28. BASAMAK – 7. SAFHA;
SALÂH MAKAMI – İRADENİN ALLAH’A TESLİMİ
“En Hayırlınız, Emr-i Bil Ma’ruf, Nehy-i Anil Münker Yapanlardır.
Emr-i Bil Ma’ruf, Nehy-i Anil Münker Yapmazsanız; Allah Size Azap Gönderir,
Dua Etseniz Dahi Dualarınızı Kabul Etmez.”
|
Hz.
Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, kendilerine: “Ey Allah’ın Resûl’ü Allah’ın nazarında insanların en hayırlısı
kimlerdir?” diye sorduklarında: “En hayırlınız emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker yapanlardır.
Emri bil ma’ruf nehy-i anil münker yapmazsanız; Allah size azap gönderir dua
etseniz dahi dualarınızı kabul etmez.”
şeklinde cevap buyurmuşlardır.
Bu istikamette bir başka
hadîs de şu şekildedir: “Emr-i bil ma’ruf
nehy-i anil münker terkedilince mü’minin heybeti zail olur.”
ü Emr-i Bil Ma’ruf Nehy-i Anil Münker Nedir?
Kur’ân’daki İslâm’ın
yaşanmasında “emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker” en önemli kavramlardan bir
tanesidir. Bunu bilmek için 7 safha ve 4 teslimi yaşamak lâzımdır.
Kur’ân’da 7 safha ve 4
teslimin dizaynı içerisinde emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker yapabilecek hak
sahipleri, 7. safhada iradesini Allah’a teslim eden; Allah’ın, Zat’ını
kendilerine gösterdiği ve Allah tarafından irşada memur ve mezun kılınanlardır.
Hadîs de bunu ifade etmektedir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e: “Allah’ın
nazarında insanların en hayırlısı kimlerdir?” diye sormuşlardı. İnsanların
en hayırlısı, Allah’ın nazarında 7 safha ve 4 teslimi yaşayan, Kur’ân ahlâkıyla,
Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanan, iradesini de Allah’a teslim eden, Allah’ın
irşada memur ve mezun kıldığı, Allah’ın emriyle iş görenlerdir.
Elbette daha alt seviyede
de emr-i bil ma’ruf nehy-i anil münker yapılabilir. Kişi bildiğini başkasına
öğretmekle vazifelidir. Yaşadığımız hayata
bakıldığı zaman, öğrenmek ve öğretmek olmak üzere iki tane esas faktör
görülmektedir. Bu sebeple Peygamber
Efendimiz (S.A.V) bir hadîsinde: “En
hayırlınız Kur’ân-ı Kerim’i öğrenen ve öğretendir.” buyurmaktadır. “Kim bildiğiyle amel ederse, Allahû Tealâ ona bilmediklerini de
öğretir.” En iyi öğrenme yolu başkalarına öğretmektir.
Allahû Tealâ, Âli İmrân
Suresinin 104. âyet-i kerimesinde insanları hayra çağıran, mâruf ile emreden,
kötülüklerden alıkoyan bir ümmeti anlatmaktadır.
3/ÂLİ İMRÂN-104: Veltekun minkum ummetun
yed’ûne ilel hayri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker(munkeri),
ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Sizin içinizden hayra davet eden (mürşidlerden) bir cemaat olsun
ve mârufla emretsin, ve münkerden nehyetsin (men etsin). İşte onlar, onlar felâha
erenlerdir.
Hayra çağırabilmek için;
hidayete ermiş olmak gerek, irfanla emredebilmek için; irfanın sahibi olmak,
kötülüklerden alıkoyabilmek için de nefsteki kötü afetlerden kurtulmuş olmak
lâzımdır. Bu açıdan bakıldığında, insanlarla Allah arasında Allah’ın vaaz
ettiği 28 basamaklık bir İslâm merdiveni, yükselme ve yücelme basamakları
vardır.
Başlangıç noktasında bütün
insanlar olayları yaşarlar. Allahû Tealâ, insanları olaylarla muhatap kıldığı gibi,
aynı zamanda katından resûller, hidayetçiler gönderir. Allahû Tealâ’nın
hidayetçilerine verdiği temel görev, insanları Allah’a davet etmektir.
Hidayetçiler Allah’ın âyetlerini tilâvet ederler. Tilâvet edilen âyetlerin
muhtevasında hep “Allah’a ulaşmayı dilemek” vardır. Âyetlerin tilâvetinden
murad, insanların kalben Allah’a ulaşmayı dilemeleridir. Allah’a davet etmenin
muhtevasında herkesin Allah’a ulaşmayı dilemesi söz konusudur. Neden? Çünkü Hz.
Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz bir hadîs-i şerifinde şöyle buyuruyor: “Mü’min zulmetmez ve mü’min kardeşini başkasının
zulüm ve tecavüzüne de bırakmaz.”
Dîn, insanın Allah ile ve
sosyal hayatı paylaştığı diğer insanlarla ilişkilerinin bütününü muhtevasına
alan sistemdir. Nasıl Allah’ın bizim üzerimizde hakkı varsa, etrafımızdaki
insanların da üzerimizde hakkı vardır. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in de ifade buyurduğu gibi: “Mü’min zulmetmediği gibi onu başkasının zulmüne de terketmez.”
Kişi
başkalarına zulüm etmediği gibi etrafındaki insanları da başkalarının
zulmüne terk etmemelidir. Etrafımızdaki insanlar için zulüm söz konusuysa
onlara kesinlikle yardım etmek durumundayız. Allahû Tealâ Yûnus Suresinin 44.
âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
10/YÛNUS-44: İnnallâhe lâ yazlimun nâse
şey'en ve lâkinnen nâse enfusehum yazlimûn(yazlimûne).
Muhakkak ki Allah, insanlara (hiç)bir şeyle (asla) zulmetmez.
Lâkin insanlar, kendi nefslerine zulmederler.
