Kader ve Kaza etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kader ve Kaza etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Ocak 2016 Cuma

KADER VE KAZA

                                             KADER VE KAZA

Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki; “Kader ve Kaza” kavramını tezekkür etmek üzere Allahû Tealâ bizleri birlikte kıldı.
“Kaza ve Kader” kavramları öyle karmaşık bir hâle getirilmiş ki; insanlar bu işin içinden çıkamaz olmuşlar.
Sevgili kardeşlerim! Yanlışların yerine doğruları ikame etmek üzere, “Kaza ve Kader” konusunu Kur’ânı Kerim ışığında öğreneceğiz.
Kader ile kazayı birbirinden ayıran faktör iradeye dayalıdır. Bir insan herhangi bir işi yapmayı dileyip de onu tahakkuk ettirdiği zaman o hedefe ulaşmıştır. O işi ‘kaza’ etmiştir. Yani kendi iradesiyle bilerek isteyerek yerine getirmiştir. Lugât mânâsı itibariyle kaza; bir hususu gerçekleştirmek, ifa etmek, uygulamak anlamına geliyor. Kaza işlemlerinin hepsi bizim kendi irademizin mahsulüdür. Hangi olayı kendi irademizle bilerek, isteyerek gerçekleştirmişsek, o bizim için bir kazadır. Bizim kaza ettiğimiz, bizim fiilimizin neticesinde vücuda getirdiğimiz olay bizim için kazadır. Kaza kelimesi ayrı ayrı anlamlarda da kullanılır;
Bir otobüs kazasından bahsedilirken elde olmayan sebeplerle, yanlışlıkla, iki tane vasıtanın, birbiriyle çarpışmasına da kaza diyoruz. Dikkatsizlik veya başka sebeplerle bir kazaya sebebiyet verilmiştir. Yani iki taraf da böyle bir kazanın olmasını istemiyorlar. Ama dikkatsizlikle veya tedbirsizlikle bir kaza olmuştur. İradelerin bir payı yoktur. Kaza, günlük hayatta, bizim dilimizde bu istikamette de kullanılır;  otobüs kazası, araba kazası, vapur kazası, uçak kazası ve benzeri şekillerde ifade edilir. Kaza olmasını istenmiyor, iradeler bunu vücuda getirmiyor ama olay vücut buluyor. İradelerin dışında bir olay vücut buluyor.
Örneğin; Bir uçağın içine bomba yerleştirilmiş, bomba havadayken patlamış, uçak berhava olmuş. Bu bir kaza değildir. Bu bir uçak kazası falan değildir. Bu bir teşebbüstür. Ve o teşebbüsün neticesinde de iradî bir şekilde bir fiilin vücuda gelmesidir. Uçağın havada infilâk ettirilmesidir. Neticede birçok canların kaybedilmesidir. Burada kasıt vardır. Bu olay, Türkçemizdeki kaza kelimesinin söz konusu olmadığı bir olaydır!
Bir başka örnek; birisi, bir başkasını öldürmeyi plânlıyor. Traktörüyle yola çıkıyor ve arabasıyla hızla geçmekte olan kişiye çarpıyor. Kaza süsü vererek, bir olay vücuda getiriyor ki; arabanın içindeki kişi ölüyor. Traktördeki kişi de bu olayın neticesinde bir yara almadan kurtuluyor. Ve mahkemelerin sonunda, Türkçedeki kaza anlamında bir kazanın olduğu neticesine varılıyor O söylediğimiz türde bir kaza değildir. Bir cinayet teşebbüsüdür. Ve başarıyla sonuçlanmıştır. Ama ispat edilmesi mümkün olmamıştır.
Sevgili kardeşlerim! Kaza; Türkçedeki anlamıyla başka şekilde kullanılır, Kur’ân-ı Kerim’de başka anlamda kullanılır. Kur’ân-ı Kerim’de kaza; bizim bilerek, isteyerek vücuda getirdiğimiz her şeydir. Otobüs kazasıyla, tren kazasıyla uzaktan yakından bir ilişkisi yoktur. Kur’ân-ı Kerim’deki kaza kelimesinin Türkçedeki tam karşılığı kasıttır. Ayrıca Türkçede ‘kaza’ kelimesi kaymakamlıkların mıntıkası içindeki yerleşme birimlerine verilen isimdir. Yetmez Türkçede kullanılmakta olan kaza kelimesi yargı anlamında da kullanılıyor. İdari sistemin Kuvvetler dengesine baktığımızda:

            Teşri-i kuvvet: Kanun koyma kuvvetidir.
            Kaza-i kuvvet: Adaleti yerine getirme kuvvetidir.
            Ve icra-i kuvvet: Onların uygulamaya konması halidir.

İdari sistemde bu üç faktör birbirinden ayrıdır. Görüyoruz ki yargıyı ifade eden kuvvete “Kaza-i kuvvet” deniyor. Kadı kelimesi de kaza kelimesinden geliyor. Mahkemenin verdiği kararın neticesi onun kaza edilmesidir.
Sevgili kardeşlerim! Kur’ân-ı Kerim’deki ‘kaza’ bunların hepsinin dışında kullanılan Kur’ân asıllı bir kelimedir. Ve orada ‘kaza’ dediğimiz zaman ‘gerçekleştirmek’ anlamı vardır. İradî kuvvetin bir semeresi, bir sonucudur. İrade bir olayı gerçekleştirmeyi istemiş, kişi onu gerçekleştirmiştir ve olay kaza edilmiştir.
Dîni tatbikatta da namazın kılınmasıyla, kazası ayrı ayrı mânâlara gelir. Ama yanlış bir tatbikat söz konusudur. Zamanında kılamadığınız bir namazı, o namazdan sonra kılmanız haline ‘kaza’ denir. Tatbikat böyledir. Oysaki kaza, onu gerçekleştirmek anlamına gelir. Sonradan kılınan namaza borç namazı da denilebilinir
Kur’ân-ı Kerim’de kaza kelimesini bizim irademizle uyguladığımız fiiller olarak değerlendiriliyor. “Kaza ve kader” mefhumları eğer, yan yana gelmişse; birisi kaderi, irademiz dışındaki olayları; diğeri kazayı; irademiz içindeki olayları temsil eder.
“Kaza” ve “kader” kelimelerini beraber kullandığınız zaman birisi; iradî yapınızın sonuçlandırdığı bir olgu. İkincisi; iradenizin dışında bize tesir eden bir olaydır.
Kader nedir? Kaderde iki irade söz konusudur. İradelerden birisi, diğeri üzerinde bir tesir icra ederse, kendi iradesinin dışında, diğer iradenin vücuda getirdiği olay sebebiyle tesir alan taraf için, bu olay bir kaderdir. Olayı vücuda getiren, başka birisinin üzerinde bir tesir icra eden kişi için ise olay kaza edilmiştir. Onun iradesiyle gerçekleştirilmiştir.
Kaza ile kaderi birbirinden kesin şekilde ayırmak mecburiyetindeyiz. Kur’ân-ı Kerim’de aslî mefhumlara ulaşabilmek için mefhumların merkezindeki Allahû Tealâ’nın temel açıklama standardına, baktığımız zaman şunu görüyoruz; Kaderde; bir irade başka bir kişiye bir tesir icra etmiştir. Ve ikinci kişinin tesir almasına rağmen o olayın vücuda gelmesinde bir dahli yoktur. Bu olay o kişi için kaderdir. Böyle bir dizaynda olayları dikkatle değerlendirmek mecburiyetindeyiz.
“Kader” kelimesi, “takdir” kelimesi “mukadder” kelimesi aynı kökten gelmektedir. Allahû Tealâ’nın takdir ettiği herhangi bir olay, Allahû Tealâ’nın vücuda getirmesi, kişi için bir kaderdir. Allah takdirin sahibidir. Biliyorsunuz ki; kaza ve kader konusu, iradeyle ilgili.

İradî yapıya baktığımız zaman 3 çeşit irade görüyoruz:

1- İlâhi irade.
2- Küllî irade.
3- Ve Cüz’î irade (kişisel irade).

                İlâhi irade; Allah’ın iradesidir. Bizatihi Allah’ın iradesidir.

54/KAMER-49: İnnâ kulle şey’in halaknâhu bi kader(kaderin).
Muhakkak ki Biz, her şeyi, bir kaderle (takdir edilmiş olarak) yarattık.

