OSMANLI’DA ESNAF VE TİCARET
53/NECM-39: Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ.
Ve insan için, çalışmasından başka bir şey yoktur.
Sevgili kardeşlerim, Osmanlı’nın
torunu olmak ve 600 yıllık Osmanlı tarihiyle övünmek hakkına sahibiz. Çünkü
Osmanlı’da ki ticaret ahlâkı gerçekten övülmeye değerdi. Osmanlı Devleti,
kurmuş olduğu medeniyetini, tekke-medrese-kışla üçlüsü üzerine sağlam bir
şekilde oturtup, doğruluk ve adalet üzerine dünyaya ışık saçtı.
Osmanlı medeniyetinin ve
ahlâkının doruğunda yaşandığı günlerde Hollanda Ticaret Odası’nda bir karar
alınırken oylar eşit çıktı. Oda reisi: “İçinizde Türklerle alış-veriş eden var
mı?” diye sordu ve birinden “evet” cevabını alınca da onun oyunu, özel olarak
iki oy olarak kabul edip karara vardı.
Türklerle alışverişte bulunan
kişiye bu alış veriş Avrupa’da ayrı bir itibar ve güven kazandırmaktaydı.
Bundan dolayı da Türkler gittiği yerde özel konuma gelmekteydi. Çünkü
Osmanlı’da ticaretin her alanında dürüstlük ve ahlâk en önemli değerdi.
Burada bir not girelim;
Yabancı bir kumaş taciri Osmanlı ülkesine gelerek bir kumaş imalathanesinin
mallarını beğenip hepsini almak istedi. Ancak mal sahibinin kumaş toplarını
denklerken bir top kumaşı ayırdığını görüp bu hareketinin sebebini sordu.
Osmanlı esnafı “Onu sana veremem, kusurludur” cevabını verdi. Yabancı tacirin
“ziyanı yok, önemli değil” demesine rağmen Osmanlı esnafı o kumaş topunu
vermemekte direterek: “Ben malımın kusurlu
olduğunu söyledim, biliyorsunuz. Fakat siz onu kendi memleketinizde satarken,
alıcılarınız orada benim bunları size söylemiş olduğumu bilmeyeceklerdir.
Böylece de müşterilerinize kusurlu mal satmış olacağım. Neticede Osmanlı’nın
gururu, şeref ve haysiyeti rencide olacak, bizi de hilekâr sanacaklardır. Onun
için bu kusurlu kumaş topunu asla size veremem” diyerek kumaşı vermeyişinin
sebebini izah etti.
XVIII. Yüzyıl’ın sonlarında
Türkler arasında çeyrek asır yaşayan d.’Ohsson, şöyle der: “Osmanlılar, Kur’ân-ı
Kerim’de ifade edilen doğruluk, ahlâk ve namus prensiplerine çok bağlıdırlar.
Aralarındaki bütün sosyal münasebet ve düzen, iyi niyet ve şefkate dayanır.
Başka ülkelerde olduğu gibi, aralarında yazılı anlaşma yapmaya lüzum görmezler.
İyi niyet ve söz, her şeyi halleder. Osmanlılar, verdikleri sözün esiridirler.
Bu tutumları, yalnız dîndaşlarına karşı değildir. Hangi dînden olursa olsun,
yabancılara karşı da böyle hareket ederler. Sözlerini tutma hususunda, onlara
göre İslâm ya da İslâm olmamanın hiç bir farkı yoktur. Gayri meşru olan her
kazancı, ahlâksızlık ve dîne aykırı görürler. Gayri meşru edinilmiş servetin,
bu dünyada da, öteki dünyada da insanı bedbaht edeceğine samimi şekilde
inanırlar.”
Osmanlı’nın son döneminde
(1850), İstanbul’da uzun yıllar kalmış bir batılı tarihçi olan M.A. Ubicini’nin
şehirde yaşayan değişik milletlerin karakter yapılarını öğrendikten sonra,
anılarında: “Bir kaide olarak, Ermeni’yle Rum’la Yahudi ’yle pazarlık yapınız
fakat bir Müslüman’la alış-veriş ettiğiniz zaman istediği fiyattan emin olunuz
ve istediğini veriniz” diye yazar.
Fatih Sultan Mehmed Han,
İstanbul’u fethetmeye hazırlandığı sıralarda halkının durumunu görme maksatlı
tebdili kıyafetle birgün çarşıya indi.
Sabah erken saatlerde yanına
aldığı veziriyle çarşıda olan Fatih, girdiği ilk dükkândan birkaç şey almak
istedi. Dükkân sahibi kendisini tanımamakla beraber, arzu ettiği şeylerden
sadece birini hazırlayıp verdi. Bunun üzerine Sultan diğer istediği şeylerinde
hazırlanmasını söyledi. Dükkân sahibi; “Efendim ben sabah siftahımı yaptım, komşumda
dükkânını yeni açtı. Diğer isteklerinizi de ondan alınız.” Dedi. Sultan yan
dükkâna girdi, bu sefer de yeni girdiği dükkânın sahibi istediklerinden yine sadece
birini hazırladı ve yan dükkâna gitmesini, çünkü komşusunun bu sabah siftah
yapmadığını, diğer alacaklarını da ondan almasını istedi. Bu durum böyle devam
etti.
Alış-verişi bitiren Fatih
Sultan Mehmed’in ağzından şu cümle döküldü:
“Allah’ım, değil bu milletle İstanbul’u, dünyayı bile fethederim.”
Sevgili kardeşlerim,
Hepimizin bildiği gibi
Anadolu’da evvelce Bizans İmparatorluğu vardı. Bu topraklar kazanılınca her
yönden İslâmiyet yerleştirilmeye çalışıldı. Maddî ve manevî olarak İslâm eserleriyle
donatılmaya başlandı.
Yeni yurdun dînî, askerî,
sosyal ve iktisadî hayatındaki yapılanmasında esnaf ve gazâ teşkilâtlarının büyük payları vardı.