Şerrin kaynağı
insanın nefsidir. En hayırlı kişiler, başkalarını kötülüklerden alıkoyan,
nefslerindeki kötü afetlerden kurtulmalarına yardımcı olan mürşidlerdir. Bu
durumda herkes en alt seviyede bir başkasının zarar görmemesi, zulme uğramaması
için ona yardım etmekle sorumludur (mükelleftir).
Evvelâ insanlar
olayları yaşarlar. Daha sonra kendi zaviyelerinden yaşadıkları olayları
değerlendirirler. Allah’ın değerlendirmesi daima kişilerin kalbî yapıları
üzerinden gerçekleşir. Peygamber
Efendimiz (S.A.V) bir hadîsinde: “Allah sizin ne soyunuza ne
mallarınıza ne şekli şemalinize bakmaz.” buyurmaktadır. Allahû Tealâ’nın
devamlı olarak nazar ettiği yer kulun kalbidir. Allahû Tealâ kişinin kalbine bakarak
o kişiyle ilişkilerini değerlendirir. Allahû Tealâ’nın insanların kalbine
bakarak yaptığı değerlendirmede insanlar 2 gruba ayrılır:
1- Kalbî yapıları sebebiyle kendileri Allah’a
ulaşmayı dilemedikleri gibi başkalarının da dilemesine mani olan insanlar.
Allahû Tealâ bu insanları seçmez.
Onlar hem kendi nefslerine zulmederler hem de etraftaki insanlara zulmederler.
Allahû Tealâ, bu insanlardan Nisa Suresinin
167, 168, 169. âyetlerinde bahsetmektedir:
4/NİSA-167:
İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).
Muhakkak
ki inkar edenler ve Allah'ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar),
(mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.
4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû
lem yekunillâhu li yagfire lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).
Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide
ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola
(Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’e) hidayet edecek değildir.
4/NİSÂ-169: İllâ tarîka cehenneme hâlidîne
fîhâ ebedâ(ebeden), ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ(yesîren).
Ancak cehennem yoluna (hidayet eder, ulaştırır), onlar orada
ebediyyen kalacak olanlardır. Ve bu, Allah için kolaydır.
2-
Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dilemedikleri gibi başkalarının da dilemesine
mani olan insanlar dışında bütün insanları seçer. Ama seçilen insanları
istisnasız musibetlerle imtihana tâbî tutar. Eğer kişi seçilen ve henüz Allah’a ulaşmayı dilemeyen
birisiyse başına gelen her hâdisede, Allah’ın vücuda getirdiği musibetlerden
muradı, o kişinin Allah’a ulaşmayı dilemesini sağlamaktır. Allahû Tealâ bu
olayları bir zulüm olarak değil; ders alınması için vücuda getirir.
İnsanın başına gelebilecek musibetlerin muhtevasına bakıldığında
Allahû Tealâ, kişinin ders alması için yapmış olduğu günahtan, o kişiye bir
miktarını tattırabilir. Bu musibetler günahlarına kefaret olabilir. Hak şerleri
hayreyler, böylece Allah o kişinin derecatını arttırmak ister. Kişinin nefsine
dokunan musibetler, şer gibi görünse de aslında şer değildir. Misal olarak,
Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir ev hanımı çocuğuyla, eşiyle vs. imtihan
olabilir. İnsanların başına bunun gibi çeşitli şekillerde musibetler gelebilir
ve onlar bu olaylardan hoşlanmazlar. Ama Allah’ın muradı kesinlikle onlara
zulmetmek değildir. Allah, insanlara asla zulmetmez ama insanlar, kendi
nefslerine zulmederler (Yûnus-44). Oluşan her olay ya Allah’ın takdir-i
ilâhisidir, ya da Allah’ın müsaadesiyle gerçekleşir. Müsaadesiyle gerçekleşen
bir olayda da İlâhi İrade devrededir. “Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez.” denir.
İşte Allah’ın muradı, kişinin gerekli dersi almak suretiyle el açıp Allah’a
ulaşmayı dilemesidir.
Kişi, Allah’a ulaşmayı
dilerse Allahû Tealâ anında yardım elini uzatır 3. kat cennet ve dünya
saadetinin yarısını o kişiye hibe eder.
Allahû Tealâ, Kendisine
ulaşmayı dileyen kişiye 4. basamakta Râhman esması ile tecelli eder. Peş peşe
furkanlar vermek suretiyle onu huşû sahibi kılar ve mürşidini gösterir. Kişi
Allah’ın verdiği ihsanlarla mürşide tâbî olur. Kişinin içteki düşmanı, nefstir;
dıştaki düşmanı ise iblistir. Allahû Tealâ, kişinin sadece Allah’a ulaşmayı
dilemesi ile iç ve dış düşmana karşı onu adeta bir koruyucu faunus içerisine
alır. Şeytanla arasındaki bağı keser, üzerindeki negatif tesirini sıfırlar. İçteki
düşman nefs Allah’ın bütün emirlerine isyan eden, yasak ettiği fiilleri işlemek
isteyen bir yapıya sahiptir. Ama Allahû Tealâ bu noktada kişiye vasıta emirleri
sevdirir ve yasak olan fiilleri kerih gösterir. Böylece kişi güle-oynaya, huzur
ve mutlulukla 7-8 aylık bir süre içerisinde, nefs tezkiyesini gerçekleştirir ve
emanet olan ruhu Allah’a teslim eder (21. basamak). Artık kişi, Allah’ın ermiş
evliyasından biri olur. Buraya kadar ilm’el yakîn standartları içerisinde
gerçekleşir.
Ruhunu Allah’a ulaştıran
kişi, henüz hadîs-i şerifte ifade edildiği gibi “irfanla emreden” durumunda
değildir; irfanın sahibi olmamıştır. Ama kişi, zikrini günbegün arttırırsa ve Allah
dilerse o kişiye Kur’ân-ı Kerim’in ruhu olan irfanı da bahşedebilir. Allahû
Tealâ, kalp gözü ve kalp kulağını açarak irfanı nasip eder. Allah’ın irfan
nasip ettiği bir kişi, irfanı ait olduğu seviye itibariyle insanlara verebilir.
