Hayır ve Şerr etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hayır ve Şerr etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Ocak 2016 Salı

HAYIR VE ŞERR

                                         HAYIR VE ŞERR


Allahû Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki; Hayır ve Şerr kavramını tezekkür etmek üzere Allahû Tealâ bizleri birlikte kıldı.
Hayır; Fayda, iyilik, Allah’ın rızası istikametindeki fiiller (sevaplar), mükâfat alma, ödüllenme anlamlarında kullanılmaktadır. Hayrın her mânâsında ister, Allah’tan gelsin, ister Allah’ın izniyle oluşsun Allah’ın rızası da izni de vardır.
Şerr; Müsibet, zarar, kötülük, Allah’ın razı olmadığı faydasız fiiller (günahlar), ceza veya azap anlamlarında kullanılmaktadır. Allahû Tealâ’nın şerre izni vardır ama rızası yoktur.  Allahû Tealâ’nın ancak hayra ulaştıracak musibetlerde rızası vardır. Kur’ân-ı Kerim’de bize derecat kazandıran bütün olaylar hayırdır, bize deracat kaybettiren bütün olaylar şerrdir. Bir insanın cennete girebilmesi, kazandığı derecelerin kaybettiği derecelerden fazla olmasına; Cehenneme girmesi ise, kaybettiği derecelerin kazandığı derecelerden fazla olmasına bağlıdır.

21/ENBİYÂ-35: Kullu nefsin zâikatul mevt(mevti), ve neblûkum biş şerri vel hayri fitneh(fitneten), ve ileynâ turceûn(turceûne).
Bütün nefsler, ölümü tadıcıdır. Sizi, hayır ve şer fitneleri ile imtihan ederiz. Ve Bize döndürüleceksiniz.

Hayatımız kesintisiz bir şekilde Allah’ın resûlleri (elçileri) olan Kiramen Kâtibi melekleri tarafından üç boyutlu filme alınmaktadır (üç boyutlu yani yüksekliği, genişliği ve derinliği olan). Boşlukta kıyâmet günü oynayacak olan bir film; bizim filmimiz. Ömrümüz boyunca bir sürücü yani kameraman bir de şahit olmak üzere iki tane resûl tarafından yani Kiramen Kâtibi melekleri tarafından hayatımız devamlı filme alınır.

43/ZUHRÛF-80: Em yahsebûne ennâ lâ nesmeu sırrehum ve necvâhum, belâ ve rusulunâ ledeyhim yektubûn(yektubûne).
Yoksa onların sırlarını ve fısıltılarını işitmeyeceğimizi mi zannediyorlar? Hayır, onların yanında resûllerimiz (elçilerimiz) (herşeyi) yazıyorlar.

50/KAF-21: Ve câet kullu nefsin meahâ sâikun ve şehîdun.
Ve bütün nefsler beraberinde bir saik (hayat filmini çeken) ve bir şahit ile gelir.

