15 Haziran 2016 Çarşamba

28. BASAMAK – 7. SAFHA; SALÂH MAKAMI – İRADENİN ALLAH’A TESLİMİ

28. BASAMAK – 7. SAFHA;
SALÂH MAKAMI – İRADENİN ALLAH’A TESLİMİ

“En Hayırlınız, Emr-i Bil Ma’ruf, Nehy-i Anil Münker Yapanlardır. Emr-i Bil Ma’ruf, Nehy-i Anil Münker Yapmazsanız; Allah Size Azap Gönderir, Dua Etseniz Dahi Dualarınızı Kabul Etmez.”


Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, kendilerine: “Ey Allah’ın Resûl’ü Allah’ın nazarında insanların en hayırlısı kimlerdir?” diye sorduklarında: “En hayırlınız emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker yapanlardır. Emri bil ma’ruf nehy-i anil münker yapmazsanız; Allah size azap gönderir dua etseniz dahi dualarınızı kabul etmez.” şeklinde cevap buyurmuşlardır.
Bu istikamette bir başka hadîs de şu şekildedir: “Emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker terkedilince mü’minin heybeti zail olur.”

ü  Emr-i Bil Ma’ruf Nehy-i Anil Münker Nedir?

Kur’ân’daki İslâm’ın yaşanmasında “emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker” en önemli kavramlardan bir tanesidir. Bunu bilmek için 7 safha ve 4 teslimi yaşamak lâzımdır.
Kur’ân’da 7 safha ve 4 teslimin dizaynı içerisinde emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker yapabilecek hak sahipleri, 7. safhada iradesini Allah’a teslim eden; Allah’ın, Zat’ını kendilerine gösterdiği ve Allah tarafından irşada memur ve mezun kılınanlardır. Hadîs de bunu ifade etmektedir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e: “Allah’ın nazarında insanların en hayırlısı kimlerdir?” diye sormuşlardı. İnsanların en hayırlısı, Allah’ın nazarında 7 safha ve 4 teslimi yaşayan, Kur’ân ahlâkıyla, Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanan, iradesini de Allah’a teslim eden, Allah’ın irşada memur ve mezun kıldığı, Allah’ın emriyle iş görenlerdir.
Elbette daha alt seviyede de emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker yapılabilir. Kişi bildiğini başkasına öğretmekle vazifelidir. Yaşadığımız hayata bakıldığı zaman, öğrenmek ve öğretmek olmak üzere iki tane esas faktör görülmektedir. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîsinde: “En hayırlınız Kur’ân-ı Kerim’i öğrenen ve öğretendir.” buyurmaktadır. Kim bildiğiyle amel ederse, Allahû Tealâ ona bilmediklerini de öğretir.” En iyi öğrenme yolu başkalarına öğretmektir.
Allahû Tealâ, Âli İmrân Suresinin 104. âyet-i kerimesinde insanları hayra çağıran, mâruf ile emreden, kötülüklerden alıkoyan bir ümmeti anlatmaktadır.

3/ÂLİ İMRÂN-104: Veltekun minkum ummetun yed’ûne ilel hayri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker(munkeri), ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Sizin içinizden hayra davet eden (mürşidlerden) bir cemaat olsun ve mârufla emretsin, ve münkerden nehyetsin (men etsin). İşte onlar, onlar felâha erenlerdir.

Hayra çağırabilmek için; hidayete ermiş olmak gerek, irfanla emredebilmek için; irfanın sahibi olmak, kötülüklerden alıkoyabilmek için de nefsteki kötü afetlerden kurtulmuş olmak lâzımdır. Bu açıdan bakıldığında, insanlarla Allah arasında Allah’ın vaaz ettiği 28 basamaklık bir İslâm merdiveni, yükselme ve yücelme basamakları vardır.
Başlangıç noktasında bütün insanlar olayları yaşarlar. Allahû Tealâ, insanları olaylarla muhatap kıldığı gibi, aynı zamanda katından resûller, hidayetçiler gönderir. Allahû Tealâ’nın hidayetçilerine verdiği temel görev, insanları Allah’a davet etmektir. Hidayetçiler Allah’ın âyetlerini tilâvet ederler. Tilâvet edilen âyetlerin muhtevasında hep “Allah’a ulaşmayı dilemek” vardır. Âyetlerin tilâvetinden murad, insanların kalben Allah’a ulaşmayı dilemeleridir. Allah’a davet etmenin muhtevasında herkesin Allah’a ulaşmayı dilemesi söz konusudur. Neden? Çünkü Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz bir hadîs-i şerifinde şöyle buyuruyor: “Mü’min zulmetmez ve mü’min kardeşini başkasının zulüm ve tecavüzüne de bırakmaz.”
Dîn, insanın Allah ile ve sosyal hayatı paylaştığı diğer insanlarla ilişkilerinin bütününü muhtevasına alan sistemdir. Nasıl Allah’ın bizim üzerimizde hakkı varsa, etrafımızdaki insanların da üzerimizde hakkı vardır. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in de ifade buyurduğu gibi: “Mü’min zulmetmediği gibi onu başkasının zulmüne de terketmez.”
 Kişi başkalarına zulüm etmediği gibi etrafındaki insanları da başkalarının zulmüne terk etmemelidir. Etrafımızdaki insanlar için zulüm söz konusuysa onlara kesinlikle yardım etmek durumundayız. Allahû Tealâ Yûnus Suresinin 44. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

10/YÛNUS-44: İnnallâhe lâ yazlimun nâse şey'en ve lâkinnen nâse enfusehum yazlimûn(yazlimûne).
Muhakkak ki Allah, insanlara (hiç)bir şeyle (asla) zulmetmez. Lâkin insanlar, kendi nefslerine zulmederler.

