Dergah Adabı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dergah Adabı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Eylül 2015 Cuma

DERGÂH ADABI

DERGÂH ADABI

Allah ile olan ilişkilerin, davranış biçimleri olarak yaşandığı en kuvvetli saha, dergâh hayatıdır. Dergâhta bir hayatınız olacaktır. Bu hayata intibak etmek (uyum sağlamak, alışmak) kişinin mutluluğu için elzemdir. Bu  lâzımdan da önemli, mutlak gereklidir.
Lâzım, elzem ve lüzum kelimesi, aynı kökten gelmesine rağmen elzem; en üst derecede gerekli olanı ifade eder. Mutlak olarak riayet edilmesi gerekendir.
Dergâhlarda, Osmanlı nizamı düstur olarak alınmalıdır. Dergâhlarda konuşma adabı, mutlak olarak, fısıltıyla konuşmaktır. İnsanlar birbirine her zaman bir şeyler söyleyebilir. Ama söylenen şeyi, söylediğinizin dışındaki diğer insanlar dinlemek zorunda değillerdir. Eğer topluma hitap ediyorsanız, yüksek ses tonunuzla konuşabilirsiniz. Bu, konuşmanın gerekliliğidir. Herkesin duyabileceği yüksek seviyede konuşmak elzemdir. Ama eğer dergâhtaysanız, herkes birbiri ile konuşuyorsa, böyle bir noktada herkes fısıltıyla konuşmayı usul haline getirmelidir.
Allah başkalarının rahatsız edileceği bir ortamda, sessizliği sever. Bu konuşmamak, hareketsiz kalmak değildir. Böyle bir ortamda, işler yapılıp, kahveler, çaylar getirilip, konuşulacaktır.
Herkes dergâhlarda yarenlik edecektir. Yarenlik; Allah’tan bahsedilen güzel bir sohbet biçimi demektir. Yarenin muhtevasında yar olmak vardır. Yaren, Allah’a yar olmak, dost olmak demektir.
Eğer insanlar dergâhlarda herkes duyacak şekilde sadece iki kişi varmış gibi konuşurlarsa bu yanlış bir davranış biçimidir.  Bunun mânâsı; başkalarını rahatsız etmektir. O kişilerin kendi aralarında serbestçe konuşmalarına mâni olmaktır. Bu, kul hakkı almaktır. Örneğin; dîn konusunda bir konuşmanın yapılmadığı ya da sohbetin başlamasının beklendiği süreçte 20, 30 kişilik bir toplumun içindesiniz. O devrede yanınızdakiyle konuşabilirsiniz ama fısıltıyla konuşmalısınız. Hatta onun kulağına fısıldamalısınız. Dışardan gelen herhangi bir insan, dergâha geldiği zaman  sizleri tek bir vücut olarak görmeli. Dergâh adabını, müdrik yani idrak etmiş olan, aralarında fısıltıyla konuşan Osmanlılar…
Osmanlı dergâhlarında, fısıltıyla konuşmak temel faktördü. Hiç kimse kimseden rahatsızlık duyamazdı. Herkes yanındakiyle fısıltıyla konuşurdu. Sizler de öyle bir toplum oluşturmalısınız ki; bu toplum, fısıltıyla konuşan bir toplum olmalı. İki kişi konuşurken üçüncüsü onu duymamalı. Başka bir ikili gene fısıltıyla konuşursa, ne birinci ikili rahatsız olur ne de ikinci ikili rahatsız olur. Öyleyse dergâh adabında böyle bir sistemin 10, 20, 30 tane ikili arasında devam ettiğini düşünelim. Hiç kimse diğerine rahatsızlık vermez. Bir dergahta her ikili, kendi aralarında, başkalarının duyamayacağı bir sesle, fısıltıyla konuşuyorsa; oradakiler dergâh adabına tam riayet eden insanlardır. Bu şekilde konuşulan bir ortama yabancı bir kişi geldiğinde, kendi toplumunda da böyle bir sistem yoksa hayranlık duyar. Allah’ın dostları arasında olduğundan emin olur. Fısıltıyla konuşulan bir ortamda kul hakkına riayet edersiniz. Çünkü hiç kimse duymak istemediği şeyleri kendisine zorla dinletilmesinden hoşlanmaz. Öyleyse konuştuğunuz zaman başka birinin duymasını engelleyecek olan zayıf bir sesle, alçak sesle, fısıltıyla konuşmalısınız ki; sizin sesinizi duyup rahatsız olabilecek kimse oluşmasın.