Sevgili kardeşlerim! Bu filme alınışın iki cephesi vardır. Birinci cephede; bizim fiillerimiz filme alınır. Ne yapmışız, ne konuşmuşuz, fiiliyatımız, gerçekleştirdiğimiz olaylar nelerdir? Onlar, filme alınır. Üç boyutlu bir filmle doğumumuzdan ölümümüze kadar geçen bütün hayatımızdaki herşey filme alınır. Ama bunun yanında üç boyutlu ikinci bir film melek resûller tarafından okunabilen düşüncelerimizdir. Düşüncelerimizin de filmi o melekler tarafından okunabilmektedir.
Kıyâmet günü, evvelâ herkes mahşer meydanında olacaktır. Sonra öldürüleceğiz enerji bedenlerle yeniden hayata getirileceğiz ve nefsler bu vücutlarımızın içine girecek. Bir insan cennette veya cehennemde hayatını devam ettirirken iki vücut olarak fizik vücut ve nefsi ile orada olacaktır. Bu sebeple Allahû Tealâ 7 kat cennet yaratmıştır. Nefsin de talepleri 7 kat cennette yer alır. Ruh, Allah’ın Zat’ına ulaşmıştır. Ama fizik vücut ve nefs, birlikte cenneti veya cehennemi yaşayacaktır.
Mahşer meydanında bu olay tahakkuk ettikten sonra nefsler fizik vücudumuzun içine girdikten sonra herkes, mahşer meydanından İndî İlâhi’ye ulaşır. Orada hayat filmlerimizi seyretmek üzere herkes elektronik sistemlerin kendisini çektiği, kendi hayat filmini seyredeceği noktaya ulaşır. Ekran söz konusu değildir; görüntü bir cam üzerinde, bir perde üzerinde oluşmaz; boşlukta üç boyutlu olarak oluşur ve iki tane hayat filmi oynar.
O kişinin hayatındaki olayları ihata eder ve o derecat sisteminde, kişinin vücuda getirdiği bütün olaylar vardır. Hem de her olayın vücuda geldiği andaki otomatik derecelendirme sistemi ile eğer kişi, o saniye hayır işlemişse yeşil rakamlarla sağ tarafa kaydedilir, şerr işlemişse kırmızı rakamlarla sol tarafa kaydedilir. Neticede kümülâtif olarak hem sol tarafta, hem sağ tarafta devam eder.  Bir de ikisinin arasındaki farkı gösteren rakamda, ya sağda ya da solda gene kümülâtif olarak kendisini gösterir. Eğer rakam kazanılan derecelerden kaybedilen dereceler çıktıktan sonra, kazanılan dereceler büyükse kazanılanlardan kaybedilenler çıkar, o zaman bunun neticesi yeşil rakamlarla sağ tarafta oluşur. Ama kişinin kaybettiği dereceler fazla ise yani sol taraftaki kırmızı rakamlar fazla ise sağdaki çıkan rakamları atsa; fark, gene sol tarafta günahların kaydedildiği tarafta kırmızı rakamlarla yer alır. Kimin rakamı kırmızı ise bir başka ifadeyle nakıssa, negatif ise o kişinin gideceği yer cehennemdir; o kişi cehenneme girecektir.
Herkes cehenneme girer ama bu cehennemin dışıdır. Cehenneme girenlerden cehennemde kalacaklar, cehennemin dışını bütünüyle kaplarlar. Diz üstü çökmüş vaziyette hepsi orada beklerler. Cehennemin etrafı insanlarla ve cinlerle çevrilecektir. Cennete girecek olanlar ise cehennemin bu dış kesiminden içine girerler; iç kesimine. İç kesimindeki hazırlanan sistemi görürüler. İnsanların nasıl azap çekeceklerini, orada açık bir şekilde görürler ve cennete girecek olanlar, bunu gördükten sonra Allah’a sonsuz hamd ve şükrederek, cehennemden uçarak dışarı çıkarlar ve cennete ulaşırlar.

19/MERYEM-71: Ve in minkum illâ vâriduhâ, kâne alâ rabbike hatmen makdıyyâ(makdıyyen).
Ve sizden biriniz (bile hariç olmamak üzere hepiniz), illâ (muhakkak) ona (cehenneme) varacaksınız. (Bu), senin Rabbinin üzerine (aldığı) kesinleşmiş bir hükümdür.
19/MERYEM-72: Summe nuneccîllezînettekav ve nezeruz zâlimîne fîhâ cisiyyâ(cisiyyen).
Sonra takva sahiplerini kurtaracağız. Ve zalimleri, diz üstü çökmüş olarak bırakacağız.

39/ZUMER-73:Vesîkallezînettekav rabbehum ilel cenneti zumerâ, hattâ izâ câuhâ ve futihat ebvâbuhâ ve kâle lehum hazenetuhâ selâmun aleykum tıbtum fedhulûhâ hâlidîn.
Rab'lerine karşı takva sahibi olanlar (cehennemi gördükten sonra) zümre zümre cennete sevkedilirler. Oraya (cennete) geldikleri zaman onun (cennetin) kapıları açılır. Ve onun (cennetin) bekçileri, onlara: "Selâmun aleykum, siz temize çıktınız (aklandınız) ve öyleyse ebedi olarak ona (cennete) girin" derler.

7/A'RÂF-43: Ve neza'nâ mâ fî sudûrihim min gıllin tecrî min tahtihimul enhâr(enhâru), ve kâlûl hamdu lillâhillezî hedânâ li hâzâ ve mâ kunnâ li nehtediye levlâ en hedânallâh(hedânallâhu), lekad câet rusulu rabbinâ bil hakk(hakkı), ve nûdû en tilkumul cennetu ûristumûhâ bimâ kuntum ta'melûn(ta'melûne).
Onların göğüslerinde, (nefsin kalbindeki) afetlerinden ne varsa çekip aldık. Onların altlarından nehirler akar. “Bizi buna hidayet eden Allah'a hamdolsun. Allah'ın, bizi hidayete erdirmesi olmasaydı, biz hidayete ermezdik. Andolsun ki Rabbimizin resûlleri hak ile gelmiştir.” dediler. “Yapmış olduklarınızdan dolayı varis kılındığınız cennet işte budur.” diye nida olunurlar.