Bu teşkilâtlara; Anadolu
Gazileri, Anadolu Ahîleri, Anadolu Abdalları, Anadolu Bacıları gibi adlar
verildi.
Anadolu Ahîleri: 13. Yüzyıl’da doğan Osmanlı
İmparatorluğu’nun kuruluşunda büyük rolü olan, kadrosunda gazi teşkilâtları, Alpler
ve Alp erenler de bulunan bir teşkilâttı. Çapulculuğu önlemek, can ve mal
güvenliğini sağlamak ve ticaret ahlâkını kurmak gibi hayırlı vazifeler yaptı.
Bu teşkilâtın başlangıcı
insanlığın başlangıcıyladır.
İlk defa Cebrail A.S.’ın,
Hz. Âdem’e peştamal kuşattığı kabul edildi. Hz. Muhammed (S.A.V) zamanında İslâmî
Fütüvvet Teşkilâtı olarak var oldu. Arapça’da “fütüvvet”in kelime mânâsı: Başkalarını kendi nefsinden üstün tutan
cömert, kahraman, insanlığın hayrı için çalışandır. Fütüvvet, fetâ kelimesinden
gelmektedir. Fetâ yiğit, fütüvvet yiğitlik demektir. Burada fütüvvet, meslekî
bir organizasyonda; meslek teşkilâtında yiğitlik anlamına gelmektedir.
Arapça’da “ah” ve “ahî” kelimesi, erkek kardeş anlamına
gelir. Ahîlik, tasavvufî yönü olan bir meslek teşkilâtıydı. Sûfiler, tarikat erbabı,
dervişler, tekkeye devam eden müridler kendi emeğini biçen kimselerdi.
Ahîlik, İstanbul’un fethine
kadar kuvvetli olarak yaşandı. Ahîlik, bir taraftan fetih ve gazâ hamlelerini
kolaylaştıran askerî bir teşekkül, bir taraftan sanatkârları ve çalışanları
sınıflandırıp çalışmalarını desteklemiş iktisadî bir kurum, bir taraftan da
bütün mensuplarının dînî-manevî ihtiyaçlarına cevap veren bir inanış ve
TASAVVUF hareketiydi. Her sanayi grubu için Kur’ân-ı Kerîm’deki Peygamberlerden
kendi sanatını yapanlar, sanatlarının pîri sayıldı.
Çiftçiler için Âdem (A.S),
hallaçlar için Şit (A.S), terziler ve yazıcılar için İdris (A.S), marangozlar
için Nuh (A.S), tüccarlar için Hud (A.S), deveciler için Salih (A.S) pîrleriydi.
Sütçüler ve dülgerler için Îbrâhim (A.S), avcılar için İsmail (A.S), çobanlar
için İshak (A.S), saatçiler için Yusuf (A.S), Musa (A.S) pîrleriydi. Ekmekçiler
için Zülküf (A.S), tarihçiler için Lût (A.S), bağcılar için Üzeyir (A.S), çulhacılar
için İlyas (A.S) pîrleriydi. Zırhçılar için Davut (A.S), hekimler için Lokman
(A.S), balıkçılar için Yunus (A.S), gezginler için İsa (A.S) ve tüccarlar için
de Hz. Muhammed (S.A.V) PÎR addedildi. (PÎR, bir konudan çok iyi anlayan, bilmediği şey olmayan insanlara
verilen isimdir)
Ahî başkanları zaviye (küçük
tekke) yaptırırlar, her türlü sanatkâr burada buluşurdu. Ahîler, ahî
terbiyesini okuyarak, dinleyerek ve birlikte yaşayarak alırlardı. İlk giren
adayın başı tıraş edilir, TÖVBE verilirdi. Üzerlerine hırka ve şalvar,
başlarına büyük beyaz serpuş (başlık) giyerlerdi. Serpuşların tepesinde bir
şerit bulunurdu. Ayaklarında mest yani su geçirmez ayakkabımsı giyecek olurdu.
Tuğ ve bayrak verilir, kuşak kuşatılır, seccadeye geçirilir, helva pişirilir,
lokma sunulur, diğer şehirlere helva gönderilirdi. Bunlar zaman içinde
gerçekleşirdi. Böylece uzun yıllar süren bir eğitimden sonra olgun bir ahî
olunurdu. Ahîliğe giren talip “nim
tariyk” (yarı yol) ve “sahib-i tariyk” (yol sahibi) adlarını sıra ile alırdı.
Kuşak ve peştamal bağlama işine şedd (sıkı
bağlama-kuşak) denirdi.
Kuşak bağlamada:
“Beline kuşatıyorum ta ki sözünde durasın,
Şeytana uymayasın daima ona düşman olasın,
Dünyaya muhabbet etmeyesin,
Allah’ın kaza ve kaderine sabredesin,
Nereye gidersen bu tuğ yanında olsun,
Allah’ın bunda hikmeti vardır…” denirdi.
Çıraklarla, ustaları ve
şeyhleri arasında aracılık yapana Nakib denirdi.
(Nakib; bir dergâhta şeyhe yardım eden, vekillik eden en eski mürid, derviş).
Ahîliğin kuralında, eli, kapısı,
sofrası açık; gözü, dili, beli kapalı olmak esastı.
Seyyah İbnî Batuta
Seyahatnamesinde;
“Tekke mensupları türlü
işlerde, türlü sanatlarda çalışarak, terleri ve hünerleriyle geçinirlerdi. Ahîler
Türkmen kavimlerinde, her vilayet, belde ve karyesinde (köylerinde) vardı.
Yabancılara şefkat gösterme, yiyeceklerini, ihtiyaçlarını sağlamada bunların
dünyaya misli yoktu. Ahî denilen reisleri bir zaviye inşa eder, kandiller asar,
mensupları gündüzleri hayatlarını kazanmaya çalışır, ikindiden sonra
kazançlarını reise getirir, bununla yiyecek ve tekkede harcanan diğer maddeleri
alırlardı. Beldelerine gelen misafirleri dergâhlarında misafir ederler,
toplanıp yemek yerler.” yazdı.
