Furkanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Furkanlar etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Nisan 2016 Cumartesi

FURKANLAR

 FURKANLAR

17/İSRÂ-36: Ve lâ takfu mâ leyse leke bihî ilm(ilmun), innes sem’a vel basara vel fuâde kullu ulâike kâne anhu mes’ûlâ(mes’ûlen).
Ve (hakkında) ilmin olmayan bir şeyin ardına düşme (karışma) (açıklamaya çalışma)! Muhakkak ki işitme, görme ve idrak, onların hepsi, ondan (takfu’dan) mesul (sorumlu) oldu (mesuldürler).
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Peygamber Efendimiz (S.A.V), sadece risalet mevkiinde değil, aynı zamanda nübüvvet mevkiindedir. Nebî ve Resûl olarak asaleten Devrin İmamı’dır. Bir konu hakkında bilgi sahibi olmayarak, Allah’ın konuşturmadığı bir standartta kendisinden bir açıklama yaparsa bunu kendi basar (görme), sem’î (işitme), fuad (idrak) hassalarının hudutları içerisinde yapabilir. Allahû Tealâ, O’nun bundan sakınmasını, sadece Allah’ın O’na vahyettiğini söylemesini istemektedir. Yoksa başka insanları yanıltabilir.
Risalet ve nübüvvet müessesesi; resûlün, nebînin bilmediği, henüz öğrenmediği şeyleri başkasına öğretmesinin Allah tarafından yasaklandığı bir hüviyet taşır.
Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e hitap ederken aslında herkese hitap ediyor. Elbette Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in kendinden bir şey söylemesi söz konusu değildir. Hitap, O’na gibi görünse de belki onun dışında herkesedir

7/A'RÂF-35: Yâ benî âdeme immâ ye’tiyennekum rusulun minkum yekussûne aleykum âyâtî fe menittekâ ve asleha fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Ey Âdemoğulları! Sizin içinizden, size âyetlerimi anlatan (kıssa eden) resûller geldiği zaman, bundan sonra kim takva sahibi olur ve nefsini ıslâh ederse (nefs tasfiyesi yaparsa), artık onlara korku yoktur. Ve onlar mahzun da olmazlar.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Her kavim, ayrı bir dil konuşur ve her devirde, her kavmin içinde mutlaka Allah’ın resûlü vardır (Mu’minun- 44). Bu âyet, bunu ispat etmektedir. Allahû Tealâ, Mu’minun Suresinde insanların çoğundan, burada azından bahsetmektedir. Risaletle vazifeli kıldığı resûl ölse, Allahû Tealâ derhal yeni birisini beas eder, vazifelendirir. Hiçbir zaman, hiçbir kavmi boş bırakmaz.
Allahû Tealâ diyor ki:
“Kulli kavmin min resûl.” Bütün kavimlerde resûl vardır.
“Kulli kavmin min had.” Bütün kavimlerde hidayetçi vardır.
“Kulli kavmin min nezir.” Bütün kavimlerde  nezir vardır.

Hepsi de “resûl” anlamına gelir. Allahû Tealâ  ister nezir, ister hidayetçi, ister resûl kullansın, bir “hidayetçi”den bahsetmektedir. O kavmin en üst seviye hidayetçisi, bu resûldür. Bütün resûller aynı zamanda resûldür, bütün resûller aynı zamanda nezirdir. Ve Allahû Tealâ “sizin içinizden” ve “size âyetlerimi kıssa eden” dediği için kesin olarak ortaya şu çıkar ki; bu resûl, onların diliyle konuşan, onlara, onların diliyle anlatan bir resûldür (İbrâhîm-4).
Ve bu resûller vazifeli kılındıkları zaman, kim takva sahibi olursa; yani:
1- Allah’a ulaşmayı dilerse,
2- Mürşidine ulaşırsa,
3- Ruhunu Allah’a ulaştırırsa,
4- Fizik vücudunu Allah’a teslim ederse,
5- Nefsini Allah’a teslim ederse,
6- İrşada ulaşırsa,
7- Bihakkın takvanın sahibi olursa (iradesini Allah’a teslim ederse), işte onlar ıslâh olmuşlardır.
İradesini Allah’a teslim ederse, ifadesi bütün olarak alınmıştır. Çünkü, nefsin ıslâhı söz konusudur. Islâh, salâhın sonuna kadar geçen bütün devreleri ihtiva eder.
Salâh makamında insanların ulaşabileceği en üstün yer, iradenin Allah’a teslim edildiği noktadır. Bir insanın bütün nefs tezkiyesi ve tasfiyesi devrelerini geçirmiş olması hali ıslâhtır. Allahû Tealâ: “Kim nefsini hem tezkiye, hem de tasfiye ederse onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.” diyor. Bu âyet-i kerime iki açıdan önemlidir.
1- Kişinin kurtuluşunun bütününü, ıslâhı; nefs tezkiyesi ve tasfiyesini ifade eder.
2- Bütün kavimlerde resûller vardır.
Bütün kavimlerdeki resûller, insanları ıslâha (salâha) ulaştırır.

23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.