Küllî irade; Allah’ın kâinatı idare etmek üzere yarattığı her zerre ile ilgilenen bir İlâhi kompütürü ihata eder. Kâinatı her zerresiyle kontrolü altında tutan bir muhteşem idari dizaynıdır. “Sünnetûllah” adını da alır. “Küllî irade” adını da alır. Yani Allah’ın iradesinin dışında kalan, Allah’ın iradesi, İlâhi İrade devreye girmeden, O’nun, kâinatı idare etmek için kullandığı, vücuda getirdiği İlâhi kompütürün kâinatın her zerresini kontrolü altında tutması, her an her şeyin üzerinde kontrol mekanizmasını tatbik etmesi ve sistemleri ardı ardına işletmesi, kesintisiz, mükemmel bir sistemler zinciri. İşte bu sünnetûllah’tır. Allah’ın iradesi vücuda getirmiştir. Ve ona neler yapması lâzım geldiğini Allah irade etmiştir. Ve öyle bir statüde kâinat idare edilmektedir. Her yağmur tanesi gökten yere düşene kadar kontrol altında iniyor. Başka bir yağmur tanesiyle birleşmiyor. Bu sünnetûllah’ın bir parçasıdır. Yağmurların yağması, karın yağması, bir buğday tanesini toprağa ektiğiniz zaman toprak ananın onu bir fabrika gibi değerlendirmesi, çatlatması, kök salması, gövde vücuda getirmesi ve gövdede başak oluşması, her biri sünnetûllahın ayrı bir hedefidir. Kâinattaki her zerre Allah’ın sünnetûllahının, İlâhi kompütürünün tesiri altındadır.

Cüz’i irade; kişisel irade, ferde ait, Allah’ın insanlara ve cinlere verdiği serbest iradedir. Yani kötülüklere karşı onları işlememe ve Allah’ın emirleri yerine getirme konusundaki gayretimizi oluşturan yapıdır. Nefsin afetlerine karşı, onlara hâkim olmak konusunda kullandığımız kuvvettir. Bu pozitif istikamette kuvvettir ve adına ‘irade’ deniyor. Negatif istikametteki kuvvetin adı ise; inattır.
İradî yapı, Allah’ın emirlerini, nefsin afetleri üzerinde ısrar ederek, onları zorlayarak yaptıran kuvvetin adıdır. İrade “istemek’ anlamına geliyor. İstemek ve vücuda getirmek için gayret sarf etmek. İradî yapının sonucu, o sarf edilen gayretin sonucudur. Başarı kazanılmış veya kazanılmamıştır. Ama kişi iradesiyle istemiş, gayret etmiştir. Başarmıştır ya da başaramamıştır. İrade devreye girmiştir. İrade; Aklın emrinde, ruhun hasletlerinin istikametinde kullanılan gücün adıdır.
İnat ise: Şeytanın emrinde nefsin afetlerinin bir güç odağıdır. İnat; Allah’ın emirlerine karşı gelen, yasaklarını yapmak isteyen, emrettikleri şeyleri asla gerçekleştirmek istemeyen, iradenin tazyikine rağmen bunu ısrarla devam ettiren gücün adıdır.
İnsanoğlu İlâhi iradeye tesir edebilir mi? Dua ederek, yalvararak, yakararak, Allahû Tealâ’dan talepte bulunarak edebilir. Allah’ın İlâhi iradesini kendisi hakkında bir hedefe yönlendirmek için gayret eder. Allahû Tealâ kabul ettiği takdirde sonuç geçerlidir. Etmeyebilir. O zaman o hedefe kişi ulaşamaz. Ama kişi talep etmiştir. Eğer Allahû Tealâ da kabul etmişse O zaman İlâhi irade, bir hususu vücuda getirmek için kuluna yardımcı olmuştur.
Barbaros Hayrettin Paşa’nın Preveze Deniz Zaferini kazanmasında Allahû Tealâ’nın yardımı olmuş mudur? İlâhi irade, sünnetûllahı; Küllî iradeyi, Osmanlı donanmasının kazanması için devreye sokmuştur. Rüzgârlar, ikindiden sonra Osmanlı donanmasının arkasından esmeye başlamıştır. Allah, sünnetûllah’ı devreye sokarak Osmanlı donanmasının rüzgârı arkadan almasını sağlamıştır. İlâhi irade ve küllî irade devreye girmiştir.
Kendi irademizle vücuda getirdiğimiz olaylarda Allah’ın birer kulu olan biz insanlar; derecat kaybedebiliriz veya kazanabiliriz.
Unutmayalım ki; bütün hayatımız derecat sistemine bağlanmıştır. Yani her hareketimizle, her davranışımızla Mahkeme-i Kübra’dayız. Her şeyimiz saniye saniye kayıt olunuyor. Allahû Tealâ’nın o muhteşem dizaynıyla üç boyutlu olarak; düşüncelerimiz de fiiliyatımız da kayıt olunuyor. Kıyâmet günü kayıt olunan sistemlere baktığımız zaman orada, doğumumuzdan, ölümümüze kadar bütün hayatımızı üç boyutlu olarak, her saniyesinde kaybettiğimiz ve kazandığımız dereceler net olarak görünecektir.
Kaybettiğimiz ve kazandığımız derecelerin bizim irademizle oluşması söz konusu olabilir. Kaybettiğimiz derecelerin başka bir iradeyle oluşması söz konusu olamaz. Kazandığımız derecelerin başka birisinin iradesiyle oluşması söz konusu olabilir. Kader de başka bir iradenin, bize bir tesir icra etmesi, bizim üzerimizde bir olay vücuda getirmesiyle bizim irademizin dahli olmadan da derecat kazanabiliriz.  
Kendi irademizle vücuda getirdiğimiz olaylardan derecat kazabiliriz ya da derecat kaybedebiliriz. Kader sebebiyle derecat kazanırız ama derecat kaybetmeyiz. Çünkü bir irade, başka bir iradeye tesir etmek suretiyle ikinci iradenin derecat kaybetmesine, sebebiyet veremez. Kur’ân-ı Kerim’e göre böyle bir olay mümkün değildir.
Kişinin kendi iradesi dışında, İlâhi irade (Allah’ın iradesi), küllî irade (sünnetullah) veya bir kişinin cüz’i iradesi; bu iradelerin hangisi kişi üzerinde tesir ederse o kişinin derecat kaybetmesine sebebiyet vermez. Kaza ile kaderin ayrıldığı en kesin nokta burasıdır. Kaza, kendi irademizle vücuda getirdiğimiz olaylar dizisidir. Bu olaylarda biz, yanlış da yapabiliriz, doğru da yapabiliriz. Yani şerr de işleyebiliriz, hayır da işleyebiliriz. Seyyiat de işleyebiliriz, hasenat da işleyebiliriz.

Kendi irademizle vücuda getirdiğimiz olaylara verilen isimler şunlardır;

1- Hayır ve şerr
2- Seyyiat ve hasenat
3- Günah ve sevap

Bizim irademizle yaptığımız davranışlar, bunların ikisini de sağlayabilir. Bizim irademizle yapılan bu dizaynın sonunda vücuda gelen kazançlar da kayıplar da bizim irademizin mahsulüdür. Hepsinin adı kazadır. Kendi irademizle vücuda getirdiğimiz olayların bütünü “kaza” kelimesi ile ifade edilir.
Bir başka iradenin bize tesir etmesi, bizde bir tesir oluşturması ve bunun neticesinde eğer bu tesir bize bir zarar vermişse, bizim derecat kazanmamızla sonuçlanan bu olay bir kaderdir. Başka bir kişi, bir kişisel irade, bizim üzerimizde bir tesir vücuda getiriyor, bize bir zarar veriyorsa o zaman zararı veren taraf derecat kaybeder ve kul hakkı doğmuştur. Zarar veren kişinin amel defterine, rakamlı kitabına veya hologram filmine; (üçü de aynı şeydir. Üç boyutlu olarak kıyâmet günü seyredeceğimiz hayat filmimiz) negatif rakam yazılır. Yani nakıs rakam, eksi rakam yazılır. O işlediği suçun, bize zarar ika eden suçun mahiyeti, kıyâmet günü bize verilecek olan mizanda ne kadar derecelik bir cürüm ifade ediyorsa, kişinin amel defterine o kadar derecat kaydı anında yapılır. “Allah hesabı çabuk görendir, seri görendir.” ifadesi bununla alâkalıdır.

40/MU'MİN-17: El yevme tuczâ kullu nefsin bimâ kesebet, lâ zulmel yevm(yevme), innallâhe serîul hisâb(hisâbi).
Bugün bütün nefsler (herkes), kazandıkları sebebiyle cezalandırılır veya mükâfatlandırılır (karşılığı verilir). Bugün zulüm yoktur. Muhakkak ki Allah, hesabı çabuk görendir.