Şerrin kaynağı insanın nefsidir. En hayırlı kişiler, başkalarını kötülüklerden alıkoyan, nefslerindeki kötü afetlerden kurtulmalarına yardımcı olan mürşidlerdir. Bu durumda herkes en alt seviyede bir başkasının zarar görmemesi, zulme uğramaması için ona yardım etmekle sorumludur (mükelleftir).
Evvelâ insanlar olayları yaşarlar. Daha sonra kendi zaviyelerinden yaşadıkları olayları değerlendirirler. Allah’ın değerlendirmesi daima kişilerin kalbî yapıları üzerinden gerçekleşir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîsinde: “Allah sizin ne soyunuza ne mallarınıza ne şekli şemalinize bakmaz.” buyurmaktadır. Allahû Tealâ’nın devamlı olarak nazar ettiği yer kulun kalbidir. Allahû Tealâ kişinin kalbine bakarak o kişiyle ilişkilerini değerlendirir. Allahû Tealâ’nın insanların kalbine bakarak yaptığı değerlendirmede insanlar 2 gruba ayrılır:
  1- Kalbî yapıları sebebiyle kendileri Allah’a ulaşmayı dilemedikleri gibi başkalarının da dilemesine mani olan insanlar. Allahû Tealâ bu insanları seçmez. Onlar hem kendi nefslerine zulmederler hem de etraftaki insanlara zulmederler.   
  Allahû Tealâ, bu insanlardan Nisa Suresinin 167, 168, 169. âyetlerinde bahsetmektedir:

4/NİSA-167: İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).
Muhakkak ki inkar edenler ve Allah'ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.  
4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfire lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).
Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’e) hidayet edecek değildir.
4/NİSÂ-169: İllâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ(yesîren).
Ancak cehennem yoluna (hidayet eder, ulaştırır), onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Ve bu, Allah için kolaydır.

  2- Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dilemedikleri gibi başkalarının da dilemesine mani olan insanlar dışında bütün insanları seçer. Ama seçilen insanları istisnasız musibetlerle imtihana tâbî tutar. Eğer kişi seçilen ve henüz Allah’a ulaşmayı dilemeyen birisiyse başına gelen her hâdisede, Allah’ın vücuda getirdiği musibetlerden muradı, o kişinin Allah’a ulaşmayı dilemesini sağlamaktır. Allahû Tealâ bu olayları bir zulüm olarak değil; ders alınması için vücuda getirir.
  İnsanın başına gelebilecek musibetlerin muhtevasına bakıldığında Allahû Tealâ, kişinin ders alması için yapmış olduğu günahtan, o kişiye bir miktarını tattırabilir. Bu musibetler günahlarına kefaret olabilir. Hak şerleri hayreyler, böylece Allah o kişinin derecatını arttırmak ister. Kişinin nefsine dokunan musibetler, şer gibi görünse de aslında şer değildir. Misal olarak, Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir ev hanımı çocuğuyla, eşiyle vs. imtihan olabilir. İnsanların başına bunun gibi çeşitli şekillerde musibetler gelebilir ve onlar bu olaylardan hoşlanmazlar. Ama Allah’ın muradı kesinlikle onlara zulmetmek değildir. Allah, insanlara asla zulmetmez ama insanlar, kendi nefslerine zulmederler (Yûnus-44). Oluşan her olay ya Allah’ın takdir-i ilâhisidir, ya da Allah’ın müsaadesiyle gerçekleşir. Müsaadesiyle gerçekleşen bir olayda da İlâhi İrade devrededir. “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez.” denir. İşte Allah’ın muradı, kişinin gerekli dersi almak suretiyle el açıp Allah’a ulaşmayı dilemesidir.
Kişi, Allah’a ulaşmayı dilerse Allahû Tealâ anında yardım elini uzatır 3. kat cennet ve dünya saadetinin yarısını o kişiye hibe eder.
Allahû Tealâ, Kendisine ulaşmayı dileyen kişiye 4. basamakta Râhman esması ile tecelli eder. Peş peşe furkanlar vermek suretiyle onu huşû sahibi kılar ve mürşidini gösterir. Kişi Allah’ın verdiği ihsanlarla mürşide tâbî olur. Kişinin içteki düşmanı, nefstir; dıştaki düşmanı ise iblistir. Allahû Tealâ, kişinin sadece Allah’a ulaşmayı dilemesi ile iç ve dış düşmana karşı onu adeta bir koruyucu faunus içerisine alır. Şeytanla arasındaki bağı keser, üzerindeki negatif tesirini sıfırlar. İçteki düşman nefs Allah’ın bütün emirlerine isyan eden, yasak ettiği fiilleri işlemek isteyen bir yapıya sahiptir. Ama Allahû Tealâ bu noktada kişiye vasıta emirleri sevdirir ve yasak olan fiilleri kerih gösterir. Böylece kişi güle-oynaya, huzur ve mutlulukla 7-8 aylık bir süre içerisinde, nefs tezkiyesini gerçekleştirir ve emanet olan ruhu Allah’a teslim eder (21. basamak). Artık kişi, Allah’ın ermiş evliyasından biri olur. Buraya kadar ilm’el yakîn standartları içerisinde gerçekleşir.
Ruhunu Allah’a ulaştıran kişi, henüz hadîs-i şerifte ifade edildiği gibi “irfanla emreden” durumunda değildir; irfanın sahibi olmamıştır. Ama kişi, zikrini günbegün arttırırsa ve Allah dilerse o kişiye Kur’ân-ı Kerim’in ruhu olan irfanı da bahşedebilir. Allahû Tealâ, kalp gözü ve kalp kulağını açarak irfanı nasip eder. Allah’ın irfan nasip ettiği bir kişi, irfanı ait olduğu seviye itibariyle insanlara verebilir. Henüz bu kişi hikmetin sahibi değildir. Çünkü hikmet sahibi olabilmesi mutlak suretle o kişinin daimî zikrine bağlıdır. Bu nokta kişi için ruhun Allah’a teslimi ile daimî zikir arasındaki bir geçiş köprüsü gibidir ve her an onu bekleyen bir risk vardır.
Kişinin zikrinin artmaması, Allah’ın emir ve nehiylerine dört elle sarılmaması, hizmetlerde tembellik söz konusu olursa o zaman yozlaşma başlar. Yozlaşmanın neticesinde iblis, onu kendisine doğru çeker ve sonuçta o kişi fıska bile düşebilir. Fıska düşen bir insan Allah’ın mürşidiyle birlikte ona vermiş olduğu bütün sermayeyi tüketir. Artık küfür onun kalbine tab’ edildiği noktada o kişi şeytanın yaptırdıklarını güzel gören birisidir.
Ruhunu Allah’a teslim eden kişi, onu bekleyen bu riski devre dışı bırakabilmek için daimî zikre ulaşma çabası içinde yoluna devam etmelidir. Kişi, 25. basamakta fizik vücudunu Allah’a teslim etmelidir ki bu gerçekten dik bir yokuştur. Çünkü başlangıçta Allah’a ulaşmayı dilemesi halinde Allah’ın, verdiği söz gereğince o kişinin ruhunu Kendisine ulaştırması tamamiyle Allah’ın kudret eliyle gerçekleşen bir olgudur. Ama ruhun teslimi ile birlikte Allah, koruyucu kalkanını kaldırır; artık şeytan da nefs de serbesttir. Bundan sonra Allahû Tealâ, kişiye gayreti oranında yardım eder. Her ne kadar kişinin kalbi %51 oranında nurlanmışsa da %49 karanlıktır. Şeytan, %49 karanlığa tesir etmek suretiyle onu tekrar alaşağı etmek ister. Kişi kalbindeki %51 nurlanma ile şeytana karşı sıkı bir mücâdele içerisinde olmalıdır; bunun gerçekleşebilmesi bu kişinin zikrini ve hizmetini arttırmasına bağlıdır. Zikir ve hizmet artışı birbiriyle sıkı bir illiyet rabıtası içerisindedir. Zikir artarsa hizmet artar; hizmet artarsa zikir artar. Bu noktada kişinin kendisini Allah’a hasretmesi, Allah’a vermesi gerekmektedir.
Vel Asr Suresinde, Allahû Tealâ’nın, ruhunu Allah'a teslim eden kişiye tevdî ettiği görev, Hakkı tavsiye etmektir.