Anlıyoruz ki; tekkeler “bir
hırka, bir lokma” edebiyatının geçerli olduğu tembeller, uyuşuklar yuvası değildi.
Aksine Necm Suresinin 39. Âyet-i Kerimesi’nde belirtildiği gibi:
Bismillâhirrahmânirrahîm
53/NECM-39: Ve
en leyse lil insâni illâ mâ seâ.
Ve insan için, çalışmasından başka bir şey yoktur.
Farzını en ahsen biçimde
yerine getirenlerin yuvasıydı. Tekke
mensupları hem 53/NECM-39. Âyet-i Kerimesi’nin gereğinin yapıldığı, hem de
tasavvuf eğitiminin alındığı bir okul hüviyetindeydi. İnsanlar hem dünya
işlerini yaptılar, hem de ahiret için çalıştılar. Böylece Kur’ân-ı Kerîm’deki
Zülcenahayn olma (çift kanatlı olma) standardını yakalamaya çabaladılar.
Bir ordu düşünün ki,
askerlerinin hepsi tasavvufu yaşadı. Bu ordu Osmanlı Ordusu’ydu. Yani
Yeniçeriler’di.
Bir esnaf teşkilâtı düşünün
ki, mensuplarının hepsi tasavvufu yaşadı. Bu esnaf Osmanlı Esnafı’ıdı. Yani Ahîler’di.
Burada günümüzde yaşayan bir
Allah Dostu’nun Osmanlı esnafı hakkındaki sözlerini vermekte fayda görüyorum.
“İşte aradan bunca seneler
geçti. 600-700 yıl evvelki kök boyaların sırrı hala çözülemedi. O tarihlerden
bu tarafa gelen bütün kumaşların boyası sanki dün boyanmış gibi tazeliğini
koruyor. Gidin müzelere dikkatle bakın. Bugün bir elbise alıyorsunuz; 3 yıl
sonra elbisenin boyaları çıkıyor. En kalite boyayı kullansanız da…
Onların sırrı çözülemedi. …
Çeliğe çifte su verilmesinin
hikmeti hala çözülebilmiş değil.”
Osmanlı’yı askerî alanda
olduğu gibi iktisadî ekonomik alanda da Osmanlı yapan sır tasavvuftu. O halde
bu koca çınarı asırlardır ayakta tutan terbiye yine tasavvuftu. Günümüzde bazı
meslek grupları halâ sanatlarını zikirle ifa ederler. Bakırcılar çekiçlerini bakırların
üzerine iki darbede indirirler. Tak-tak. Her bir indirişte o iki heceli
kelimeyi söylerler. Yani zikrederler… “Al-lah, Al-lah”.
Yine keçeciler, yünü
vücutlarına vurdukça, Allah zikriyle katarlar kendi terlerini keçelerine.
“Al-lah, Al-lah”…
Ahîlik, zamanla Osmanlı’da
ekonomiyi koordine eder hale geldi. Esnaf gruplarının ürettiği malların
kalitesi denetlenip, tüketicilerin aldatılmasına izin verilmedi. Esnaf ve
sanatkâr olmak isteyen bir Osmanlı vatandaşı önce Ahî Teşkilâtları’na üye oldu.
Burada aldığı manevî eğitim ile mesleğinde de yükseldi.
Osmanlı’da ev hanımlarının oluşturduğu
Baciyân-i Rum Teşkilâtı, Fatma Bacı
isminde ve Hacı Bektaş-i Velî’ye yakınlığı (Muhtemelen Eşi) ile bilinen tasavvuf
ehli bir kadın tarafından kuruldu. Bu kadın teşkilâtı, özellikle İslâmlaştırma
çalışmalarına aktif olarak katılması ve asker teşkilâtında kilit roller üstlenmesiyle,
modern anlamda bir “sivil karar verme örgütünün” belki de en sağlam örneklerinden
birini teşkil etti.
Tasavvufî hayat Osmanlı’da
her kesimde yaşandı. Kâmil insan yetiştirme merkezleri şeklinde çalışan dergâhlar,
hemen her mahallede vardı. Mahallenin her meselesi ile ilgilenildi, sorunlar
toplum menfaatine uygun olarak çözüldü. Kurtuluş Savaşı yıllarında, Özbek
tekkesinin Anadolu’ya insan ve malzeme kaçırma konularında milli kuvvetlere
yardım ettiği malûmdur.
İnsanların toplum yararına
yetişmesi, sadece müspet ilimler ile olamaz! Mutlaka manevî eğitim de
gereklidir. Bu eğitim kişilerin bu dünyası ile ahîretini de kurtarmaktadır. Bu
gerçekler Hidayet Çağı’nda daha iyi idrak edilecektir.
Osmanlı’da hemen her meslek
ve meşrebe uygun tekke mevcuttu. Tekkelerin hizmetini gören ve orada daimî
kalan müridler olduğu gibi, buralara mesleği dışındaki sair zamanlarda devam
edenler de olurdu. Özellikle ahî tekkeleri, esnaf tekkeleriydi. Ahîlik, Osmanlı’daki en önemli tasavvufî teşkilâtlanma
örneklerinden birisiydi. Esnaf localarına mensup olan ustalar, kalfalar,
çıraklar haftada en az bir kere ahî tekkelerine gelerek burada edep erkân öğrendiler.
Esnaf localarını, bugünkü
esnaf odalarına (Fırıncılar odası, Berberler odası gibi) benzetebiliriz. Ama
bugünkü odaların pek çoğu tabeladan ibaret kalmaktadır. Günümüzdeki esnaf
odalarından daha geniş yetkileri olan esnaf locaları, mükemmel bir teşkilâtlanma
örneği sergilediler. Bu loncalar, esnafın sıkıntıları ile ilgilendiler. Meslekî
yeterliliklerini ve ticaretlerini geliştirmek için onlara yardımcı oldular. Meslekte
ustalaşanlar için merasim tertip edip, ustalık icazetini tescil ettiler ve
onlara dükkân açma ruhsatı verdiler.