Her yüksek sesle konuşan çift, başka bir çiftin daha yüksek sesle konuşmasına sebebiyet verir. Bunun nedeni; ikinci çiftin kendi aralarındaki konuşmayı, diğer taraftan ses geldiği için, kendi düşüncelerinin ifadesinde rahatsızlık edici bir tesir sahası olarak algılaması ve düşüncelerinin karmaşaya girmesidir. Kişinin  dikkati, sizin konuşmanızın üzerine toplanabilir. Böylece başkalarına eza vermiş olursunuz. Hitap ettiğiniz kişinin dışında, hiç kimse sizi dinlemek mecburiyetinde değildir. Burada diğer bir standart da hitap ettiğiniz kişinin sizi dinlemek mecburiyetinde olup olmadığıdır.

Başkasının yanlış bir davranış biçimi veya sözüyle karşılaşmış ve bundan üzüntü duymuşsanız, göreviniz nedir?
Kişinin burada ki görevi; bu konuya anında müdahale etmektir. Size sert bir şekilde konuşan, kötü söz söyleyen birine, mutlaka müdahale etmeniz gerekir. Bu müdahaleyi sakın yanlış algılamayın. Onu dövmeye kalkmayın. Ona onun sesinin tonunda, ondan daha çok onu azarlayan bir davranış biçimi sergilemeyin. Size çatan o insana karşı müdahaleniz af dileme hüviyetinde olmalıdır. Burada: “İyi de benim bu konuda hiç suçum yok ki! Hiç suçum olmadan bana gelmiş, kafa tutuyor.” diyebilirsiniz. Ama eğer o kişinin size neden çattığını anlamak istiyorsanız, ona dersiniz ki: “Aziz kardeşim, bana böyle davrandığın için mutlaka sana karşı kötü bir şey yapmış olmalıyım. Bu yanlış davranışımı bana lütfen söyler misin? Allahû Tealâ’dan mağfiret dileyeyim kendim için. Ve Allah’ın huzurunda senden de af dileyeyim, gerekirse bir daha dileyeyim.” Bunu söylediğiniz zaman, olay o noktada sona erecektir. O kişinin öfkesi kursağında kalacaktır.
Öfkeli olan kişi ister ki; onun sertliğinde bir şey söyleyesiniz de o daha çok ileriye gitsin, daha çok sinirlensin, öfkesini tamamen boşaltsın. Sizi sözleriyle hırpalasın, hatta dövmeye kalksın. Ama siz ondan af dilediğiniz zaman onun bütün elini ayağını kırarsınız. Ona yapacak hiçbir şey bırakmazsınız. Sahasını kapatırsınız. İkinci adımı, öfke spiralini yukarıya doğru yükseltecek olan bir cevabı oluşturamaz. Siz ondan af dilediğiniz anda olay biter. Karşınızdaki kişi ne diyeceğini şaşırır. Kuvvetli bir ihtimalle, o da sizden af dilemek mecburiyeti duyacaktır. Size neden böyle davrandığını ifade edecektir. O zaman bu konu sizinle alâkalıysa, ondan (size göre o konu hata olsa da hata olmasa da) bir defa daha af dilemelisiniz. Ve eğer siz öyle bir olayda hemen kendinizi müdafaya kalkarsanız, baştan kazandığınız puanları kaybetmeye başlarsınız. Kişi böyle yapmamalı. Ondan af diledikten sonra şöyle söylemeli; “Ben hangi tarzda davranırsam davranayım, bu davranışım başkalarına nasıl görünürse görünsün, sizin bu girişiminizden sonra, bana kesin olarak benim suçum olarak görünüyor. Ben size karşı hata işlemiş durumdayım. Bu hata sebebiyle, Allah’ın huzurunda sizden bu sebeple af diledim, gene dilerim, her zaman af dilerim. Bu benim hatam. İnşallah, bu hatayı bir daha tekerrür ettirmem, tekrarlamam. Allahû Tealâ’dan bu konuda yardım isterim. İnşallah bir daha size karşı bu tarz bir hata, yanlış davranışım hiç olmayacaktır.” Olay burada biter. Onun size söyleyebileceği bir şey kalmaz. Dergâhlarda sulh ve sükûn, böyle sağlanır.