14/İBRÂHÎM-4: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâ’(yeşâu), ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hikmet Sahibi’dir.

17/İSRÂ-15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsih(nefsihî), ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen).
Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık.
AÇIKLAMA    
Bismillâhirrahmânirrahîm
Fatır-18 ile Isra-15 kesin bir ilişki içerisindedir.
“Kim hidayete ermişse sadece kendi nefsi için hidayete erer.” (Isra-15)
“Kim nefsini tezkiye etmişse kendi nefsi için tezkiye olmuştur.” (Fatır-18)
Kim hidayete erdiyse sadece nefsi için, nefsini tezkiye ettiği için hidayete erer. Dalâlette olanın ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan günahı yüklenen bir kimse, bir başkasının günahını yüklenmez. Herkes kendi günahını yüklenmek mecburiyetindedir.
Öyleyse muhtevada nefs tezkiye edilmedikçe hidayet söz konusu değildir. Bir insanın ruhunu Allah’a ulaştırabilmesi nefsinin kalbinde %51 nur birikmedikçe mümkün değildir.
                                  
35/FÂTIR-18: Ve lâ tezirû vâziretun vizre uhrâ, ve in ted’u muskaletun ilâ himlihâ lâ yuhmel minhu şey’un ve lev kâne zâ kurbâ, innemâ tunzirullezîne yahşevne rabbehum bil gaybi ve ekâmûs salâh(salâte), ve men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsih(nefsihî), ve ilâllâhil masîr(masîru).
Ve yük taşıyan birisi (bir günahkâr) başka birinin yükünü (günahını) yüklenmez. Eğer ağır yüklü kimse, onu (günahlarını) yüklenmeye (başkasını) çağırsa bile ondan hiçbir şey yükletilmez, onun yakını olsa dahi. Sen ancak gaybte Rabbine huşû duyanları ve namazı ikame edenleri uyarırsın. Ve kim tezkiye olursa (nefsini tezkiye ederse), o taktirde bunu sadece kendi nefsi için yapar. Ve dönüş Allah’adır (Nefs tezkiyesi ile ruh Allah’a döner, ulaşır).

Bu âyet-i kerime: “Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık.” diye bitmektedir.
Allahû Tealâ;
1- Bütün kavimlere (Nahl-36).
2- Bütün zaman parçalarında, aralıksız olarak (Mu’minun-44, Bakara-87), mutlaka resûl beas etmektedir (göndermektedir). O kavmin içinden, orada doğan ve onların dilleriyle konuşan (Ibrâhîm-4) bir kişi, vazifeli olmaktadır.

(23/MU’MİNÛN-44) -(2/BAKARA-87)- (14/İBRÂHÎM-4)-(16/NAHL-36)

39/ZUMER-71: Vesîkallezîne keferû ilâ cehenneme zumerâ(zumeran), hattâ izâ câuhâ futihat ebvâbuhâ, ve kâle lehum hazenetuhâ e lem ye’tikum rusulun minkum yetlûne aleykum âyâti rabbikum ve yunzirûnekum likâe yevmikum hâzâ, kâlû belâ ve lâkin hakkat kelimetul azâbi alel kâfirîn(kâfirîne).
Kâfirler, zümre zümre cehenneme sürülürler. Oraya geldikleri zaman, onun (cehennemin) kapıları açılır. Ve onun (cehennemin) bekçileri onlara derler ki: “Size, sizden (sizin aranızdan) olan resûller gelmedi mi ki, size Rabbinizin âyetlerini okusun, bugüne (buraya) geleceğinizi (söyleyerek) uyarsın? (Cehenneme gidenler) dediler ki: “Evet (geldiler).” Fakat azap sözü kâfirlerin üzerine hak oldu.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Zumer Suresi 71. âyet-i kerime Kur’ân’daki en önemli âyetlerden bir tanesidir. Burada açık ve kesin olarak bütün insanlara, Allah’ın resûllerinin kendilerine gelip, gelmediği cehenneme giren herkese sorulmaktadır. Resûllerin, Allah’ın âyetlerini okudukları ifade edilmektedir.
Allahû Tealâ resûllerini, insanları uyarmak ve müjdelemek için göndermiştir:

6/EN'ÂM-48: Ve mâ nursilul murselîne illâ mubeşşirîne ve munzirîn(munzirîne), fe men âmene ve asleha fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Biz resûlleri “uyarıcılar ve müjdeleyiciler” olmaktan başka (bir şey için) göndermeyiz. Artık kim âmenû olur (Allah’a ulaşmayı dilerse) ve ıslâh olursa (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparsa) artık onlara korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.

Resûller, âmenû olanları müjdeleyeceklerine olmayanları da uyaracaklarına göre “Onlara Allah’ın âyetlerini okuyarak: “Ya Allah’a ulaşmayı dileyin cennetinizi hakedin ya da bilin ki gideceğiniz yer cehennemdir.” demişlerdir.
İşte Allah’ın bütün resûlleri, her kavimde, her devirde mutlaka yaşarlar ve bu tebliğ herkese mutlaka yapılır. Çünkü bütün cehenneme girenlere bu sözün söylendiği ve onlardan da “Evet geldiler.” ce-vabını cehennem bekçilerinin aldığı bu âyette kesinleşmiş durumdadır. Herkese mutlaka cehennemin kapısında bu söz söylenir. Bu, cehenneme giren herkes için kesin bir duyurudur.

