22. Basamak Fena Makamı Ruhun Allah'a Teslimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
22. Basamak Fena Makamı Ruhun Allah'a Teslimi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Haziran 2016 Çarşamba

22. BASAMAK; FENA MAKAMI – RUHUN ALLAH’A TESLİMİ

22. BASAMAK; FENA MAKAMI – RUHUN ALLAH’A TESLİMİ
 

Her Bid’atın Karşısında Bir Allah’ın Velîsi Vardır. Onu Def Eder.”

“Allah’ın Evliyasına Tâbî Olan Şâkîlerden Olmaz.”


Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz hadîs-i şerifinde buyuruyor ki: “Allah’ın evliyasına tâbî olan, şâkîlerden olmaz.” Yine bir başka hadîsinde “Her bid’atın karşısında mutlaka Allah'ın bir velîsi vardır, onu def eder.” Bu iki hadîs-i şerifin Kur’ân âyetleri ve âyetlerle çelişmeyen diğer hadîslerin ışığında açıklaması şu şekildedir:
İki hadîs beraber mütalâa edildiğinde; her zaman parçasında Allah'ın dîninin ancak Allah'ın dostlarıyla birlikte yaşandığı anlaşılmaktadır. Kişi, Allah'ın dostuna (evliyasına) tâbî olmazsa cehennemlik olduğu gibi, - dîni yaşadığını zannetse de - yaşadığı bid’atlara dayalı bir dîn tatbikatıdır. Zan ve bid’atlara dayalı bir dîn tatbikatından çıkmak için o kişinin mutlaka Allah’ın dostuyla birlikte olması gerekir.
Hadîste geçen 3 esas kavram vardır:
1- Evliya
2- Tâbiiyet
3- Şâkîlik
Şâkîler, ahiret hayatında cehenneme giren insanların genel adıdır. “Şâkî” kelimesinin geçtiği âyetlerden bir tanesi Tâhâ Suresinin 123. âyet-i kerimesidir. Allahû Tealâ, hidayeti kabul eden (Allah'a ulaşmayı dileyen) kişinin şâkîlerden olmayacağını ve dalâlette kalmayacağını ifade etmektedir.

20/TÂHÂ-123: Kâlehbitâ minhâ cemîan ba’dukum li ba’dın aduvv(aduvvun), fe immâ ye’tiyennekum minnî huden fe menittebea hudâye fe lâ yadıllu ve lâ yeşkâ.
(Allahû Tealâ şöyle) dedi: “İkiniz oradan (aşağı) inin! Hepiniz (şeytan ve siz), birbirinize düşman olarak. Bundan sonra Benden size mutlaka hidayet gelecek. O zaman kim hidayetime tâbî olursa artık o, dalâlette kalmaz ve şâkî olmaz.”

“Hidayet”, insan ruhunun dünya hayatında Allah’a ulaşmasıdır. Hidayetçi, Allah katından gelir ve hidayeti tebliğ eder. Hidayeti kabul eden (hidayetçiye tâbî olan) kişi, şâkîlerden olmaz.
Allahû Tealâ, Bakara Suresinin 38. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

2/BAKARA-38: Kulnâhbitû minhâ cemîa(cemîan), fe immâ ye’tiyennekum minnî hudenfe men tebia hudâye fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Biz dedik ki: “Hepiniz oradan (aşağıya) inin. Benden size mutlaka hidayet gelecektir. O zaman kim hidayetime tâbî olursa, artık onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.”

Allahû Tealâ, âyet-i kerimenin bu kısmı itibariyle baktığımız zaman “Onlar için korku yoktur.” buyuruyor. Bu korku, cehennem korkusudur. Çünkü kişi Allah'a ulaşmayı dilediği an, Allahû Tealâ, verdiği söz gereğince mutlak suretle onu cennetine alır (Şûrâ-13).
Kişi belki de çok büyük günahlar işlemiştir. O büyük günahları işlemesine rağmen cennete gidecektir. Çünkü Allahû Tealâ, Enfâl Suresinin 29. âyet-i kerimesinde, kişi Allah'a ulaşmayı dilediğinde ona furkanlar vereceğini ve mağfiret edeceğini ifade etmektedir. Allahû Tealâ Mu’minûn Suresi 102. âyet-i kerimesinde de: “Kimin hasenat tartıları ağır gelirse onlar felâha kavuşanlardır.” buyurmaktadır. Hasenat tartılarının ağır gelebilmesi için o kişinin, mutlaka Allah'a ulaşmayı dilemesi lâzımdır ki şâkî (cehennemlik) olmaktan kurtulabilsin. Çünkü Allahû Tealâ, sevap tartıları ağır gelen kişinin, cennete gitmesini sağlar.

8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.

23/MU'MİNÛN-102: Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).
O zaman kimin mizanı (sevap tartıları) ağır gelirse işte onlar, felâha erenlerdir.