Sevgili kardeşlerim! Başka birine zarar veren bir irade, bir iradî tasarrufta bulunmuştur. Bir olguyu vücuda getirmiştir. Bir fiili kaza etmiştir. Bir kişiye karşı bir fiil işlemiştir. Bunun müsebbibi o kişidir. Bu kaza ettiği, vücuda getirdiği fiil sebebiyle de derecat kaybetmiştir. Hayat filmine nakıs dereceler yazılmıştır. Kul hakkı doğmuştur. Kul hakkı sebebiyle, zarar verilen kişinin amel defterine, zarar verenin yani zalimin kaybettiği derecat’ın aynı, kazandığı derecat olarak kaydedilir. Zarar veren irade; iradî yapının sahibine, onun hayat filminde Allahû Tealâ’nın kiramen kâtibin meleklerinin elindeki mizanın yazdığı derecat negatiftir. Zarar verdiği kişinin amel defterine yazılan derecat pozitiftir.
Mazlumun amel defterine kul hakkı gereğince mutlaka pozitif derecat kaydedilir. Allahû Tealâ’nın Mahkeme-i Kübra’sı görevini tamamlamıştır. Yaptığı fiile karşı derecat kaybı ve üzerinde tesir oluşan kişinin aynı miktardaki derecatı kazanması. Zarar ika eden kişi Kur’ân-ı Kerim’de ‘zalim’ adını alır. Zalim, işlediği fiile paralel bir değerde derecat kaybeder. Mazlum, kendisine yapılan zarar mukabilinde aynı seviyede bir derecat kazanır onun da amel defterine kaydedilir. Her ikisinde de fiile karşılık amelle, fiile karşılık derecatla olay tamamlanmış, sıfırlanmıştır. Kendisine zarar verilen kişi; intikam almak isterse ve kendisine yapılan fiilin aynını, o da ötekine tatbik ederse, kendisi de tatbik etse, bir başka kuvvet de onun yapılması için yardımcı olsa, zarar gören kişi aynı zararı kendisine zarar verene ika ettiği zaman, zarar aynı miktardaysa kazandığı derecat kadar derecat kaybeder. Başlangıçta zarar veren kişi ise bu sefer zarar görmüştür. Ve bu sefer, o mazlum durumundadır. Kendisine zarar veren kişi zalim durumundadır.
Sevgili kardeşlerim! Burada fiiliyat da eşittir, derecat da eşittir. Birinci taraf, karşı tarafa; ikinci tarafa zarar vermiştir, derecat kaybetmiştir. Ama ikinci olayda kendisi de aynı zarara uğramıştır ve derecat kazanmıştır. Dereceler birbirine eşittir. Derecat açısından olay eşitlikle tamamlanmıştır. Fiiliyat da birbirine eşittir. Fiiliyat açısından da olay tamamlanmıştır. Her iki halde de her şey merkezindedir. Netice sıfırdır. Kazançlar ve kayıplar derecat açısından birbirine eşittir. Başlangıçta mazlum durumunda olan kişi, intikam aldığı için, kendisine ika edilen fiili aynen iade ettiği için, zarar görme ve zarar verme işlemleri birbirine eşit olmuştur. Fiiliyatta sonuç sıfırlanmıştır. Derecelere gelince; kaybettiği derecelerle, kazandığı dereceler de sıfırlanmıştır. İntikam aldığı anda, kazandığı derecat kadar dereceyi kaybetmiştir. Dereceleri de sıfırlanmıştır.
Birr kişi bir başkasına zarar verdiği zaman ikinci kişi için bu bir kaderdir, birinci kişi diğerinden intikam alarak zarar verirse intikam aldığı kişi için de kader oluşur. Zalim olan kişi, ikinci olayda, kendisinden intikam alınarak zulüm yapılan kişi mazlum durumuna ulaşmıştır.
Kader müessesesi etrafımızdaki insanların derecat kazanmasına sebebiyet verebiliyor. Ama derecat kaybetmesine sebebiyet veremez. Ne zaman başkasına zarar verirsek, biz derecat kaybediyoruz. Karşımızdaki kişi derecat kazanıyor. Ama ne zaman başkalarına bir iyilikte bulunursak, onların hoşuna gidecek bir şeyi yaparsak, onların memnun olacağı bir davranış biçiminde bulunursak, biz bunu yaptığımız için derecat kazanıyoruz. Ama karşımızdaki kişi, bizim ona sağladığımız; iradî yapımızla sağladığımız, razı olduğumuz bir faydayı aldığı zaman, ondan faydalandığı zaman derecat kaybetmez, sadece faydayı yaşar. Biz insanların, kader standartları içinde başkalarına uyguladığımız bütün fiiller, sadece iki tane cephe gösterir:
1- Onları üzen bir olay vücuda getirmişizdir.
2- Sevindiren bir olayı vücuda getirmişizdir.

Onları üzen bir olayda, biz derecat kaybederiz. Onlar, derecat kazanırlar. Sevindiren bir olayda ise, biz derecat kazanırız ama onlar derecat kaybetmezler. Öyleyse hiç kimse başka birinin cehenneme gitmesine yaptığı fiiller sebebiyle sebep olamaz. Yaptığı fiiller sebebiyle başka birinin cehenneme gitmesini sağlayamaz. Bu Kur’ân hükümleri muvacehesinde mümkün değildir.
“Hayır da şerr de Allah’tandır.” sözü yanlış bir ifadedir. Hayır, Allah’tandır. Ama şerr, Allah’tan olamaz. İlâhi irade sebebiyle derecat kaybetmemiz, yani şerr’e ulaşmamız hiçbir şekilde mümkün değildir. Şerr, bir insanın derecat kaybetmesi halidir. İster adına şerr deyin, ister seyyiat deyin, ister günah deyin, olayların hepsinde siz, kendi iradenizle bunları yapabilirsiniz ve bunun için derecat kaybedebilirsiniz. Kaybettiğiniz bütün dereceler sizin kaza ettiğiniz, sizin vücuda getirdiğiniz fiilleriniz sebebiyledir.
Namazınızı vaktinde kılmazsınız ve iradenizi kullanmışsınızdır. Kılmadığınız için derecat kaybedersiniz. Kıldığınız zaman tekrar derecat kazanırsınız. Birine bir kötülük ika ettiğiniz zaman gene derecat kaybedersiniz. Bu da sizin fiilinizin sonucudur.
Sevgili kardeşlerim! Bir insan sadece ve sadece kendi fiilleri sebebiyle derecat kaybedebilir. Hiç kimse başka birine şerr ulaştıramaz. Başka birinin derecat kaybetmesine sebebiyet veremez. Cüz’i bir irade, bir başka cüz’i iradeye tesir ettiği zaman bu tesir negatifse, karşı tarafa otomatik olarak derecat kazandırır. Ama ne yaparsa yapsın ne İlâhi irade ne sünnetûllah ne cüz’i irade başka iradenin derecat kaybetmesine, yani şerre ulaşmasına imkân veremez, sebep olamaz. Allah’ın koyduğu kanunlar bu kanunlardır.
Âmentû şerhindeki: “Hayır da şerr de Allah’tandır” ifadesinin mutlaka değişmesi asıldır. Hayır, Allah’tandır ama şerr, Allah’tan olamaz. Hiç kimse Allah’ın vücuda getirdiği bir olay sebebiyle derecat kaybedemez. Şerr oluşması, Allah’ın aksiyonu sebebiyle mümkün değildir. Allahû Tealâ Nisâ Suresi 78. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki;

4/NİSÂ-78: Eyne mâ tekûnû yudrikkumul mevtu ve lev kuntum fî burûcin muşeyyedeh(muşeyyedetin), ve in tusıbhum hasenetun yekûlû hâzihî min indillâh(indillâhi), ve in tusıbhum seyyietun yekûlû hâzihî min ındik(ındike), kul kullun min ındillâh(ındillâhi), fe mâli hâulâil kavmi lâ yekâdûne yefkahûne hadîsâ(hadîsen).
Nerede olursanız olun, ölüm size ulaşır. Hatta sağlam kalelerde olsanız bile. Eğer onlara bir iyilik isabet ederse: “Bu Allah'tandır.” derler. Ve eğer onlara bir kötülük isabet ederse: “Bu sendendir.” derler. De ki: “Hepsi Allah'ın katındandır.” Artık bu topluluğa ne oluyor ki söz anlamaya yanaşmıyorlar?