2/BAKARA-6: İnnellezîne keferû sevâun aleyhim e enzertehum em lem tunzirhum lâ yu’minûn (yu’minûne).
Onlar muhakkak ki kâfirdirler. Onları ikaz etsen de etmesen de onlar için eşittir, onlar mü’min olmazlar.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ, bir evvelki âyette (Bakara-5), hidayet tebliğine muhatap olduktan sonra Allah’a ulaşmayı dileyerek hidayet üzere olan ve felâha ulaşanlardan bahsetmektedir. Allahû Tealâ, bu âyette hidayet tebliğine muhatap olduktan sonra tebliğe ilgisiz kalan, dünya hayatında Allah’a ulaşmayı inkâr eden kâfirlerden bahsetmektedir.
Hak mü’minlerden olmak, ancak dünya hayatını yaşarken Allah’a ulaşmayı dilemekle mümkündür.
Mü’min ve îmân kelimesi aynı kökten gelir. Îmân, inanç demektir. Mü’min de îmân eden yani inanan demektir. Lügat mânâsından hareket ederek insanlar diyorlar ki: “Ben Allah’a inanıyorum. Îmân inanç demek olduğuna göre mü’min de îmânın sahibi olan olduğuna göre ben îmânın sahibiyim. Öyleyse ben mü’minim. Gideceğim yer cennettir.”
Oysaki Kur’ân’da Allahû Tealâ, “Allah’a inananlardan sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler cennete cennete girer, Allah’a ulaşmayı dilemeyenler cehenneme girer.” diyor. Yani Allah’a inanan bir insan Allah’a ulaşmayı dilemedikçe cennete giremez.
Allah’a göre mü’min olmak, Allah’a inanmak vasfıyla birlikte Allah’a ulaşmayı dileme faktörünü de muhtevasına alır. Allah’a inanan bir kişi sadece Allah’a inanıyor diye hiçbir şekilde Allah’ın cennetine giremez. Bu kişinin Allah’ın cennetine girebilmesi için mutlaka Allah’a ulaşmayı dilemesi lâzımdır.
Bir kişinin mü’min olabilmesinin temel şartları şöyledir:
1- Bu kişi Allah’a inanacak,
2- İnsan ruhunun ölmeden evvel Allah’a ulaşmasına da inanacak,
3- Bunun üzerine farz olduğuna da inanacak,
4-Allahû Tealâ söz vermiş olduğu cihetle, Allah’a ulaşmayı dilerse kendisinin Allah’a ulaşacağına kesin olarak inanacak.


2/BAKARA-7: Hatemallâhu alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim, ve alâ ebsârihim gışâveh(gışâvetun), ve lehum azâbun azîm(azîmun).
Allah onların kalplerinin üzerini ve işitme (sem’î) hassasının üzerini mühürledi ve görme (basar) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Onlar için azîm (büyük) bir azap vardır.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allah’a ulaşma davetine muhatap olduğu zaman, bu davete ilgisiz kalarak dünya hayatında Allah’a ulaşmayı dilemeyen kâfirlerin, Allahû Tealâ, bu âyette belirttiği gibi, kalplerinin ve işitme (sem’î) hassalarının üzerine mühür, görme (basar) hassalarının üzerine gışavet (perde) çeker) engeller koyar. Kâfirlerin müşterek özellikleri kalplerinin mühürlü olmasıdır. Allahû Tealâ bir ilim üzere dalâlette bıraktığı kişilerin kalplerinin mühürlü olduğunu Casiye Suresinin 23. âyet-i kerimesinde belirtmektedir. (45/CÂSİYE-23)
Bu insanlar Allah’ın yoluna giremeyen zavallılardır. Nefslerini, hevalarını kendilerine ilâh edinen, nefslerine tâbî olan, dalâlette olan bu insanların durumunu Allahû Tealâ anlatmaktadır. Allah’a ulaşmayı dilemeyip, nefslerinin hevasına tâbî olanlar, Allah’a ulaşmayı dilemeyen insanların kalpleri mühürlüdür. Kalplerindeki işitme hassasının mühürlüdür. Bu kişilerin işitemediğini, kalplerindeki basar hassasının gışavet adlı perdeyle kapalı olduğunu ve onların göremeyeceklerini söylemektedir.
Öyleyse kâfir ve mü’min kavramı son derece önemli iki kavram olarak karşımıza çıkmaktadır ve âlimler bu konuda çok yanlış şeyler söylemektedirler. Diyorlar ki: “Allah’a inanan herkes mü’mindir.”
Herkese mutlaka tebliğ yapılır. Tebliğe kayıtsız kalanların sem’î (işitme) hassalarına ve kalplerine Allah mühür vurur ve görme (basar) hassalarına gışavet (perde) çeker. Bu sebeplerle onlar işitemezler, göremezler ve idrak edemezler. Onlar Allah’a inanmalarına rağmen kâfirdirler.