Sadece Allah'a inanmakla hedefe ulaşmak mümkün değildir. Kişi, mutlaka takva sahibi olmalıdır.

10/YÛNUS-62: E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Muhakkak ki Allah’ın evliyasına (dostlarına), korku yoktur. Onlar, mahzun da olmazlar, öyle değil mi?
10/YÛNUS-63: Ellezîne âmenû ve kânû yettekûn(yettekûne).
Onlar, âmenûdurlar (ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir) ve takva sahibi olmuşlardır.
10/YÛNUS-64: Lehumul buşrâ fîl hayâtid dunyâ ve fîl âhıreh(âhıreti), lâ tebdîle li kelimâtillâh(kelimâtillâhi), zâlike huvel fevzul azîm(azîmu).
Onlara, dünya hayatında ve ahirette müjdeler (mutluluklar) vardır. Allah’ın sözü değişmez. İşte O, fevz-ül azîmdir.

Kişinin, Allah'a inanmanın ötesinde kalben Allah'a ulaşmayı dilemesi ve âmenû olup takva sahibi olması gerekir. Kişi ancak takva sahibi olduğu taktirde hem dünyada hem de ahirette Allah'ın müjdesine kavuşur. Sadece basit bir talebin karşılığında, dünyadaki müjde dünya saadetinin yarısıdır; ahiretteki müjde de 3. kat cennettir.
Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dileyen kişiyi 12 tane ihsana ulaştırmaktadır. Bu 12 ihsanla o kişi huşû sahibi olur. Huşû sahibi olan kişi, sabırla ve namazla (Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan gece hacet namazıyla) mürşidini Allah'tan talep ettiğinde, (Bakara-45) gereğince Allah, ona mutlaka mürşidini gösterir. Kişi Allahû Tealâ’nın kendisine gösterdiği mürşide ulaşıp ihsanla tâbî olur. Tâbî olunan, Allah'ın irşada memur ve mezun kıldığı velî mürşiddir. Kişi mürşidine tâbî olduğunda, hadîs-i şerifte ifade edilen “Allah'ın evliyasına” tâbî olmuştur. Allah'ın evliyasına tâbî olanlar şâkîlerden olmaz.

Hz. Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîs-i şerifinde: “İsteyen cennete girer, istemeyen girmez.” buyuruyor. Ebu Hureyre (R.A) Peygamber Efendimiz (S.AV)’e soruyor: “Ey Allah’ın Resûlü cennet bu kadar basit bir istekle kim istemez ki?” diyor. Peygamber Efendimiz (S.AV) cevap veriyor: “Evet. Beni istemeyen cenneti istememiştir.”
Sonuç olarak Allah'ın evliyasına tâbî olmak istemeyen kişi, kesinlikle cenneti istemeyen insandır. Cenneti isteyen insan, evliyaya tâbî olmak isteyen insandır. Hepsi birbirine bağlıdır. Peygamber Efendimiz (S.AV)’i istemeyen kişi, aynı zamanda evliyayı yani Allah'ın evliyasına tâbî olmayı istemeyen kişidir. Kişiyi evliyaya ulaştıran Allahû Tealâ’dır. Ama Allahû Tealâ, bir insanı ancak Allah'a ulaşmayı dilemesi halinde evliyaya ulaştırır.
Bir insan, Allah’a ulaşmayı gerçekten kalben dilemezse, evliyaya da tâbî olmak istemez. Kişi kalben ulaşmayı dilerse; Allah da o kişinin evliyaya tâbî olmasını zaten sağlar. Bu kişiyi huşû sahibi kılan Allah’tır. Hacet namazıyla mürşidi ona gösteren de, tâbî olduğunda ona 7 ni’meti veren de Allah’tır. Bu durumda Peygamber Efendimiz (S.AV), hadîsinde: “Allah'ın evliyasına tâbî olan şâkîlerden olmaz.” buyurarak, bir insanın kurtuluşunu dört dörtlük ifade etmektedir. Zincirin bütün halkaları boşluksuz yerli yerine oturmaktadır.
Günümüz dîn tatbikatında, insanlar tâbiiyeti (evliyaya tâbî olmayı) ortadan kaldırmışlardır. İslâm’ın 5 şartının muhtevası içinde, Allah'a ulaşmayı dilemek ve zikir yoktur. Evliya ise hiç yoktur. Şu anda dîni yaşayan insanlara “Evliya kimdir?” diye sorulduğunda verdikleri cevap: “Eskiden Allah dostları varmış ama şimdi yok.” şeklindedir.
Bir insan “Artık şu dönemde evliya yoktur, mürşid yoktur.” diyorsa bunun nedeni henüz Allah'a ulaşmayı dilememiş olmasıdır. Eğer kişi kalben Allah'a ulaşmayı dilerse, Allahû Tealâ sözü gereği onu hemen mürşidine ulaştıracaktır. Allah'ın sözünde hulf yoktur; Allah’ın katında söz değiştirilmez.
Peygamber Efendimiz (S.A.V), bir başka hadîs-i şerifinde buyuruyor ki: “Her bid’atın karşısında mutlaka Allah'ın bir velîsi vardır. Onu def eder.”

