Amilüssalihat III etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Amilüssalihat III etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Eylül 2017 Cumartesi

AMİLÜSSALİHAT III

AMİLÜSSALİHAT III

Allahû Tealâ diyor ki: “Aldatıcılar da şeytanın adamları da sizleri aldatmasın.”
Allah, amilüssalihatın tezkiye işlemi, nefsin ıslâhı ile ilgili olduğunu açıklıyorsa, insanlar da emaniyyeye tâbî olmaya devam ediyorlarsa bizim görevimiz bunları idrak edip, onları Allah’ın vaadine ulaştırmaya çalışmaktır.
Amilüssalihat nasıl gerçekleşir? Bir insan kendisi nefs tezkiyesi işlemini gerçekleştirebilir mi? Allahû Tealâ bu konuda belirli şartlar koymuştur.

Allahû Tealâ Ahzâb Suresinin 70 ve 71. âyet-i kerimelerinde buyuruyor ki:

33/AHZÂB-70: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekullâhe ve kûlû kavlen sedîdâ(sedîden).
Ey âmenû olanlar, Allah'a karşı takva sahibi olun ve sedîd (doğru) söz söyleyin!

33/AHZÂB-71: Yuslıh lekum a’mâlekum ve yagfir lekum zunûbekum, ve men yutıillâhe ve resûlehu fe kad fâze fevzen azîmâ(azîmen).
(Böylece) sizin için amellerinizi ıslâh etsin (salih amele çevirsin). Günahlarınızı mağfiret etsin (sevaba çevirsin). Ve kim, Allah'a ve O'nun Resûl'üne itaat ederse, o taktirde fevzül azîm (en büyük mükâfat) ile kurtulmuş olur.

İnsanların amellerinin ıslâh edici amel olabilmesi için Allahû Tealâ iki tane şart koymuş. Birisi takva sahibi olmamız, ikincisi de sedîd yani içinde yalan olmayan söz söylememiz. Ağzımızdan çıkan sözü kalbimiz tasdik etmiyorsa o zaman bu içinde yalan olan sözdür. Ağzımızdan çıkan söz ile kalbimizden geçen aynı ise bu yalan olmayan doğru sözdür.
Takva sahibi olmak Allahû Teâlâ tarafından açıklanmıştır. Allahû Teâlâ, Rûm Suresinin 31. âyet-i kerimesinde diyor ki:

30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O'na (Allah'a) yönelin (Allah'a ulaşmayı dileyin) ve O'na karşı takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.

Bir insanın takva sahibi olabilmesi, Allah’a ulaşmayı dilemesine bağlıdır. Yani Allah’a ulaşmayı dilediği an kişi takva sahibi oluyor. İşte o sedîd yani içinde yalan olmayan sözün söylenmesine de bu kişi bir müddet sonra ulaşacaktır. Kişi Allah’a ulaşmayı diledi takva sahibi oldu. Takva sahibi olduğunda Allahû Tealâ’dan ihsanlar alacaktır. Gözlerinden, kulaklarından, kalbinden engeller alınacaktır. Allah kişinin kalbine ulaşacak, kalbi Kendisine döndürecek ve göğsünden kalbine nur yolu açacaktır. Kalbe nur girecek ve %2 nur birikiminde kişi huşûya ulaşacaktır. En’âm Suresinin 125. âyet-i kerimesinde o kişinin göğsünü şerh ediyor ve Rabbinden bir nur üzere kılıyor. Her an canlı ve cansız bütün her şeyi kuşatan Allah’ın rahmeti, göğüs yarılmadan kişinin kalbine ulaşmaz. Rahîm esmasıyla Allahû Tealâ’nın %2 rahmet nurunun kalbe ulaşmasıyla o kişinin kalbi Rabbinden bir nur üzere oluyor ve Allah’ı zikrederek huşûya ulaşıyor.

6/EN'ÂM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrehu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrehu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).
Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah'a) teslime (İslâm'a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü'min olmayanların üzerine azap verir.

39/ZUMER-22: E fe men şerehallâhu sadrehu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbih(rabbihi), fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâh(zikrillâhi), ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Allah kimin göğsünü İslâm için (Allah'a teslim için) yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi? Allah'ın zikrinden kalpleri kasiyet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler.