Henüz bu kişi hikmetin sahibi değildir. Çünkü hikmet sahibi olabilmesi mutlak suretle
o kişinin daimî zikrine bağlıdır. Bu nokta kişi için ruhun Allah’a teslimi ile
daimî zikir arasındaki bir geçiş köprüsü gibidir ve her an onu bekleyen bir
risk vardır.
Kişinin zikrinin artmaması,
Allah’ın emir ve nehiylerine dört elle sarılmaması, hizmetlerde tembellik söz
konusu olursa o zaman yozlaşma başlar. Yozlaşmanın neticesinde iblis, onu
kendisine doğru çeker ve sonuçta o kişi fıska bile düşebilir. Fıska düşen bir
insan Allah’ın mürşidiyle birlikte ona vermiş olduğu bütün sermayeyi tüketir.
Artık küfür onun kalbine tab’ edildiği noktada o kişi şeytanın yaptırdıklarını
güzel gören birisidir.
Ruhunu Allah’a teslim eden
kişi, onu bekleyen bu riski devre dışı bırakabilmek için daimî zikre ulaşma
çabası içinde yoluna devam etmelidir. Kişi, 25. basamakta fizik vücudunu
Allah’a teslim etmelidir ki bu gerçekten dik bir yokuştur. Çünkü başlangıçta
Allah’a ulaşmayı dilemesi halinde Allah’ın, verdiği söz gereğince o kişinin
ruhunu Kendisine ulaştırması tamamiyle Allah’ın kudret eliyle gerçekleşen bir
olgudur. Ama ruhun teslimi ile birlikte Allah, koruyucu kalkanını kaldırır;
artık şeytan da nefs de serbesttir. Bundan sonra Allahû Tealâ, kişiye gayreti
oranında yardım eder. Her ne kadar kişinin kalbi %51 oranında nurlanmışsa da
%49 karanlıktır. Şeytan, %49 karanlığa tesir etmek suretiyle onu tekrar alaşağı
etmek ister. Kişi kalbindeki %51 nurlanma ile şeytana karşı sıkı bir mücâdele
içerisinde olmalıdır; bunun gerçekleşebilmesi bu kişinin zikrini ve hizmetini
arttırmasına bağlıdır. Zikir ve hizmet artışı birbiriyle sıkı bir illiyet
rabıtası içerisindedir. Zikir artarsa hizmet artar; hizmet artarsa zikir artar.
Bu noktada kişinin kendisini Allah’a hasretmesi, Allah’a vermesi gerekmektedir.
Vel Asr Suresinde, Allahû
Tealâ’nın, ruhunu Allah'a teslim eden kişiye tevdî ettiği görev, Hakkı tavsiye
etmektir.
103/ASR-1: Vel asrı.
Asra yemin olsun.
103/ASR-2: İnnel insâne le fî husrin.
Muhakkak ki insan, gerçekten hüsrandadır.
103/ASR-3: İllellezîne âmenû ve amilûs
sâlihâti ve tevâsav bil hakkı ve tevâsav bis sabr(sabrı).
Ama âmenû olanlar (ilk 7 basamağı aşanlar), nefs tezkiyesi
yapanlar (ikinci 7 basamağı aşanlar), Allah’a ruhu ulaşıp Hakk’ı tavsiye
edenler (üçüncü 7 basamağı aşanlar) ve sabrı tavsiye edenler (dördüncü 7 basamağı
aşanlar) hariç.
Hakk’ı tavsiye etmek,
Hakka ulaşanların görevidir. Kişi ruhunu Allah’a teslim ettiği noktadan
itibaren Hakk’ı tavsiye edecektir. İnsan sosyal bir mahlûktur. Güzel ahlâkın
esası başkaları için yaşamaktır. Güzel ahlâkın esası başkaları için yaşamaksa,
ruhunu Allah’a ulaştıran kişi, diğer insanlarla olan ilişkilerinde çevresindeki
insanlara ne verebileceğini düşünmelidir. Bu kişi, bazen bir selâmla, bir
hediyeyle ya da bir güçlüğünü gidererek, yolundaki bir dikeni kaldırarak,
bilmediği bir şeyi öğreterek vs. sürekli etrafındaki insanlar için kafasını
meşgul etmelidir. Başkaları için yaşamalıdır.
Kur’ân-ı Kerim’de fizik
vücudunu Allah’a teslim edenlerin ismi “muhsinler” olarak verilmektedir. Muhsin
olmak üzerimize farz kılınmıştır. Muhsin kelimesi; “ihsan eden, veren”
anlamındadır. Allah, ihsan edicidir, verendir. Bu noktadaki kişi de hep veren
taraf olmalıdır ki “muhsin” vasfını kazansın. Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir
hadîs-i şerifinde: “Veren el, alan elden
üstündür.” buyurmaktadır. Kişi ihtiyaç sahipleri için devamlı “veren el”
olmalıdır. Eğer bir insan: “Benim neyim var ki neyi vereceğim? Şunum olsaydı
bunum olsaydı verirdim.” diyorsa bu tamamen nefsinin hevasından kaynaklanan bir
zandır. Kişi, ruhunu Allah’a teslim ettiği zaman sadece ve sadece sahip
olduklarını Allah için kullanarak başkalarının hizmetine sunduğu taktirde
onunla fizik vücudunu Allah’a teslim edeceğini bilmelidir; “Şu anda bu şartları
bana veren Rabbim, benim bu şartlarla muhsin olmamı istiyor.” düşüncesinin
sahibi olmalıdır.