ü Ruh Vücuttan Çıkınca Kişi Ölür mü?

Günümüz İslâm tatbikatı bid’atlara dayalı bir dîn tatbikatıdır. Kişi, böyle bir dîn tatbikatının içerisindeyken, kendisine hidayet tebliğ edilerek “Allah'a ulaşmayı dile” dendiği zaman: “Ruh bize hayat verir. Ruh vücuttan çıkınca kişi ölür. İnsan ruhu ancak ölümle Allah'a ulaşır. İnsan ruhunun hayattayken Allah'a ulaşması yoktur.” diyerek cevap vermektedir. Evliyanın, Allah'tan aldığı yetkiyle yaptığı tebliğe karşılık o kişi bid’atlara dayalı bir dîn tatbikatı içerisinde olduğu için bu cevabı vermektedir.
Bir insan, günah işlediği zaman ruhu, kendi elektron devir sayısını kendisi ayarlamak suretiyle vücudunun dışına çıkar. Her günah işlendiği sırada ruh vücuttan çıktığı halde kişi ölmediğine göre “Ruh vücuttan çıkınca kişi ölür.” diyenler yalan söylemektedir.
Bir insan doğmadan evvel 9 ay anne karnında bir can taşımaktadır. Ama Allahû Tealâ ancak kişi doğduğu an ruhu ona üfürür.

15/HİCR-28: Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî hâlikun beşeren min salsâlin min hamein mesnûn(mesnûnin).
Rabbin meleklere şöyle demişti: "Ben mutlaka, “hamein mesnûn olan salsalin”den (standart insan şekli verilmiş ve organik dönüşüme uğramış salsalinden) bir beşer (insan) halkedeceğim.”
15/HİCR-29: Fe izâ sevveytuhu ve nefahtu fîhi min rûhî fekaû lehu sâcidîn(sâcidîne).
Artık onu dizayn edip, içine ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona secde ederek yere kapanın!

Allahû Tealâ bir insanı evvela yaratır, sonra onu bir nefsle dizayn eder ve doğumla Allah ona ruhunu üfürür. Her insan doğmadan evvel anne karnındayken de canlıdır. Bu açıdan da “Ruh bize hayat verir.” diyenler Allah'a karşı yalan söylemektedirler.
Ölüm gerçekleşirken evvel emirde Allahû Tealâ mitokondrilere gelen enerjiyi keser. Vücutta da elektromanyetik alanın bitiminden sonra enerjinin gelmemesi hasebiyle fizik vücut, artık nefs ve ruh için bir mekân hüviyetinde değil, bir görüntü hüviyetindedir. Yani evvelâ kişi ölür. Ondan sonra ruh vazifeli melekler tarafından Allah’ın Zatına götürülmektedir. O halde “Ruh vücuttan çıkarsa kişi ölür.” diyenler doğru söylememekte, çeşitli açılardan Kur’ân-ı Kerim’e ters bir zanda bulunmaktadırlar.

32/SECDE-11: Kul yeteveffâkum melekul mevtillezî vukkile bikum summe ilâ rabbikum turceûn(turceûne).
De ki: "Size vekil kılınan ölüm meleği, sizi vefat ettirecek (öldürecek). Sonra Rabbinize döndürüleceksiniz."

ü İnsan Ruhu Allah’a Ancak Ölümle mi Ulaşır?

Ruh, hayattayken Allah’a rücû etmesi, dönmesi, ulaşması gereken emanettir. Allahû Tealâ, Kur’ân-ı Kerim’de “İrciî ilâ rabbiki (Rabbine dön)” emri ile ruhun Allah’a ulaşmasını insanlara farz kılmıştır. Ama bunun hayattayken gerçekleşmesi lâzımdır. Allahû Tealâ, Kur’ân-ı Kerim’de bu emri vaaz ettiğine göre “İnsan ruhu sadece ölümle Allah'a ulaşır.” diyenler de yalan söylemektedirler.

89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh(mardıyyeten).
Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!

ü İnsan Ruhunun Ölmeden Evvel Allah’a Ulaşması Var mıdır?

Gerçekten ölümle de insan ruhu Allah'a ulaşır. Ama Allahû Tealâ, âyet-i kerimelerde insan ruhunun, sadece ölümle Allah'a ulaştığını değil; ölmeden evvel de Allah'a ulaştığını ifade etmektedir. Yani Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de, ruhun Allah'a ulaşmasını iki şekilde olduğunu buyurmaktadır:

2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
O (huşû sahipleri) ki; onlar, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.