Bu âyet-i kerimeyi, şerrin Allah’tan geleceği istikametinde bir vasıta olarak kullanmayı isteyenler var. Sevgili kardeşlerim! Söz konusu olan orada Allah değildir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sebebiyet verdiği herhangi bir olaydan o insanlar; münafıklar, üzülebilirler de sevinebilirler de. Peygamber Efendimiz (S.A.V) onları hüsnüniyetle yapmıştır ama o kişinin o olay karşısında ne düşüneceğini Peygamber Efendimiz (S.A.V) bilemez. Biz insanlar, bir olay bizi sevindirirse bu hayırdır diye düşünürüz. Bir olay bizi üzerse bu da şerrdir diye düşünürüz. Oysaki öyle değildir. Bir olay bize derecat kaybettirirse, o şerrdir. Derecat kazandırırsa, hayırdır. Bakara Suresinin 216. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ diyor ki:

2/BAKARA-216: Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrahû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerdir. Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz.

“Olayların hayır veya şerr olduğu, sizin sevinmenize veya üzülmenize göre değerlendirilmez.” diyor Allahû Tealâ.

Hayır: Derecat kazandıran olaylardır.
Şerr: Derecat kaybettiren olaylardır.

Şimdi bu çerçeveden meseleye bakıyoruz. Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyelim ki; sahâbenin arasında olan zaten bir münafığa, onu üzecek olan bir davranışta bulunmuş olsun. Peygamber Efendimiz (S.A.V) buna sebebiyet verdiği için; “Bu şerrdir.” diyor  “Bana Sen yaptın bunu!” diyor. Onu üzecek bir olay olmuş. Peki, Peygamber Efendimiz (S.A.V) bu olayı kendiliğinden yapabilir mi? Yapamaz. Ona bu olayı yaptıran emrinde olduğu Allah’ın iradesidir. Allahû Tealâ Enfâl 17’de diyor ki:

8/ENFÂL-17: Fe lem taktulûhum ve lâkinnallâhe katelehum, ve mâ remeyte iz remeyte ve lâkinnallâhe remâ, ve li yubliyel mu’minîne minhu belâen hasenâ(hasenen), innallâhe semîun alîm(alîmun).
Onları siz öldürmediniz ama onları Allah öldürdü. Ve attığın zaman da sen atmadın ama Allah attı. Ve Allah, mü'minleri Kendisinden ahsen belâ ile imtihan eder. Muhakkak ki Allah, işitendir ve bilendir.

Allahû Tealâ  Fetih Suresi 10. âyet-i kerimede buyuruyor ki:

48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsih(nefsihî), ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah'a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah'ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah'a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah'a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).

“Habibim! Orada; Akabe’de ağacın altında sana biat ettikleri zaman, onların ellerinin üzerinde Allah’ın eli vardı (yani orada tâbî olurken senin elini öptüler ama Biz, senin bütün vücuduna tecelli ediyorduk. O sırada eline de tecelli ediyorduk tabiatıyla. Ve onların öptükleri el senin elindi ama aynı zamanda Bizim de tecellimiz söz konusu olduğu için, Bizim de elimiz hüviyetindeydi).”

Necm Suresi 3 ve 4. âyet-i kerimelerde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

53/NECM-3: Ve mâ yentıku anil hevâ.
Ve o, hevasından (kendiliğinden) konuşmaz.
53/NECM-4: İn huve illâ vahyun yûhâ.
(O'nun söyledikleri), sadece O'na vahyolunan vahiydir.

Kasas Suresi 68. âyet-i kerimede Allahû Tealâ buyuruyor ki:

28/KASAS-68: Ve rabbuke yahluku mâ yeşâu ve yahtâr(yahtâru), mâ kâne lehumul hıyarat(hıyaratu), subhânallâhi ve teâlâ ammâ yuşrikûn(yuşrikûne).
Ve Rabbin, dilediğini yaratır ve seçer. Ve seçim hakkı onlara ait değildir. Allah Sübhan’dır (münezzehtir) ve (onların) şirk koştukları şeylerden yücedir.

Sevgili kardeşlerim! Nisâ 78’de belirtildiğine göre Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’ın iradesiyle bir fiil yapıyor. Bu yaptığı fiil, işlev, bir münafığın canını sıkıyor. Huzursuz oluyor. Ve diyor ki: “Beni üzdüğüne göre bu bir şerrdir,  bu sendendir.” diyor. Allahû Tealâ da diyor ki: “Ona söyle ki; onun şerr dediği olay senden değildir, bizdendir.” diyor. Neden?
Peygamber Efendimiz (S.A.V) olayı vücuda getirmişse ve Allah’ın iradesi onu o işi yapmaya götürmüşse, Allah’ın iradesi altında, Allah’ın iradesiyle, Allah’ın iradesinin Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e kumanda etmesiyle o olay vücuda gelmişse, o olayı yapan kimdir? Peygamber Efendimiz (S.A.V) midir? Yoksa onu iradî yapısıyla kontrolü altında tutan ve o anda olayı ona işleten Allah mıdır? Elbette Allah’tır! Onun için Allahû Tealâ: “De ki Her ikisi de Allah’tandır.”
Olaylardan birinde Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir münafığın üzülmesini temin eden bir olay yapmıştır. Üzülmesine sebebiyet veren bir olayı vücuda getirmiştir. O getirmemiş, Allah vücuda getirmiştir! Onun için “Bu sendendir.” dedikleri zaman: “Bu olay bizim canımızı sıktı, bizi üzdü. Bu bir şerrdir. Ve bu sendendir.” diyor. Allahû Tealâ da diyor ki: “Ona söyle ki: ‘Hayır, o senden değildir. Sen onu Bizim irademizle vücuda getirdin. Sana o olayı Biz yaptırdık. Bu Allah’tandır.”
Şimdi madalyonun öbür tarafına bakalım. Ne diyorlar? Onların hoşuna giden bir olay vücuda geldiği zaman: “Bu bizdendir.” diyorlar. Peygamber Efendimiz (S.A.V) onlara bir olay ika ediyor. Onların üzerinde bir tesir vücuda getiriyor. Ve güzel bir sonuç: “Bu bizdendir.” diyorlar. Allahû Tealâ da diyor ki: “Bu da onlardan değil, bu da Allah’tandır (yani bu işlemi sen yaptın da onların hoşuna gittiyse, bunu yapan sensen, onu sen yapmadın. Onu Biz sana yaptırdık). Onların hoşuna giden bu olay da Bizdendir yani Allah’tandır. Onlara öyle söyle.” diyor. Peygamber Efendimiz (S.A.V), tasarruf altında münafıklar üzerinde vücuda getirdiği bütün olaylarda ona o olayı vücuda getiren, yaptıran Allah’tır.
Allahû Tealâ öylesine güzel ifade etmiş ki; hayran olmamak mümkün değil. O, Allah’tır. Olayların muhtevasında, Kur’ân hükümleri son derece net bir tablo veriyor. Hayır, Allah’tan olabilir. Başka bir kulun bize zarar vermesinden de oluşabilir. Ama şerr, Allah’tan olamaz. Allah’ın herhangi bir fiili sebebiyle hiç kimse derecat kaybedemez. Oradaki insanların: “Bu sendendir.” diyerek üzüldükleri olay, aslında kendi dizaynları içinde tahakkuk etmiştir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sebebiyet verdiği ve onları üzen bir olay onlara derecat kaybettiremez. Şerr olması mümkün değildir.
Sonuç böylece aydınlanmış oluyor. Şerr kavramıyla, hayır kavramı, kader ve kazayla yakından ilişkili iki kavramdır. Bakara 216’da “Öyle olaylar vardır ki; sizi üzer ama onlar hayırdır. Öyle olaylar vardır ki; sizi sevindirir ama şerrdir. Yani siz, sizi sevindiren olayları hayır, sizi üzen olaylara şerr diyorsunuz.” diyor Allahû Tealâ.
Allah’ın hayır olarak gördüğü bizi sevindiren olaylar değil, bize derecat kazandıran olaylar hayırdır. Bizi üzen olaylarda şerr değildir; Bize derecat kaybettiren olaylardır. Allah’ın kanunu böyledir. Münafıklarsa, olaylar kendilerini sevindiriyorsa: “Bu bizdendir. Bu hayırdır.” diyorlar Olaylar kendisini üzüyorsa Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e: “Bu şerrdir. Bu sendendir.” diyorlar. Hâlbuki 1. olayı da Peygamber Efendimiz (S.A.V) vücuda getirmiş. 2. olayı da Peygamber Efendimiz (S.A.V) vücuda getirmiştir. Ama birinde üzülmüşler, birinde sevinmişler. Ama Allahû Tealâ Resûl ile kendi arasındaki ilişkide ise buyuruyor ki;

4/NİSÂ-79: Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâh(minallâhi), ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsik(nefsike), ve erselnâke lin nâsi resûlâ(resûlen), ve kefâ billâhi şehîdâ(şehîden).
Sana iyilikten (hasenatdan) ne isabet ederse, işte o Allah'tandır. Ve sana kötülükten (seyyiattan) ne isabet ederse, o taktirde o, kendi nefsindendir (derecat kaybedecek bir şey yapmandan dolayıdır). Ve seni, insanlara Resûl olarak gönderdik ve şahit olarak Allah yeter.

