarmak olduğu halde nasibi kalmak olmuştur. Eğer
hedefine ulaşacak olan liyâkatin sahibi değilse, o zaman niyeti ile nasibi
birbirine eşit olmaz, başarı kazanamaz.
Peki, sınıfı geçenler
nasıl geçiyorlar? Onlar, o liyâkatin sahipleridir. Suallerin cevaplarını
vermişlerdir. Müktesebatlarında olan bir standart içerisinde geçerli not
almışlardır. Onların niyetleri ile nasipleri aynıdır. Niyetleri sınıf geçmek
veya dersi geçmek nasipleri de dersi geçmektir. Bunlar nasiplerine
ulaşmışlardır. Ama diğerleri nasiplerine ulaşamamıştır.
Sevgili kardeşlerim!
Buradaki muhtevaya dikkatle bakın. Niyetle, nasibin dengelenmesi kişinin
liyâkatine bağlıdır. Nasip İkinci bir kişi devreye girmediği sürece bir nevî
kader kabul edilebilir.
Peki, çocuklar imtihana
girdiler. Notlar alındı. Bir çocuk not almadığı halde notu değerlendiren kişi
devreye girdi. Çocuğun notunu yükseltti ve çocuk sınıfı geçti. Bu çocuğun,
niyeti ile nasibi birbirine eşit oldu. Bu bir niyet ve nasip meselesi midir? Hayır,
değildir. Bu bir kaderdir. Bu, başka bir iradenin devreye girmesi sebebiyle tam
bir kader olayıdır. Burada çocuğun imtihana girmesi sırasındaki müktesebatı o
dersi geçmesine yetmiyor. Başka bir irade devreye giriyor. Hak etmediği halde
çocuğu o dersten başarılı gösteriyor. Çocuğun dışındaki bu irade devreye girip
de bu liyâkat seviyesinin ötesinde bir notu çocuğa vererek ona sınıfı geçirdiyse,
burada bir nasip söz konusu değildir. Burada bir kader söz konusudur. Başka bir
irade devreye girmiştir. Nasip olsaydı başka bir irade devreye girmeyecekti ve
adalet yerini o şekilde bulacaktı.
Bir başka alternatif
düşünelim. Çocuk, dersi geçecek not almış ama öğretmen çocuğun notunu, çocuğa
karşı duyduğu şahsi bir kin sebebiyle, bir başka sebeple kırmış. O dersten
geçecek olduğu halde, çocuğu o dersten bırakmıştır. Böyle bir durumda ne olur?
Böyle bir durumda, çocuğun niyeti ile nasibi gene birbirine uymamıştır. Çocuk
geçmeyi hak ettiği halde notları kırıldığı için o dersten kalmıştır. Bu da bir
kaderdir. Başka bir irade devreye girmiştir. Çocuğun bunda hiçbir kastı yoktur.
Bir tesiri de yoktur. Başka bir irade çocuğun üzerinde bir sonuç oluşturmuştur.
Bu sonucun oluşması kaderdir. Nasip söz konusuysa ve kişi tek başınaysa, başka
bir irade devrede değilse, bu nasip sebebiyle kişi derecat kazanabilir de
derecat kaybedebilir de. Başka bir kişi yoksa, sadece bir kişi varsa, meselâ
onun gene bir talebe olduğunu düşünelim. Müktesebatı o notla sınıfı geçmeye müsait
değil. Ama çocuk kopya çekiyor ve geçer notu alıyor. Ne olmuştur? Çocuğun
niyeti sınıf geçmektir. Nasibi de sınıf geçmektir. Nasibi de geçmektir. Öyleyse
niyetle, nasip birbirine eşit oldu. Ama bu onun bihakkın kazandığı bir sonuç
değildir. Buradaki nasip, onun derecat kaybetmesine sebebiyet verecek olan bir
nasiptir.