Öyleyse insan ruhu ölümle birlikte Allah'a ulaşır, ölümle birlikte ruhu Allah'a ulaşmayan insan yoktur. İster kâfir, ister putperest, ister mecusî kim olursa olsun, ölümle herkesin ruhu Allah'a ulaşır. Ama insan ruhunun ölümle Allah'a ulaşmasında serbest iradenin bir fonksiyonu yoktur. Serbest iradenin bir fonksiyonu olmadığı için insan ruhunun ölümle Allah'a ulaşmasında bir mükâfat ya da mücazat yoktur.
 “Ölmeden evvel ölünüz” hadîs-i şerifi gereğince gerekli şart, ruhun ölmeden evvel kişiden ayrılmasıdır. Ruhun, yaşarken Sıratı Mustakîm üzerinde seyr-i sülûk’la, 7 katlık bir gök semasını yükseldikten sonra, 7 âlemi geçip yoklukta Allah'ın Zatı’na ulaşması gerekir. Bu açıdan meseleye bakıldığında: “Dünya hayatında ruhun Allah’a ulaşması diye bir şeyin olmadığı, ruhun ancak ölümle birlikte Allah’a ulaşabileceği” Kur’ân-ı Kerim’e aykırı zanlardır, bid’atlardır. Her bid’atın karşısında da Allah'ın bir velîsi vardır. Allah, velî mürşidini hak ile kaim kılar. Allah’ın Velîsi, hakkı getirir, Hakk’ı tavsiye eder. Hakkı tavsiye edince doğrudan doğruya hak ile bâtıl asla birlikte olamaz. Allahû Tealâ, hakkı bâtılın üzerine atar, bâtılı yok eder. Bâtıl, bid’at demektir.
Öyleyse Allah'ın evliyası hak ile hüküm verirken, hak ile öğretimini gerçekleştirirken hak ile Allah'ın dînini yaşarken onun karşısında yer alanlar ise bâtıl bir dîn tatbikatının içerisindedirler. Doğal olarak Allah'ın velîsi mutlak suretle bid’atın karşısındadır ve bid’atı yok edecektir.
İçinde bulunduğumuz ahir zamanda Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’in insanlara, geleceğini müjdelediği Mehdi (A.S)’ın görevlerinden bir tanesi de dîne girmiş olan bid’atlardan dîni tamamen temizlemektir. Mehdi (A.S), dîne girmiş olan bi’datlardan dîni tamamen temizleyecek olan Allah'ın bir Velî Resûlü’dür. Bid’atlardan temizlenen bir Müslümanlık, bid’atlardan temizlenen hristiyanlık, bid’atlardan temizlenen yahudilik, sadece hanif dîninin kalmasını ifade eder. Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar kendi dînlerinin hanif dîni olduğunu göreceklerdir. O zaman dînler birleşecek, sadece Allahû Tealâ’nın hak dîni, hanif fıtratıyla yarattığı bütün insanlar için vaaz ettiği Babamız İbrahim’in hanif dîninin yaşanması söz konusu olacaktır. Allahû Tealâ’nın dîn öğretiminde vazifeli kıldığı velî mürşidler elbette Allah'ın hak hükümlerine karşı insanların zanlarından oluşan bid’atları def edeceklerdir. Hadîs-i şerif bir açıdan da bunu ifade etmektedir. “Allah'ın evliyasına tâbî olan şâkîlerden olmaz.” ve “Her bid’atın karşısında mutlaka Allah'ın bir velîsi vardır. Onu def eder.” hadîsleri bir bütün olarak yerli yerine oturmaktadır.
Velî, dilimizde “dost” demektir; çoğulu “evliya”dır. Ama “evliya” kelimesi dilimize tekil olarak girmiştir. “Allah'ın evliyası” dediğimiz an “Allah'ın dostu” anlamına gelir. “Allahû Tealâ’nın velî mürşidi” dendiği zaman da “Allah’ın evliyası” mânâsına gelir. Velî mürşid, Allahû Tealâ’nın irşada memur ve mezun kıldığı bir kişidir. Allah’ın evliyası bütün insanlara tebliğ eder, “Allah'a ulaşmayı dileyin” der. Kişi dilediği taktirde 12 tane ihsanla mürşide ulaşır. Her halükârda kişi, nefs tezkiyesinin akabinde mutlak surette ruhuyla Allah'ın Zatı’na ulaşır. Her tezkiye kademesinde ruh da buna paralel olarak bir gök katı yükselir. 7 gök katını ve 7. gök katında 7 âlemi geçerek yokluktan Allah'ın Zatı’na ulaşır. Böylece o kişi Allahû Tealâ’dan mükâfat olarak 3. kat cennet ve dünya saadetinin yarısını alır.
Allah’ın evliyası, Allah'ın dostu, sevgilisi, Allah'tan aldığı emri insanlara tebliğ eder. Hidayeti bize tebliğ eden hidayetçidir. Allah'ın bir velî mürşididir.
Kişinin en büyük kurtuluşa ulaşabilmesi için o kişinin mutlak surette Allah'a ulaşmayı dilemesi gerekir. Bir tanesi nefs, bir tanesi ruh olmak üzere her daim akla pozitif ve negatif talepler ulaşmaktadır. Akıl da sonuçta karar verecektir. Düğümü çözen akıldır. Akıl, ruhun yanında yer alırsa, Allah'a ulaşmayı dilerse Allahû Tealâ, o kişiyi mutlaka Kendisine ulaştıracağını garanti eder. Akıl tebliğe muhatap olduktan sonra Allah'a ulaşmayı dilemezse, o zaman da nefs gâlip olur. Ruh, ölmeden evvel hedefine ulaşamaz.
Allah’ın katından tebliğle vazifeli olan hidayetçileri, geldiği zaman susup dinlemek gerekir. Çünkü Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîs-i şerifinde: “Susan kazandı.” buyurmaktadır. İnsanlar, A’râf Suresinin 204. âyet-i kerimesine uyarak Kur’ân tilâvet edildiği zaman susarak dinleseler, işitseler ve Allah'a ulaşmayı dileseler, o zaman Allahû Tealâ o insanları mutlaka rahmetine gark edecektir. Fazl ve rahmetiyle Kendisine ulaştıracaktır. Eğer kişi, dinlemeyip devamlı karşı çıkarsa, o zaman Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in söylediği hadîsin mutlaka Kur’ân âyetleriyle karşılaştırılması lâzımdır. Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Bir gün benim hadîslerim tartışma konusu olacak. Tartışma konusu olduğu günlerde Kur’ân-ı Kerim’e bakınız. Kur’ân-ı Kerim’e aykırı bir hadîsim olamaz.” buyurmuştur. Bu konuda geçen hadîsler, Kur’ân-ı Kerim âyetleriyle karşılaştırıldığında bu hadîslerin Kur’ân’a uygun olduğu sonucuna net olarak ulaşılmaktadır.