Olayın mahiyeti, arkasındaki gerçek anlam, Kur’ân’ın anlamıdır. Şimdi bu noktadan hareketle baktığımız zaman Allah’ın vücuda getirdiği herhangi bir olayın bize derecat kaybettirmesi mümkün olmadığı gibi, sünnetûllahın vücuda getirdiği bir olayın da bize derecat kaybettirmesi mümkün değildir. Başka bir cüz’i iradenin vücuda getirdiği herhangi bir olayın da olay ne olursa olsun bize derecat kaybettirmesi mümkün değildir. Derecat kaybettiğimiz olaylar kader sebebiyle oluşamaz. Bu Kur’ân’a göre mümkün değildir. Ama kader sebebiyle derecat kazanabiliriz. Kim bize karşı bize zarar verecek olan bir faaliyette bulunursa, bize bir zarar ika ederse, bu zarar sebebiyle o kişi derecat kaybeder. Ama biz derecat kazanırız. bu otomatik bir işlemdir. Biz, başka bir irade sebebiyle derecat kazanabiliyoruz. Ama başka bir irade sebebiyle derecat kaybedemiyoruz. İradenin mahiyeti bu üç iradeden hangisini ihata ederse etsin, derecat kaybetmemiz mümkün değildir.
Hiç kimse başka birinin fiili yüzünden cehenneme giremez. Çünkü cehenneme girmemiz kaybettiğimiz derecelere bağlıdır. Kaybettiğimiz dereceler, kazandığımız derecelerden fazla olmadıkça cehenneme girmemiz mümkün değildir. Allah’ın kanunu, Kimin kaybettiği dereceler, kazandığı derecelerden fazlaysa, Onların gidecekleri yer cehennemdir. Mu’minûn Suresinin 103. âyet-i kerimesi:

23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.

Sevap tartıları: Kazandığımız dereceler.
Günah tartıları: Kaybettiğimiz dereceler.

Kimin kaybettiği dereceler fazlaysa veya kazandığı dereceler azsa; Onun gideceği yer cehennemdir. Sadece kaybettiği dereceler, kazandığı derecelerden fazla olan insanlar cehenneme girer. Yani cehenneme girmenin temel sebebi kaybettiğimiz derecelerdir. Bu dereceleri hiç kimse başkası sebebiyle kaybedemez. İnsanları cehenneme götüren onların kaza ettikleri olaylardır. Bizatihi onların vücuda getirdiği olaylardır. Kader sebebiyle hiç kimsenin cehenneme gitmesi mümkün değildir. “Biz, şeytan sebebiyle cehenneme gidiyoruz.” diyen kişi yanılıyor.

14/İBRÂHÎM-22: Ve kâleş şeytânu lemmâ kudıyel emru innallâhe veadekum va’del hakkı ve veadtukum fe ahleftukum, ve mâ kâne liye aleykum min sultânin illâ en deavtukum festecebtum lî, fe lâ telûmûnî ve lûmû enfusekum, mâ ene bi musrihikum ve mâ entum bi musrıhıyy(musrıhıyye), innî kefertu bi mâ eşrektumûni min kabl(kablu), innaz zâlimîne lehum azâbun elîm(elîmun).
Şeytan, emir yerine getirildiği zaman şöyle dedi: “Muhakkak ki; Allah, size “hak olan vaadini” vaadetti. Ve ben de size vaadettim. Fakat ben, vaadimden döndüm. Ve ben, sizin üzerinizde bir güce (sultanlığa, yaptırım gücüne) sahip değilim. Sadece sizi davet ettim. Böylece siz, bana icabet ettiniz. Artık beni kınamayın! Kendinizi kınayın! Ve ben, sizin yardımcınız değilim. Siz de, benim yardımcım değilsiniz. Gerçekten ben, sizin beni ortak koşmanızı daha önce de inkâr ettim. Muhakkak ki; zalimlere acı azap vardır.”

Şeytan ona telkinde bulunmuştur. O da o telkine kapılarak günahı işlemiş, derecatı kaybetmiştir. Şeytan hiç kimseye derecat kaybettiremez. Çünkü şeytan o kişinin fiilini işlemek yetkisinin sahibi değildir. Sadece kişiye tesir eder. İblis o tesiri sebebiyle onu günaha teşvik ettiği için derecat kaybedecektir. Ama o kişinin kaybettiği derecenin; derecatın bizatihi şeytan sahibi olamaz. Sebep olmuştur. Fiili işleyen şeytan değildir. Fiili işlemesine âmil olan şeytandır. Ama fiili kişi işlemedikçe o derecatı kaybetmesi mümkün değildir.
Kim cehenneme girecekse, cehenneme girenler bilsin ki; sadece kendi amelleri sebebiyle, kendi işledikleri yanlış fiiller, derecat kaybettiren fiiller sebebiyle cehenneme gitmiştir. Görülüyor ki; kader müessesesinde derecat kaybetmemiz mümkün değildir. Kader sebebiyle hiç kimse derecat kaybedemez. Hiç kimse kader sebebiyle, başka birinin işlediği bir fiil sebebiyle cehenneme gitmez. Derecat kaybedemez. Böyle bir durumda Allahû Tealâ’nın ‘hayır ve şerr’ kavramlarına bakış açısının arkasında kaderin veya kazanın önemini görüyoruz. Peki ama Allahû Tealâ diyor ki: “Biz her şeyi bir kaderle yarattık.”
O zaman her fiilimizde kaderin bir payı var, mânâsı çıkıyor. Adına kader dediğiniz şey mutlaka iki tane iradeyi gerektirir.
1- Tesir eden irade.
2- Tesir alan irade.