45/CÂSİYE-23: E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh(gışâveten), fe men yehdîhi min ba’dillâh(ba’dillâhi), e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) kıldı (çekti). Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkes hevasını kendisine ilâh edinmiştir. Bu kişi ise faydasız, emaniyye ilim sahibi olarak, nefsine tâbî olmuştur. O zaman Allah onun basar (görme) hassasının üzerine perde çekmiş, işitme hassasını ve kalbini mühürlemiştir. Bu ilim üzere bu kişinin hidayete ermesi mümkün değildir.

17/İSRÂ-45: Ve izâ kara’tel kur’âne cealnâ beyneke ve beynellezîne lâ yu’minûne bil âhıreti hicâben mestûrâ(mestûren).
Sen Kur’ân’ı kıraat ettiğin (okuduğun) zaman, seninle ahirete (ölmeden evvel Allah’a ulaşmaya ve kıyâmet gününe) inanmayanlar arasına hicab-ı mesture kıldık (gözlerinin üzerine, seni peygamber olarak görmelerini engelleyen bir perde koyduk).
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allah’a ulaşmayı dilemeyen insanların gözlerinde hicab-ı mesture olduğundan irşad makamını herhangibir insandan ayırt edemezler.


17/İSRÂ-46: Ve cealnâ alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu ve fî âzânihim vakrâ(vakran), ve izâ zekerte rabbeke fîl kur’âni vahdehu vellev alâ edbârihim nufûrâ(nufûren).
O’nu (Kur’ân’ı), fıkıh (idrak) etmelerine karşı, (fıkıh edemesinler diye) kalplerinin üzerine ekinnet ve onların kulaklarına vakra (işitme engeli) kıldık. Ve sen, Kur’ân’da Rabbinin tekliğini zikrettiğin zaman nefretle arkalarına döndüler.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ bütün insanların kulaklarına vakra koymuştur. Bu, onların irşada ve hidayete müteallik şeyleri işitmelerine mani olur. Kalplerinde de ekinnet olduğundan irşad makamının söylediklerini idrak edemezler. Allah’a ulaşmayı dilemedikleri sürece bu engeller onlarda hep mevcut olacaktır.

46/AHKÂF-26: Ve lekad mekkennâ hum fî mâ in mekkennâkum fîhi ve cealnâ lehum sem’an ve ebsâren ve ef’ideten fe mâ agnâ anhum sem’uhum ve lâ ebsâruhum ve lâ ef’idetuhum min şey’in iz kânû yechadûne bi âyâtillâhi ve hâka bihim mâ kânû bihî yestehziûn(yestehziûne).
Ve andolsun ki Biz, onlara size dahi vermediğimiz imkânları verdik. Ve onlara işitme, görme hassaları ve idrak verdik. Fakat işitme ve görme hassaları onlara fayda sağlamadı. Ve idrakleri de onlara bir şey sağlamadı. Allah’ın âyetlerini bilerek inkâr ediyorlardı. Ve alay etmiş oldukları şey onları kuşattı.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
O kavme sem’î (işitme), basar (görme), ef’idet (idrak) hassaları vermiştik ki size dahi o seviyede bu imkânları vermedik. Fakat onlara ne işitme ne görme hassası ne de idrak hassası bir fayda verdi. Allah’ın âyetlerini inkâr ettikleri için Allah onları cezalandırdı.