Çünkü Allahû Tealâ, fizik
vücudun teslimini üzerimize farz kılmıştır. Allahû Tealâ, Bakara-286’da “Allah,
kimseyi gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef kılmaz (sorumlu tutmaz).”
buyurarak genel hükmünü ifade etmektedir.
2/BAKARA-286: Lâ yukellifullâhu nefsen illâ vus’ahâ lehâ mâ
kesebet ve aleyhâ mektesebet rabbenâ lâ tuâhıznâ in nesînâ ev ahta’nâ, rabbenâ
ve lâ tahmil aleynâ ısran kemâ hameltehu alellezîne min kablinâ, rabbenâ ve lâ
tuhammilnâ mâ lâ tâkate lenâ bih(bihî), va’fu annâ, vagfir lenâ, verhamnâ, ente
mevlânâ fensurnâ alel kavmil kâfirîn(kâfirîne).
Allah, kimseyi gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef kılmaz (sorumlu
tutmaz). Kazandığı (dereceler) onundur ve iktisap ettiği (kazandığı negatif
dereceler) de onundur (sorumluluğu onun üzerindedir). Rabbimiz! Şâyet
unuttuysak veya hata yaptıysak, bizi aheze etme (sorgulama). Rabbimiz, bizden
öncekilere yüklediğin gibi bizim üzerimize ağır yük yükleme. Rabbimiz, takat
(güç) yetiremeyeceğimiz şeyi bize yükleme. Ve bizi af ve mağfiret et ve bize
rahmet et (Rahîm esması ile bize tecelli et, rahmet nurunu gönder). Sen bizim
Mevlâmız’sın. Artık kâfirler kavmine karşı bize yardım et.
Bir insan kesinlikle fizik
vücut teslimini yerine getirebilecek potansiyelin sahibidir ki Allah bunu farz
kılmaktadır. Eğer kişi, bu farzı vaktinde yerine getirmediyse kendisine
verilenleri Allah istikametinde kullanmamıştır. Çünkü vaktinde yerine
getirilmeyen emir, yapılmamış demektir. Her şeyin Allah katında bir zamanı
vardır. Kişi bu noktada dört elle o emri yerine getirmenin gayreti içerisinde
olmalıdır, bütün olanaklarını seferber etmesine, var gücü ile çalışmasına
rağmen sonuca ulaşamıyorsa Allahû Tealâ mutlaka onu, Allah’ın resûlü ile
birlikte sonuca ulaştıracaktır. Mürşidine ulaştığı taktirde, Allah onu başka
yardımlarla destekleyecektir. Kendisine düşeni yaptığı takdirde emri yerine
getirmemesi mümkün değildir.
Bir insan, fizik vücudun
teslimine gerçekten iştiyak sahibi ise gayretini arttırmalıdır; zikrini
arttırmalıdır. Fizik vücut teslimi dik bir yokuş gibidir ama kişi, sahâbe ve
diğer örnek insanlar nasıl fizik vücutlarını Allah’a teslim ettilerse
kendisinin de teslim edebileceğini bilmelidir.
Fizik vücudun Allah’a
teslimi ile Allahû Tealâ gerçekten büyük bir ihsanda bulunmaktadır. Çünkü fizik
vücudunu teslim eden bir insan, Allah’ın bütün emirlerine %100 itaat eden yasak
ettiği fiilleri işlemeyen bir yapıya sahiptir. Daha önce şeytan Allah’ın farz
emirlerini yaptırmayıp yasak ettiği fiilleri de işletmek istikametinde kişinin
ayağını kaydırabilirdi ama bu noktada iblis artık kişi üzerinde hüküm ferma
olamaz. Çünkü iblis, fizik vücudu Allah’ın emrinde olan bir kişinin vücudunu
artık kullanamaz. Allahû Tealâ, Âli İmrân Suresinin 134. âyet-i kerimesinde
muhsinlerin tarifini vermektedir:
3/ÂLİ İMRÂN-134: Ellezîne yunfikûne fîs
serrâi ved darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu
yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).
Onlar (muttekiler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infak
ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir.
Ve Allah, muhsinleri sever.
ü İnsan Ne Zaman Mâ’rufla Emredip Münkerden Sakındırabilir?
Fizik vücudun tesliminin
ardından kişi nefs teslimini gerçekleştirir. Daha sonra irade teslimini
gerçekleştirip Allahû Tealâ’nın Zat’ını görür ve Allah tarafından irşada memur
ve mezun kılınır. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in beyan ettiği: “İnsanların en hayırlısı mâ’rufla emreden ve
münkerden sakındıranlardır.” hadîs-i şerifi bu şekilde yerine gelir.
İnsanların en hayırlısı Allah’ın irşada memur ve mezun kıldığı kişilerdir. O
noktadan itibaren artık Allahû Tealâ o kişiyi görevli kılmıştır ve kişi emr-i
bil ma’ruf nehy-i anil münker yapabilir. Zaten Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin
104. âyet-i kerimesinde şöyle buyurmaktadır.
3/ÂLİ İMRÂN-104: Veltekun minkum ummetun
yed’ûne ilel hayri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker(munkeri),
ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Sizin içinizden hayra davet eden (mürşidlerden) bir cemaat olsun
ve mârufla emretsin, ve münkerden nehyetsin (men etsin). İşte onlar, onlar felâha
erenlerdir.
Âli İmrân Suresinin 110.
âyet-i kerimesinde sahâbenin hepsinin emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münker
yapma seviyesine ulaştığı ifade edilmektedir.
3/ÂLİ İMRÂN-110: Kuntum hayra ummetin
uhricet lin nâsi te’murûne bil ma’rûfi ve tenhevne anil munkeri ve tu’minûne billâh(billâhi),
ve lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul mu’minûne ve
ekseruhumul fâsikûn(fâsikûne).