Yani bir öğretmenin,
sınıfta kalacak olan bir çocuğun notunu yükselterek ona sınıf geçirmesi halinde
o öğretmen Bir haksızlığı oluşturduğu için derecat kaybeder. Ama o teklif
çocuktan gelmediyse, böyle bir şeyi çocuk kendi iradesiyle talep etmediyse, bu
sebeple çocuğun böyle bir olaydan derecat kaybetmesi söz konusu değildir.
Niyetle nasip arasındaki
ilişkide, başka bir irade devreye girmediği cihetle kişinin derecat kaybetmesi
de kazanması da söz konusu olabilir. Bir şeyi elde etmek için meşru olmayan
vasıtalar kullanan kişi bundan derecat kaybeder. Niyeti ve nasibi birbirine
eşit olur ama derecat kaybederek o noktaya ulaşmıştır. Demek ki; niyetle, nasip
arasındaki ilişkilerde derecat kaybetmek söz konusudur. Ama kaderde hiçbir
zaman derecat kaybedilmez.
Eğer başka birisi sizin
üzerinizde bir tesir vücuda getirmişse tesir sizi sevindiren bir tesir de olsa,
sizi üzen bir tesir de olsa ondan derecat kaybedemezsiniz. Kaderin sonucuyla
görüyorsunuz ki; nasibin sonucu aynı değildir. Kim başkasının hidayetine
sebebiyet verirse, onların kazandığı derecelerden size de yazılır. Kim
başkasının dalâletine sebebiyet vermişse, onların kaybettiği derecelerden ona
da yazılır.
Bir kişinin Allah’ın
yoluna girmesine mânî olan birisi, o kişinin derecat kaybetmesine sebebiyet
verir. Ama o kişi dalâlette kaldıysa, dalâlette kalmasının kaybettiği
derecelerinden birazı da, onu dalâlette bırakan kişiye verilir. O kişinin bizatihi
kaybettiği derecelerden yani kaybettiği dereceleri, kaybetmesi lâzımgelen fiili
ile dengededir. O kişi kendi iradesiyle dalâlette kalmıştır ve gideceği yer
cehennemdir. Başka birinin tesiri altında veya değil; kişi kendi iradesiyle
Allah’ın yoluna girmemiştir. Allah’ın yoluna girmemek iki şekilde vücuda
gelebiliyor:
Birincisi; kişi kendi
iradesiyle Allah’ın yoluna girmiyor. Başka birisinin tesiri altında değil.
Kimseye sormamış, ama Allah’ın yoluna da girmemiş, gideceği yer cehennem. Başka
birisi de bu konuda bir suçlu veya suçsuz hüviyete giremez.
İkincisi tanıdığı kişilere
sormuş; “Diyorlar ki: ‘Bir insan Allah’a ulaşmayı dilemeliymiş. Dilemezse
gideceği yer cehennemmiş. Sen bu konuda ne söylüyorsun?” O da diyorsa ki:
“Hayır! Bunlar yalan söylüyorlar. Öyle insan ruhunun ölmeden evvel Allah’a
ulaşması diye bir şey söz konusu olamaz. Allah’a ulaşmayı dilemek de neyin
nesiymiş. Eski köye yeni adet! Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a ulaşmayı dilemek diye
bir şey yoktur.” Böyle demişse ve o adam da güvendiği birisinin, bir dîn
âliminin, bir profesörün kendisine bunu söylemesi sebebiyle Allah’ın yoluna
girmediyse, o kişi cehenneme gidecektir. Cehenneme gitmesinin arkasında o kişi
vardır. Allahû Tealâ ne diyor? “Kim başkasının dalâletine sebebiyet vermişse,
onun kaybettiği derecelerden ona da veririz.” diyor.