103/ASR-1: Vel asrı.
Asra yemin olsun.
103/ASR-2: İnnel insâne le fî husrin.
Muhakkak ki insan, gerçekten hüsrandadır.
103/ASR-3: İllellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve tevâsav bil hakkı ve tevâsav bis sabr(sabrı).
Ama âmenû olanlar (ilk 7 basamağı aşanlar), nefs tezkiyesi yapanlar (ikinci 7 basamağı aşanlar), Allah’a ruhu ulaşıp Hakk’ı tavsiye edenler (üçüncü 7 basamağı aşanlar) ve sabrı tavsiye edenler (dördüncü 7 basamağı aşanlar) hariç.

Hakk’ı tavsiye etmek, Hakka ulaşanların görevidir. Kişi ruhunu Allah’a teslim ettiği noktadan itibaren Hakk’ı tavsiye edecektir. İnsan sosyal bir mahlûktur. Güzel ahlâkın esası başkaları için yaşamaktır. Güzel ahlâkın esası başkaları için yaşamaksa, ruhunu Allah’a ulaştıran kişi, diğer insanlarla olan ilişkilerinde çevresindeki insanlara ne verebileceğini düşünmelidir. Bu kişi, bazen bir selâmla, bir hediyeyle ya da bir güçlüğünü gidererek, yolundaki bir dikeni kaldırarak, bilmediği bir şeyi öğreterek vs. sürekli etrafındaki insanlar için kafasını meşgul etmelidir. Başkaları için yaşamalıdır.
Kur’ân-ı Kerim’de fizik vücudunu Allah’a teslim edenlerin ismi “muhsinler” olarak verilmektedir. Muhsin olmak üzerimize farz kılınmıştır. Muhsin kelimesi; “ihsan eden, veren” anlamındadır. Allah, ihsan edicidir, verendir. Bu noktadaki kişi de hep veren taraf olmalıdır ki “muhsin” vasfını kazansın. Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîs-i şerifinde: “Veren el, alan elden üstündür.” buyurmaktadır. Kişi ihtiyaç sahipleri için devamlı “veren el” olmalıdır. Eğer bir insan: “Benim neyim var ki neyi vereceğim? Şunum olsaydı bunum olsaydı verirdim.” diyorsa bu tamamen nefsinin hevasından kaynaklanan bir zandır. Kişi, ruhunu Allah’a teslim ettiği zaman sadece ve sadece sahip olduklarını Allah için kullanarak başkalarının hizmetine sunduğu taktirde onunla fizik vücudunu Allah’a teslim edeceğini bilmelidir; “Şu anda bu şartları bana veren Rabbim, benim bu şartlarla muhsin olmamı istiyor.” düşüncesinin sahibi olmalıdır.
Çünkü Allahû Tealâ, fizik vücudun teslimini üzerimize farz kılmıştır. Allahû Tealâ, Bakara-286’da “Allah, kimseyi gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef kılmaz (sorumlu tutmaz).” buyurarak genel hükmünü ifade etmektedir.