İnsanların cennet veya cehennem muhtevası, kazanılan derecelere göredir. Kazanılan ve kaybedilen dereceler de hayat filmimizde görünürler. Ama iki ayrı filmin neticeleri olarak; yazılan rakam daima tek tarafadır ve tektir. Kişinin düşüncesi ile önüne getirdiği olay arasındaki ilişki, açık bir şekilde mizanda yer alır. Eğer bir kişi bir başkasına kötülük etmek istiyorsa; düşüncesinde mutlaka o kötülüğü nasıl yapacağı, nasıl yapmak istediği görüntülü bir şekilde ortaya konulur. Çünkü insanlar görüntülerle düşünürler. Bu düşüncede o kişi birine hangi kötülüğü veya hangi iyiliği yapmak istiyorsa onu düşünmüştür. Düşündüğü anda o kendi filmini seyreden kişi, orada düşüncesini görür. Sonra da dünya üzerindeki olayları gerçekleştiren tatbikatı ortaya çıkar ve o tatbikata göre vücuda getirilen olaylar, kişinin düşünceleri ile kaybedilen veya kazanılan derecelerin değerini artırır veya eksiltir.
Eğer kişi bir başkasına kötülüğü düşünmüşse; Bir kişiyi öldürmeyi düşünüyor, kafasında planlıyor; falanca yerde pusu kuracak o kişi geldiği zaman tabancasındaki bütün kurşunları, o kişinin göğsüne sıkacak; onu öldürecek ve bu kafasında tasarladığı olayı gerçekleştiriyor. Gecenin 3’ünde pusu kuruyor, kişi oradan geçerken tabancasındaki bütün kurşunları ona boşaltıyor. Taammüden bir cinayet işlenmiştir; kişi bunu tasarlamıştır. Bu tasarının neticesi olarak hedefe gidecektir. Bu dizaynda taammüden bir cinayetin gerektirdiği bütün derecat kaybı, bu kişiye yüklenir.
Bir adam caddenin yanında olan bahçesinde tabancasını temizliyor, temizlerken silah elinden düşüyor; tetik bir yere takılıyor, içindeki tek mermi ateş alan tabancadan çıkıyor; yoldan geçen bir insanı öldürüyor. Bu kişinin düşüncesinde, o kişiyi öldürmek diye bir tasarım yok. Çünkü düşünceleri orada açıkça göründüğü cihetle, böyle bir şeyi adam hiç düşünmemiştir. Ama düşünmediği bir olay, onun dikkatsizliği, tedbirsizliği, ihmâli ile gerçekleşmiş; o kişiyi öldürmüştür. Bu kişi bir evvelki kişinin yani taammüden cinayet işleyen, bilerek, kastederek o cinayeti işleyen kişinin kaybettiği dereceleri kaybetmez. Ondan çok daha az derecat kaybeder. Yani kırmızı dereceler kaybettiği dereceler, ona nazaran taammüden cinayet işleyen adama nazaran çok düşük bir noktada olur. Çünkü bu kişinin kastı yoktur. Öteki adam belki hiç tanımıyordur. Ama bütün alternatifleri gösteren şey, o kişinin kafasındaki düşüncedir. O kişiyi öldürme kastı var mı, yok mu? Olmadığı burada kesinleşir.
Sevgili kardeşlerim! Burada iki nevî davranış biçimi var; taammüden gerçekleşen suçta derece kaybı çok yüksektir ama diğeri sadece bir kazadır. O kişi ihmâl ve tesellüm sebebi ile tedbirsizlikle, dikkatsizlikle suçlanabilir. Gene kaybettiği derecat o kadardır.
Sonuca bakıyoruz; ikisinde de birer tane adam ölmüştür. Ama ölüme sebebiyet verenlerin durumuna baktığımız zaman, aynı seviyede iki suç görmek mümkün değildir. Birinde bilerek, istenerek kasdedilerek bir kişi öldürülmüştür. Ötekinde böyle bir niyet olmaksızın olay tahakkuk etmiştir. İşte bu sebeple kıyâmet günü mahkemelerde şahide gerek kalmamaktadır. Çünkü hayat filminiz gerçek şahidinizdir. Hiç kimsenin, siz de dahil olmak üzere aksini iddia etmeniz mümkün olmayan bir olaylar dizisi, ömrünüz boyunca sizin dizaynınızda var olur. Aynı zamanda bu hayat filmi kişiye de ölürken gene gösterilecektir. Bir sinema şeridi gibi, bütün yaşadığınız olaylar gözünüzün önünde bir film gibi geçer. Bütün hayatınızı ölürken bir defa daha yaşarsınız; çok kısa bir zaman sürecinde ama yaşarsınız.
Sevgili kardeşlerim! Allah ile olan ilişkilerimizde, bütün insanlar için kıyâmet günü, İndî İlâhi’de bu olay mutlak olarak gerçekleşir. Sağ tarafınızdaki yeşil rakamlar hayırları, sol taraftaki kırmızı rakamlar şerri ifade eder. Hayır; herhangi bir konuda derecat kazanmaktır. Böyle bir şeyi Allah’ın müsaadesi olmadan gerçekleştiremezsiniz. Ayrıca Allahû Tealâ size kazandığınız derecelerden çok daha fazlasını da verebilir. Allahû Tealâ En’âm Suresinin 160. âyet-i kerimesinde diyor ki:

6/EN'ÂM-160: Men câe bil haseneti fe lehu aşru emsâlihâ, ve men câe bis seyyieti fe lâ yuczâ illâ mislehâ ve hum lâ yuzlemûn(yuzlemûne).
Kim (Allah'ın huzuruna) bir hasene ile gelirse, artık onun on misli, onundur.Ve kim bir seyyie ile gelirse, o zaman onun mislinden başkası ile cezalandırılmaz. Ve onlar zulmolunmazlar.