Başka birisine kötülük
eden kişi de başka birisi sebebiyle derecat kaybedebilir. Buradaki inceliğe
dikkat edin. O kişi, ondan işittiği o sözlere rağmen kendisine düşen görevi
yapsaydı, tahkik etseydi, doğruyu yakalayacaktı. Allah’a ulaşmayı dilemesi
gerektiğini kesin şekilde görecek, ikna olacaktı. Allah’a ulaşmayı dileyecekti
ve kendisini kurtaracaktı. Diğer kişinin telkinine kapılması sebebiyle
cehennemlik olmamıştır. O telkini değerlendirmemesi ve doğruyu araştırıp
bulmaması sebebiyle cehenneme gitmiştir. Yani telkinler, bir insanın derecat
kaybetmesine sebebiyet vermez. Bu açıdan eğer Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişi,
derecat kaybediyorsa gideceği yer cehennemse, bunun arkasında yatan sebep;
kendisine bu telkini yapan kişi değildir. O telkine inanıp da kendine düşeni
yapmamasıdır. Kendi fiiliyatının eksikliğidir. Öyleyse burada büyük bir fark
vardır.
İnsanlar var; Allah’ın
emirleriyle karşı karşıyadırlar. Allahû Tealâ diyor ki: “Namaz kılın.” Kişi
kılmıyor. Birisi ona demiş ki: “Namaz kılmasan da çok önemli bir şey değil,
derecat kaybetmezsin.” diyerek yalan söylemiş. Bu kişi de bu sebeple namazı
kılmamış. Namazlarını kılmadığı için derecat kaybetmiş. “Beni falanca bu yola
teşvik etti de bu yüzden namazlarımı kılmıyorum” diye bir tevile götürebilir mi
kişi? Götüremez. Kendi iradesiyle namazlarını kılmıyorsa sorumluluk tamamen
kendisine aittir.
Önemli olan başkalarının
bize olan tesirleri değildir. Bizim bizatihi işlediğimiz fiiller, onlar bize
derecat kaybettirebilir. Hangi tesirin altına girersek girelim, ona ait olan
fiili işlemediğimiz sürece biz derecat kaybetmeyiz. Yani irademizi bize derecat
kaybettirecek bir fiili bizatihi işleyecek bir hüviyette devreye sokmazsak,
iradî yapımız bize derecat kaybettirebileceğimiz bir fiili işletmezse,
işletmediği sürece derecat kaybedemeyiz. Kaybetmemiz mümkün değildir.
Sadece bizim kaza
ettiğimiz fiiller, bize derecat kaybettirebilir. Bir tesir altında da olsak,
başka birinin sözlerine kansak da bu günahı işlesek, kendi irademizle
yaptığımız için derecat kaybederiz. Başka kimseyi dinlemeden, kendi irademizle
bilerek bir günahı işlemişsek, bundan sorumlu olan biziz, gene derecat
kaybederiz.
Sonuçta şuraya
ulaşıyoruz: Bize derecat kaybettiren bütün fiiller, bizim kaza ettiğimiz, bizim
kendi irademizle bilerek, isteyerek yerine getirdiğimiz fiiller sebebiyledir.
İster, devreye başkalarının yardımı girsin, bizi o hedefe yönlendirmek
istesinler. İster, böyle bir olay olmasın. Biz, kendi irademizle; bize derecat
kaybettiren fiili işlemedikçe, biz derecat kaybetmeyiz.
Allahû Tealâ bizlere
niçin akıl vermiş? Başkalarının yaptıkları telkinlerin bizim üzerimizde tesir
icra etmemesi için muhakeme, inceleme kabiliyeti vermiştir. “Falanca bana böyle
böyle söyledi. Ben de ona inandım bu suçu işledim.” demek, bizi derecat
kaybetmekten kurtarmaz. Kendi irademizle işlediğimiz, Allah’ın yasak ettiği
fiili işlediğimizde veya Allah’ın emrettiği bir fiili onun zamanı içinde
gerçekleştirmememiz halinde devamlı derecat kaybederiz ve bunları hiç kimseye
de yükleyemeyiz.