7/A'RÂF-204: Ve izâ kuriel kur’ânu festemiû lehu ve ensıtû leallekum turhamûn (turhamûne).
Kur'ân okunduğu zaman artık onu dinleyin! Ve susun ki; böylece rahmete kavuşturulursunuz.

Şâkîlerden olmak istemeyen kişinin, mutlaka Allah'a ulaşmayı dileyerek, Allah'ın velî mürşidine tâbî olması gerekir. Tâbiiyet bütün insanlara farz kılınmıştır. Geleneksel İslâm tatbikatının içerisinde tâbiiyet olmadığı için bu tatbikatla kurtuluş mümkün değildir.



22. BASAMAK; FENA MAKAMI – RUHUN ALLAH’A TESLİMİ



22. BASAMAK;  FENA MAKAMI – RUHUN ALLAH’A TESLİMİ


 “Başkalarını Hidayete Çağıran Kimseye, Kendisine Tâbî Olanların Sevabı Gibi Sevap Verilir; Bununla Beraber, Onların Sevabından da Hiçbir Şey Eksilmez. Başkalarını Dalâlete Çağıran Kimseye de Ona İtaat Edenlerin Günahı Kadar Günah Verilir; Bununla Beraber Ona İtaat Edenlerin Günahlarından Hiçbir Şey Eksilmez.”


Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) bu hadîsle (K: İbn Mâce, Sünnet 14)  bizlere bir mesaj vermektedir. Bütün insanlar dalâlettedir. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de, En’âm Suresinin 77, Şuarâ Suresinin 20 ve de Duhâ Suresinin 7. âyet-i kerimesinde ulûl’azm peygamberlerinin durumunu bizlere açıklamakta ve onların da başlangıç noktasında dalâlette olduğunu göstermektedir.

6/EN'ÂM-77: Fe lemmâ reel kamere bâzigan kâle hâzâ rabbî, fe lemmâ efele kâle le in lem yehdinî rabbî le ekûnenne minel kavmid dâllîn(dâllîne).
Ay’ı doğarken görünce: “Benim Rabbim bu.” dedi. Fakat kaybolunca: “Eğer Rabbim beni hidayete erdirmezse, mutlaka dalâletteki kavimden olurum.” dedi.

26/ŞUARÂ-20: Kâle fealtuhâ izen ve ene mined dâllîn(dâllîne).
Musa (A.S): “Onu yaptığım zaman ben, dalâlette olanlardandım.” dedi.

93/DUHÂ-7: Ve vecedeke dâllen fe hedâ.
Ve seni dalâlette buldu sonra hidayete erdirdi.

Allahû Tealâ dalâlette olanlara katından hidayetçiler gönderir. Kâinatı yoktan var eden Rabbimiz, herkes için yaratılış dîni olarak hanif dînini seçmiştir. 7 safha ve 4 teslimden oluşan hanif dîni, 7 safha hidayeti içermektedir. Hidayet, Allah'ın katından gelen hidayetçilerin hidayeti tebliğ etmesiyle başlar.