Dînî bayramlardaki esnaf geçitleri ve
gösterileri gibi sosyal faaliyetleri de organize ettiler. Ayrıca esnaf locaları
ve esnaf dükkânları, ahlâkî, ilmî, edebî mevzuların konuşulduğu, kalfa ve
çırakların çok yönlü yetiştirildiği birer kültür merkeziydi.
Şeyh Nasreddin Ahî Evran:
Anadolu’da Ahîlik’in
kurucusu Şeyh Nasreddin Ahî Evran’dı.
Azerbaycan’da doğan, çocukluğunu ve gençliğini de bu ülkede geçiren Ahî Evran,
Horasan’a giderek Ahmed Yesevî’nin öğrencilerinden tasavvuf öğrendi. 1205’den
sonra Anadolu’yu dolaşarak Ahî Örgütü’nü kurdu. Örgütün kalıcı olması için, Ahîlik’i birlikte ibadet ettikleri ve tören
düzenledikleri yer olan tekkelere ve zaviyelere (küçük tekkelere) bağladı.
Bütün zanaatların “Pîri ve kurucusu” sayılan Ahî Evran, sonunda Kırşehir’e
yerleştiği için, bu kentteki Ahî Evran
Zaviyesi’de bütün örgütün merkezi durumuna geldi.
Ahî Evran, mürşidi ile
birlikte Anadolu’ya geldiğinde, Kayseri’ye yerleşti ve burada da bir debbağlık
(deri terbiyesi) atölyesini kurdu. Sonra Konya ve oradan da Kırşehir’e yerleşti
ve burada hayatını tamamladı.
Ahî Evran ve diğer Ahîler,
ayrıca İlhanlı istilâlarına ve onların güdümündeki yönetimlere karşı, askerî ve
siyasî yönden mücadele ettiler. Ahî Evran’ın İlhanlılar’ın güdümünde olan
gruplar tarafından öldürüldüğü iddiası yaygındır.
Ahî Evran, şehirlerde sanayi
çarşılarının kurulmasında öncülük etti ve bazı yerlerde de bu çarşıların
kurulmasını gerçekleştirdi. Kurduğu bu muhteşem sistem (Ahîlik Teşkilâtı), Osmanlı
İmparatorluğu’nun ticaret hayatında 630 yıl etkili oldu.
Ahî Evran’ın şeyhliği
altında XIII. Yüzyıl’da Ankara ve Kırşehir’de toplanan Ahîler, kısa sürede
Selçuklu şehirlerine yayıldılar. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda etkili
oldular. Ahî Evran, 1261 yılında Kırşehir’de öldürüldü (şehit edildi).
Velâyetnâme adlı bir eserde (bu
eser; Hacı Bektaş Velî’nin vefatından sonra bir öğrencisi tarafından yazılan
hayatının destansı bir tarzda anlatıldığı bir kitaptır) Hacı
Bektaşî Velî’nin, sık sık Kırşehir’i ve Ahî Evran’ı ziyaret ettiği ve onunla yaptığı
sohbetleri anlatılmaktadır. Ahî Evran’ın yetiştirdiği ahîler Osmanlı Beyliği’nin
uçlarına yerleşerek tekke ve zaviyeler kurdular, böylece Osmanlı’ya ahlâklı
insanlar yetiştirdiler.
Anadolu’da, Türkmenler’in yaşadığı
bütün kent, kasaba ve köylerde ahî zaviyeleri bulunurdu. Bir zanaat dalında
çalışmak isteyen herkes o zanaatın ahî birliğine katılmak zorundaydı.
Sevgili kardeşlerim, sanatta
tek ve benzersiz bir ürün yapmaya çalışırsınız. Önemli olan yaratıcılıktır. Zanaatta ise usta çırak ilişkisinden gelinerek öğretilen
ve öğrenilen el ustalığı vardır. Çırak işi ustası gibi yaptıkça hatta onu
aştıkça zanaatkâr olur.
Her zanaat dalında, en
dürüst ve en saygın usta zaviyenin başkanı olurdu ve “ahî” adıyla anılırdı.
Birliğin ahî’den sonra gelen yöneticisi “server” adı verilen yiğitbaşıydı.
Yiğitbaşı esnaf birliğinin düzenini ve güvenliğini sağlamakla yükümlüydü.
“Fityan” denen genç çıraklar evleninceye kadar zaviyelerde ortak bir yaşam sürerlerdi.
Bir kentte ne kadar zanaat dalı varsa o kadar ahî zaviyesi, her zaviyenin
başında da bir ahî bulunurdu.
Bu ahîlerden biri “Ahî Baba”
adıyla öbürlerine başkan olurdu. Genellikle, kentin ekonomik yaşamında en
önemli yeri olan birliğin şeyhi Ahî Baba seçilirdi. Anadolu’nun hemen her
yerinde bulunan zaviyelere Ahî Baba atanması, çıraklıktan kalfalığa,
kalfalıktan ustalığa yükselme törenleri, Ahî Evran zaviyesi şeyhlerinin izniyle
yapılırdı. Bu zaviyenin şeyhleri ya da onların halifeleri her yıl belirli dönemlerde
Anadolu’yu dolaşarak zaviyeleri denetler,
ahî birlikleri arasındaki anlaşmazlıkları çözer, çıraklık, kalfalık ve
ustalık törenlerini yönetirlerdi.
Ahîler’in kendilerine özgü
giyimleri vardı. Sırtlarına hırka, başlarına tepesine beyaz bez bağlanmış külah
giyerlerdi. Ahî birliğine girebilmek için bir iş ve zanaat sahibi olmak
zorunluydu. Ahî kendi emeğiyle
geçinmeli, cömert, alçakgönüllü ve namuslu olmalı, mal mülk hırsına
kapılmamalıydı. Genç ahîler (fityanlar) gündüzleri çalışır, kazandıktan parayı
zaviyeye getirirlerdi. Bu parayla zaviyenin giderleri karşılanır ve ortak sofra
için yiyecek alınırdı. Zaviyeler aynı zamanda genç ahîlerin eğitildiği yerlerdi.