Böyle bir dizaynda iki kişi olduğu; iki irade olduğu kesindir. Bu gerçek anlamda bir kaderdir. Tam bir kader olgusudur. Şimdi bu kader olgusunun dizaynına baktığımız zaman burada mutlaka iki kişi görüyoruz. Bir kişi başkasına kötü davranıyor. Bir kişi bir başkasını öldürüyor. Her biri bir kader oluşturuyor. Peki, Allahû Tealâ her şeyi bir kaderle vücuda getirdiğine göre, ikinci bir kişi olmadan da bizim kendi yaptıklarımız ve ulaştığımız sonuçlar bir kader oluşturabilir mi?
Burada ‘kader’ kelimesini değil de ‘nasip’ kelimesini kullanmamız gerekmektedir. Amacımızla, ulaştığımız sonucun birbirine eşit olması veya olmaması söz konusudur. Öğrenciler imtihana giriyorlar. Sınıfı geçmek isteyenlerin niyeti sınıfı geçmektir. Bu maksatla imtihana giren talebelerin bir kısmı geçiyor. Bir kısmı geçemiyor. O dersten kalıyor. Peki, öğrenci imtihana girmiş, çalışmış veya çalışmamış. Eğer otomatik sistemler bihakkın bir incelemeyle doğru not vermişlerse ve çocuk o dersten kalmışsa, onun dışındaki bir irade bir sonucu oluşturuyor. Ama bu sonuç adaletle vücuda gelmişse, bir üçüncü kişi yok demektir. Bu öğrenci imtihanı kazanmak üzere imtihana girmiştir. Ama imtihanı başaramamıştır ve sınıfta kalmıştır. Başka bir irade devreye girip de onun notunu kırmamıştır. Ona kazandığı notun altında bir not vermemiştir; kazanması lâzımgelen notun altında bir not vermemiştir. Adalet yerini bulmuştur. Kişi hak ettiği dereceyi almış sınıfta kalmıştır. Bu kişinin niyeti o dersten geçmekti. Nasibi o dersten kalmak oldu. Burada niyetle, nasip birbirine paralel bir seyir takip etmedi. Arkasında ne var? Kişinin liyâkatindeki eksiklik. İmtihanı başarabilecek olan yapıya sahip olmadan sınıfı geçmek konusunda ya da o imtihandan geçmek konusunda imtihana girdi. Ama müktesebatı buna müsait değil. Sahip olduğu yetenekler sınıfta kalmasına ya da o dersten kalmasına yol açtı. Geçmesine yeterli dereceyi alamadı. Başka birisinin bunda bir dahli var mı? Hayır, yok! Yani söylediğimiz standartlarda gerçek anlamda çocuğun hakkı buysa, sınıfta kalacak; o dersten kalacak bir not almışsa ve kalmışsa, burada başka birisinin dahli yoktur. Sadece bir irade; çocuğun kendi iradesidir. Çalışmış, çabalamış kendi ölçüleri içinde imtihana girmiş ve kalmış. Bu onun nasibidir. Ve niyeti sınıf geçmek olduğu halde veya o imtihanda başarmak olduğu halde nasibi kalmak olmuştur. Eğer hedefine ulaşacak olan liyâkatin sahibi değilse, o zaman niyeti ile nasibi birbirine eşit olmaz, başarı kazanamaz.
Peki, sınıfı geçenler nasıl geçiyorlar? Onlar, o liyâkatin sahipleridir. Suallerin cevaplarını vermişlerdir. Müktesebatlarında olan bir standart içerisinde geçerli not almışlardır. Onların niyetleri ile nasipleri aynıdır. Niyetleri sınıf geçmek veya dersi geçmek nasipleri de dersi geçmektir. Bunlar nasiplerine ulaşmışlardır. Ama diğerleri nasiplerine ulaşamamıştır.
Sevgili kardeşlerim! Buradaki muhtevaya dikkatle bakın. Niyetle, nasibin dengelenmesi kişinin liyâkatine bağlıdır. Nasip İkinci bir kişi devreye girmediği sürece bir nevî kader kabul edilebilir.
Peki, çocuklar imtihana girdiler. Notlar alındı. Bir çocuk not almadığı halde notu değerlendiren kişi devreye girdi. Çocuğun notunu yükseltti ve çocuk sınıfı geçti. Bu çocuğun, niyeti ile nasibi birbirine eşit oldu. Bu bir niyet ve nasip meselesi midir? Hayır, değildir. Bu bir kaderdir. Bu, başka bir iradenin devreye girmesi sebebiyle tam bir kader olayıdır. Burada çocuğun imtihana girmesi sırasındaki müktesebatı o dersi geçmesine yetmiyor. Başka bir irade devreye giriyor. Hak etmediği halde çocuğu o dersten başarılı gösteriyor. Çocuğun dışındaki bu irade devreye girip de bu liyâkat seviyesinin ötesinde bir notu çocuğa vererek ona sınıfı geçirdiyse, burada bir nasip söz konusu değildir. Burada bir kader söz konusudur. Başka bir irade devreye girmiştir. Nasip olsaydı başka bir irade devreye girmeyecekti ve adalet yerini o şekilde bulacaktı.
Bir başka alternatif düşünelim. Çocuk, dersi geçecek not almış ama öğretmen çocuğun notunu, çocuğa karşı duyduğu şahsi bir kin sebebiyle, bir başka sebeple kırmış. O dersten geçecek olduğu halde, çocuğu o dersten bırakmıştır. Böyle bir durumda ne olur? Böyle bir durumda, çocuğun niyeti ile nasibi gene birbirine uymamıştır. Çocuk geçmeyi hak ettiği halde notları kırıldığı için o dersten kalmıştır. Bu da bir kaderdir. Başka bir irade devreye girmiştir. Çocuğun bunda hiçbir kastı yoktur. Bir tesiri de yoktur. Başka bir irade çocuğun üzerinde bir sonuç oluşturmuştur. Bu sonucun oluşması kaderdir. Nasip söz konusuysa ve kişi tek başınaysa, başka bir irade devrede değilse, bu nasip sebebiyle kişi derecat kazanabilir de derecat kaybedebilir de. Başka bir kişi yoksa, sadece bir kişi varsa, meselâ onun gene bir talebe olduğunu düşünelim. Müktesebatı o notla sınıfı geçmeye müsait değil. Ama çocuk kopya çekiyor ve geçer notu alıyor. Ne olmuştur? Çocuğun niyeti sınıf geçmektir. Nasibi de sınıf geçmektir. Nasibi de geçmektir. Öyleyse niyetle, nasip birbirine eşit oldu. Ama bu onun bihakkın kazandığı bir sonuç değildir. Buradaki nasip, onun derecat kaybetmesine sebebiyet verecek olan bir nasiptir.
Yani bir öğretmenin, sınıfta kalacak olan bir çocuğun notunu yükselterek ona sınıf geçirmesi halinde o öğretmen Bir haksızlığı oluşturduğu için derecat kaybeder. Ama o teklif çocuktan gelmediyse, böyle bir şeyi çocuk kendi iradesiyle talep etmediyse, bu sebeple çocuğun böyle bir olaydan derecat kaybetmesi söz konusu değildir.
Niyetle nasip arasındaki ilişkide, başka bir irade devreye girmediği cihetle kişinin derecat kaybetmesi de kazanması da söz konusu olabilir. Bir şeyi elde etmek için meşru olmayan vasıtalar kullanan kişi bundan derecat kaybeder. Niyeti ve nasibi birbirine eşit olur ama derecat kaybederek o noktaya ulaşmıştır. Demek ki; niyetle, nasip arasındaki ilişkilerde derecat kaybetmek söz konusudur. Ama kaderde hiçbir zaman derecat kaybedilmez.
Eğer başka birisi sizin üzerinizde bir tesir vücuda getirmişse tesir sizi sevindiren bir tesir de olsa, sizi üzen bir tesir de olsa ondan derecat kaybedemezsiniz. Kaderin sonucuyla görüyorsunuz ki; nasibin sonucu aynı değildir. Kim başkasının hidayetine sebebiyet verirse, onların kazandığı derecelerden size de yazılır. Kim başkasının dalâletine sebebiyet vermişse, onların kaybettiği derecelerden ona da yazılır.