6/EN'ÂM-46: Kul e reeytum in ehazallâhu sem’akum ve ebsârekum ve hateme alâ kulûbikum men ilâhun gayrullâhi ye’tîkum bih(bihî), unzur keyfe nusarriful âyâti summe hum yasdifûn (yasdifûne).
(Ya Muhammed müşriklere) de ki: “Gördünüz mü? (aczinizi anladınız mı?) Şâyet Allah sizin işitme hassanızı ve görme özelliğinizi alsa ve sizin kalplerinizi mühürlese, Allah’tan başka hangi ilâh onları size (geri) getirir?” Bak, âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz! Sonra onlar yüz çeviriyorlar.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
            Başlangıçta bütün insanların nefslerinin kalplerinde görme özelliği; basar ve işitme özelliği; sem’î vardır. Bütün insanların baş gözlerinde bakma özelliği, kulaklarında duyma özelliği, kalplerinde idrak edememe özelliği vardır. İnsanlar yaşarlar, hayattadırlar ama Allahû Tealâ onlara “ölü” diyor. Çünkü baş gözleriyle bakarlar ama görmezler. Karşılarında gördükleri kişi Allah ile nasıl bir ilişki içindedir, onu göremezler. Görmek imkânının sahibi değiller çünkü gözlerinde hicab-ı mesture adlı bir gizli perde var. Kalpleri mühürlü, kalplerinin içinde ekinnet var. Ekinnet, idraki önleyen bir ilâhi bilgisayardır. Kalplerinde ekinnet var ve idrak edemezler. Kulaklarında vakra var, engel var. Kulakları duyar ama işitemezler, irşada müteallik söylenen sözlerin mânâsına varamazlar. Bu, kişinin başlangıç noktasındaki durumudur. Eğer kişi Allah’a ulaşmayı hiç dilemezse ömür boyu böyle kalır. Ölü olarak kalır.
            Ama eğer Allah’a ulaşmayı dilerse, bu gerçek bir dilekse Allahû Tealâ derhal onu kişinin kalbinde görür, işitir ve bilir. Allahû Tealâ önce hicab-ı mestureyi alır. Kişi irşad sahibi olanı başkalarından ayırt etmeye başlar. Gözleri sadece bakmaz, görür. İrşad açısından mürşidi seçebilir. Vakra alındığı için kulakları sadece duymaz, zihin artık kulaklara ulaşanın mânâsını, irşada müteallik şeylerin mânâsını anlamaya başlar. Allah onun kalbindeki ekinneti alıp yerine ihbat koyduğu için kişi, anladığını kalbine indirdiği zaman kalbinde idrak müessesesi oluşur. Kişi idrak eder, Allah’ın güzelliklerini kendisine mal eder. Allah’ın söylediklerini anlamaya, hangi istikamette hareket etmesi lâzım geldiğini kesinlikle tespit etmeye ve o istikamette gayret etmeye başlar.
            Kişi gayret edince Allahû Tealâ da zaten ona Allah’a ulaşmayı dilediği an, ardarda on iki tane ihsan verir ve kişi mürşidine ulaşır. Allah’a ulaşmayı dilediği an dalâletten kurtulup, hidayete adım atar. Ondan sonra Allah’tan aldığı yedi tane ni’metle Allahû Tealâ kalbin içine îmân kelimesini yazar. Kişi îmânı artan mü’min olur. Dört hidayete birden başlar. Fizik vücut şeytana kul olmaktan kurtulmaya başlar. Nefs afetlerden kurtulmaya, hasletlerle ve faziletlerle donanmaya başlar. Ruh vücuttan ayrılır, Allah’a doğru yola çıkar. İrade güçlenmeye başlar. Kişinin hidayete erdiği noktaya baktığımızda ruhu Allah’a ulaşır, Allah onu Kendisine ulaştırır. Sonuç; ruhun Allah’a ulaşması, kişinin de üçüncü evliyalık makamına ulaşmasıdır.
            Kişi ruhunu Allah’a ulaştırdıktan sonra irşad makamından şüphe duyduğu andan itibaren Allah derhal o şüpheyi görür, işitir ve bilir. Bundan sonra düşme başlar. Ve kalpte yapılan herşey eski haline geri döndürülür. Kişi irşad makamından şüphe duyarsa, şüphe duyduğuandan itibaren Allahû Tealâ derhal verdiklerini geri alır. Kişinin kalbindeki îmân kelimesini alır, küfür kelimesini tekrar yazar. Kalbin mührünü kapatır, kalbi mühürler. Kişinin kalbinin içinde artık küfür kelimesi vardır. Devrin imamının ruhunu kişinin başının üzerinden geri alır. Kişiye kendi ruhunu iade eder. Göğsünden kalbine açtığı yolu kapatır. Allah’ın tarafına döndürülen nur kapısını tekrar şeytan tarafına döndürür. İhbatı alır, onun yerine kalbin içine ekinnet koyar. Tekrar kişinin gözlerine hicab-ı mestureyi, kulaklarına vakrayı koyar ve herşey başlangıç noktasına geri döner.
            İşte âyet-i kerimede Allahû Tealâ bu noktadan bahsediyor, “Allah sizin işitme, görme hassanızı alsa, hangi ilâh onları size geri getirebilir?” diye soruyor. Allahû Tealâ burada bunları kendisinin yaptığını kesin ve net olarak açıklıyor ve “Allah sem’î hassanızı, basiret hassanızı alsa ve sizin kalplerinizi mühürlese” diyor. Vuslata ulaştıktan sonraki safhadan geri dönüşü anlatıyor. Burada bir dizi işlem Allahû Tealâ tarafından yapılır.
            Allah ruhumuzu Kendi Zat’ına ulaştırıncaya kadar bize devamlı yardım eder, bunu mutlaka gerçekleştirir. Eğer biz Allah’a ulaşmayı diliyorsak başka bir alternatif yoktur. Allah bizi mutlaka oraya ulaştıracaktır. Allah’a ulaşmayı dilemedikçe hiçbir zaman Allah’tan bu istikamette yardım alamayız. On iki tane ihsanı vermez ve ruhumuzu kendisine ulaştırmaz. Ama eğer ulaşmayı dilerseniz, siz ruhunuzu Allah’a ulaştırmazsınız, Allah ulaştırır. 
            Allahû Teala burada âyetlerini açıklıyor: “Onların kalpleri mühürlüdür, ekinnet, vakra, hicab-ı mesture vardır.” diyor. (2/BAKARA-6 – 7) - (17/İSRÂ-45 – 46)
             Allahû Tealâ burada da kalplerin açılmasından bahsediyor. Allah tarafından kalpler açılır ve Allah mutlaka onu velâyet hedefine ulaştırır. Hiçbir kuvvet buna engel olamaz. Ama kişi liyakatini kaybederse, o noktadan itibaren herşey değişir. Allahû Tealâ’nın indinde böyle bir sonuca baktığımız zaman kalbimizin mührünü açan, içindeki küfür kelimesini dışarı alan ve içine îmânı yazan Allah’ın ters işlemleri de yaptığını görüyoruz. İşte burada Allah: “İşitme, görme hassanızı alırım ve kalbinizi tekrar mühürlerim, sizi başlangıç noktasına geri döndürürüm.” diyor. Bu, kişi irşad makamına ulaştıktan, ruhunu Allah’a ulaştırdıktan sonra bir geriye dönüş olayıdır. Herkesin ayakları o noktada, tehlikeli bir kayma noktasındadır. Şeytan o kademede insanları şüpheye düşürmek için elinden gelen herşeyi yapar.