Allahû Tealâ bizden her
zaman emirlere itaatimizi, yasak ettiği fiilleri de asla ister. Kim Allah’ın
emrini yerine getirmezse derecat kaybeder. Yasak ettiği fiili işlerse gene
derecat kaybeder.
Bize derecat kaybettiren fiiller sadece kaza ettiğimiz, vücuda getirdiğimiz kendi fiillerimize dayalıdır. O fiilleri, telkinler ne olursa olsun işlememeyi başarırsak derecat kaybetmeyiz. Hiç kimse telkin etmeden işlesek de gene derecat kaybederiz. Başkalarının telkinleriyle işlesek de gene derecat kaybederiz. O bize telkinde bulunan şeytan veya başka insanlar, bizim yaptıklarımızdan sorumlu değillerdir. Marifet, bizim o negatif telkinlerden etkilenmememiz ve Allah’ın yasak ettiği fiilleri işlemememizdir. Kendi irademiz devreye girmişse ve bizde derecat kaybettirici fiiller işlemişsek, ister emirlerin çiğnenmesi istikametinde, ister yasakların çiğnenmesi istikametinde bize derecat kaybettiren fiilleri biz kendi irademizle işlemişsek, o zaman bu derecatı biz kaybederiz. Önemli olan kendi irademizle yaptığımız hatalardır. Onun için Allahû Tealâ Kiramen Kâtibîn meleklerine hayat filmimizde düşüncelerimizi de çektirmektedir. Ne düşünerek ne yapmışız? Başka birisi bize tesir etmiş ama kendi düşüncemizle o fiili işlemişiz, işlemememiz lâzımgelen fiili işlemişiz. Biz işlemişiz! Kendi irademizle işlemişiz. Hayat filmimizdeki düşünce platformunda o fiili bilerek, isteyerek işlediğimiz kesindir. Mutlaka derecat kaybederiz.
Bize derecat kaybettiren fiiller sadece kaza ettiğimiz, vücuda getirdiğimiz kendi fiillerimize dayalıdır. O fiilleri, telkinler ne olursa olsun işlememeyi başarırsak derecat kaybetmeyiz. Hiç kimse telkin etmeden işlesek de gene derecat kaybederiz. Başkalarının telkinleriyle işlesek de gene derecat kaybederiz. O bize telkinde bulunan şeytan veya başka insanlar, bizim yaptıklarımızdan sorumlu değillerdir. Marifet, bizim o negatif telkinlerden etkilenmememiz ve Allah’ın yasak ettiği fiilleri işlemememizdir. Kendi irademiz devreye girmişse ve bizde derecat kaybettirici fiiller işlemişsek, ister emirlerin çiğnenmesi istikametinde, ister yasakların çiğnenmesi istikametinde bize derecat kaybettiren fiilleri biz kendi irademizle işlemişsek, o zaman bu derecatı biz kaybederiz. Önemli olan kendi irademizle yaptığımız hatalardır. Onun için Allahû Tealâ Kiramen Kâtibîn meleklerine hayat filmimizde düşüncelerimizi de çektirmektedir. Ne düşünerek ne yapmışız? Başka birisi bize tesir etmiş ama kendi düşüncemizle o fiili işlemişiz, işlemememiz lâzımgelen fiili işlemişiz. Biz işlemişiz! Kendi irademizle işlemişiz. Hayat filmimizdeki düşünce platformunda o fiili bilerek, isteyerek işlediğimiz kesindir. Mutlaka derecat kaybederiz.