Bir kişinin Allah’ın yoluna girmesine mânî olan birisi, o kişinin derecat kaybetmesine sebebiyet verir. Ama o kişi dalâlette kaldıysa, dalâlette kalmasının kaybettiği derecelerinden birazı da, onu dalâlette bırakan kişiye verilir. O kişinin bizatihi kaybettiği derecelerden yani kaybettiği dereceleri, kaybetmesi lâzımgelen fiili ile dengededir. O kişi kendi iradesiyle dalâlette kalmıştır ve gideceği yer cehennemdir. Başka birinin tesiri altında veya değil; kişi kendi iradesiyle Allah’ın yoluna girmemiştir. Allah’ın yoluna girmemek iki şekilde vücuda gelebiliyor:
Birincisi; kişi kendi iradesiyle Allah’ın yoluna girmiyor. Başka birisinin tesiri altında değil. Kimseye sormamış, ama Allah’ın yoluna da girmemiş, gideceği yer cehennem. Başka birisi de bu konuda bir suçlu veya suçsuz hüviyete giremez.
İkincisi tanıdığı kişilere sormuş; “Diyorlar ki: ‘Bir insan Allah’a ulaşmayı dilemeliymiş. Dilemezse gideceği yer cehennemmiş. Sen bu konuda ne söylüyorsun?” O da diyorsa ki: “Hayır! Bunlar yalan söylüyorlar. Öyle insan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşması diye bir şey söz konusu olamaz. Allah’a ulaşmayı dilemek de neyin nesiymiş. Eski köye yeni adet! Kur’ân-ı Kerim’de Allah’a ulaşmayı dilemek diye bir şey yoktur.” Böyle demişse ve o adam da güvendiği birisinin, bir dîn âliminin, bir profesörün kendisine bunu söylemesi sebebiyle Allah’ın yoluna girmediyse, o kişi cehenneme gidecektir. Cehenneme gitmesinin arkasında o kişi vardır. Allahû Tealâ ne diyor? “Kim başkasının dalâletine sebebiyet vermişse, onun kaybettiği derecelerden ona da veririz.” diyor.
Başka birisine kötülük eden kişi de başka birisi sebebiyle derecat kaybedebilir. Buradaki inceliğe dikkat edin. O kişi, ondan işittiği o sözlere rağmen kendisine düşen görevi yapsaydı, tahkik etseydi, doğruyu yakalayacaktı. Allah’a ulaşmayı dilemesi gerektiğini kesin şekilde görecek, ikna olacaktı. Allah’a ulaşmayı dileyecekti ve kendisini kurtaracaktı. Diğer kişinin telkinine kapılması sebebiyle cehennemlik olmamıştır. O telkini değerlendirmemesi ve doğruyu araştırıp bulmaması sebebiyle cehenneme gitmiştir. Yani telkinler, bir insanın derecat kaybetmesine sebebiyet vermez. Bu açıdan eğer Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişi, derecat kaybediyorsa gideceği yer cehennemse, bunun arkasında yatan sebep; kendisine bu telkini yapan kişi değildir. O telkine inanıp da kendine düşeni yapmamasıdır. Kendi fiiliyatının eksikliğidir. Öyleyse burada büyük bir fark vardır.
İnsanlar var; Allah’ın emirleriyle karşı karşıyadırlar. Allahû Tealâ diyor ki: “Namaz kılın.” Kişi kılmıyor. Birisi ona demiş ki: “Namaz kılmasan da çok önemli bir şey değil, derecat kaybetmezsin.” diyerek yalan söylemiş. Bu kişi de bu sebeple namazı kılmamış. Namazlarını kılmadığı için derecat kaybetmiş. “Beni falanca bu yola teşvik etti de bu yüzden namazlarımı kılmıyorum” diye bir tevile götürebilir mi kişi? Götüremez. Kendi iradesiyle namazlarını kılmıyorsa sorumluluk tamamen kendisine aittir.
Önemli olan başkalarının bize olan tesirleri değildir. Bizim bizatihi işlediğimiz fiiller, onlar bize derecat kaybettirebilir. Hangi tesirin altına girersek girelim, ona ait olan fiili işlemediğimiz sürece biz derecat kaybetmeyiz. Yani irademizi bize derecat kaybettirecek bir fiili bizatihi işleyecek bir hüviyette devreye sokmazsak, iradî yapımız bize derecat kaybettirebileceğimiz bir fiili işletmezse, işletmediği sürece derecat kaybedemeyiz. Kaybetmemiz mümkün değildir.
Sadece bizim kaza ettiğimiz fiiller, bize derecat kaybettirebilir. Bir tesir altında da olsak, başka birinin sözlerine kansak da bu günahı işlesek, kendi irademizle yaptığımız için derecat kaybederiz. Başka kimseyi dinlemeden, kendi irademizle bilerek bir günahı işlemişsek, bundan sorumlu olan biziz, gene derecat kaybederiz.
Sonuçta şuraya ulaşıyoruz: Bize derecat kaybettiren bütün fiiller, bizim kaza ettiğimiz, bizim kendi irademizle bilerek, isteyerek yerine getirdiğimiz fiiller sebebiyledir. İster, devreye başkalarının yardımı girsin, bizi o hedefe yönlendirmek istesinler. İster, böyle bir olay olmasın. Biz, kendi irademizle; bize derecat kaybettiren fiili işlemedikçe, biz derecat kaybetmeyiz.
Allahû Tealâ bizlere niçin akıl vermiş? Başkalarının yaptıkları telkinlerin bizim üzerimizde tesir icra etmemesi için muhakeme, inceleme kabiliyeti vermiştir. “Falanca bana böyle böyle söyledi. Ben de ona inandım bu suçu işledim.” demek, bizi derecat kaybetmekten kurtarmaz. Kendi irademizle işlediğimiz, Allah’ın yasak ettiği fiili işlediğimizde veya Allah’ın emrettiği bir fiili onun zamanı içinde gerçekleştirmememiz halinde devamlı derecat kaybederiz ve bunları hiç kimseye de yükleyemeyiz.
Allahû Tealâ bizden her zaman emirlere itaatimizi, yasak ettiği fiilleri de asla ister. Kim Allah’ın emrini yerine getirmezse derecat kaybeder. Yasak ettiği fiili işlerse gene derecat kaybeder.
Bize derecat kaybettiren fiiller sadece kaza ettiğimiz, vücuda getirdiğimiz kendi fiillerimize dayalıdır. O fiilleri, telkinler ne olursa olsun işlememeyi başarırsak derecat kaybetmeyiz. Hiç kimse telkin etmeden işlesek de gene derecat kaybederiz. Başkalarının telkinleriyle işlesek de gene derecat kaybederiz. O bize telkinde bulunan şeytan veya başka insanlar, bizim yaptıklarımızdan sorumlu değillerdir. Marifet, bizim o negatif telkinlerden etkilenmememiz ve Allah’ın yasak ettiği fiilleri işlemememizdir. Kendi irademiz devreye girmişse ve bizde derecat kaybettirici fiiller işlemişsek, ister emirlerin çiğnenmesi istikametinde, ister yasakların çiğnenmesi istikametinde bize derecat kaybettiren fiilleri biz kendi irademizle işlemişsek, o zaman bu derecatı biz kaybederiz. Önemli olan kendi irademizle yaptığımız hatalardır. Onun için Allahû Tealâ Kiramen Kâtibîn meleklerine hayat filmimizde düşüncelerimizi de çektirmektedir. Ne düşünerek ne yapmışız? Başka birisi bize tesir etmiş ama kendi düşüncemizle o fiili işlemişiz, işlemememiz lâzımgelen fiili işlemişiz. Biz işlemişiz! Kendi irademizle işlemişiz. Hayat filmimizdeki düşünce platformunda o fiili bilerek, isteyerek işlediğimiz kesindir. Mutlaka derecat kaybederiz.
Hiç kimse kendi fiilleriyle, düşünceleriyle, bizim üzerimizde vücuda getirdiği herhangi bir fiille bize derecat kaybettiremez. Sadece kendi irademizle bilerek işlediğimiz fiillerde derecat kaybederiz. Hangi standartlar içinde olursak olalım mutlaka derecat kaybederiz. Eğer Allah’ın yasak ettiği bir fiili başkasının telkiniyle ya da kendi düşünce platformumuzda karar vererek işleyelim, her ikisinde de derecat kaybederiz. Derecat kaybetmemizin sebebi, o fiili kendi irademizle işlememizdir. Kader ve kaza birbirinden tamamen ayrı iki mefhumdur:
Kaza, kendi irademiz ile hareket ettiğimiz olaylardır ve bize derecat kaybettirebilir.
Kader, kendi irademiz dışında gelişen olaylardır ve bize derecat kaybettiremez.