11/HÛD-24: Meselul ferîkayni kel a’mâ vel esammi vel basîri ves semî’(semîı) hel yesteviyâni meselâ(meselen) e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
İki toplumun durumu, âmâ ve sağır ile gören (basar hassası çalışan) ve işitenin (sem’î hassası çalışan) durumu (örneği) gibidir. İkisinin hali (seviyesi) eşit midir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Burada Allahû Tealâ iki gruptan bahsetmektedir:
1- İşitenler; Allah’ın yoluna girenler, Allah’ın yoluna girdikten sonra nefs tezkiyesine başlayanlar, kalplerine ihbat konmuş olanlar.
2- Kendileri Allah’ın yoluna girmedikleri gibi başka insanları da Allah’ın yolundan ayıranlar; kör, sağır ve dilsiz olanlar.
Birinci grubun baş gözleri görmeye başlamış, gözlerindeki hicab-ı mesture, kulaklarındaki vakra alındığı ve kalbine ihbat konduğu için irşad makamıyla diğerlerini birbirinden ayırabilecek bir seviye kazanmıştır. Diğer insanlarda ise bu engellerin hepsi durmaktadır. Yani kişiler kör, sağır ve dilsizdir.
Allahû Tealâ diyor ki: “Hâlâ tezekkür etmez misiniz?”

40/MU'MİN-58: Ve mâ yestevîl a’mâ vel basîru vellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve lel musîu, kalîlen mâ tetezekkerûn(tetezekkerûne).
Ve kör ile basiret sahibi bir olmaz. Ve de âmenû olup salih amel (nefs tezkiyesi) işleyenlerle kötülük yapanlar da (bir olmaz). Ne kadar az tezekkür ediyorsunuz.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kör ile gören bir olmaz. Ve âmenû olup salih amel işleyenlerle, kötülük yapanlar da bir olmaz. Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkes, bu kötülük yapanların içindedir. Kötülük yapmak, sadece başkasına kötülük yapmak, zulmetmek değildir. Kötülük yapmak, kişinin kendisine de kötülük yapmasıdır. Allah’a ulaşmayı dilemek yoksa, kişi hiçbir zaman salih amel işleyemez. Salih amel, kişiyi ıslâh edecek olan ameldir ama Allah’a ulaşmayı dilemeyen hiç kimse ıslâh olamaz. Nefs tezkiyesi, nefsin afetlerden arındırılması, nefsin korunmasıdır. Ve nefsin temizlenmesi, afetlerden kurtarılması; yerine faziletlerin yerleştirilmesi işlemidir. Allah’a ulaşmayı dilemeyen hiç kimse nefs tezkiyesi yapamaz. Zikir yapsa da nefsinin kalbine Allah’ın nurları ulaşamayacağı için nefsini tezkiye edemez.

8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kim âmenû olursa ve bunun sonunda Allah’a karşı takva sahibi olursa, Allah, o insanlara doğruyu yanlıştan ayırma özelliği verir. Buna rağmen nefsin tesiri altında insanlar yine yanlışları, hataları işleyeceklerdir; ama en azından, doğruyu yanlıştan ayırma özelliğinin sahibi olacaklardır. Doğru yanlıştan ayırılırsa, Allah’ın emirlerine mutlaka itaat artar, Allah’ın yasak ettiği fiiller işlenmez. Böylece kişi, Allah’a şu veya bu olayda ihanet etmemiş olur. Bir başka ifadeyle, mürşide ulaşmadan evvel, bir insan nefsini kendine ilâh ediniyordu. Çünkü Allah’ın emirleri ona güç geliyordu ve gerçekleştirmiyordu. Böylece o emri veren Allah’a değil, o emre karşı gelen nefsine itaat ediyordu ve nefsini o olayda Allah’ın yerine koyuyordu:
 45/CÂSİYE-23: E fe reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh(gışâveten), fe men yehdîhi min ba’dillâh(ba’dillâhi), e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde) kıldı (çekti). Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?