Siz, insanlar için çıkarılmış (seçilmiş) olan, ümmetin hayırlı
kişileri oldunuz. Mâruf ile emredersiniz ve münkerden nehy edersiniz (men
edersiniz). Ve siz, Allah'a îman ediyorsunuz. Eğer kitap ehli de îman etselerdi
elbette onlar için hayırlı olurdu. Onlardan bir kısmı mü’mindir ve onların çoğu
da fâsıklardır.
Sahâbenin hepsi
irşada memur ve mezun kılındı ve en hayırlı ümmet oldu. Hadîs-i şerifte
zikredilen “insanların en hayırlılarının” Allah tarafından irşada memur ve
mezun kılınanlar olduğu neticesi ortaya çıkmaktadır. Burada hadîs ile âyet-i
kerime yüzde yüz birbiriyle örtüşmektedir.
O zaman kişiye düşen,
bu zirve noktaya ulaşarak, en hayırlılar arasında yerini alabilmektir. Nebîler
Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sahâbesinin hepsi bu seviyeye
ulaşmışlardı.
Allahû Tealâ, Âli
İmrân Suresinin 114. âyet-i kerimesinde, ehli kitaptan da Allah’a ve yevm’il âhire îmân eden, mâ’rufla emreden
ve münkerden sakındıran, hayırlarda yarışan sâlihler olduğunu açıkça ifade
etmektedir.
3/ÂLİ İMRÂN-114: Yu’minûne billâhi vel
yevmil âhiri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munkeri ve yusâriûne fîl
hayrât(hayrâti), ve ulâike mines sâlihîn(sâlihîne).
Onlar, Allah'a ve yevmil âhire îmân ederler, mâruf (irfan) ile emreder
ve kötülükten nehyederler (men ederler) ve hayırlara koşarlar. İşte onlar,
sâlihlerdendir.
Allahû Tealâ, Tevbe-71’de
mârufla emreden ve münkerden sakındıran insanlardan bahsetmektedir.
9/TEVBE-71: Vel mu’minûne vel mu’minâtu
ba’duhum evlîyâu ba’d(ba’din), ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munkeri
ve yukîmûnas salâte ve yu’tûnez zekâte ve yutîûnallâhe ve resûleh (resûlehu),
ulâike se yerhamuhumullâh(yerhamuhumullâhu), innallâhe azîzun hakîm(hakîmun).
Ve mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin dostlarıdır.
Ma’ruf ile emreder ve münkerden nehyederler (yasaklarlar) ve namazı ikâme
ederler ve zekâtı verirler. Allah ve O’nun resûlüne itaat ederler. İşte onlar,
Allah, onlara rahmet edecek. Muhakkak ki Allah; Azîz’dir, Hakîm’dir.
Allahû Tealâ, hem
Tevbe-112 hem de Lokman-17’de bu konuyla ilgili mesaj vermektedir.
“Azîm sahibi” olmak
isteyen kimsenin; “mârufla emretmek ve münkerden sakındırmak” hedefine
ulaşmasının gerekliliği net olarak görülmektedir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)
de zaten mârufla emreden münkerden sakındıranların, insanların en hayırlısı
olduğunu buyurmaktadır.
9/TEVBE-112: Ettâibûnel âbidûnel hâmidûnes
sâihûner râkiûnes sâcidûnel âmirûne bil ma’rûfi ven nâhûne anil munkeri vel
hâfizûne li hudûdillâh (hudûdillâhi), ve beşşiril mu’minîn (mu’minîne).
Tövbe edenleri, (Allah’a) kul olanları, hamdedenleri, oruç
tutanları veya seyahat edenleri (Allah yolunda hicret edenleri, savaşmak için
veya Allah’ın adını yüceltmek, dînini kuvvetlendirmek için, Allah yolunda
hizmet için, ilim tahsil etmek için yurtlarından çıkanları, Allah’a ulaştırmak
için ruhlarını yola çıkaranları, yeryüzünde ibretle gezip tefekkür edenleri); rükû
ve secde edenleri, ma’rufla emredenleri, münkerden nehyedenleri (yasaklayanları),
Allah’ın hudutlarını muhafaza edenleri ve mü’minleri müjdele!
31/LOKMÂN-17: Yâ buneyye ekımıs salâte
ve’mur bil ma’rûfi venhe anil munkeri vasbir alâ mâ esâbek(esâbeke), inne
zâlike min azmil umûr(umûri).
Ey yavrum, namazı ikame et (namaz kıl)! Ma’ruf ile (irfanla,
iyilikle) emret ve münkerden (kötülükten) nehyet (münkeri yasakla, mani ol). Ve
sana isabet eden şeylere (musîbetlere) sabret. Muhakkak ki bu, azmedilen (mutlaka
yapılması gereken) işlerdendir.
Günümüzde de emr-i bil
ma’ruf nehy-i anil münker noktasına ulaşabilecek olan insanlar, mürşidine tâbî
olup mürşidinin himmetiyle günbegün zikirlerini arttıran, teslimlerini
gerçekleştiren 7 safha ve 4 teslimi yaşayanlar olacaktır.
Sahâbe Hz. Muhammed
Mustafa (S.A.V) Efendimiz’e bir soru sorar: “Ey Allah’ın Resûl’ü! Biz dînimizi
Senden öğrendik. Bizden sonra insanlar dînini kimden öğrenecekler?”
Resûlullah (S.A.V)
Efendimiz birbirine yakın iki açıklama ile cevaplandırır: Birincisi; “Benim sahâbem gökteki yıldızlar gibidir.
Hangisine tâbî olursanız hidayete erersiniz.” (K: İbn Abdilber Camiul-ilim; 11.110, İbn Hazm ahkam 4 c. 82)
İkincisi; “Benden sonra Nebîler
gelmeyecek. Nübüvvet Benimle sona ermiştir ama Benden sonra halifeler, imamlar
gelecek. Onlara itaat eden, Bana itaat etmiştir. Onlara asi olan, Bana asi
olmuştur.” (K: Sahih Buhari 9.
cilt 1409. hadîs)
ü Sahâbe Nasıl Birer Yıldız Olmuştur?