Hangi olay kazadır, hangi olay kaderdir? Hadi gelin bir araştırmasına çıkalım beraberce. Ölüm nedir? Ölüm bir kaderdir. Kim ölürse, hangi şartlar içinde ölürse ölsün, o ölüm, o kişi için bir kaderdir. Kişi Boğaz Köprüsünden aşağı atlıyor ama ölmüyor. Niyeti intihar, ölmek için atmış kendisini ama ölmüyor. Allahû Tealâ ölümü uygun görmedikçe ölmüyor. Kişinin niyeti, kişinin aksiyonu buna yetmez. Allahû Tealâ ölüm konusunda destur vermedikçe o kişi ölemez. Bütün ölümler bir kaderdir. İntihar sebebiyle, adam ipi boğazına sarmış, kendisini asmış. İp kopmuş adam düşmüş aşağıya, ölmüyor. Boğulmak için aşağıya atlıyor, ölmüyor.
Allahû Tealâ’nın takdiri ölüm olmadığı için, ölmeye çalışmasına rağmen kişi ölmüyor. İlaç içiyor. Midesini yıkıyorlar kişi hayata tekrar geri dönüyor. Demek ki; kaderi henüz ölmek değil. Allahû Tealâ ölüm konusunda “Ecel-i müsemma.” diyor. Vadesi gelen, isim konulan bir an, o an ölecektir. Allahû Tealâ bu konuda Kur’ân-ı Kerim’de şöyle diyor: “Münafıklar dediler ki: Eğer kardeşlerimiz Uhud savaşına iştirak etmeselerdi ölmeyeceklerdi.” Allahû Tealâ diyor ki: Hayır, öyle değil! Onlar sürüklene, sürüklene o öldükleri noktaya getirileceklerdi ve o dakikada ve orada öleceklerdi.” Onlar Uhud Savaşına iştirak etmeselerdi de gene aynı yerde öleceklerdi ve gene aynı dakikada öleceklerdi.
Birisi köşe başında saklanmış, gecenin saat üçü, hasmını bekliyor. Yoldan geçiyor, o saatte geçeceğini biliyor oradan. Elindeki tabancanın bütün kurşunlarını adamın üzerine boşaltıyor ve onu öldürüyor. Ölen adam için bu bir kaderdir. Onun iradesinin dışında başka bir irade onun ölmesine sebebiyet vermiştir. Peki öldüren için durum nedir? Öldüren için kader değildir. Öldüren kişi bir fiili kaza etmiştir. Bir fiili tamamlamıştır. Kafasındaki taammüden adam öldürme fiilini tamamlamıştır. Kişinin hayat filmine baktığımız zaman ne zamandan beri o adamın ötekini öldürme konusundaki tasavvurlarını hayat filminin düşünce kesiminde görüyoruz. O zaman o kişi tasarlayarak taammüden bir başkasını öldürmüştür. Bu öldürme işlemi o kişi için bir kader değildir. Öldüren kişi için kazadır. Bilerek, isteyerek o kişiyi katletmiştir.
Şimdi başka bir misâle gelelim: Bir kişi tabancasını temizliyor. Temizlerken tabanca elinden düşüyor. Tabancada bir tek kurşun var. Tetik bir yere takılıyor. Ateş alıyor tabanca. Yoldan geçmekte olan birisini vuruyor ve de öldürüyor. Olmayacak gibi görünse de bir misâl olarak veriyoruz bunu. Bu durumda ölen kişi için acaba sonuç nedir? Ölen kişi için olay kaza mı, kader midir? Kaderdir. O ölmek istemedi. Yoldan geçerken başka bir iradenin vücuda getirdiği bir olayla, sebep olduğu bir olayla o kişi öldü. Peki, ölüme sebebiyet veren, tabancasını temizleyen kişi için bu olay bir kader midir? Kaza mıdır? Kaza olması mümkün değildir. Çünkü kişi, o yoldan geçen kişiyi öldürmeyi aklına bile getirmemiştir. Hayat filminde net olarak görünür bu olay. Maksadı tabancasını temizlemekti. Temizlerken tabanca elinden düşüyor. Onun hiç tasavvur etmediği birçok olay ard arda geliyor. Yoldan geçen kişi de ölüyor.
O zaman bu kişi için de başka birinin ölümüne sebebiyet veren bu olay, onun bizatihi vücuda getirdiği, kaza ettiği bir cinayet değildir. Bu sebeple o kişi için bu bir kaza edilen, özellikle tasarlanan bir fiil değildir. Bir kaderdir. O kişinin sebebiyet verdiği ama o hedefe yönelik olarak sebebiyet vermediği, tasarlamadığı bir olay kendi iradesinin dışında vücuda geldiği için, ölüme sebebiyet veren kişi için olay kaza değildir, kaderdir. O kişiyi öldürmek istememiştir. Böyle bir talebi yoktur. İradesi haricinde elinden düşen tabanca bir yere takılarak ateş almıştır. Yoldan geçen kişi de ölmüştür. Burada kişinin iradî yapısının sentezi, o kişinin hayat filmine kıyâmet günü bakıldığı zaman çok net olarak görünür. O kişi asla böyle bir şeyi düşünmemiştir. Yoldan geçen o kişiyi öldürmeyi tasarlamamıştır. Taammüden bir öldürme olayı yoktur. Bu sebeple onun fiili olarak kaza edip de bir ölüme sebebiyet vermesi, ölüm işlemini tamamlaması, kişiyi kasten öldürmesi söz konusu olmamıştır.
Evlilik bir kader midir? Evet, evlilik bir kaderdir. Diyeceksiniz ki: “Biz karar veriyoruz. Biz karar verdiğimize göre evliliğin, kaza olması lâzım. Bizim kaza ettiğimiz, vücuda getirdiğimiz bir olay. Biz karar veriyoruz ve evleniyoruz.” Hayır, öyle değil! Eğer tek başınıza sizin karar vermeniz bir evliliği gerçekleştirmek için yeterli olsaydı o zaman evlilik sizin için kader olmayacaktı. Onu kaza etmiş, siz vücuda getirmiş olacaktınız. Ama bir irade yetmiyor. Sizin iradeniz evlenmeye yetmiyor. Bir başka iradenin de aynı istikamette iradesini kullanması lâzım. Seçim hakkını kullanması lâzımdır.
Siz karar veriyorsunuz falancayla evleneceksiniz. Müspet bir kanaatin sahibisiniz. O kişi sizinle evlenmeye karar vermedikçe onunla evlenemezsiniz. Görüyorsunuz ki; sizin iradeniz evlenmeye yetmiyor. Sizin iradenizin dışında bir olayla karşı karşıyasınız. İradî talebiniz yetersizdir. Karşı tarafın da “Evet” demesi lâzımdır. Yeter mi? İki kişi “Evet” demiştir. Ama kız tarafının annesi ve babası kabul etmiyor. Ağabeyleri kabul etmiyor. Evlenemiyorlar. Ne oldu? Erkek tarafı “Evet” demiştir. Kız da “Evet” demiştir. Ama üçüncü kişiler “Hayır” demişlerdir. Evliliğe mânî olmuşlardır. İşte gene kaderdir. Yani sizin ve evleneceğiniz kişinin “Evet” demesi çoğu halde yeterli olmuyor. Bu yüzden birçok evlilikler kuvveden fiile çıkamıyor. Anne babalar, taraflardan birinin anne babası, akrabaları, dostları istemiyorlar ve evlilik müessesesini bozabiliyorlar.
Bu durumda hangi irade açısından bakarsanız bakın, evlilik bir kaza işlemi değildir. Sizin iradenizin içinde olan bir işlem değildir. Başka iradelerin mutlaka devreye girmesi ve sizinle aynı istikamette kararı vermesi gerektiği için kaderdir. Bütün olaylarda o olayın bir kader mi, yoksa bir kaza mı olduğunu, yani kendi iradenizle mi onu gerçekleştirdiğinizi, yoksa başka bir iradenin de devreye girmesiyle mi gerçekleşti; bunu hemen artık seçmek imkânının sahibisiniz diye düşünüyorum.
Eğer tek başına sizin iradenizle bir hedefe ulaşabiliyorsanız bu sizin için bir kazadır. İster, başka birinin üzerinde bir tesir vücuda getirin, onu üzsün veya sevindirsin. İster, siz kendi iradenizle sadece kendinizle alâkalı bir olayı tahakkuk ettirin. Kendi iradenizle başka birine bir zarar ika ettiniz veya ona bir fayda sağladınız. Bunu kendi iradenizle kaza ettiğiniz vücuda getirdiğiniz için bu olay sizin için bir kazadır. Size derecat kaybettirebilir de kazandırabilir de.
Hep iradî yapınıza bakacaksınız. Siz, kendi iradenizle bir şey mi vücuda getirdiniz? Size derecat kazandırmış veya derecat kaybettirmiş önemli değil. O sizin için bir kazadır. Allah ile aranızdaki bir akdi gerçekleştirdiniz. Bir zikir yaptınız, bir namaz kıldınız, bir oruç tuttunuz; hepsi kazadır. Ne zaman sizin iradenizin bir dahli olmaksızın sizin üzerinizde başka bir irade bir tesir oluşturur, o zaman bu bir kaderdir.
Kaderi; Küllî irade de oluşturur. İlâhi irade de oluşturur. Cüz’i irade de oluşturur. Hepsi de kaderdir. İradî yapıların, İlâhi irade, küllî irade veya cüz’i olması bir önem taşımıyor. Bu üç iradeden hangisi sizin üzerinizde bir tesir husule getirdiyse, bu sizin için kaderdir. Siz kendi iradenizle neyi vücuda getiriyorsanız o sizin için bir kazadır. Kaderiniz size derecat kazandırabilir ama kaybettirmez. Kaza etmeniz halindeyse derecat kazanabilirsiniz de kaybedebilirsiniz de. Çünkü kendi iradenizle hayır da işleyebilirsiniz, şerr de işleyebilirsiniz. Ama birinde derecat kazanırsınız, ikincisinde derecat sadece kaybedersiniz.
Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki; kaza ve kader konusunu inşaallah burada tamamlıyoruz. Bütün kardeşlerimizin, insanların dalâletten kurtulmaları için vazifeli kılınmalarını ve bu istikamette Kur’ân-ı Kerim’in bütün ilmine sahip olmalarını ve Allah Teâlâ’nın hepimizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını yüce Rabbimizden dileyerek inşaallah bugünkü konumuzu burada tamamlıyoruz. Allah hepinizden razı olsun.