Burada okuma-yazma öğretilir, çeşitli konuların yanı sıra kılıç, ok atma ve
silah eğitimi verilirdi.
Her esnaf birliği kendi
alanındaki zanaatçıları sıkı sıkıya denetler, birliğe bağlı dükkân ya da atölye
sayısı birliğin izni olmadan arttırılamazdı. Her dükkânda tek bir usta
bulunurdu. Mallar belirli kurallara uygun olarak üretilir, tek bir fiyat
uygulanır, bozuk ya da pahalı mal satanlar meslekten atılırdı.
Bir zanaata girmek
isteyenler önce çırak olarak alınır, işin inceliklerini öğrenirlerdi. Ahîlik’e kabul edilme töreninde önce tuzlu su
içilir, şedd kuşanılır (bele kuşak bağlanır) ve şalvar giyilirdi. Tuzlu su bilgiyi, şedd kuşanma yiğitliğe ve
hizmete hazırlığı, şalvar namusu simgelerdi.
Ahîlik’e girenlerin iş eğitimi “yol kardeşi” denen iki kalfa ile
“yol atası” denen bir usta gözetiminde yürütülürdü. Ustasının yanında yıllarca
zanaatın inceliklerini öğrenerek pişen çırak, gene ustasının izniyle kalfa
olurdu. Kalfalık süresini doldurup ustalık becerisini kazanınca da büyük bir
törenle ustalığa yükselirdi. İlkbaharda düzenlenen bu törenler bütün esnafın
katıldığı kır eğlenceleri biçiminde sürer, sonunda usta olmaya hak kazananlara
ahîlik törelerine göre peştamal bağlanırdı.
Ahîlik’in Osmanlı’da yalnız
ekonomik değil siyasal etkinliği de oldu. Rum halkın oturduğu kent ve
kasabalardaki ticaret hayatının denetim altına alınmasında, Rumlar’ın Türk
kültürünü ve yaşam biçimini benimsemesinde Ahî Esnaf Örgütü’nün büyük rolü
vardı. Bizans’dan yeni alınan kentlere yerleşen Türkler, her zanaat dalının Ahî
Esnaf Örgütü’nü kuruyorlardı. Böylece ticarî etkinlik Rumlar’dan Türkler’e
geçiyordu. Anadolu’nun Moğol istilasına uğradığı karışıklık dönemlerinde Ahî
Esnaf Örgütleri kentlerde düzeni ve güvenliği sağlama görevini de üstlendi.
Ahîler’in Osmanlı Devleti’nin
kuruluşunda da büyük rolü oldu. Osman Bey’in kayınpederi Ahî Şeyhi Edebalî,
Osmanlı Beyliği’ne büyük destek sağladı, sonradan Osmanlı hanedanına bağlı
birçok kişi ahî örgütleri içinde yer aldı. Ayrıca ahî şeyhleri savaş sırasında
orduya asker gönderdiler. Osmanlı ordusundaki ilk piyade askerlerinin ahî
giysileri giymesi ve Yeniçerilerin başlıklarının ahîlerden alınması bu örgütün
etkisini gösterir.
Osmanlı Devleti’nin tüm
bölgelerinde birlikler halinde teşkilâtlanmış olan esnaf ve zanaatkârların,
üretim ve imalat usulleri ile, belli bir dönemde ne kadar mal üretileceği
baştan belirlenir; fiyat ve kalite standardı bu teşkilât sayesinde
tutturulabilirdi. Bu birlikler sadece imalât ve satışla alâkalı değildiler.
Eğitimden yerel rekabetin tanzimine kadar pek çok hususta söz sahibiydiler.
Merkezî hükümetin genel politikaları, bölgenin kadısı ile bölge esnafı arasında
oluşturulan hukuka göre yerel düzlemde şekillendiriliyordu. Bu suretle hem
yerli nüfusun, hem de İstanbul gibi büyük şehirlerin iaşesi ve temel
ihtiyaçları, kaliteden taviz vermeden, fiyatlarda da aşırı dalgalanmalara mahal
vermeden temin edilmiş oluyordu.
Esnaf
Alayları:
Osmanlı döneminde belli bir
düzen ve protokole uygun bir şekilde saltanat ve bayram merasimleri yapılırdı. Bu
merasimlerin öğleden sonraki kısmında şenlikler yer alırdı. Bu şenliklere katılanlar,
sadece askerî bölükler ve bu tür gösterilerin vazgeçilmez unsuru olan
güreşçiler, hokkabazlar, cambazlar değildi; esnaflar da katılırdı.
Ordunun sefere çıkması,
şehzadelerin sünnet olması, sultanların evlenmeleri, saraydaki doğumlar ve
şehre gelen çok önemli konuklar için düzenlenen Osmanlı şenliklerinin en
eğlenceli yanlarından birini de “Esnaf
Alayları” oluştururdu.
Osmanlı şenliklerinde
esnafların geçişi, verdikleri hediyeler, yaptıkları işler, hünerlerinin
sergilenmesi önemli bir yer tutardı. Bu alaylarda esnaf, birbirleriyle üstünlük
yarışına girerdi. Her biri kendi meslekleriyle ilgili daha güçlü ve teknolojik
bakımdan en şaşırtıcı, akıl almaz buluşları göstermeye çaba sarf ederdi. Esnaf
alaylarının incelenmesi o yüzyıllarda Osmanlı’nın gerek sanat gerek teknoloji alanında
ne aşamada olduklarını göstermesi açısından önem taşımaktadır.
18. Yüzyıl’a kadar şenlikler
daha çok İstanbul - At Meydanı’nda düzenlenirdi. Esnaf alayları da padişahın
alayı izlemek için geldiği Alay Köşkü’nün önünden geçer ve At Meydanı’na doğru
giderdi.
İstanbul halkı kadar o
sırada herhangi bir amaçla ülkede bulunan yabancılar tarafından da ilgi gören
şenliklerin en göz alıcı bölümünü devletin gücünü ve esnafın becerilerini
yansıtan esnaf alayları oluştururdu.