Kişi bir hayır işliyor; bu hayır bir derecelik hayırdır. Bir kişi zikrettiğinde her saniye bir deracat kazanır. Ama bu kazandığı derecat, onun 10 katı olarak amel defterine yazılır. Ama aynı kişi bir derecelik bir kaybı işlemişse, meselâ zikretmemişse; onun amel defterine her saniye sadece -1 (eksi bir) yazılır veya kırmızı rakamlarla sol tarafa 1 yazılır. Sonuç olarak; aynı saniye, birisi zikir yapıyor; 10 derecat kazanıyor; 1’e 10 kazanıyor. Diğeri zikir yapmıyor; 1 derecat kaybediyor.
Peki bu kişi mürşidine ulaşıp da tâbiiyetini gerçekleştirirse o kişinin tâbiiyetini gerçekleştirdiği anda ruhu 1. gök katına yükselene kadar, her 1 derecesi 10 kat değil; 100 kat yükseltilerek kaydedilir. Bu kişi zikir yaptığında her saniye 100 derecat kazanır. Eğer ruhu 2. kata kadar yükselmişse onun her saniye kazandığı 1 derecat karşılığı ona 200 derecat olarak kaydedilir. 3. kata ruhu ulaşmış olan bir kişi için bu sonuç, 300 derecattır. Ruhu 4. gök katına ulaşmış bir kişi için sonuç, 1’e 400 deracattır.  5. katta 500, 6. katta 600, 7. katta 1 dereceye karşılık 700 derece kazanmak söz konusudur.

2/BAKARA-261: Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seb’a senâbile fî kulli sunbuletin mietu habbeh(habbetin), vallâhu yudâifu li men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her sünbülünde (başağında) yüz adet tane (tohum) olmak üzere, yedi sünbül (başak) veren bir tek tohumun durumu gibidir. Allah, dilediği kimse için (onun rızkını) kat kat artırıp verir. Ve Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.

Allahû Tealâ’nın kanunları vardır. Orada kıyâmet günü hayırlarınızdan ve şerrlerinizden yargılanacaksınız. Hakîmsiz, savcısız, avukatsız, başkaları tarafından şahidi de bulunmayan ama kişinin bütün davranışları onun bütün şahadetini oluşturan bir mahkeme. Adı Mahkeme-i Kübra; en büyük mahkeme...

24/NÛR-24: Yevme teşhedu aleyhim elsinetuhum ve eydîhim ve erculuhum bimâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
O gün onlara, onların dilleri, elleri ve ayakları (hayat filmleri) yapmış olduklarına şahitlik edecek.
           
Kaç sene ömrünüz olursa olsun, bu ömür boyunca devamlı olarak sizin etrafınızda kiramen kâtibi melekleri, yani Allah’ın bu melek resûlleri sizin filminizi bir ömür boyunca çekeceklerdir. Bu filminiz hem düşüncelerinizi, hem filminizi ihtiva edecektir. Ve de düşüncelerinizden ve fiillerinizden faydalanılarak ortaya çıkan rakamlar size, kıl kadar hata yapılmadan, gerçek derecatınızı gösterecektir ki; siz hayat filminizde hem düşüncelerinizi, hem de fiiliyatınızı (yaptıklarınızı) gördüğünüz zaman, düşüncelerinizin etki derecesi de otomatik olarak hesaplanıp, elinizdeki mizan statüsü içinde, size kıl kadar zulmedilmediğini göreceksiniz. Mahkeme-i Kübra budur. Bir şahide;  kendinizden başka bir şahide ihtiyacınız olmayacaktır. Kendinizse zaten fiili işleyensiniz. Dolayısıyla şahadetiniz, ancak ekrandaki düşüncelerinizin filmde görüntülü olarak yer alması sebebiyle oluşacaktır. Neticede insanların kitapları (rakamlı kitapları), yani söylediğimiz hayat filmleridir.  Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de bazen hayat filmlerine, boşlukta oynadığı için “kuş” demektedir. Kur’ân-ı Kerim’de hayat filmlerinden bahsedilirken,  “Kitabun Merkûmun”, “rakamlı kitaplar” ve “Mizan” ifadeleri de kullanılmaktadır.