Bu muhteva içerisinde insanların güzele ulaşması için, doğruyu yanlıştan ayırması lâzımdır. İşte burası, kişinin Allah’a ulaşmayı dilediği noktadır. Çünkü âyet-i kerime: “Ve sizler takva sahibi olun” diyor. Olduğunuz andan itibaren Allahû Tealâ, sizi öyle bir noktaya ulaştıracak ki; günahlarınızı örtecek. Kalbinizin mührünü açacak küfür kelimesini ve ekinneti alacak ve yerine ihbat koyacaktır. Kalbinize konulan ihbat, furkandır. Mü’min olacaksınız. İrşad makamına tâbî olduğunuz an, 7 tane ni’met almanız söz konusu. Bu ni’metlerden bir tanesi, günahlarınızın sevaba çevrilmesi ve Allah’ın 1’e 10 yerine 1’e 100 vermeye başlamasıdır:

2/BAKARA-261: Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seb’a senâbile fî kulli sunbuletin mietu habbeh(habbetin), vallâhu yudâifu li men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her sünbülünde (başağında) yüz adet tane (tohum) olmak üzere, yedi sünbül (başak) veren bir tek tohumun durumu gibidir. Allah, dilediği kimse için (onun rızkını) kat kat artırıp verir. Ve Allah Vâsi’dir, Alîm’dir.

Böylece nefs tezkiyesi başlar. Tövbe merasimi sırasında ikisi birden gerçekleşir:

25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba) çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet gönderendir).
             
Nefsin kalbinde faziletler biriktiği sürece o kişi, nefs tezkiyesini adım adım gerçekleştirecektir. Nefs tezkiyesi boyunca hedefe yürümek söz konusudur. Nefs tezkiyesi boyunca devamlı, Allah’ın âyetlerine, Allah’ın emirlerine daha çok itaat, yasak ettiklerini işlememek konusunda daha büyük başarı söz konusu olacaktır. Ve yine doğruyu yanlıştan ayırma özelliği  “furkan” kelimesiyle ifade edilmektedir.

45/CÂSİYE-20: Hâzâ basâiru lin nâsi ve huden ve rahmetun li kavmin yûkınûn(yûkınûne).
İşte bu (Kur’ân), insanlar için basirettir. Ve yakîn hasıl eden kavim için hidayettir, rahmettir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kur’ân insanlar için hakikatleri gösteren bir görme hassasıdır. Basar baş gözünün de kalp gözünün de görme hassasıdır. Basiret, kalpte bu hassanın sahiplerinin vasfıdır. Yakîn hasıl etmek İlm’el yakîn, Ayn’el yakîn, Hakk’ul yakîn seviyelerinde oluşur. İlimde yakîn, fizik âlemde âyetlere yakîn hasıl etmek yani mânâlarına varmaktır. Ayn’el yakîn yerlerin ve göklerin fizikötesini görme hassasıdır. Hakk’ul yakîn Allah’ın zat’ını görmek şerefine ermektir.

7/A'RÂF-203: Ve izâ lem te’tihim biâyetin kâlû lev lectebeytehâ, kul innemâ ettebiu mâ yûhâ ileyye min rabbî hâzâ besâiru min rabbikum ve huden ve rahmetun li kavmin yu’minûn (yu’minûne).
Ve onlara bir âyet getirmediğin zaman “Onu derleyip toplasaydın (bir âyet düzseydin) olmaz mıydı?” dediler. De ki: “Rabbimden bana ne vahyolunursa ben ancak ona tâbî olurum.” Bu, Rabbinizden basiretler (kalp gözlerinizin görmesini sağlayacak olan yardımlar)dır. Ve hidayete erdiren (Allah’a ulaştıran)dır. Ve mü’min olan (kalbine îmân yazılan) bir kavim için rahmettir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
            Onlara bir âyet getirmediğin zaman münafıklar diyor ki: “Falanca konuda Allah’tan bize bir âyet getir.”
Allahû Tealâ âyeti göndermiyor, diyorlar ki: “Nasılsa bundan evvelkileri sen düzdün. Bize bu konuda da bir âyet düzebilirdin.”
De ki: “Ben sadece Rabbimden bana vahyolunana uyarım, kendimden bir şey yapmak yetkisinin sahibi değilim. Ve bu, bana vahyolunan şeyler, Rabbimizden basiretlerdir. Kalp gözünün açılmasını temin eden faktörlerdir.”