Her esnaf loncası kendi
alanlarıyla ilgili değerli armağanlarını vermeden önce bir geçit düzenler ve
meslekleriyle ilgili sahneler gösterirdi.
Esnaf, hepsi de en yeni ve
en temiz elbiselerini giyinmiş olarak kendilerine verilen geçit tertibine
riayetle, kendileri için ayrılan günde büyük bir düzen içinde padişahın önünden
geçerek, tam padişahın bulunduğu kasrın önüne geldiklerinde padişaha kutlama
ile ilgili güzel temennilerde bulunurlar ve kendisine olan bağlılıklarını arz
ederlerdi.
Padişah için kurulan otağın
önünden sırayla geçen esnaf taifesi, çoğu zaman kendi mesleklerine yönelik
gösterilerle, ancak zaman zaman da Karagöz, ortaoyunu ve hokkabazlık gibi
gösterilerle dikkat çekmeye çalışırlardı. Mesela, fırıncı esnafı, bir araba
üzerine kurulu bir tezgâh ve fırını kullanarak geçit sırasında açtıkları hamurlarla
çörek pişirir; bunların en özenli hazırlanmış olanlarını padişaha sunardı.
Ciltçi esnafına ait arabanın üzerinde bir ciltçi ustası özenle bir Kur’ân-ı
Kerim’i ciltlerken, yanındaki çıraklar ise Kur’ân-ı Kerim tilâvet ederlerdi.
Geçit sonunda, yeni ciltlenmiş bu Mushaf (iki
kapak arasına alınmış Kur’ân-ı Kerim sayfaları)
padişaha hediye edilirdi. Bakırcılar ellerindeki çekiçlerle belli bir tempoda
işledikleri bakır sini, kazan ve ibriklerle müzik ziyafeti verirler, mumcular
erimiş mumları şekillendirirler, çiçekçiler özel düzenlemelerle süsledikleri
arabalarla hayranlık uyandırırlar, kuyumcular taşlarla işledikleri altından mamûl
eşyaları ve sandıkları ellerinde taşırlardı.
Esnaf ve zanaatkârlar,
kabiliyetlerini ve hünerlerini sergiler, tabiri caizse, gündelik hayatta
varlıklarının ne kadar elzem olduğunu ispat etmeye çalışırlardı. Her şenlikte
esnafın geçit gösterisi, gerek sergiledikleri mallar, gerekse çalışmalarını
yansıtan sahnelerle halkın büyük ilgisini çeker ve binlerce kişi tarafından bir
izdiham içerisinde seyredilirdi.
Osmanlı zamanında esnafın alaylarla geçişi
padişahların tahta çıkışları, büyük düğünler, padişahın büyük bir seferden
dönüşü gibi durumlarda da yapılmakta ve geceli gündüzlü devam eden eğlenceler
hâline dönüşmekteydi. Alayla geçiş, esnaf arasında bir nevi rekabet de
doğurduğu için her sınıf kendi alayının daha mükemmel, daha cazip ve daha ilgi
uyandırıcı bir şekilde geçmesine son derece özen gösterir ve bu itibarla gayet
canlı ve eğlenceli olan alaylar, başta padişah olmak üzere herkesin takdirini
kazanırdı.
Esnaf loncaları, geçitlerden
sonra şenlik geleneğine uygun olarak önceden tespit edilen ölçüye ve şekle göre
kendi sanat eserlerinden örnekleri de padişaha armağan olarak takdim ederlerdi.
Bu hediyeler arasında takdir edilerek seyredilecek kadar maharetle meydana
getirilmiş olanları çoktu. Padişah, bu armağanlar karşılığında, memnuniyet ve
hoşnutluğunu para dağıtarak gösterirdi.
Birlikler ve loncalar
halinde teşkilâtlanmış olduğunu bildiğimiz esnaf, kendini temsil eden bir flamanın
altında toplanırdı. Her sınıf kendi alayının başında kendi sancağını, bayrağını
taşırdı. Sözgelimi, kağıtçılar kenarı yeşil çizgili, ortası beyaz flamalar
taşırdı. Baharatçılar yaldızlı çizgili bir yeşil alem, sicimciler ise
kırmızı-beyaz bir bayrak altında toplanırlardı. Renk renk ipekli kumaşlardan
yapılan ve sırmalarla yaldızlı iplerle çepeçevre süslenen bu bayraklar üzerinde
esnafın ismi yine ipekle işlenir ve bu bayraklar uzunca güzel bir direk ucunda
yüksekte tutularak taşınırdı.
Esnafın önemli bir kısmı,
zaten ya sarayda ya da orduda temsil edilmekte ve hizmet vermekteydi. Topkapı
Sarayı’nda hizmet verenler arasında; bayrakçılardan çadırcılara, helvacılardan
çamaşırcılara, mürekkepçilerden kürkçülere, zincircilerden kıl dokuyuculara
kadar çeşitli meslek grubuna ait zanaatkâr çalışmaktaydı.
İstanbul’da düzenlenen esnaf
alaylarının iki türü vardı. Bunlardan biri ordunun sefere çıkışı münasebetiyle
ordu esnafı tarafından düzenlenen alaylar, diğeri ise şenlikler sırasında
gerçekleştirilenlerdi.
Ordu esnafının alayları,
sefere ordu ile birlikte çıkmak üzere görevlendirilen esnafın İstanbul’dan
ayrılmadan önce padişaha, devlet erkânına ve halka gösterişli eğlenceli
törenler düzenlemek, padişahın önünden geçerken mesleklerinin en dikkat çeken
yönlerinden birini vurgulayan gösteriler yapmaktan ibaretti.
Ordu esnafı, sefer boyunca askerin her türlü
ihtiyacına cevap vermek amacıyla ordunun peşinden gider; sefer ve savaşın türlü
güçlüklerine katlanarak hizmet ederdi; ni’metlerinden de istifade yolunu arardı.