 Osmanlı bir kervansaraylar ülkesiydi. Sadece dergâhlarda değil; Osmanlı’nın sahip olduğu bütün topraklarda yapılan kevransaraylarda da sulh ve sükûn hakimdi. Osmanlı, bütün Balkanlar’da, Avrupa’nın yarısından fazlasını fethetmişti ve dünyadaki en büyük imparatorluğun sahibiydi. Osmanlı İmparatorluğunun en yüksek devresinde, en büyük fetihlerinin, en büyük kilometrekarelere ulaştığı noktada; Roma, Osmanlı’dan sonra gelen ikinci imparatorluktur. Osmanlı parçalandığı zaman ortaya ayrı ayrı 28 tane ülke ortaya çıkmıştır.
Osmanlı’nın nezaketi, saray adabı ve dergâh adabı, bütün Avrupa’ya ün salmıştır. Bu saray ve dergâh adabının dışında, kervansaray adabı da söz konusudur.
Her kervansaray, bir vakıfla idare edilirdi. Eğer bir atınız varsa, bütün Osmanlı memâlikini (hiç paranız olmasa bile) dolaşmak imkânının sahibiydiniz. Her kervansaray sizi belli bir süre misafir etmek durumundaydı.
Büyük arazilerin sahipleri, arazilerinin bir kısmını satarak kervansaray yaptırırdı. Geri kalan ikinci bir kısmını da bu kervansarayın ihtiyaçlarının temini için vakfederdi. Meselâ bir zeytinlik vakfedildiğinde oradan elde edilen gelirle, kervansarayın bir yıl boyunca ihtiyaçları temin edilirdi.
Osmanlı, merkeziyetçi değil, Adem-i merkeziyetçi şeklinde idare edilirdi. Merkezden yapılan dağılıma göre işgal edilen topraklar tımar, has ve zeamet isimli üç ayrı dizayn içerisinde oranın yetkililerine verilirdi. Bunlar ayrı ayrı dizaynlardır. Herşey, mahallinde idare edilirdi. Oradaki uçbeyi, sancakbeyi, beylerbeyi ve onların emrindeki kişiler tarafından idare edilirdi. O bölgenin geliri oraya harcanır, gelir fazlası ise merkeze gönderilirdi.
Osmanlı kervansaraylarında hiç kimseyi zorlamadan bir edep oturtmuşlardır. Gelen misafirler arasında hem Osmanlılar hem de her milletten insan bulunurdu.
Osmanlı’nın temizliği, kendi aralarında alçak sesle ve fısıltıyla konuşması, asla içki içmemesi, başkalarına karşı her zaman üst seviye saygılı davranması, Avrupa halkını hep imrendirmiştir. Bu süreç 1299’dan 1683’e kadar devam etmiştir. Sonra yavaş yavaş bozulma başladı. Bozulmanın temelinde de sadece bir tek faktör vardır. Osmanlı’nın %80’ini aşan tasavvuf tâbiiyetinde olmanın giderek azalmaya başlaması, Allah’ın mürşidlerinin yerini ilmi necumcuların (yıldızlar ilminin sahipleri) adım adım saraylarda yer almalarıdır.
Osmanlı, kervansarayları misafirlere zor kullanarak: “Burada yavaş sesle konuşulur. Burada şöyle yapılır, böyle yapılır.” diyerek idare etmezlerdi. Osmanlı’nın birbirlerine ve misafirlerine karşı gösterdiği misafirperverlik ve davranış biçimlerindeki üstün saygı müessesi, insanları Osmanlı’ya hayran bırakırdı.