11/HÛD-23: İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve ahbetû ilâ rabbihim ulâike ashâbul cenneh(cenneti), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Muhakkak ki; âmenû olanlar (ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı dileyenler), ıslâh edici amel (nefs tezkiyesi) yapanlar ve Rab’lerine huşû duyanlar (kalplerine ihbat konulanlar, razı ve itaatkâr olanlar), işte onlar, cennet ehlidir. Onlar, orada ebedî kalanlardır.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ Hud Suresinin 20. âyet-i kerimesinde, Allah’a ulaşmayı dilemeyen ve Allah’a ulaşmayı dileyip de Allah’a ulaşmak için Sıratı Mustakîm’e ulaşmaya çalışanları Sıratı Mustakîm’den alıkoyanlardan bahsederken: “Onların kalplerinde ihbat yok, onların gözlerinde hicab-ı mesture var; bu sebeple göremezler. Kulaklarında vakra var; bu sebeple işitemezler.” demektedir. Bu âyet-i kerimede ise orada eksik kalan kısım, yani kalplerindeki ekinnetin alınıp ihbatın konması anlatılmaktadır.
İnsanların kalplerine konulan ihbat, huşû duymalarına sebebiyet verecektir. Buradaki “ahbetû” kelimesi, kalplerindeki irşada müteallik hususların idrakini önleyen ekinnetin alındığını gösteren çok önemli bir işarettir. Yerine idraki sağlayan ilâhi kompüterin (ihbat) konulduğunu ifade eder. Kişi, Allahû Tealâ tarafından seçilir. Allah’a ulaşmayı dilediği takdirde Allah, ona Rahmân esmasıyla tecelliye başlar. Birinci ihsanı, basar hassasının üzerindeki gışaveti almak; ikinci ihsanı, gözlerindeki hicab-ı mestureyi almak; üçüncü ihsanı, sem’î hassasının üzerindeki mührü açmak; dördüncü ihsanı, kulaklarındaki vakrayı almak; beşinci ihsanı, kalbin mührünü açmak; altıncı ihsanı, kalbindeki ekinneti alıp yerine ihbat koymaktır. Bu işlemler ardarda gelir.
Allahû Tealâ, farklı âyetlerde konuyu mutlaka tamamlamaktadır. Evvelâ onlar, irşad makamını, irşad makamı olarak görmeye, irşad makamının sözlerini işitmeye başlarlar. Sonra kalplerindeki ekinnet alınır, ihbat konulur, idrak etmeye başlarlar. Bunun tabii neticesi olarak da mürşidlerine ulaşırlar, tâbî olurlar ve nefs tezkiyesine başlarlar. O insanların kalbinde mutlaka ihbat vardır: (22HACC-54)
Hac Suresinin 54. âyet-i kerimesinde bu kökten gelen kelimeye bakıldığında, “kalpleri muhbit olmak.” “Tuhbite” olarak geçmektedir. İhbat kelimesinin 3 harfi mevcuttur. Allahû Tealâ, burada da “o ihbatın sahipleri olan kişiler” anlamında “ahbetu” kelimesini kullanmaktadır. Allahû Tealâ kalplerine ihbat konulduğunu ifade etmektedir.

22/HACC-54: Ve li ya’lemellezîne ûtul ılme ennehul hakku min rabbike fe yu’minû bihî fe tuhbite lehu kulûbuhum, ve innallâhe le hâdillezîne âmenû ilâ sırâtın mustakîm(mustakîmin).
Ve kendilerine ilim verilenlerin, onun (irşad makamının, Velî Resûl’ün, Nebî Resûl’ün) söylediklerinin Rabbinden bir hak olduğunu bilmeleri, O’na îmân etmeleri, onların kalplerinin O’nu (Allah’ı) idrak etmesi (kalplerinden ekinnetin alınıp yerine ihbat sistemi konarak kalplerin mutmain olması) içindir. Muhakkak ki Allah, âmenû olanları (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) mutlaka Sıratı Mustakîm’e hidayet edendir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ kendilerine ilim verilenlerden bahsetmektedir.
Kendilerine ilim verilenler, Allah'a ulaşmayı dilemişlerdir. Allahû Tealâ onların dileklerini görerek rahîm esmasıyla onların üzerine tecelli etmeye başlamış, gözlerindeki hicab-ı mestureyi, görme hassalarının üzerindeki gışaveti, kulaklarındaki vakrayı almış, işitme hassalarının mührünü açmış, kalplerindeki mührü açarak küfür kelimesini ve ekinneti dışarı almıştır.
Aynı zamanda burada geçen "onun" kelimesi, irşad makamını, resûlü ve nebîyi ifade etmektedir. "O'nu" kelimesi ise Allah'ı temsil etmektedir. İrşad makamının söylediklerini idrak etmek, Allah'ı idrak etmektir. Allahû Tealâ, Allah'ı idrak etmelerini sağlamak için ekinnetin yerine ihbat sistemini koymuştur.
Ayet-i kerimenin içinde bir idrak müessesesi vardır. Ve Allahû Tealâ işlemlere başlar. Bu işlemlerle Allah kalbi kasiyet bağlamış olan bu kişinin kalbinin mührünü açarak küfür kelimesini alır. Kalbindeki ekinneti alır ve yerine ihbat koyar. Bunun neticesinde kişinin göğsünden kalbine yol açılır ve kalbindeki kasiyet zikirle yok olur. Zikir Allah'ın katından rahmet ve fazl getirir. ve rahmet kalbe sızar. Sızdığı kadar karanlığı, nefsin afetini dışarıya atar. Kişi mürşidine ulaştıktan sonra nefs tezkiyesi başlar, nefsin karanlıkları devamlı dışarıya atılmaya başlanır. Karanlıkların yerini faziletler alır. Mürşide ulaşıp tâbî olmak ruhun vücuttan ayrılarak Allah'a ulaşmak üzere Sıratı Mustakîm'e varmasını, mutlaka sağlar. Sıratı Mustakîm'e ulaşan ruhu Allah mutlaka Kendisine ulaştırır.