2/BAKARA-286: Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ lehâ mâ kesebet ve aleyhâ mektesebet rabbenâ lâ tuâhıznâ in nesînâ ev ahta’nâ, rabbenâ ve lâ tahmil aleynâ ısran kemâ hameltehu alellezîne min kablinâ, rabbenâ ve lâ tuhammilnâ mâ lâ tâkate lenâ bih(bihî), va’fu annâ, vagfir lenâ, verhamnâ, ente mevlânâ fensurnâ alel kavmil kâfirîn(kâfirîne).
Allah, kimseyi gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef kılmaz (sorumlu tutmaz). Kazandığı (dereceler) onundur ve iktisap ettiği (kazandığı negatif dereceler) de onundur (sorumluluğu onun üzerindedir). Rabbimiz! Şâyet unuttuysak veya hata yaptıysak, bizi aheze etme (sorgulama). Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bizim üzerimize ağır yük yükleme. Rabbimiz, takat (güç) yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme. Ve bizi af ve mağfiret et ve bize rahmet et (Rahîm esması ile bize tecelli et, rahmet nurunu gönder). Sen bizim Mevlâmız’sın. Artık kâfirler kavmine karşı bize yardım et.
 
Bir insan kesinlikle fizik vücut teslimini yerine getirebilecek potansiyelin sahibidir ki Allah bunu farz kılmaktadır. Eğer kişi, bu farzı vaktinde yerine getirmediyse kendisine verilenleri Allah istikametinde kullanmamıştır. Çünkü vaktinde yerine getirilmeyen emir, yapılmamış demektir. Her şeyin Allah katında bir zamanı vardır. Kişi bu noktada dört elle o emri yerine getirmenin gayreti içerisinde olmalıdır, bütün olanaklarını seferber etmesine, var gücü ile çalışmasına rağmen sonuca ulaşamıyorsa Allahû Tealâ mutlaka onu, Allah’ın resûlü ile birlikte sonuca ulaştıracaktır. Mürşidine ulaştığı taktirde, Allah onu başka yardımlarla destekleyecektir. Kendisine düşeni yaptığı takdirde emri yerine getirmemesi mümkün değildir.
Bir insan, fizik vücudun teslimine gerçekten iştiyak sahibi ise gayretini arttırmalıdır; zikrini arttırmalıdır. Fizik vücut teslimi dik bir yokuş gibidir ama kişi, sahâbe ve diğer örnek insanlar nasıl fizik vücutlarını Allah’a teslim ettilerse kendisinin de teslim edebileceğini bilmelidir.
Fizik vücudun Allah’a teslimi ile Allahû Tealâ gerçekten büyük bir ihsanda bulunmaktadır. Çünkü fizik vücudunu teslim eden bir insan, Allah’ın bütün emirlerine %100 itaat eden yasak ettiği fiilleri işlemeyen bir yapıya sahiptir. Daha önce şeytan Allah’ın farz emirlerini yaptırmayıp yasak ettiği fiilleri de işletmek istikametinde kişinin ayağını kaydırabilirdi ama bu noktada iblis artık kişi üzerinde hüküm ferma olamaz. Çünkü iblis, fizik vücudu Allah’ın emrinde olan bir kişinin vücudunu artık kullanamaz. Allahû Tealâ, Âli İmrân Suresinin 134. âyet-i kerimesinde muhsinlerin tarifini vermektedir:

3/ÂLİ İMRÂN-134: Ellezîne yunfikûne fîs serrâi ved darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).
Onlar (muttekiler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infak ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever.

ü  İnsan Ne Zaman Mâ’rufla Emredip Münkerden Sakındırabilir?

Fizik vücudun tesliminin ardından kişi nefs teslimini gerçekleştirir. Daha sonra irade teslimini gerçekleştirip Allahû Tealâ’nın Zat’ını görür ve Allah tarafından irşada memur ve mezun kılınır. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in beyan ettiği: “İnsanların en hayırlısı mâ’rufla emreden ve münkerden sakındıranlardır.” hadîs-i şerifi bu şekilde yerine gelir. İnsanların en hayırlısı Allah’ın irşada memur ve mezun kıldığı kişilerdir. O noktadan itibaren artık Allahû Tealâ o kişiyi görevli kılmıştır ve kişi emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker yapabilir. Zaten Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 104. âyet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır.

3/ÂLİ İMRÂN-104: Veltekun minkum ummetun yed’ûne ilel hayri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker(munkeri), ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Sizin içinizden hayra davet eden (mürşidlerden) bir cemaat olsun ve mârufla emretsin, ve münkerden nehyetsin (men etsin). İşte onlar, onlar felâha erenlerdir.