Hiç kimse kendi
fiilleriyle, düşünceleriyle, bizim üzerimizde vücuda getirdiği herhangi bir
fiille bize derecat kaybettiremez. Sadece kendi irademizle bilerek işlediğimiz
fiillerde derecat kaybederiz. Hangi standartlar içinde olursak olalım mutlaka
derecat kaybederiz. Eğer Allah’ın yasak ettiği bir fiili başkasının telkiniyle
ya da kendi düşünce platformumuzda karar vererek işleyelim, her ikisinde de
derecat kaybederiz. Derecat kaybetmemizin sebebi, o fiili kendi irademizle
işlememizdir. Kader ve kaza birbirinden tamamen ayrı iki mefhumdur:
Kaza, kendi irademiz ile
hareket ettiğimiz olaylardır ve bize derecat kaybettirebilir.
Kader, kendi irademiz
dışında gelişen olaylardır ve bize derecat kaybettiremez.
Hangi olay kazadır, hangi
olay kaderdir? Hadi gelin bir araştırmasına çıkalım beraberce. Ölüm nedir? Ölüm
bir kaderdir. Kim ölürse, hangi şartlar içinde ölürse ölsün, o ölüm, o kişi
için bir kaderdir. Kişi Boğaz Köprüsünden aşağı atlıyor ama ölmüyor. Niyeti
intihar, ölmek için atmış kendisini ama ölmüyor. Allahû Tealâ ölümü uygun
görmedikçe ölmüyor. Kişinin niyeti, kişinin aksiyonu buna yetmez. Allahû Tealâ
ölüm konusunda destur vermedikçe o kişi ölemez. Bütün ölümler bir kaderdir.
İntihar sebebiyle, adam ipi boğazına sarmış, kendisini asmış. İp kopmuş adam
düşmüş aşağıya, ölmüyor. Boğulmak için aşağıya atlıyor, ölmüyor.
Allahû Tealâ’nın takdiri
ölüm olmadığı için, ölmeye çalışmasına rağmen kişi ölmüyor. İlaç içiyor. Midesini
yıkıyorlar kişi hayata tekrar geri dönüyor. Demek ki; kaderi henüz ölmek değil.
Allahû Tealâ ölüm konusunda “Ecel-i müsemma.” diyor. Vadesi
gelen, isim konulan bir an, o an ölecektir. Allahû Tealâ bu konuda Kur’ân-ı
Kerim’de şöyle diyor: “Münafıklar dediler ki: Eğer kardeşlerimiz Uhud savaşına
iştirak etmeselerdi ölmeyeceklerdi.” Allahû Tealâ diyor ki: Hayır, öyle değil!
Onlar sürüklene, sürüklene o öldükleri noktaya getirileceklerdi ve o dakikada
ve orada öleceklerdi.” Onlar Uhud Savaşına iştirak etmeselerdi de gene aynı
yerde öleceklerdi ve gene aynı dakikada öleceklerdi.
Birisi köşe başında
saklanmış, gecenin saat üçü, hasmını bekliyor. Yoldan geçiyor, o saatte
geçeceğini biliyor oradan. Elindeki tabancanın bütün kurşunlarını adamın
üzerine boşaltıyor ve onu öldürüyor. Ölen adam için bu bir kaderdir. Onun
iradesinin dışında başka bir irade onun ölmesine sebebiyet vermiştir. Peki öldüren
için durum nedir? Öldüren için kader değildir. Öldüren kişi bir fiili kaza
etmiştir. Bir fiili tamamlamıştır. Kafasındaki taammüden adam öldürme fiilini
tamamlamıştır. Kişinin hayat filmine baktığımız zaman ne zamandan beri o adamın
ötekini öldürme konusundaki tasavvurlarını hayat filminin düşünce kesiminde
görüyoruz. O zaman o kişi tasarlayarak taammüden bir başkasını öldürmüştür. Bu
öldürme işlemi o kişi için bir kader değildir. Öldüren kişi için kazadır.
Bilerek, isteyerek o kişiyi katletmiştir.