Hadîs-i şerifte Resûlullah
(S.A.V)’ın yıldızlara benzettiği sahâbe başlangıçta ne idiler? Sonra nasıl
yıldızlar oldular? Evvelâ Kur’ân muhtevası içinde buna bakalım.
Nebîler Sultanı Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’den önceki dönemin adı cahiliyye dönemidir. Sahâbe cahiliyye
dönemini yaşıyordu. Cahiliyye dönemi, kız çocuklarının diri diri gömüldüğü,
kabileler arasındaki savaşların ve kan davalarının alabildiğine hüküm sürdüğü,
iktisadî açıdan kervanların soyulduğu ve cahiliyye kültürü ile bir yaşantının
hakim olduğu bir dönemdir. Ama Allahû Tealâ cahiliyye döneminde yaşayan Arap
bedevilere onların içinden Nebîler Sultanı Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)
Efendimiz’i vazifeli kıldı.
Hangi zaman parçası içinde
olursak olalım, yaşamakta olan insanlar arasından, aynı lisanı konuşan
birilerini Allahû Tealâ velî resûller olarak görevlendirir. Ama her devirde bu
velî resûllerden bir tanesi ya asâleten Devrin İmamı olarak seçilir ki bu
nebîler için geçerlidir veya nebîlerin olmadığı dönemlerde vekâleten Devrin
İmamı olarak seçilir. İşte 14 asır evveline baktığımız zaman; Allahû Tealâ o
dönemde yaşayan bütün kavimlere onlarla aynı lisanı konuşan velî resûller
gönderirken, Arapların içinden de onların lisanı ile konuşan Nebîler Sultanı
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i vazifeli kıldı. Ama Allahû Tealâ o dönemde
yaşayan velî resûller arasından Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i
resûllüğün ötesinde nübüvvetle ve kendisine verdiği şeriat kitabı ile
destekledi. Doğal olarak bu bir neticeyi bize ulaştırır ki Nebîler Sultanı
Peygamber Efendimiz (S.A.V) asâleten Devrin İmamı idi.
İşte asâleten devrin
imamlığı ile göreve başlayan Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’tan aldığı
hidayet tebliğini sahâbeye, çevresindeki insanlara yapmaya başladı. Böylece
cahiliyye dönemini yaşayan Arap bedeviler Resûlullah (S.A.V)’ın tebliğine
muhatap oldular. Resûlullah (S.A.V)’ın tebliğine muhatap olanların içerisinde
Hanif dîninden sapan Yahudiler, Nasraniler, Hristiyanlar da vardı. Ve
Resûlullah (S.A.V)’ın tebliğine muhatap olan insanlar içerisinde puta tapan
müşrikler ve sabiiler (yıldızlara tapanlar) da vardı. Resûlullah (S.A.V)
Efendimiz o dönemde Hanif dîninden sapan, dînde fırkalara ayrılanlara Allah’dan
aldığı emirle hidayeti tebliğ etmeye başladı.
Hidayet nedir? Hidayet:
Kur’ân-ı Kerim’de Allahû Tealâ’nın tarif ettiği şekliyle, insan ruhunun dünya
hayatında Allah’a ulaşmasıdır.
2/BAKARA-120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ
hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve leinitteba’te ehvâehum
ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).
Sen
onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar
senden (asla) razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (var ya)
işte o, hidayettir.” Sana gelen bunca ilimden sonra eğer onların hevalarına
uyarsan andolsun ki; Allah’tan sana ne bir dost ve ne de bir yardımcı olur.
İşte hakiki evrensel mesaj
budur.
3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia
dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum
inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men
yeşâ’(yeşâu), vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ve
(Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler).
(Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet Allah’a ulaşmaktır.
(İnsanın ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşmasıdır.) Size verilenin bir
benzerinin, bir başkasına verilmesidir.” Yoksa onlar, Rabbiniz'in huzurunda,
sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir.
Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar),
Alîm’dir (en iyi bilendir).
O gün Resûlullah
(S.A.V)’ın tebliğine muhatap olan Yahudiler, Nasraniler, sabiiler, müşrikler
vardı ama içlerinden gerçekten Resûlullah (S.A.V)’a tâbî olanlar olmuştur.
Resûlullah (S.A.V)’ın getirdiği tebliği Kur’ân’daki şeriati harfiyen tasdik
eden, gözyaşları ile Resûlullah (S.A.V)’ın hak peygamber olduğuna îmân edenler
vardı. Âyette net olarak bu ifade edilmektedir.
Şimdi beraberce bakalım,
cahiliyye dönemini yaşayan sahâbe hadîs-i şerife göre acaba nasıl yıldız
oldular?
Ø
Hanif dîninin 1. safhası; Allah’a ulaşmayı dilemektir. Zumer Suresi
17. âyet-i kerimeye göre evvelâ tebliğe muhatap olduktan sonra bütün sahâbe
Allah’a ulaşmayı diledi.
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve
enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi).
Ve
onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler
(kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a
ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
ü Bugün İslâm’ın Kolları ve Bacakları Kesilmiştir
Allah’a ulaşma dileği,
Hanif dîninin olmazsa olmaz şartıdır, Kur’ân’daki İslâm’ın 1. safhasıdır. Bu
dilek İslâm’ın beş şartında olmadığına göre, bundan sonraki safhaların
hiçbirisinin de İslâm’ın beş şartında yer alması mümkün değildir.
Ø
Hanif dîninin 2. safhası; mürşide tâbî olmaktır. O zaman da
mürşidlerin hası, elbette en üstün seviyedeki asâleten Devrin İmamı olan
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’di. Bütün sahâbe tâbiiyeti
gerçekleştirdi.
Elbette O’nun döneminde her kavimde o
kavmin ana lisanı ile onlara âyetleri açıklayan velî resûller de vardı. Ve
bunlara ilaveten devrin imamı ile beraber Allah’ın yetiştirdiği velî mürşidler
de vardı.