Âli İmrân Suresinin 110. âyet-i kerimesinde sahâbenin hepsinin emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münker yapma seviyesine ulaştığı ifade edilmektedir.

3/ÂLİ İMRÂN-110: Kuntum hayra ummetin uhricet lin nâsi te’murûne bil ma’rûfi ve tenhevne anil munkeri ve tu’minûne billâh(billâhi), ve lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul mu’minûne ve ekseruhumul fâsikûn(fâsikûne).
Siz, insanlar için çıkarılmış (seçilmiş) olan, ümmetin hayırlı kişileri oldunuz. Mâruf ile emredersiniz ve münkerden nehy edersiniz (men edersiniz). Ve siz, Allah'a îman ediyorsunuz. Eğer kitap ehli de îman etselerdi elbette onlar için hayırlı olurdu. Onlardan bir kısmı mü’mindir ve onların çoğu da fâsıklardır.

Sahâbenin hepsi irşada memur ve mezun kılındı ve en hayırlı ümmet oldu. Hadîs-i şerifte zikredilen “insanların en hayırlılarının” Allah tarafından irşada memur ve mezun kılınanlar olduğu neticesi ortaya çıkmaktadır. Burada hadîs ile âyet-i kerime yüzde yüz birbiriyle örtüşmektedir.
O zaman kişiye düşen, bu zirve noktaya ulaşarak, en hayırlılar arasında yerini alabilmektir. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sahâbesinin hepsi bu seviyeye ulaşmışlardı.
Allahû Tealâ, Âli İmrân Suresinin 114. âyet-i kerimesinde, ehli kitaptan da Allah’a ve yevm’il âhire îmân eden, mâ’rufla emreden ve münkerden sakındıran, hayırlarda yarışan sâlihler olduğunu açıkça ifade etmektedir.

3/ÂLİ İMRÂN-114: Yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munkeri ve yusâriûne fîl hayrât(hayrâti), ve ulâike mines sâlihîn(sâlihîne).
Onlar, Allah'a ve yevmil âhire îmân ederler, mâruf (irfan) ile emreder ve kötülükten nehyederler (men ederler) ve hayırlara koşarlar. İşte onlar, sâlihlerdendir.

Allahû Tealâ, Tevbe-71’de mârufla emreden ve münkerden sakındıran insanlardan bahsetmektedir.

9/TEVBE-71: Vel mu’minûne vel mu’minâtu ba’duhum evlîyâu ba’d(ba’din), ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munkeri ve yukîmûnas salâte ve yu’tûnez zekâte ve yutîûnallâhe ve resûleh (resûlehu), ulâike se yerhamuhumullâh(yerhamuhumullâhu), innallâhe azîzun hakîm(hakîmun).
Ve mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin dostlarıdır. Ma’ruf ile emreder ve münkerden nehyederler (yasaklarlar) ve namazı ikâme ederler ve zekâtı verirler. Allah ve O’nun resûlüne itaat ederler. İşte onlar, Allah, onlara rahmet edecek. Muhakkak ki Allah; Azîz’dir, Hakîm’dir.

Allahû Tealâ, hem Tevbe-112 hem de Lokman-17’de bu konuyla ilgili mesaj vermektedir.
“Azîm sahibi” olmak isteyen kimsenin; “mârufla emretmek ve münkerden sakındırmak” hedefine ulaşmasının gerekliliği net olarak görülmektedir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) de zaten mârufla emreden münkerden sakındıranların, insanların en hayırlısı olduğunu buyurmaktadır.

9/TEVBE-112: Ettâibûnel âbidûnel hâmidûnes sâihûner râkiûnes sâcidûnel âmirûne bil ma’rûfi ven nâhûne anil munkeri vel hâfizûne li hudûdillâh (hudûdillâhi), ve beşşiril mu’minîn (mu’minîne).
Tövbe edenleri, (Allah’a) kul olanları, hamdedenleri, oruç tutanları veya seyahat edenleri (Allah yolunda hicret edenleri, savaşmak için veya Allah’ın adını yüceltmek, dînini kuvvetlendirmek için, Allah yolunda hizmet için, ilim tahsil etmek için yurtlarından çıkanları, Allah’a ulaştırmak için ruhlarını yola çıkaranları, yeryüzünde ibretle gezip tefekkür edenleri); rükû ve secde edenleri, ma’rufla emredenleri, münkerden nehyedenleri (yasaklayanları), Allah’ın hudutlarını muhafaza edenleri ve mü’minleri müjdele!
31/LOKMÂN-17: Yâ buneyye ekımıs salâte ve’mur bil ma’rûfi venhe anil munkeri vasbir alâ mâ esâbek(esâbeke), inne zâlike min azmil umûr(umûri).
Ey yavrum, namazı ikame et (namaz kıl)! Ma’ruf ile (irfanla, iyilikle) emret ve münkerden (kötülükten) nehyet (münkeri yasakla, mani ol). Ve sana isabet eden şeylere (musîbetlere) sabret. Muhakkak ki bu, azmedilen (mutlaka yapılması gereken) işlerdendir.

Günümüzde de emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker noktasına ulaşabilecek olan insanlar, mürşidine tâbî olup mürşidinin himmetiyle günbegün zikirlerini arttıran, teslimlerini gerçekleştiren 7 safha ve 4 teslimi yaşayanlar olacaktır.