Şimdi başka bir misâle
gelelim: Bir kişi tabancasını temizliyor. Temizlerken tabanca elinden düşüyor. Tabancada
bir tek kurşun var. Tetik bir yere takılıyor. Ateş alıyor tabanca. Yoldan
geçmekte olan birisini vuruyor ve de öldürüyor. Olmayacak gibi görünse de bir
misâl olarak veriyoruz bunu. Bu durumda ölen kişi için acaba sonuç nedir? Ölen
kişi için olay kaza mı, kader midir? Kaderdir. O ölmek istemedi. Yoldan
geçerken başka bir iradenin vücuda getirdiği bir olayla, sebep olduğu bir
olayla o kişi öldü. Peki, ölüme sebebiyet veren, tabancasını temizleyen kişi
için bu olay bir kader midir? Kaza mıdır? Kaza olması mümkün değildir. Çünkü
kişi, o yoldan geçen kişiyi öldürmeyi aklına bile getirmemiştir. Hayat filminde
net olarak görünür bu olay. Maksadı tabancasını temizlemekti. Temizlerken
tabanca elinden düşüyor. Onun hiç tasavvur etmediği birçok olay ard arda
geliyor. Yoldan geçen kişi de ölüyor.
O zaman bu kişi için de
başka birinin ölümüne sebebiyet veren bu olay, onun bizatihi vücuda getirdiği,
kaza ettiği bir cinayet değildir. Bu sebeple o kişi için bu bir kaza edilen,
özellikle tasarlanan bir fiil değildir. Bir kaderdir. O kişinin sebebiyet
verdiği ama o hedefe yönelik olarak sebebiyet vermediği, tasarlamadığı bir olay
kendi iradesinin dışında vücuda geldiği için, ölüme sebebiyet veren kişi için olay
kaza değildir, kaderdir. O kişiyi öldürmek istememiştir. Böyle bir talebi
yoktur. İradesi haricinde elinden düşen tabanca bir yere takılarak ateş
almıştır. Yoldan geçen kişi de ölmüştür. Burada kişinin iradî yapısının
sentezi, o kişinin hayat filmine kıyâmet günü bakıldığı zaman çok net olarak
görünür. O kişi asla böyle bir şeyi düşünmemiştir. Yoldan geçen o kişiyi
öldürmeyi tasarlamamıştır. Taammüden bir öldürme olayı yoktur. Bu sebeple onun
fiili olarak kaza edip de bir ölüme sebebiyet vermesi, ölüm işlemini
tamamlaması, kişiyi kasten öldürmesi söz konusu olmamıştır.
Evlilik bir kader midir?
Evet, evlilik bir kaderdir. Diyeceksiniz ki: “Biz karar veriyoruz. Biz karar
verdiğimize göre evliliğin, kaza olması lâzım. Bizim kaza ettiğimiz, vücuda
getirdiğimiz bir olay. Biz karar veriyoruz ve evleniyoruz.” Hayır, öyle değil!
Eğer tek başınıza sizin karar vermeniz bir evliliği gerçekleştirmek için
yeterli olsaydı o zaman evlilik sizin için kader olmayacaktı. Onu kaza etmiş,
siz vücuda getirmiş olacaktınız. Ama bir irade yetmiyor. Sizin iradeniz
evlenmeye yetmiyor. Bir başka iradenin de aynı istikamette iradesini kullanması
lâzım. Seçim hakkını kullanması lâzımdır.
Siz karar veriyorsunuz
falancayla evleneceksiniz. Müspet bir kanaatin sahibisiniz. O kişi sizinle evlenmeye
karar vermedikçe onunla evlenemezsiniz. Görüyorsunuz ki; sizin iradeniz
evlenmeye yetmiyor. Sizin iradenizin dışında bir olayla karşı karşıyasınız.
İradî talebiniz yetersizdir. Karşı tarafın da “Evet” demesi lâzımdır. Yeter mi?
İki kişi “Evet” demiştir. Ama kız tarafının annesi ve babası kabul etmiyor.