Osmanlı’da bir çok tasavvuf kolları vardı. Bacıyan-ı rum; hanımlar cephesinde tasavvufun en üst seviyede yaşanmasıydı. Ahi evran; kâinat kardeşlik dizaynıydı. İkisi de tasavvufu yaşıyordu. Ahi evran; erkekler tasavvuf teşkilatının müntesipleri, bacıyan-ı rum; hanımlar tasavvuf teşkilatının müntesipleriydi. Tasavvuf kollarının hepsi de nezakette, başkalarına karşı saygıda ve adapta birbiriyle yarış halindeydiler. Onun için tasavvuf mensuplarının büyük kısmı, hep aynı şeyi söylemiştir. “Tasavvuf adaptan ibarettir.” İnsanlara karşı, insanlarla olan  ilişkilerde adap, mürşide karşı adap ve Allah’a karşı  adap söz konusudur.
Herkes biliyor ki; biz bir Osmanlı hayranıyız. Ve 700 seneden beri de Osmanlıyız. Hamd olsun ki soy kütüğümüz, bunu kesin olarak koyuyor ortaya. Öyleyse her zaman hayranlığımızı dile getirmekten geri kalmayız.
Adap, adab-ı muaşeret, davranış biçimleri... Kişi sadece iki türlü davranır:
1- Öyle bir şekilde davranır ki; başkalarının kalbini kırar.
2- Öyle bir şekilde davranır ki; başkalarının kalbini kazanır.
Öyleyse neden ikinci değil de birinci tercih ediliyor? Çünkü şeytan kişinin nefsine tesir edip çevresine rahatsız edici bir tutum izlemesini sağlar.
 Bir kişi tasavvuftan biri değilse ve yüksek sesle konuşmayı kendine usul haline getirmiş bile olsa herkesin fısıltıyla konuştuğu bir ortama girdiği zaman kendini fısıltıyla konuşma mecburiyetinde hisseder. Çünkü oradaki hava, bunu gerektirir.
Çevrenize baktığınızda birtakım insanların farklı olduğunu görürsünüz. Bu insanlar neden farklı diye merak edersiniz. Yüzlerine baktığınızda nur, gözlerini baktığınızda huzur okursunuz. Seslerine baktığınız zaman, size sıkıntı verecek olan hiçbir taraflarının olmadığını idrak edersiniz. Haza, bunlar insan dersiniz.          
 Osmanlı, her açıdan muhteşem dizaynlar ortaya koymuştur. Enderun adı verilen saray okulu, bütün Avrupa’da insanların ilgisini çeken, oraya ulaşmalarını bir istek haline getiren, çok çekici bir eğitim merkeziydi. Sarayda en üst seviye davranış biçimi öğretilirdi. Saraya girenler, ilkokul çağında, hatta daha küçük yaşta alınırdı. Her bulunulan çağın bir üstü, daha aşağıdaki çağın mensuplarını yetiştirirdi. En üstteki, en alttakini eğiteceğim diye uğraşmaz, bir üst kademede ki öğrenci bir alt kademedeki öğrenciye eğitimini verirdi.
Yeniçeriler: aslında hiçbirisi orijinleri itibariyle Türk değildi. Avrupa’daki aileler çocuklarını Enderun’da yetiştirebilmek için yarış halindeydiler. Her 10 aileden bir tek çocuk seçilip, küçük yaştan itibaren yeniçeri olarak yetiştirilirlerdi. Her yaşta ayrı bir eğitim uygulanır, her açıdan çocuklar, yeniçeri olma adabının sahibi kılınırdı.
Yeniçeri ocağında adap, önde gelen bir müessese idi. Yeniçeriler, o zamanki Avrupa’nın korkulu rüyasıydı. Yeniçeriler, belli bir yaşa geldiği zaman, tâbiiyetleri mutlak olarak gerçekleştirir ve bu noktadan itibaren, tasavvufun bütün standartlarını uygulardılar.