48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ
yubâyiûnallâh (yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe
innemâ yenkusu alâ nefsih(nefsihî), ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se
yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak
ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin
üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli
etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o
taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri
yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan
ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman
ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine
erdirilecektir).
60/MUMTEHİNE-12: Yâ eyyuhen nebiyyu izâ câekel
mu'minâtu yubâyı'neke alâ en lâ yuşrikne billâhi şey'en ve lâ yesrıkne ve lâ
yeznîne ve lâ yaktulne evlâdehunne ve lâ ye'tîne bi buhtânin yefterînehu beyne
eydîhinne ve erculihinne ve lâ ya'sîneke fî ma'rûfin fe bâyı'hunne vestagfir
lehunnallâh(lehunnallâhe), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).
Ey
nebî (peygamber)! Mü’min kadınlar; Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak,
hırsızlık yapmamak, zinada bulunmamak, evlâtlarını öldürmemek, elleri ve
ayakları arasında bir iftira uydurmamak, maruf bir iş konusunda sana asi
olmamak üzere, sana tâbî olmak için geldikleri zaman, artık onların biatlerini
kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Muhakkak ki Allah; Gafur’dur (mağfiret
edendir, günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (Rahîm esması ile tecelli
edendir).
Resûlullah (S.A.V)’ın yanı
başında, O’nun çevresinde yaşayan, tebliğe muhatap olan ve kalben Allah’a
ulaşmayı dileyen kadın erkek herkes, Resûlullah (S.A.V)’a biat ettiler, tâbî
oldular. Böylece Hanif dîninin 2. safhasını da yerine getirdiler. Asâleten
Devrin İmamı Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’ın Kur’ân-ı
Kerim’de de ifade buyurduğu gibi, kendisine tâbî olan, biat eden sahâbenin hepsinin
nefsini 7 kademede tezkiye etmiştir.
2/BAKARA-151: Kemâ erselnâ fîkum resûlen minkum yetlû
aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel hikmete ve
yuallimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn(ta’lemûne).
Nitekim
size içinizde (görev yapmak üzere) sizden bir Resûl (Peygamber) gönderdik ki;
âyetlerimizi size tilâvet etsin (okuyup açıklasın) ve sizi (nefsinizi)
tezkiye etsin, size kitap ve hikmet öğretsin ve (hikmetin de ötesinde)
bilmediğiniz şeyleri öğretsin.
Öyleyse sahâbenin nefsini
tezkiye eden kimdi? 14 asır evvel Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’in 2. görevi tâbî olanların nefsini tezkiye etmek olduğuna göre tâbi
olan sahâbenin nefsini o tezkiye etti. Nefs tezkiyesine paralel olarak
Sahâbenin ruhu da Allah’ın Zat’ına ulaştı. Öyleyse ruhun Allah’ın Zat’ına
ulaşması sırasında gök katlarında onlara refakat eden elbetteki asâleten Devrin
İmamı Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) idi. Ruhlarının Allah’a
ulaşmasında ve tesliminde bizzat söz sahibiydi.
Ø
Hanif dîninin 3. safhası; ruhun Allah’a teslimidir. Sahâbenin 3.
safhayı da yerine getirdiğini Zumer Suresi 18. âyet-i kerimesi ifade
etmektedir.
ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne
ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl
elbâb(elbâbi).
Onlar,
sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın
hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin
sahipleri).
Ahsen olan sözün sahibi
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) idi ve ona tâbî oldular. Böylece hidayete erdiler yani ruhlarını Allah’a
teslim ettiler.
Ø
Hanif dîninin 4. safhası; fizik vücudun Allah’a teslimidir. Sahâbe
fizik vücutlarını da Allah’a teslim etmişlerdir. Âli İmrân Suresinin 20. âyet-i
kerimesi bunun ispat vasıtasıdır. Allahû Tealâ Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e
hitap ederek şöyle buyurmaktadır:
3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye
lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel
ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ
aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan
sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: “Ben ve bana tâbi
olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah’a teslim ettik. O kitab verilenlere
ve ümmîlere: “Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah’a) teslim ettiniz mi?”
de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz
çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi
görendir.
Ø
Hanif dîninin 5. safhası; nefsin
teslimidir. Zumer Suresinin 18. âyet-i kerimesi, sahâbenin nefslerini de
Allah’a teslim ettiklerinin ispatıdır. Sahâbenin hepsi Ulûl’elbab olmuşlardır.
Ulûl’elbab kimdir?
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve
kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı),
rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar
(ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken,
otururken, yan üstü yatarken (daima ) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin
yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen
bunları bâtıl olarak (boşuna ) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin
azabından koru.
İşte daimî zikre ulaşan
sahâbe böylece nefslerini de Allah’a teslim etmişlerdir.
Ø
Hanif dîninin 6. safhası; irşada
ulaşmaktır. Sahâbe irşada ulaştı mı? Hucurât Suresinin 7. âyet-i kerimesi ispat
vasıtasıdır.
49/HUCURÂT-7: Va’lemû enne fîkum
resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve
lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum ve kerrehe
ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne).
Ve
aranızda Allah’ın Resûlü olduğunu biliniz. Eğer işlerin çoğunda size itaat
etseydi, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi ve onu
kalplerinizde müzeyyen kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı size kerih gösterdi. İşte
onlar, onlar irşad olanlardır.
Âyet-i
kerimede geçen fısk: Bir insanın
Allah’a verdiği yeminlerini yerine getirdikten sonra tekrar dalâlete düşme
halidir. Sahâbenin hepsi 6. safhada irşada ulaşmışlardır ve kalpleri 14 kademe
müzeyyen olmuştur.
Ø
Hanif dîninin 7. safhası; iradeyi
teslim etmektir. Sahâbe iradelerini de teslim ettiler mi? Elbette. Tevbe
Suresinin 100. âyet-i kerimesi ispat vasıtasıdır.