17/İSRÂ-13: Ve kulle insânin elzemnâhu tâirehu fî unukıh(unukıhî), ve nuhricu lehu yevmel kıyâmeti kitâben yelkâhu menşûrâ(menşûren).
Bütün insanların kuşunu (kazandıkları ve kaybettikleri dereceleri) boynunda bağladık (boynuna astık). Ve kıyâmet günü ona, neşredilmiş kitabı (üç boyutlu olarak boşlukta oynayan hayat filmini) çıkarırız.

83/MUTAFFİFÎN-9: Kitâbun merkûm(merkûmun).
(O), rakamlandırılmış (kazanılan negatif ve pozitif puanların dereceler halinde yazılmış olduğu) bir kitaptır (kayıttır, insanların hayat filmidir).

83/MUTAFFİFÎN-9: Kitâbun merkûm(merkûmun).
(O), rakamlandırılmış (kazanılan negatif ve pozitif puanların dereceler halinde yazılmış olduğu) bir kitaptır (kayıttır, insanların hayat filmidir).

 Allahû Tealâ Mü’minun Suresinin 102. âyet-i kerimesinde diyor ki: 

23/MU'MİNÛN-102: Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).
O zaman kimin mizanı (sevap tartıları) ağır gelirse işte onlar, felâha erenlerdir.

“Kıyâmet günü mizanlar kurulur (mizanlar; bu söylediğimiz hayat filmleri). Kimin sevap tartıları ağır gelirse onlar, felâha erenlerdir.”

Felâha erenler Allah’ın cennetine girecek olanlardır. Allahû Tealâ: “Onlar felâha erenlerdir.” diyor.

Allahû Tealâ Mu’minun 103’de buyuruyor ki:

23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar, nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak olanlardır.

Bir tek sebep; günahların sevaplardan fazla oluşu ebediyyen cehennemde kalmayı ifade eder. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra insanların uydurdukları: “Kıyâmet günü Peygamber Efendimiz (S.A.V) şefaat edecektir; kim Allah’a inanıyorsa onların hepsi cennete girecektir.” sözünün Kur’ân-ı Kerim’e uymadığı görülmektedir.

39/ZUMER-19: E fe men hakka aleyhi kelimetul azâb(azâbi), e fe ente tunkızu men fîn nâr(nâri).
Öyleyse bir kimse, üzerine azap sözünü hakettiği taktirde sen, ateşte olanı kurtarabilir misin?

Şefaat müessesinin kıyâmet günü gerçekleşmesi mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim, orada hiç kimsenin şefaatine müsaade edilmeyeceğini söylüyor.

2/BAKARA-48: Vettekû yevmen lâ teczî nefsun an nefsin şey’en ve lâ yukbelu minhâ şefâatun ve lâ yu’hazu minhâ adlun ve lâ hum yunsarûn(yunsarûne).
Ve, bir kimseden diğer bir kimseye, bir şeyin ödenmeyeceği ve ondan (hiç kimseden) bir şefaatin kabul edilmeyeceği ve hiç kimseden bir fidye alınmayacağı ve onlara yardım edilmeyeceği günden sakının.

Orada insanların davranış biçimleri devreye giriyor. Kimin kaybettiği dereceler kazandığı derecelerden fazla ise onların gidecekleri yerin cehennem oldukları, hüsranda oldukları, ebediyyen cehennemde kalacakları ifade ediliyor. Kimin de kazandığı dereceler fazla ise onların felâha erdikleri yani cennete gidecekleri ifade buyruluyor.
Bir insan için oluşan tabloya baktığımız zaman, orada hayrın ve şerrin çok önemli bir rolü olduğunu görüyoruz. Kur’ân-ı Kerim’de mevcut olmayan ama insanların uydurdukları bir husus: “Hayır da şerr de Allah’tandır.” sözüdür. Hayır; Allah’tandır. Ama şerr; Allah’tan değildir. Hiç kimse hangi sebeple olursa olsun, başka birinin derecat kaybetmesini sağlayamaz. Bir insanın hangi davranışı olursa olsun, o insan öyle istiyor diye başka birisi derecat kaybetmez. İstemek başka bir şeydir; meselâ bir kişi bir başkasını suça teşvik etmek istiyor, gayret ediyor; eğer o kişi bu gayretin neticesinde onun söylediğini yaparsa, o zaman hem suçu işleyen derecat kaybeder; hem de onu suça teşvik eden derecat kaybeder. Ama suça teşvik eden suçu işlememiştir; sadece teşvik sebebiyle derecat kaybeder. Suçu işleyen kişinin amel defterinde suça teşvik edenin kaybettiği derecat görünmez. O kendi işlediği suçun değeri kadar derecat kaybeder.

4/NİSÂ-85: Men yeşfa’ şefâaten haseneten yekun lehû nasîbun minhâ ve men yeşfa’ şefâaten seyyieten yekun lehu kiflun minh(minhâ) ve kânallâhu alâ kulli şey’in mukîtâ(mukîten).
Kim güzel bir şefaatle (iyilik yapılmasına) yardım ederse, ondan (o iyilikten) onun bir nasibi olur. Ve kim kötü bir şefaatle (günah işlenmesine) yardım ederse onun da ondan (o şerden) bir payı olur. Ve Allah, herşeye mukayyet olandır (gözetendir).