1826’da Yeniçeri Ocağı’nın
kaldırılmasına kadar devam eden ordu esnafı alaylarından 17. Yüzyıl’da yapılan
üçü hakkında Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi başta olmak üzere, Çelebi
Kömürciyan’ın Ruzname adlı eserlerinde oldukça ayrıntılı bilgiler yer almaktadır.
Evliya Çelebi, Seyahatname’nin I. Cildi’nde Bağdat Seferi’ne
(1638) çıkılmadan önce düzenlenen ordu esnafı alayından uzun uzun söz eder.
İstanbul esnafını tanımada birinci elden kaynak olan bu eserde 57 kümede
toplanmış 1109 esnafın adı verilmiş, dükkân ve çalışan sayıları belirtilmiş, pîrlerinin
adları sıralanmıştır. Alay geçerken hazırlamış oldukları arabalar üzerindeki
dükkânlarda meslekleriyle ilgili araç gereçleri nasıl çalıştırdıkları,
mallarını tanıtıp gösteri niteliğinde alışveriş sahneleri gerçekleştirdikleri,
izleyenleri güldürmeyi amaçlayan sözler söyledikleri anlatılmıştır. Evliya
Çelebi’nin anlatımına göre:
“Macuncular macun hokkalarını dizmiş olarak, çıraklar tunç
havanlarda baharat döverek ve gümüş hokkalardan izleyenlere macun ikram ederek
geçtiler. Çiftçiler ayaklarında çarık, omuzlarında aba, dolama, yün hırka,
başlarında taçlar olan halleriyle ve boynuzları süslenmiş öküzlerini sabana
koşmuş olarak geçtiler. Değirmenciler araba üzerine kurdukları ve araba
gittikçe çarkları da ona bağlı olarak dönen değirmende öğüttükleri unu izleyicilerin
üzerine serperek geçtiler.”
1657’de Girit Seferi münasebetiyle IV. Mehmed’in huzurunda
düzenlenen ordu esnafı alayı, Eremya Çelebi Kömürciyan’ın Ruzname adlı Ermenice eserinde anlatılır.
Bu eserde verilen bilgiye göre esnaf alayının önünde yer alan protokol
görevlilerinin ardından başta çiftçiler, meslekleriyle ilgili gösteriler
yaparak geçerlerdi. Bu alayda görülen 53 esnaftan meşaleciler atlarına biner ve
meşalelerini yakarlardı. Ekmekçiler çeşitli boy ve lezzette ekmek ve simit,
çörek gibi yiyecekleri siniler üzerinde taşır, kasaplar bellerinde bıçaklarıyla
ve süsledikleri koyun ve keçileri yanlarında taşırlardı. Manavlar ise develerin
üstüne kurdukları dükkânı çeşitli meyvelerle süsler, yağcılar büyük yağ
tulumlarını omuzlarlar; aktarlarla birlikte şekerci ve sabuncular mal satıp
sağa sola tütsüler yaparlardı. Kumaşçılar hallaçlar, yorgancı ve kapamacılar
deve üstüne yaptıkları dükkânda pamuk atar; terziler diktikleri olağanüstü
güzellikteki elbiseleri sırıklara geçirmiş olarak; berberler birini tıraş
ederek; kavaflar ellerinde dikmekte oldukları pabuçlarla, bozacılar da halkın
üzerine darı serperek geçerlerdi. Her sınıftan İstanbul halkı alayı seyretmek
için yollara dökülmüş, yol kenarlarında kiralık seyir yerlerine doluşmuş,
geçici dükkânlar kurularak alış-veriş yaparlardı. Ayrıca Padişah, her esnafın ileri gelenini
huzuruna kabul ederek, onlara meslek ve çalışmalarına uygun armağanlar verirdi.
Padişahların Esnaf Kontrolü:
Esnaf denetimini zaman zaman
bizzat padişahların yaptığı da olurdu. Fatih Sultan Mehmed bazen resmi olarak,
bazen de tebdil-i kıyafetle, yani kıyafet değiştirerek Unkapanı’ndaki,
Kapalıçarşı’daki esnafı sık sık dolaşarak, devletin koyduğu kanunlara uyulup
uyulmadığını kontrol etti.
1774 ile 1789 yılları
arasında tahtta bulunan I. Abdülhamid de sık sık esnafı denetleyen padişahlardandı.
Sultan I. Abdülhamid, tebdil-i kıyafet ederek fırınlara gider, ekmeğin
ağırlığını, rengini, içine konan maddeleri bizzat kontrol ederdi.
Sanayi
Osmanlı’da sanayi alanında önemli
bir kanun şöyleydi:
“Osmanlı Devleti’nde bulunan
altın, gümüş demir, kurşun, bakır ve bütün diğer madenler, bulan şahsa aittir. Çıkardığının
beşte birini hazineye vermeye mecburdur.”
İmparatorluk maden
bakımından kendine yeterliydi. Değerli madenler de vardı. (Bozkır, Gerger,
Şiru, Gümüşhane, Espiye’de altın, İspir’de firuze, Asyut’ta zümrüd, pek çok
yerde gümüş vs.). İmparatorluk sanayinde madenler çok önemliydi.
Ağır sanayi ile büyük sayıda
işçi kullanan büyük sanayinin önemli kısmı devletin elindeydi ve savaş sanayine
dönüktü. Ağır sanayi ve büyük sanayi ordu, donanma ve sarayın ihtiyaçları
içindi.
İhracata da dönük olan tekstil,
bütün imparatorluğa yayıldı. Devletinde ordu için ağır yünlü kumaşlar (keçe,
çuha) imal eden fabrikaları vardı.
Şeker fabrikaları her yerde
vardı ve özel sektörün elindeydi. Kıbrıs’da bile Limasol ve Baf’ta olmak üzere iki
şeker fabrikası mevcuttu.
Mutlak şekilde dünyanın en
kaliteli malları olan deri eşya da, bakır eşya da yaygın bir sanayiydi.
Beykoz’da Kâğıthane’de,
Yalova’da ve pek çok yerde kâğıt fabrikaları bulunurdu.