ü  Hidayete Çağıran İmamlar

Allahû Tealâ Enbiyâ Suresinde nübüvvetle vazifeli kıldığı bütün nebîlerin, hidayetle ilgili olan görevini şöyle açıklamaktadır:

21/ENBİYÂ-73: Ve cealnâhum eimmeten yehdûne bi emrinâ ve evhaynâ ileyhim fi’lel hayrâti ve ikâmes salâti ve îtâez zekâh(zekâti), ve kânû lenâ âbidîn(âbidîne).
Ve onları, emrimizle hidayete erdiren (ölmeden önce ruhları Allah’a ulaştıran) imamlar kıldık. Ve onlara, hayırlar işlemeyi, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Ve onlar, Bize kul oldular.

Bütün peygamberler Allah tarafından hidayetle görevli imamlardır. Onlar asâleten devrin imamları olmaları hasebiyle hidayete erdirenlerdir. Hepsi Allah'ın tasarrufundadır. Sadece nebîler mi hidayete erdirirler? Hayır. Kur’ân-ı Kerim’e baktığımız zaman her dönemde, her kavimde nebî yoktur. Allahû Tealâ, “El Hakk” esması gereğince hakkı hak sahibine teslim ettiğine ve mutlak adaleti yerine getirdiğine göre, nebîlerin olmadığı zaman dilimi içerisinde de onların mirasını devralan, birilerinin olması lâzımdır. İşte Kur’ân-ı Kerim buna da cevap vermektedir.
Nebîlerin olmadığı dönemlerde her kavmin içerisinde, o kavmin ana lisanıyla hidayeti tebliğ eden Allah'ın veli resûlleri vardır. Ve her dönemde, Allahû Tealâ’nın veli resûller arasından seçtiği Devrin İmamı vardır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:

32/SECDE-24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık ve sabır sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş oldukları için.

Bütün peygamberler kavimlerine ve diğer bütün insanlara hidayeti tebliğ etmişlerdir. Vazifeli veli resûller de insanlara, kavimlerine hidayeti tebliğ etmişlerdir. Hidayet dînin tamamıdır. Hidayet yoksa dîn yoktur.
Hidayete çağıranların başında Allah'ın nebîleri gelir. Onlardan sonra her kavimde o kavmin ana lisanıyla âyetleri tebliğ eden, hidayeti tebliğ eden kavim resûlleri gelir. Onların bulunmadığı yerde yine devrin imamına bağlı Allahû Tealâ’nın vazifeli kıldığı velî mürşidler vardır. Onlar da hidayetin tebliğcileridir.

16/NAHL-43: Ve mâ erselnâ min kablike illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Ve Biz, senden önce, kendilerine vahyettiğimiz ricalden (erkeklerden) başkasını (resûl olarak) göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, o taktirde zikir ehline sorun!

Biz de bu suali zikir ehline tevcih ediyoruz: “Hidayet nedir?” İki âyet-i kerime net olarak bize cevap verir.

3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâ’(yeşâu), vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ve (Ehli Kitap): “Sizin dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De ki: “Muhakkak ki hidayet (insan ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşması), (Allah’ın kendisine ulaştırması) Allah’ın hidayetidir, size verilenin bir benzerinin, bir başkasına verilmesidir.”. Yoksa onlar, Rabbinizin huzurunda, sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar), Alîmdir (en iyi bilendir).

2/BAKARA-120: Ve len terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne hudâllâhi huvel hudâ ve leinitteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi, mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).
Sen onların dînine tâbî olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden (asla) razı olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (var ya) işte o, hidayettir.” Sana gelen bunca ilimden sonra eğer onların hevalarına uyarsan andolsun ki; Allah’tan sana ne bir dost ve ne de bir yardımcı olur.

“Hidayet, Allah'a ulaşmaktır.” Zikir ehli, Allah'ın âyetleriyle Allah'tan aldığı hidayet tarifini bize ulaştırmaktadır. Hidayetin muhatabı insandır. O zaman akla şu sual gelebilir: “Hidayetin muhatabı insansa, insan nasıl Allah'a ulaşacak?”
Hanif fıtratıyla yaratılan kadın-erkek herkes Allah tarafından bir üçlüyle yaratılmıştır. Zahiri âleme ait olan fizik vücudumuz Hicr Suresinde açıklanmaktadır:

15/HİCR-26: Ve le kad halaknel insâne min salsâlin min hamein mesnûn(mesnûnin).
Andolsun ki; Biz insanı, “hamein mesnûn olan salsalinden” (standart insan şekli verilmiş ve organik dönüşüme uğramış salsalinden) yarattık.

Berzah âlemine ait olan nefsimiz, Şems Suresinde ifade edilmektedir.

91/ŞEMS-7: Ve nefsin ve mâ sevvâhâ.
Nefse ve onu (7 kademede ahsene dönüşecek şekilde) sevva edene (dizayn edene) (andolsun).

Doğarken Allah'ın bize üfürdüğü ruh ise Secde Suresinde yer almaktadır:

 32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh(efidete), kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.