Bir olay vücuda gelmiştir. Bu olay ya derecat kazandıran bir olaydır; ya da derecat kaybettiren bir olaydır. Kişi bir olayı vücuda getirir; bir başkasına fayda sağlar, ona bir iyilikte bulunur; derecat kazanır. Kötülükte bulunur; derecat kaybeder. Suçu işlemekle derecat kaybetmek, birbirinin ardından gelen iki olaydır. Önce suç işlenir; suç işlendiği anda derecat da kaybedilir. Bir iyilik yapar; derecat kazanır. Kötülük yapar; derecat kaybeder. Birisine karşı davranışınız, ona zarar verecek bir davranışsa, ona zarar veriyorsanız derecat kaybedersiniz. Sizin kaybettiğiniz derecatı zarar verdiğiniz kişi kazanır. Siz derecat kaybettiniz, kaybedilen derecatı karşı taraf kazandı.
Allahû Tealâ’nın kanununda ödeme anında yapılır. Birisi bir başkasına kötülük etti; ona bir tokat vurdu. Tokatı vuran kişi tokatı vurduğu için derecat kaybeder. Kişi suçu işlemiştir; tokatı atmıştır ama karşılığında derecat kaybetmiştir. Tokatı yiyen taraf başkasından bir zarar görmüştür ama bunun karşılığında o kişinin kaybettiği derecatı kazanmıştır. Fiillerle, kazanılan ve kaybedilen dereceler arasında denge kurulup netice sıfırlanmıştır. Her olay, anında mutlaka Allahû Tealâ’nın katında sıfırlanır.
Bir adam bir başkasına bir iyilik etmiştir. O iyilik sebebiyle derecat kazanmıştır. Ama diğer taraf o iyiliğin faydasını yaşamıştır ama buna karşılık derecat kaybetmemiştir. İyilik eden kişi derecat kazanır, iyiliğin faydasını yaşayan kişi, derecat kaybetmez. Şerr işlemekse; derecat kaybetmek demektir. Allah’ın bir insan üzerinde derecat vücuda getirdiği hiçbir olay o kişiye derecat kaybettirmez. Yani kişinin üzerinde şerr bir sonucu oluşturmaz.
Allah’ın yaptığı olay hangi tarzda bir olay olursa olsun; bir kişinin bir tarlası var, o tarlaya Allahû Tealâ sünnetullahı sebebiyle bol yağmur yağdırır, toprağın verimini arttırır ve kişi bol mahsul alır. Bu, Allah’ın (sünnetullahın) o kişi üzerinde yaptığı bir güzel işlevdir. O kişi mahsul alır ama bundan derecat kazanmaz veya kaybetmez. Bir kişinin tarlasına yıldırımlar isabet etti, tarlasındaki bütün mahsulü yok etti. Allahû Tealâ bunu yaptı diye o kişi derecat kazanmaz veya kaybetmez.
Sevgili kardeşlerim! Allahû Tealâ’nın vücuda getirdiği hangi fiil olursa olsun, sünnetullahı ile veya bizatihi Allah isteyerek bir şeyler yaptıysa , bu fiil bir insana derecat kaybettiremez. Allah’ın bir kişi üzerinde vücuda getirdiği hiçbir olay, o kişinin derecat kaybetmesine sebebiyet veremez. Sebebiyet veremediğine göre şerr de Allah’tan olamaz. Derecat kaybetmekle sonuçlanan bir olay, Allah’ın vücuda getirdiği bir olay değildir. Bu sebeple hayır Allah’tandır, ama şerr sadece bizim nefsimizden kaynaklanır. Biz kendi davranışlarımız neticesinde derecat kaybederiz. Biz davranışımızla derecat kazanabiliriz, kendi davranışımızla derecat kaybedebiliriz. Kötü davranırsak yani şerr işlersek derecat kaybederiz, hayır işlersek derecat kazanırız. Ama Allahû Tealâ’nın bizim üzerimizde vücuda getirdiği olay pozitif de olsa; bize bir fayda sağlasa, negatif de olsa; bize bir zarar da verse bizim derecat kaybetmemiz mümkün değildir. Hiç kimse Allah’ın o kişi üzerinde vücuda getirdiği bir olay sebebiyle derecat kaybedemez, Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’e koyduğu kaideler gereğince bu mümkün değildir. Bir insan kendi fiili ile hayır kazanabilir, kendi fiili ile şerr de kazanabilir. Ama Allah’ın kazandırdığı veya kaybettirdiği derecelere baktığımız zaman, hayır Allah’tandır diyebiliriz. Allah’ın öyle olayları vardır ki bunlar hayırdır. Allah’ın olayları vardır; bize derecat kazandırır. Allah’ın olayları vardır ama o olaylar bize derecat kaybettiremez.
Sevgili kardeşlerim! Bu sebeple “Hayır da şerr de Allah’tandır” sözü geçerli değildir. İşte bu konuda Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlerin ifadeleri şöyledir:

Âdem (A.S):
7/A'RÂF-23: Kâlâ rabbenâ zalemnâ enfusenâ ve in lem tagfirlenâ ve terhamnâ le nekûnenne minel hâsirîn(hâsirîne).
İkisi şöyle dedi: “Rabbimiz, biz nefslerimize zulmettik, şâyet Sen bize mağfiret ve rahmet etmezsen, biz mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz.”

Nuh (A.S):
11/HÛD-47: Kâle rabbi innî eûzu bike en es'eleke mâ leyse lî bihî ilm(ilmun), ve illâ tagfirlî ve terhamnî ekun minel hâsirîn(hâsirîne).
(Nuh A.S): “Rabbim, muhakkak ki ben, onun hakkında benim bir ilmim (bilgim) olmayan şeyi Senden istemekten Sana sığınırım. Ve Senin, beni mağfiret etmen ve Senin, bana rahmet etmen olmazsa ben, hüsrana uğrayanlardan olurum.” dedi.

Yunus (A.S):
21/ENBİYÂ-87: Ve zennûni iz zehebe mugâdıben fe zanne en len nakdire aleyhi fe nâdâ fiz zulumâti en lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî kuntu minez zâlimîn(zâlimîne).
Ve Zennûn (Yunus A.S), gadaba gelerek (öfkelenerek) gitmişti. Böylece ona muktedir olamayacağımızı (hükmedemeyeceğimizi) zannetti. Sonra karanlıklar içinde (şöyle) nida etti: “Senden başka İlâh yoktur. Sen Sübhan'sın (herşeyden münezzehsin). Muhakkak ki ben, zalimlerden oldum.”

Yusuf (A.S):
12/YÛSUF-53: Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûı illâ mâ rahime rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm(rahîmun).
Ve ben, nefsimi ibra edemem (temize çıkaramam). Muhakkak ki nefs, mutlaka sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği (nefsler) hariç. Muhakkak ki Rabbim, mağfiret edendir (günahları sevaba çevirendir). Rahîm'dir (rahmet nurunu gönderen ve merhamet edendir).

Musa (A.S):
28/KASAS-16: Kâle rabbi innî zalemtu nefsî fâgfirlî fe gafera leh(lehu), innehu huvel gafûrur rahîm(rahîmu).
"Rabbim, ben nefsime zulmettim, artık beni mağfiret et." dedi. Böylece onu mağfiret etti. Muhakkak ki O; Gafûr'dur (mağfiret eden), Rahîm'dir (Rahîm esmasıyla tecelli eden).

Muhammed Mustafa (S.A.V)
4/NİSÂ-79: Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâh(minallâhi), ve mâ esâbeke min seyyietin fe min nefsik(nefsike), ve erselnâke lin nâsi resûlâ(resûlen), ve kefâ billâhi şehîdâ(şehîden).
Sana iyilikten (hasenatdan) ne isabet ederse, işte o Allah'tandır. Ve sana kötülükten (seyyiattan) ne isabet ederse, o taktirde o, kendi nefsindendir (derecat kaybedecek bir şey yapmandan dolayıdır). Ve seni, insanlara Resûl olarak gönderdik ve şahit olarak Allah yeter.

3/ÂLİ İMRÂN-182: Zâlike bimâ kaddemet eydîkum ve ennallâhe leyse bi zallâmin lil abîd(abîdi).
İşte bu (azap), Allah kullara zulmedici olduğundan değil, ellerinizle takdim ettiğiniz (yaptığınız) şeyler sebebiyledir.

Peygamberler şerrin nefslerinden olduğunu söylemişlerdir.  Şeytan ise Allahû Tealâ’yı suçlamıştır:

7/A'RÂF-16: Kâle fe bimâ agveytenî le ak'udenne lehum sırâtekel mustekîm(mustekîme).
(İblis): “Bundan sonra, beni azdırman sebebiyle, mutlaka Senin Sıratı Mustakîmin'e onlara karşı (mani olmak için) oturacağım.” dedi.

15/HİCR-39: Kâle rabbi bi mâ agveytenî le uzeyyinenne lehum fil ardı ve le ugviyennehum ecmeîn(ecmeîne).
(İblis şöyle) dedi: “Rabbim, beni azdırmandan dolayı, onlara mutlaka yeryüzünde (azgınlığı) süsleyeceğim ve mutlaka onların hepsini azdıracağım.