Dünya ipekli dokumacılığının
merkezi birkaç asır için Bursa’ydı. Sonra Fransa’da Lyon Bursa’nın yerini aldı.
Bedesten Tüccarı
Osmanlı’da üç çeşit ticaret
erbabına “tacir” ve çoğul olarak “tüccar” denirdi. Biri armatörlerdi. İkincisi
toptan mal, bilhassa yiyecek maddesi alıp satanlardı. Üçüncüsü lüks ithal
malları ile pahalı eşyaları büyük şehirlerde satanlardı.
Şehirlere et sevkedenlere
“celeb”, meyve ve sebze sevkedenlere “kabzımal” denirdi. Bu suretle un ve diğer
zarurî gıda maddeleri sevk edenler vardı. Fakat asıl tüccar, bedestende mağaza
sahibi olup, lüks ve değerli mal satanlardı. Ayrıca depo ve antrepoları
bulunurdu. Dış ülkelerle irtibatlıydılar. Bedesten Tüccarları, yalnız değerli
mal satarlardı. Hükümet ruhsatı ile çalışır, ağır vergi öderlerdi.
Osmanlı, halka mahsus mal
satan dükkânlar kompleksine çarşı,
bu çarşı üzeri kapalı bir dam altına alınmışsa kapalı çarşı, sergi halinde fakat gene toplu olarak çeşitli malları
ayrı tezgahlarda açık havada satan komplekse pazar, değerli mal satan mağazalara bedesten derdi.
Bedesten, yalnız mühim şehir
ve ticaret merkezlerinde olmaktaydı. Küçük şehirlerde yoktu. İstanbul’da böyle
iki bedesten vardı ki ikisi de Kapalı Çarşı içinde ayrı bir yerdeydi, bugünde
aynı yerde faaliyettedir. Birinde mücevherler, diğerinde “sandal” adlı çok
değerli atlas (kalın ipek) kumaşlar satılırdı. Kürk, porselen, billur, değerli
silahlar, pahalı kokular, antika eşya, her türlü değerli ithalat malı
bedestende satılırdı. Bedestende dükkân sahibi olacak tacirin sicilinde en küçük
leke bulunmaması gerekirdi. Çok defa diğer meslekler gibi babadan oğula kalıyordu.
İstanbul bedestenini 1453’de
Fatih, Edirne bedestenini 1420’ye doğru dedesi Çelebi Sultan Mehmed kurmuştu.
Kanunî devrinde çok uzun
süre İstanbul’da kalarak, gördüklerini kaleme alan Pedro, İstanbul
Bedesteni’ndeki bir tek mücevherci dükkânında, Madrid’in bir meydanında (Medina
del Campo) yer alan bütün mücevherci dükkânlarının toplamından fazla ve değerli
mücevherat bulunduğunu yazar.
Çarşılar, Pazarlar, Hanlar
Osmanlı’da çarşılar, günümüzdeki gibi bir sokağın
iki tarafına dizilmiş dükkânlar topluluğuydu. Her şehirde bedesten olmamasına
rağmen, her şehirde, hatta her kasabada çarşı vardı. Büyük şehirlerde pek çok
çarşı vardı.
Büyük şehirlerde, yalnız bir
çeşit malın satıldığı müstakil çarşılar mevcuttu. Mesela İstanbul’da Saraçhane
Çarşısı, yeryüzünde deri eşyanın her çeşidinin satıldığı en büyük çarşıydı.
Büyük çarşılar, birkaç sokak ihtiva ederdi. Nadiren sokakların üzeri damla
kapatılır, “kapalı çarşı” olurdu.
Osmanlı kapalı çarşısı,
Batı’nın shopping center’larının gerçek öncüsüydü ve İstanbul Kapalı Çarşısı onların
en büyükleriydi. Eskisinden küçülmüş olmakla beraber bugünde öyledir. XVII.
Yüzyıl’da İstanbul’daki 48.000 dükkânın beşte biri Kapalı Çarşı’da toplandı.
Çok ünlü bir İstanbul çarşısı, yalnız kitap satan Sahâflar Çarşısı’dır.
Pazarlar, açık çarşılardı. İstanbul’un Tavuk
Pazarı, Bit Pazarı, Kuş Pazarı, At Pazarı, ünlüydü. Bugün İstanbul pazarları
daha çok taze yiyecek satan, belirli geliri olan halka dönük hale geldi. Bir de
mevsimlik sergiler vardı. Mevsimine göre meyveler satılırdı.
Otellere de han denmekteydi. Bir de ticaret
hanları vardı. Toptancı tüccarın hem depo hem büro olarak kullandıkları
yerlerdi. Bugünkü iş hanları gibiydi. XVII. Yüzyıl’da mesela Şam şehrinde böyle
240 han vardı ve bazılarının oda sayıları 170, dükkân ve mahzen sayıları 100’e
kadar çıkardı. Edirne’de 18 büyük iş hanı, 28 otel-han vardı, küçük iş hanları
hariçti. Kösem Sultan’ın İstanbul’da Cağaloğlu’nda hayrat olarak yaptırdığı Valide
Hanı, 366 büyük odaya sahipti. Bir kısmı bugünde ayaktadır, hayretle seyre
değer bir abidedir.
Osmanlı’da İlk Altın Para:
Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk altın para Fatih
Sultan Mehmed tarafından, 1478 yılında İstanbul’da bastırıldı.
Fatih Sultan Mehmed beylikten devlete geçişi
altın para kestirerek dünyaya duyurdu.
Sultanî veya Yaldızlı denen bu sikke ticarette zorluk çıkmasın
diye Venedik altın paraları ayarında ve ağırlığındaydı.
Fatih Sultan Mehmed,
İstanbul’u fethetmesinin yanında, Osmanlı paralarının tuğra ile birlikte
belirgin özelliği olan “Karaların Sultanı, Denizlerin Hakanı, Sultanoğlu
Sultan" ifadesini de torunlarına
miras bıraktı.