 Allah'tan bize üfürülen ruh, bizim ruhumuz değildir, Allah'ın ruhudur. Üfürüldüğü noktadan itibaren bizde olduğu için Allah'ın bizdeki bir emanetidir. Allahû Tealâ, Kur’ân-ı Kerim’de bu emanetin Allah'a ulaştırılması halinde hidayetin gerçekleşebileceğini bize açıklamaktadır.
Ruhun Allah’a ulaştırılması, Allah'ın ermiş evliyasından olmaktır, Allah'ın dostu olmaktır. Bu açıdan Allahû Tealâ’nın nübüvvetle vazifeli kıldığı bütün peygamberler, Allahû Tealâ’nın hidayetle vazifeli kıldığı bütün kavim resûlleri, bütün velî mürşidler insanları Allah'a davet ederler, Allah'a çağırırlar.

12/YÛSUF-108: Kul hâzihî sebîlî ed’û ilallâhi alâ basîretin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne).
De ki: “Benim ve bana tâbî olanların, basiret üzere (kalp gözüyle basar ederek, Allah’ı görerek) Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur. Allah’ı tenzih ederim. Ve ben, müşriklerden değilim.”

Görülüyor ki hidayetçiler Allah'a görerek, basiretle yola çağırmaktalar ve bu yol Sıratı Mustakîm diye ifade edilmektedir. O zaman Sıratı Mustakîm nedir?

6/EN'ÂM-87: Ve min âbâihim ve zurriyyâtihim ve ihvânihim, vectebeynâhum ve hedeynâhum ilâ sırâtın mustekîm(mustekîmin).
Ve onların babalarından, zürriyetlerinden (nesillerinden) ve kardeşlerinden onları seçtik. Ve onları Sıratı Mustakîm'e (Allah’a ruhu ulaştıran yola) hidayet ettik (ulaştırdık).
6/EN'ÂM-88: Zâlike hudallâhi yehdî bihî men yeşâu min ıbâdih(ıbâdihî), ve lev eşrekû le habita anhum mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
İşte bu Allah’ın hidayetidir. Kullarından dilediğini onunla hidayete erdirir. Ve eğer şirk koşsalardı, elbette yapmış oldukları şeyler heba olurdu (boşa giderdi).

Sıratı Mustakîm, insan ruhunu Allah'a ulaştıran yolun adıdır, hidayet yoludur. Mu’minûn Suresinde Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e hitaben şöyle buyurmaktadır:

23/MU'MİNÛN-73: Ve inneke le ted’ûhum ilâ sırâtın mustakîm(mustakîmin).
Ve muhakkak ki; sen, mutlaka onları Sıratı Mustakîm’e davet ediyorsun.

23 sene boyunca Nebîler Sultanı Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz ve ona tâbî olan sahâbe (Yusûf-108’de olduğu gibi) devamlı olarak basiret üzere (Allah’ın Zat’ını görerek) insanları Allah'a davet etmişler, hidayete çağırmışlardır.

ü  Dalâlete Çağıran Kimseler

Allahû Tealâ’nın seçimi açısından meseleye baktığımız zaman her devirdeki insanlar seçilenler ve seçilmeyenler olmak üzere iki gruptur. Hadîs-i şerifin ikinci kısmı seçilmeyenlerle alakalıdır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) şöyle buyurmaktadır: “Dalâlete çağıran kimseye de ona itaat edenlerin günahı gibi günah verilir; bununla beraber ona itaat edenlerin günahlarından hiçbir şey eksilmez.” Dalâlete çağıran dalâlettedir. Onlar aslında ateşe çağıran imamlardır. Ateşe çağıran imamlar, kendileri Allah'a ulaşmayı dilemedikleri gibi başkalarının dilemesine mani olan insanlardır.

28/KASAS-41: Ve cealnâhum eimmeten yed’ûne ilen nâr(nârı), ve yevmel kıyâmeti lâ yunsarûn(yunsarûne).
Ve Biz, onları ateşe davet eden imamlar (önderler) kıldık. Ve kıyâmet günü onlara yardım olunmaz.

Allahû Tealâ Nisâ Suresinde de ateşe çağıran imamlardan bahsetmektedir.

4/NİSÂ-167: İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).
Muhakkak ki inkar edenler ve Allah'ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.
4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfire lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).
Muhakkak ki inkar edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah'a ulaştıran Sıratı Mustakîm'e) hidayet edecek değildir.
4/NİSÂ-169: İllâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ(yesîren).
Ancak cehennem yoluna (hidayet eder,ulaştırır), onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Ve bu, Allah için kolaydır.