Başlangıç döneminde Hacı Bektaşi Veli onların mürşidi idi. Yeniçeriler; “Pirimiz, Sultanımız, Hacı Bektaşi Veli!” diye Gülbank çeker, ortalık inim inim inler, kösler yani davullar çalarlardı. Yeniçeriler geçerken, yerleri, gökleri, titretirlerdi.
Bütün bu düzen, Allah’a karşı duyulan büyük sevgiden kaynaklanır ve bir aşkı ifade ederdi. Yeniçeriler; Allah’a aşıktılar. Allah için yaşarlar ve evlenemezlerdi. Kendilerini Allah’a adamışlardır. Tarikatın bütün gereklerini yerine getirirler, sadece asker olduklarını bilirlerdi. Görevlerini o devirdeki en üstün standartlar içerisinde gerçekleştirirlerdi.
Osmanlı, orta çağda bütün Avrupa’nın donanmasından daha fazla sayıda kadırgaya, sahipti. Bu sebeple Akdeniz, bir Türk gölü haline gelmişti. Osmanlı, İslâm ülkelerinin sahibi idi. Çünkü İslâmî yaşantıya ve tasavvuf kültürüne dayalı bir sistem vardı.
Tasavvuf nedir? İslâm’ın, Kur’ân’daki bütün boyutlarıyla yaşandığı hayat tarzıdır. Tasavvuf; İslâm’ın 5 şartını yaşamak değildir. Tasavvuf, onun çok ama çok ötesidir. Tasavvuf; İslâm’ı  bütünüyle yaşamak, Allah’ın ezelî ve ebedî dîninin bütün gereklerini yerine getirmektir.
 Tasavvuf; kişinin ruhunu, vechini, nefsini ve iradesini Allah’a teslim etmektir. Bir hayat tarzıdır.
Herşeyden evvel tasavvuf, bir adab sergilenen muhteşem bir müessesedir. Mensubu olmakla şeref duyduğunuz tasavvuf, her haliyle size Allah’ı hatırlatmalı. Kişi Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmalıdır. Kur’ân’ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiklerini yapmayan bir ahlâkla davranmak; dört başı mamur, mutlu bir hayat yaşamaktır. Kur’ân’ın bütün emirlerini yerine getirmek söz konusuysa, emirlerden bir tanesi daimî zikirdir. Kişi oraya ulaştığı zaman, Allah ile olan ilişkilerde ki  adabı Allah öğretir.
Hayat; yaşanmasından zevk alınan bir vasıta olmalıdır. Allah’a teslim olmak hedef olmalıdır. Bu hedeflerinizin içerisinde çevrenize pozitif dalga boyları yaymak olmalıdır. İbadetlerinizin sebebi: teslimlerin 4’ünü de gerçekleştirmektir. Herkes ruhunu, fizik vücudunu yani vechini, nefsini ve iradesini Allah’a teslim etmekle  vazifelidir.
Dergâh, dışarıdaki hayatın bir parçası değildir. Dergâh, Allah ile olan münasebetlerin bir parçasıdır. Bu kişiyi dışarıdaki çirkefin dışına, selâmete ulaştırır. Allah’a ulaşmayı dilediğiniz an, gemi iskeleden ayrılır. Artık kişi Allah’a doğru bir yola çıkar. Füze havaalanından ayrılıp Allah’a doğru bir yolculuğa başlar. Kişi her geçen gün biraz daha güzel, biraz daha mutluluk verici, o muhteşem tasavvuf dünyasında yaşar.
Kişinin nefsi tezkiye ve tasfiye oldukça, dünya hayatı da ibadetler de daha çok zevk verici unsurlar olurlar. Bir insan daimî zikre ulaştığında, hayatının bütün negatif faktörlerini devre dışı bırakır. Kişi için artık sadece zevkler ve mutluluklar vardır; yaşantısının her bölümündeki hiçbir negatif faktör ona tesir edemez. Ölümler buna dahildir. Çünkü herşeyin sonunu, ölümden sonra ne olacağını defaatle yaşamıştır. Ölüm kişi için, artık başkalarının sandığı o korkunç şey değildir.