Sahâbe Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’e bir soru sorar: “Ey Allah’ın Resûl’ü! Biz dînimizi Senden öğrendik. Bizden sonra insanlar dînini kimden öğrenecekler?”
Resûlullah (S.A.V) Efendimiz birbirine yakın iki açıklama ile cevaplandırır: Birincisi; “Benim sahâbem gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbî olursanız hidayete erersiniz.” (K: İbn Abdilber Camiul-ilim; 11.110, İbn Hazm ahkam 4 c. 82) İkincisi; “Benden sonra Nebîler gelmeyecek. Nübüvvet Benimle sona ermiştir ama Benden sonra halifeler, imamlar gelecek. Onlara itaat eden, Bana itaat etmiştir. Onlara asi olan, Bana asi olmuştur.” (K: Sahih Buhari 9. cilt 1409. hadîs)

ü  Sahâbe Nasıl Birer Yıldız Olmuştur?

Hadîs-i şerifte Resûlullah (S.A.V)’ın yıldızlara benzettiği sahâbe başlangıçta ne idiler? Sonra nasıl yıldızlar oldular? Evvelâ Kur’ân muhtevası içinde buna bakalım.
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den önceki dönemin adı cahiliyye dönemidir. Sahâbe cahiliyye dönemini yaşıyordu. Cahiliyye dönemi, kız çocuklarının diri diri gömüldüğü, kabileler arasındaki savaşların ve kan davalarının alabildiğine hüküm sürdüğü, iktisadî açıdan kervanların soyulduğu ve cahiliyye kültürü ile bir yaşantının hakim olduğu bir dönemdir. Ama Allahû Tealâ cahiliyye döneminde yaşayan Arap bedevilere onların içinden Nebîler Sultanı Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’i vazifeli kıldı.
Hangi zaman parçası içinde olursak olalım, yaşamakta olan insanlar arasından, aynı lisanı konuşan birilerini Allahû Tealâ velî resûller olarak görevlendirir. Ama her devirde bu velî resûllerden bir tanesi ya asâleten Devrin İmamı olarak seçilir ki bu nebîler için geçerlidir veya nebîlerin olmadığı dönemlerde vekâleten Devrin İmamı olarak seçilir. İşte 14 asır evveline baktığımız zaman; Allahû Tealâ o dönemde yaşayan bütün kavimlere onlarla aynı lisanı konuşan velî resûller gönderirken, Arapların içinden de onların lisanı ile konuşan Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i vazifeli kıldı. Ama Allahû Tealâ o dönemde yaşayan velî resûller arasından Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i resûllüğün ötesinde nübüvvetle ve kendisine verdiği şeriat kitabı ile destekledi. Doğal olarak bu bir neticeyi bize ulaştırır ki Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) asâleten Devrin İmamı idi.
İşte asâleten devrin imamlığı ile göreve başlayan Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’tan aldığı hidayet tebliğini sahâbeye, çevresindeki insanlara yapmaya başladı. Böylece cahiliyye dönemini yaşayan Arap bedeviler Resûlullah (S.A.V)’ın tebliğine muhatap oldular. Resûlullah (S.A.V)’ın tebliğine muhatap olanların içerisinde Hanif dîninden sapan Yahudiler, Nasraniler, Hristiyanlar da vardı. Ve Resûlullah (S.A.V)’ın tebliğine muhatap olan insanlar içerisinde puta tapan müşrikler ve sabiiler (yıldızlara tapanlar) da vardı. Resûlullah (S.A.V) Efendimiz o dönemde Hanif dîninden sapan, dînde fırkalara ayrılanlara Allah’dan aldığı emirle hidayeti tebliğ etmeye başladı.
Hidayet nedir? Hidayet: Kur’ân-ı Kerim’de Allahû Tealâ’nın tarif ettiği şekliyle, insan ruhunun dünya hayatında Allah’a ulaşmasıdır.

2/BAKARA-120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve leinitteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).
Sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden (asla) razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (var ya) işte o, hidayettir.” Sana gelen bunca ilimden sonra eğer onların hevalarına uyarsan andolsun ki; Allah’tan sana ne bir dost ve ne de bir yardımcı olur.

İşte hakiki evrensel mesaj budur.

3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâ’(yeşâu), vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah’a ulaşmaktır. (İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîm’dir (en iyi bilendir).

O gün Resûlullah (S.A.V)’ın tebliğine muhatap olan Yahudiler, Nasraniler, sabiiler, müşrikler vardı ama içlerinden gerçekten Resûlullah (S.A.V)’a tâbî olanlar olmuştur. Resûlullah (S.A.V)’ın getirdiği tebliği Kur’ân’daki şeriati harfiyen tasdik eden, gözyaşları ile Resûlullah (S.A.V)’ın hak peygamber olduğuna îmân edenler vardı. Âyette net olarak bu ifade edilmektedir.
Şimdi beraberce bakalım, cahiliyye dönemini yaşayan sahâbe hadîs-i şerife göre acaba nasıl yıldız oldular?
Ø  Hanif dîninin 1. safhası; Allah’a ulaşmayı dilemektir. Zumer Suresi 17. âyet-i kerimeye göre evvelâ tebliğe muhatap olduktan sonra bütün sahâbe Allah’a ulaşmayı diledi.

39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi).
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!