57/HADÎD-16: E lem ye’ni lillezîne âmenû en tahşea kulûbuhum li zikrillâhi ve mâ nezele minel hakkı ve lâ yekûnû kellezîne ûtûl kitâbe min kablu fe tâle aleyhimul emedu fe kaset kulûbuhum, ve kesîrun minhum fâsikûn(fâsikûne).
Allah'ın zikri ile ve Hakk'tan inen şeyle (Allah'ın nurları ile), âmenû olanların (Allah'a ulaşmayı dileyenlerin) kalplerinin huşû duyma zamanı gelmedi mi? Kendilerine daha önce kitap verilip de böylece üzerinden uzun zaman geçince, artık (zikri unuttukları için) kalpleri katılaşan kimseler gibi olmasınlar. Onlardan çoğu fasıklardır.

Huşûya ulaşan kişi irşad makamını aramaya başlıyor. Allah’a ulaşmayı dileyen kişi, ruhun Allah’a ulaşmasının farz olduğuna, kendi ruhunun da Allah’a ulaşacağına kesin şekilde inanıyor. İrşad makamına ulaşan kişi mürşidin önünde, Allahû Tealâ’nın huzurunda bir tövbe merasimi yapar. Burada kişi 2. takvaya ulaşmıştır ve bu takvaya ulaşan kişinin Allah’tan sorduğu, irşad makamının önünde, Allah’ın huzurunda yapacağı tövbe merasiminin kelimeleri Allah tarafından irşad makamına bildirilen kelimelerdir. Ve o kişi mürşidin söylemesiyle o kelimeleri tekrar eder. İşte orada o kelimeleri söyleyen kişi Allah’ın huzurunda yapılan tövbe merasiminin ardından sedid sözü söylemiştir. Yani içinde yalan olmayan sözü söylemiştir. Daha önce Sıratı Mustakîm’e adım atan kişi, bu defa Sıratı Mustakîm üzerinde artık seyahat edecek, seyr-i sülûk yapacak kişidir.
Allahû Tealâ ancak Allah’a ulaşmayı dileyerek, Allah’ın tayin ettiği irşad makamına tâbî olan kişinin söylediği sözün “sedid” olduğunu ifade etmektedir. Neden? Çünkü falan tarikat şöyleymiş, falan mürşid böyleymiş diyerek kendi hevalarına göre onlara tâbî olan insanlar var. Allah’a ulaşmayı dileme istikametinde bir gayretin sahipleri değillerdir. “Ben de bir tarikata mensup olayım, ben de kurtuluşa ererim. İşte orada şöyle oluyormuş, böyle oluyormuş.” diye gidip bir mürşidin önünde tövbe etse, o mürşid gerçek mürşid dahi olsa, onun söylediği sözleri tekrar etse, o kişinin ağzından çıkan sözle kalbi arasında bir paralellik olamaz. Çünkü onun o istikamette bir gayreti, bir talebi yoktur. Bu nedenle bu kişinin sözü, mürşidin söylediği yani Allah’ın ona öğrettiği söz bile olsa, kişinin ağzından çıkan sözü, kalbi ile tasdik etmesi söz konusu olmadığı için orada sedid söz kesinleşmemiştir. Zaten Allah’a ulaşmayı dilemediği için takva sahibi de değildir. O zikir de yapsa, diğer işlemleri de yapsa amilüssalihat olmayacaktır. Allahû Tealâ’nın koyduğu kaideler geçerli olmadıkça hiç kimse o amilüssalihatı, ıslâh edici amelleri gerçekleştiremez. Yani yaptığı ameller onu ıslâh edemez. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de buyuruyor ki: “Onlar irşad makamına tâbî oldukları zaman…”
1. ni’met olarak Mucâdele Suresinin 22. âyet-i kerimesine göre Allahû Tealâ o kişinin kalbine îmânı yazıyor:

58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yû’munûne billâhi vel yevmil âhîri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ve ebnâehum ve ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minh(minhu), ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anh(anhu), ulâike hizbullâh(hizbullâhi), e lâ inne hizbullâhi humul muflihûn(muflihûne).
Allah'a ve ahiret gününe (ölmeden önce Allah'a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah'a ve O'nun Resûl'üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razı oldular. İşte onlar, Allah'ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah'ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?