Cemaat halinde yaşayan tasavvuf mensupları, Kur’ân’ı yaşayanlar, kâinatın ezelî ve ebedî dîninin temel esaslarını yaşayanlardır. Sonsuz bir mutluluğun içinde yolculuğa çıkanlardır. Bir mutluluk denizinde dalgaları kucaklamak, kulaçlamak ve yorulmak bilmeden hedefe gitmek… Bu deniz, yukarıya doğru çıkarır insanı.
Kur’ân’ı yaşayanlar, kalplerinden birbirine bağlayan bir bağ oluşturur. Bu bağın bir ucu bizdedir, ikinci ucu sizde değildir. İkinci ucu size Allah’tan iner ve ulaşır. Eğer biz sizi seviyorsak, bu sevgi Allah’tan dolaşarak size katlanarak ulaşır. Siz bizi seviyorsanız, bu sevgi bize Allah’tan dolaşarak katlanarak ulaşır.
Sevgiyi, Allah’ın kalplerine verdiği iki tarafız. Biriz, beraberiz. Allahû Tealâ, sizler ve biz; bir elmanın üç yarısıyız.
Bizler birbirimize ve Allah’a muhtacız. Allah hiçbirimize, hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah bizim sahibimizdir. Allah ile olan her yaşam o sonsuz, güzel yaşantı, her gün mutluluğun arttığı  bir dünya hayatıdır.
Çevre şartları her yerde problemlerle doludur. Bu problemler ya size tesir eder ya da etmez. Kişi Allah için olduğu zaman problemlerin tesir etmediği bir noktadadır. Bir gün Allah için olacaksınız. Problemler size tesir etmeyecek, edemeyecek. Onları başkaları problem olarak görecek, siz göremeyeceksiniz. Her yerde mutluluğu yaşayacaksınız. Allahû Tealâ, sizi her yerde mutlu kılacaktır. Daimî zikre ulaştığınızda her şeyi anlayacaksınız. O günkü yaşantınızı, eski yaşantınızla kıyasladığınız zaman ne kadar avare yıllar geçirmiş olduğunuzu hatırlayacaksınız.
Öyleyse, davranış biçimlerinizi dergâh adabında, mutlaka Allah’ın güzel emirleriyle perçinleyin. Mutlaka konuşurken fısıltıyla konuşun ki; başkaları da kendi aralarında fısıltıyla konuşabilsin. Herkes birbiriyle konuşabilsin ama hiç kimse rahatsız olmasın. Etrafınızdaki insanları daima kendinizden önde tutun. Allah’ın katında onların sizden daha üstün sayılabileceğini dikkate alın. Hatta öyle kabul edin. O zaman sahâbenin yaptığını yaparsınız. Sahâbe, bunu kendilerine düstur edinmiştir. Her sahâbe: “Etrafımdaki herkes Allah’a benden mutlaka daha yakındır, ben bu hakikatle hareket etmeliyim.” diye davranmıştır. Bütün sahâbe herkesi kendisinden daha çok hak sahibi olduğunu düşünüp öyle yaşamışlar. Bu sebeple, dünyadaki en mutlu insanlar olmuşlar ve öyle ölmüşler. Şerefle, şanla yaşanan bir hayat. Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbenin ilişkilerinde, dergâh adabının temeli  yatar.
Allahû Tealâ, Kur’ân-ı Kerim’de; “Fısıltıyla konuşun.”, “Hareme girdiğiniz zaman fısıltıyla konuşun.” diyor. “Hanımlar bir perdenin arkasında olsun sizinle konuşurken.” diyor. Fısıltıyla konuşmak, Allah’ın bir emridir. Dergâh hayatında, mutlaka bunu ön planda tutmalısınız. Dergâhınıza bir misafir geldiğinde sizdeki bu müstesna olayı görsün. Bir gün o da burada bulunmak istesin. Hepinizin Allah ile olan ilişkilerinde ve insanlarla olan ilişkilerinde, başkalarından farklı bir yapıda olduğunu hissetsin.