ü  Bugün İslâm’ın Kolları ve Bacakları Kesilmiştir

Allah’a ulaşma dileği, Hanif dîninin olmazsa olmaz şartıdır, Kur’ân’daki İslâm’ın 1. safhasıdır. Bu dilek İslâm’ın beş şartında olmadığına göre, bundan sonraki safhaların hiçbirisinin de İslâm’ın beş şartında yer alması mümkün değildir.
Ø  Hanif dîninin 2. safhası; mürşide tâbî olmaktır. O zaman da mürşidlerin hası, elbette en üstün seviyedeki asâleten Devrin İmamı olan Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’di. Bütün sahâbe tâbiiyeti gerçekleştirdi.
Elbette O’nun döneminde her kavimde o kavmin ana lisanı ile onlara âyetleri açıklayan velî resûller de vardı. Ve bunlara ilaveten devrin imamı ile beraber Allah’ın yetiştirdiği velî mürşidler de vardı.

48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh (yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsih(nefsihî), ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).

60/MUMTEHİNE-12: Yâ eyyuhen nebiyyu izâ câekel mu'minâtu yubâyı'neke alâ en lâ yuşrikne billâhi şey'en ve lâ yesrıkne ve lâ yeznîne ve lâ yaktulne evlâdehunne ve lâ ye'tîne bi buhtânin yefterînehu beyne eydîhinne ve erculihinne ve lâ ya'sîneke fî ma'rûfin fe bâyı'hunne vestagfir lehunnallâh(lehunnallâhe), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).
Ey nebî (peygamber)! Mü’min kadınlar; Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinada bulunmamak, evlâtlarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftira uydurmamak, maruf bir iş konusunda sana asi olmamak üzere, sana tâbî olmak için geldikleri zaman, artık onların biatlerini kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Muhakkak ki Allah; Gafur’dur (mağfiret edendir, günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (Rahîm esması ile tecelli edendir).

Resûlullah (S.A.V)’ın yanı başında, O’nun çevresinde yaşayan, tebliğe muhatap olan ve kalben Allah’a ulaşmayı dileyen kadın erkek herkes, Resûlullah (S.A.V)’a biat ettiler, tâbî oldular. Böylece Hanif dîninin 2. safhasını da yerine getirdiler. Asâleten Devrin İmamı Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de de ifade buyurduğu gibi, kendisine tâbî olan, biat eden sahâbenin hepsinin nefsini 7 kademede tezkiye etmiştir.

2/BAKARA-151: Kemâ erselnâ fîkum resûlen minkum yetlû aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel hikmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn(ta’lemûne).
Nitekim size içinizde (görev yapmak üzere) sizden bir Resûl (Peygamber) gönderdik ki; âyetlerimizi size tilâvet etsin (okuyup açıklasın) ve sizi (nefsinizi) tezkiye etsin, size kitap ve hikmet öğretsin ve (hikmetin de ötesinde) bilmediğiniz şeyleri öğretsin.

Öyleyse sahâbenin nefsini tezkiye eden kimdi? 14 asır evvel Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in 2. görevi tâbî olanların nefsini tezkiye etmek olduğuna göre tâbi olan sahâbenin nefsini o tezkiye etti. Nefs tezkiyesine paralel olarak Sahâbenin ruhu da Allah’ın Zat’ına ulaştı. Öyleyse ruhun Allah’ın Zat’ına ulaşması sırasında gök katlarında onlara refakat eden elbetteki asâleten Devrin İmamı Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) idi. Ruhlarının Allah’a ulaşmasında ve tesliminde bizzat söz sahibiydi.
Ø  Hanif dîninin 3. safhası; ruhun Allah’a teslimidir. Sahâbenin 3. safhayı da yerine getirdiğini Zumer Suresi 18. âyet-i kerimesi ifade etmektedir.

ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).

Ahsen olan sözün sahibi Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) idi ve ona tâbî oldular. Böylece hidayete erdiler yani ruhlarını Allah’a teslim ettiler.
Ø  Hanif dîninin 4. safhası; fizik vücudun Allah’a teslimidir. Sahâbe fizik vücutlarını da Allah’a teslim etmişlerdir. Âli İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesi bunun ispat vasıtasıdır. Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e hitap ederek şöyle buyurmaktadır:

3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah’a teslim ettik. O kitab verilenlere ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah’a) teslim ettiniz mi?” de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.

Ø  Hanif dîninin 5. safhası; nefsin teslimidir. Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesi, sahâbenin nefslerini de Allah’a teslim ettiklerinin ispatıdır. Sahâbenin hepsi Ulûl’elbab olmuşlardır. Ulûl’elbab kimdir?

3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima ) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna ) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.
   
İşte daimî zikre ulaşan sahâbe böylece nefslerini de Allah’a teslim etmişlerdir.
Ø  Hanif dîninin 6. safhası; irşada ulaşmaktır. Sahâbe irşada ulaştı mı? Hucurât Suresinin 7. âyet-i kerimesi ispat vasıtasıdır.

49/HUCURÂT-7: Va’lemû enne fîkum resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum ve kerrehe ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne).
Ve aranızda Allah’ın Resûlü olduğunu biliniz. Eğer işlerin çoğunda size itaat etseydi, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi ve onu kalplerinizde müzeyyen kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı size kerih gösterdi. İşte onlar, onlar irşad olanlardır.

Âyet-i kerimede geçen fısk: Bir insanın Allah’a verdiği yeminlerini yerine getirdikten sonra tekrar dalâlete düşme halidir. Sahâbenin hepsi 6. safhada irşada ulaşmışlardır ve kalpleri 14 kademe müzeyyen olmuştur.
Ø  Hanif dîninin 7. safhası; iradeyi teslim etmektir. Sahâbe iradelerini de teslim ettiler mi? Elbette. Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi ispat vasıtasıdır.