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne
vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve
eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel
fevzul azîm(azîmu).
O
sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini
Allah’a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı
muhacirînden (Mekke’den Medine’ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan
(Medine’deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne)
ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara
tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razıdır.
Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır.
İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
İradelerini de teslim eden
sahâbe, o cahiliyye karanlıklarının içerisinde iken 7 safhayı yaşamak sureti
ile gökteki yıldızlar gibi oldular. Gökteki yıldızlar gibi olduklarını nereden
biliyoruz? Tâbiîn ve tebei-tâbiîn sahâbeye tâbî oldular. Âyet-i kerime net
olarak bunu ifade ediyor. İşte Resûlullah (S.A.V)’ın hadîsi de bu âyeti teyit
etmektedir.
ü İnsanlar Dîni Kimden Öğrenecek?
Sahâbe: “Biz dînimizi
Senden öğrendik. Bizden sonra insanlar dîni kimden öğrenecekler?” deyince,
Tevbe Suresinin 100. âyetindeki mesajı idrak etmek sureti ile Resûlullah
(S.A.V) buyuruyor ki: “Benim sahâbem
gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbî olursanız, hidayete erersiniz.”
Oysa bugün yaşanan
İslâm’ın beş şartının içerisinde tâbiiyet yoktur yani İslâm’ın 2. safhası
yoktur. İslâm’ın 2. safhası yoksa o zaman otomatikman 1. safha da yoktur. Çünkü
1. safha ve 2. safha birbirleri ile bir zincirin halkaları gibi bağlıdır. 1.
safha nerede varsa, 2. safha olmak zorundadır. Onun için dikkat edin!
Resûlullah (S.A.V) 1. safhayı söylemiyor ama hadîs-i şerifin içerisinde gizli
olarak barındırıyor. “Benim sahâbem
gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbî
olursanız hidayete erersiniz.” Ama Kur’ân-ı Kerim âyetlerine baktığımız
zaman, tâbiiyetin var olabilmesi için mutlak surette hanif dînin 1. safhası,
Allah’a ulaşmayı dilemenin yer alması lâzımdır. 1. safha olmadan 2. safhanın
olduğunu iddia eden insanlar, tâbiiyetle bir şey yaşayamazlar, hidayete
eremezler. Hidayete erebilmeleri için olmazsa olmaz şart, 1. safhanın
varlığıdır.
Her devirde devamlı olarak
ezelî ve ebedî düşman olan iblis, insan ve cin şeytanlarını kullanarak Allah’ın
resûllerine olmadık iftiralarda bulunmuştur. Ama onunla mücâdelede Allah
dostları hep var olacaktır. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) boşuna
söylemiyor: “Her bid’atın karşısında bir
Allah velisi vardır, onu def eder.” Her iftiranın karşısında da bir Allah
dostu olacaktır. Ve kıyâmet gününe kadar hak üzere mücâdele eden bir topluluk
mutlaka hep var olacaktır. Bu hak üzere mücâdele veren topluluk Allah’ın
dostlarıdır. Bu dostların içerisinde devamlı olarak mutlaka vekâleten Devrin
İmamı da vardır. 14 asır evvelden Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)
Devrin İmamı’na arif olmayanların cahiliyye standartlarında olduğunu
söylemektedir. Öyleyse hadîs-i şerif bugüne ışık tutacak olan çok önemli
mesajlar vermektedir.
ü İnsan Kazanç veya Kayıpta Olduğunu Nasıl Anlayabilir?
İslâm’ın beş şartını
tatbik edenlere, dîni yaşadığını iddia edenlere, hidayet üzere olduğunu
söyleyenlere soruyoruz:
“Dîn, ahiret ve dünya
saadetidir. Siz mutlu musunuz?” Cevap geliyor: “Hayır.”
“Dîn, Devrin İmamı’na arif
olmaktır, siz Devrin İmamı’na tâbî misiniz?” Cevap geliyor: “Hayır.”
“Dîn kurtuluşa ulaşmanın
yegâne anahtarıdır. Allah’a ulaşmayı dilemektir. Siz diliyor musunuz?” Cevap:
“Hayır.”
Kurtuluşa müteallik olan
bütün suallere “hayır, hayır, hayır.” cevabı geliyor. İnsanların yazdığı el
yazması kitaplardan öğrendikleri, bid’atlere dayalı olan bir dîn tatbikatının
içerisinde sadece “Biz İslâm’ın beş şartını yerine getiriyoruz” dediklerini
görüyoruz..
Ama Allahû Tealâ’ya sonsuz
hamd ve şükrederiz ki biz dînimizi Allah’ın Resûl’ünden, Mehdi (A.S)’dan
öğrendik. Biz dînimizi insanların zanları ile değil, Allahû Tealâ’nın evrensel
hükümleri olan Kur’ân-ı Kerim âyetlerinden öğrendik. Biz ezelî ve ebedî sadece
bir tek dînin olduğunu, Allahû Tealâ’nın tüm insanlar için bu dîni seçtiğini,
bu dînden razı olduğunu öğrendik. Biz, dînimizin dışında başka bir dîn
olmadığını, başka dînin mensupları olduğunu zanneden insanların gerçekten hanif
dîninden sapan insanlar olduğunu öğrendik. Ve biz o kardeşlerimize
sesleniyoruz. “Siz de Allah’a ulaşmayı
dileyin, siz de dileyin ki Allah’ın size bahşettiği o mutluluğu, o zevki
yaşayın.” O mutluluğu yaşadığınız an, o zaman, “Hanif dîninin, Arapça
adıyla İslâm’ın sizlere bahşettiği güzellikleri bugüne kadar neden biz yaşamadık?”
diye hayıflanacağınızı göreceksiniz.
Öyleyse görüldüğü üzere
Allahû Tealâ’ya hamd edip şükredecek çok ama çok şeyimiz vardır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.