“Şerr Allahtan’dır.” diyenler acaba kimin görüşünü savunuyorlar? Ayrıca insanlar hayrı ve şerri yanlış yorumluyorlar. Onların hoşuna giden olaylar hayırdır. Hoşlarına gitmeyen olaylar da (onları üzen olaylar da) şerrdir diye değerlendiriyorlar. O zaman bütün olayların arkasında Allahû Tealâ var olduğuna göre bizi üzen olaylar da, sevindiren olaylar da Allah’ın vasıtasıyla vücuda geliyor, tarzındaki bir düşünce ile insanlar: “Hayır da şerr de Allah’tandır.” demişler, ittifakla da buna karar vermişler. Ama Allah’ın hayır ve şerr ölçüsü kişinin kazandığı derecatla hayra ulaşması, kaybetttiği derecatla şerre ulaşması olduğu için, bu şekilde bir mantığı o sonuca ulaşır görmek mümkün değildir.
Allah’ın bizim üzerimizde vücuda getirdiği herhangi bir olay sebebiyle bizim derecat kaybetmemiz mümkün değildir. Derecat kazanmamız mümkündür ama derecat kaybetmemiz mümkün değildir. Hiç kimse Allah’ın üzerinde vücuda getirdiği bir olay sebebiyle derecat kaybedemez. Allahû Tealâ bir olaya sebebiyet verebilir; bir insan bu olay sebebiyle derecat kazanabilir. Hayır ve şerri aslî ölçüsünden hareketle tanzim edeceksiniz. Hayır; bize derecat kazandıran bütün olaylardır. Şerr;  bize derecat kaybettiren bütün olaylardır. Allahû Tealâ diyor ki:

2/BAKARA-216: Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en tekrehû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. Ve seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerdir. Ve (bütün bunları) Allah bilir, siz bilmezsiniz.

 “Olaylar vardır; sizin hoşunuza gider ama o sizin için hayır değildir, o sizin için şerrdir.”

Bir kişinin arabasının çalındığını düşünün. Hırsız arabayı çalmış seviniyor, arabayı satacak kazandığı parayla da keyif edecek. Ama aslında ne yapmıştır; arabayı çalmakla şerr işlemiştir derecat kaybetmiştir ve şerre seviniyor, o olay şerr olay onu sevindiriyor. Öbür taraftan arabası çalınan adamı düşünün; arabası çalınıyor, “Nasıl benim arabam kaybolur.” diye üzüntü duyuyor. Ama aslında arabası çalındığı için hırsızın kaybettiği bütün dereceler, onun amel defterine kazanç hanesine yazılacaktır. Arabası çalınmıştır ama karşılığında o arabanın değeri kadar derecat kazanmıştır. Arabanın çalınması sebebiyle derecat kazandığı için bu, onun için bir hayırdır. Arabası çalınan kişi arabası çalındığı için üzülüyor; hırsız da araba çaldığı için derecat kaybetmiştir ama buna seviniyor.
Hayrın ve şerrin bir insandaki mahiyeti onun derecat kazanması hayır, derecat kaybetmesi şerr şeklinde tecelli edebilir. Allah’ın vücuda getirdiği hiçbir olay sebebiyle hiç kimse derecat kaybedemez; böyle bir olay mümkün değildir. O olay, o kişi için onu sevindiren bir olay da olsa derecat kaybetmez; onu üzen bir olay da olsa derecat kaybetmez. Ama üzen bir olay olursa derecat kazanır.

Allahû Tealâ Bakara-197 ‘de buyuruyor ki:

2/BAKARA-197: El haccu eşhurun ma’lûmât(ma’lûmâtun), fe men farada fîhinnel hacca fe lâ refese ve lâ fusûka ve lâ cidâle fîl hacc(haccı), ve mâ tef’alû min hayrın ya’lemhullâh(ya’lemhullâhu), ve tezevvedû fe inne hayraz zâdit takvâ, vettekûni yâ ulîl elbâb(elbâbi).
Hac, bilinen aylardır. İşte kim onlarda (o aylarda), (ihrama girerek) haccı (kendine) farz edinirse, artık hacta kadına yaklaşmak (ve benzeri davranışlar), fâsıklık (günaha sapmak), cedelleşmek (sürtüşmek, kavga etmek) yoktur. Siz hayırdan ne yaparsanız Allah onu bilir. Ve (hayırlarla) (kendinize) azık hazırlayın. Fakat azığın en hayırlısı muhakkak ki takva sahibi olmaktır. Ve ey ulûl elbab! Bana karşı takva sahibi olun.

Allahû Teâlâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir konumuzun daha sonuna geldik. Bütün kardeşlerimizin, insanların dalâletten kurtulmaları için vazifeli kılınmalarını ve bu istikamette Kur’ân’ın bütün ilmine sahip olmalarını, Allahû Tealâ’nın hepimizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek inşaallah bugünkü konumuzu burada tamamlıyoruz. Allah hepinizden razı olsun.