Ağabeyleri kabul etmiyor. Evlenemiyorlar. Ne oldu? Erkek tarafı “Evet” demiştir.
Kız da “Evet” demiştir. Ama üçüncü kişiler “Hayır” demişlerdir. Evliliğe mânî
olmuşlardır. İşte gene kaderdir. Yani sizin ve evleneceğiniz kişinin “Evet”
demesi çoğu halde yeterli olmuyor. Bu yüzden birçok evlilikler kuvveden fiile
çıkamıyor. Anne babalar, taraflardan birinin anne babası, akrabaları, dostları
istemiyorlar ve evlilik müessesesini bozabiliyorlar.
Bu durumda hangi irade
açısından bakarsanız bakın, evlilik bir kaza işlemi değildir. Sizin iradenizin
içinde olan bir işlem değildir. Başka iradelerin mutlaka devreye girmesi ve
sizinle aynı istikamette kararı vermesi gerektiği için kaderdir. Bütün
olaylarda o olayın bir kader mi, yoksa bir kaza mı olduğunu, yani kendi
iradenizle mi onu gerçekleştirdiğinizi, yoksa başka bir iradenin de devreye
girmesiyle mi gerçekleşti; bunu hemen artık seçmek imkânının sahibisiniz diye
düşünüyorum.
Eğer tek başına sizin
iradenizle bir hedefe ulaşabiliyorsanız bu sizin için bir kazadır. İster, başka
birinin üzerinde bir tesir vücuda getirin, onu üzsün veya sevindirsin. İster,
siz kendi iradenizle sadece kendinizle alâkalı bir olayı tahakkuk ettirin.
Kendi iradenizle başka birine bir zarar ika ettiniz veya ona bir fayda
sağladınız. Bunu kendi iradenizle kaza ettiğiniz vücuda getirdiğiniz için bu
olay sizin için bir kazadır. Size derecat kaybettirebilir de kazandırabilir de.
Hep iradî yapınıza
bakacaksınız. Siz, kendi iradenizle bir şey mi vücuda getirdiniz? Size derecat
kazandırmış veya derecat kaybettirmiş önemli değil. O sizin için bir kazadır.
Allah ile aranızdaki bir akdi gerçekleştirdiniz. Bir zikir yaptınız, bir namaz
kıldınız, bir oruç tuttunuz; hepsi kazadır. Ne zaman sizin iradenizin bir dahli
olmaksızın sizin üzerinizde başka bir irade bir tesir oluşturur, o zaman bu bir
kaderdir.
Kaderi; Küllî irade de
oluşturur. İlâhi irade de oluşturur. Cüz’i irade de oluşturur. Hepsi de
kaderdir. İradî yapıların, İlâhi irade, küllî irade veya cüz’i olması bir önem
taşımıyor. Bu üç iradeden hangisi sizin üzerinizde bir tesir husule getirdiyse,
bu sizin için kaderdir. Siz kendi iradenizle neyi vücuda getiriyorsanız o sizin
için bir kazadır. Kaderiniz size derecat kazandırabilir ama kaybettirmez. Kaza
etmeniz halindeyse derecat kazanabilirsiniz de kaybedebilirsiniz de. Çünkü
kendi iradenizle hayır da işleyebilirsiniz, şerr de işleyebilirsiniz. Ama
birinde derecat kazanırsınız, ikincisinde derecat sadece kaybedersiniz.
Allahû
Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki; kaza ve kader konusunu inşaallah burada tamamlıyoruz.
Bütün kardeşlerimizin, insanların dalâletten kurtulmaları için vazifeli
kılınmalarını ve bu istikamette Kur’ân-ı Kerim’in bütün ilmine sahip olmalarını
ve Allah Teâlâ’nın hepimizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine
ulaştırmasını yüce Rabbimizden dileyerek inşaallah bugünkü konumuzu burada
tamamlıyoruz. Allah hepinizden razı olsun.