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah’a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke’den Medine’ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine’deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.

İradelerini de teslim eden sahâbe, o cahiliyye karanlıklarının içerisinde iken 7 safhayı yaşamak sureti ile gökteki yıldızlar gibi oldular. Gökteki yıldızlar gibi olduklarını nereden biliyoruz? Tâbiîn ve tebei-tâbiîn sahâbeye tâbî oldular. Âyet-i kerime net olarak bunu ifade ediyor. İşte Resûlullah (S.A.V)’ın hadîsi de bu âyeti teyit etmektedir.

ü  İnsanlar Dîni Kimden Öğrenecek?

Sahâbe: “Biz dînimizi Senden öğrendik. Bizden sonra insanlar dîni kimden öğrenecekler?” deyince, Tevbe Suresinin 100. âyetindeki mesajı idrak etmek sureti ile Resûlullah (S.A.V) buyuruyor ki: “Benim sahâbem gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbî olursanız, hidayete erersiniz.”
Oysa bugün yaşanan İslâm’ın beş şartının içerisinde tâbiiyet yoktur yani İslâm’ın 2. safhası yoktur. İslâm’ın 2. safhası yoksa o zaman otomatikman 1. safha da yoktur. Çünkü 1. safha ve 2. safha birbirleri ile bir zincirin halkaları gibi bağlıdır. 1. safha nerede varsa, 2. safha olmak zorundadır. Onun için dikkat edin! Resûlullah (S.A.V) 1. safhayı söylemiyor ama hadîs-i şerifin içerisinde gizli olarak barındırıyor. “Benim sahâbem gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbî olursanız hidayete erersiniz.” Ama Kur’ân-ı Kerim âyetlerine baktığımız zaman, tâbiiyetin var olabilmesi için mutlak surette hanif dînin 1. safhası, Allah’a ulaşmayı dilemenin yer alması lâzımdır. 1. safha olmadan 2. safhanın olduğunu iddia eden insanlar, tâbiiyetle bir şey yaşayamazlar, hidayete eremezler. Hidayete erebilmeleri için olmazsa olmaz şart, 1. safhanın varlığıdır.
Her devirde devamlı olarak ezelî ve ebedî düşman olan iblis, insan ve cin şeytanlarını kullanarak Allah’ın resûllerine olmadık iftiralarda bulunmuştur. Ama onunla mücâdelede Allah dostları hep var olacaktır. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) boşuna söylemiyor: “Her bid’atın karşısında bir Allah velisi vardır, onu def eder.” Her iftiranın karşısında da bir Allah dostu olacaktır. Ve kıyâmet gününe kadar hak üzere mücâdele eden bir topluluk mutlaka hep var olacaktır. Bu hak üzere mücâdele veren topluluk Allah’ın dostlarıdır. Bu dostların içerisinde devamlı olarak mutlaka vekâleten Devrin İmamı da vardır. 14 asır evvelden Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) Devrin İmamı’na arif olmayanların cahiliyye standartlarında olduğunu söylemektedir. Öyleyse hadîs-i şerif bugüne ışık tutacak olan çok önemli mesajlar vermektedir.

ü  İnsan Kazanç veya Kayıpta Olduğunu Nasıl Anlayabilir?

İslâm’ın beş şartını tatbik edenlere, dîni yaşadığını iddia edenlere, hidayet üzere olduğunu söyleyenlere soruyoruz:
“Dîn, ahiret ve dünya saadetidir. Siz mutlu musunuz?” Cevap geliyor: “Hayır.”
“Dîn, Devrin İmamı’na arif olmaktır, siz Devrin İmamı’na tâbî misiniz?” Cevap geliyor: “Hayır.”
“Dîn kurtuluşa ulaşmanın yegâne anahtarıdır. Allah’a ulaşmayı dilemektir. Siz diliyor musunuz?” Cevap: “Hayır.”
Kurtuluşa müteallik olan bütün suallere “hayır, hayır, hayır.” cevabı geliyor. İnsanların yazdığı el yazması kitaplardan öğrendikleri, bid’atlere dayalı olan bir dîn tatbikatının içerisinde sadece “Biz İslâm’ın beş şartını yerine getiriyoruz” dediklerini görüyoruz..
Ama Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki biz dînimizi Allah’ın Resûl’ünden, Mehdi (A.S)’dan öğrendik. Biz dînimizi insanların zanları ile değil, Allahû Tealâ’nın evrensel hükümleri olan Kur’ân-ı Kerim âyetlerinden öğrendik. Biz ezelî ve ebedî sadece bir tek dînin olduğunu, Allahû Tealâ’nın tüm insanlar için bu dîni seçtiğini, bu dînden razı olduğunu öğrendik. Biz, dînimizin dışında başka bir dîn olmadığını, başka dînin mensupları olduğunu zanneden insanların gerçekten hanif dîninden sapan insanlar olduğunu öğrendik. Ve biz o kardeşlerimize sesleniyoruz. “Siz de Allah’a ulaşmayı dileyin, siz de dileyin ki Allah’ın size bahşettiği o mutluluğu, o zevki yaşayın.” O mutluluğu yaşadığınız an, o zaman, “Hanif dîninin, Arapça adıyla İslâm’ın sizlere bahşettiği güzellikleri bugüne kadar neden biz yaşamadık?” diye hayıflanacağınızı göreceksiniz.
Öyleyse görüldüğü üzere Allahû Tealâ’ya hamd edip şükredecek çok ama çok şeyimiz vardır.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.