Bu âyet-i kerimelerde Tarîki Mustakîm var, Tarîki Cehîm var; Sıratı Mustakîm var, Sıratı Cehîm var; Sebîli Gayy var. Allahû Tealâ her şeyi zıttıyla kaim kılmıştır. Dalâlete çağıranlar Sebîli Gayy, Tarîki Cehîm üzerinde bulunan kişilerdir, cehenneme ulaştırmaktadırlar. Kendileri, Allah'a ulaşmayı dilemedikleri gibi başkalarının dilemesine mani olan insanlardır.
Günümüz dîn tatbikatı itibariyle konuşmak gerekirse, Mehdi (A.S), Allah’ın hidayetle görevli kıldığı vekâleten devrin imamıdır, 34 yıldan beri Allah'ın tasarrufunda olup, Allah'tan aldığı yetkiyle şunu söylemektedir: “Ey insanlar duyduk duymadık demeyin! Allah'a ulaşmayı dileyin! Allah'ın size üfürdüğü ruh, Allah'ın bir emanetidir. Allah emanetini ölmeden evvel geri istemektedir. Size düşen sadece basit bir dilektir. Gerisini Allah sizin adınıza gerçekleştirecek ve size ikramı olarak 3. kat cennet, dünya saadetinin yarısını verecektir!”

30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.

31/LOKMÂN-15: Ve in câhedâke alâ en tuşrike bî mâ leyse leke bihî ilmun fe lâ tutı’humâ ve sâhibhumâ fîd dunyâ magrûfen vettebi’ sebîle men enâbe ileyy(ileyye), summe ileyye merciukum fe unebbiukum bi mâ kuntum ta’melûn(ta’melûne).
Ve bilgin olmayan bir şey hakkında, şirk koşman için seninle mücâdele ederlerse, ikisine de itaat etme! Ve dünyada onlara güzellikle sahip ol. Bana yönelenlerin (ruhunu Allah'a ulaştırmayı dileyenlerin) yoluna tâbî ol. Sonra dönüşünüz Banadır. O zaman yaptığınız şeyleri size haber vereceğim.

39/ZUMER-54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).
Ve Rabbinize (Allah’a) yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.

13/RA'D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).
Ve onlar Allah’ın (ölümden evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a) ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme girmekten) korkarlar.

73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.

89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh(mardıyyeten).
Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve Allah’ın rızasını kazanmış olarak!

51/ZÂRİYÂT-50: Fe firrû ilâllâh(ilâllâhi), innî lekum minhu nezîrun mubîn(mubînun).
Öyleyse Allah’a firar edin (kaçın ve sığının). Muhakkak ki ben, sizin için O’ndan (Allah tarafından gönderilmiş) apaçık bir nezirim.

Babalarından, dedelerinden dîn öğrenenler de diyorlar ki: “Ruh bize hayat verir. Ruh vücuttan çıkınca kişi ölür. Ancak ölümle insan ruhu Allah'a ulaşır. Hayattayken insan ruhunun Allah'a ulaşması yoktur.”
‘Ruh bize hayat verir’ diyorsa, ruh vücuttan çıkınca öleceğine inanıyorsa o zaman bu insan hiçbir zaman Allah'a ulaşmayı dilemeyecektir. Buna göre hiçbir zaman dalâletten kurtulamayacaktır. İnsanoğlu dinamik bir hayatın içerisinde yaratılmıştır. Her saniye her an ya deracat kazanır, ya da deracat kaybeder. Eğer Allah'a ulaşmayı dilemiyorsa, o zaman böyle bir kişi devamlı deracat kaybeder.
Başlangıç noktasında gâyet masumâne bir tavırla dîn öğretmeye kalkışan insanlar, Allah'a ulaşmayı dilemedikleri için dalâlettedirler. Ama devamlı olarak insanları da kendileriyle birlikte dalâlete sürüklemekte ve böylece ateşe çağırmaktadırlar. O zaman hem kendi günahlarını hem de başka insanların günahlarını da beraberinde yüklenerek ve devamlı irtifa kaybetmektedirler.
Allahû Tealâ Arâf Suresinde bu konuyu güzel bir şekilde dile getirmektedir:

7/A'RÂF-181: Ve mimmen halâknâ ummetun yehdûne bil hakkı ve bihî ya’dilûn(ya’dilûne).
Ve yarattıklarımızdan bir ümmet vardır ki, Hakk’a (Allah’a) ulaştırırlar ve onunla adaletle hükmederler.

Âyet farklı zamanlar içerisindeki devrin imamlarından bahsetmektedir. O devrin imamlarının ortak görevi; insanları Hakk’a ulaştırmak ve onlar arasında yaşadıkları dönemlerde adaletle emretmektir.

7/A'RÂF-182: Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ se nestedricuhum min haysu lâ ya’lemûn(ya’lemûne).
Âyetlerimizi yalanlayanları, onların derecelerini, bilemeyecekleri bir yerden yavaş yavaş azaltacağız (böylece yavaş yavaş helâke yaklaştıracağız).

Hidayetçi gelip, hidayeti tebliğ ettikten sonra bazı kişiler hidayetçiye karşı çıkmış, onu yalanlamışlardır. Âyet Allahû Tealâ’nın yalanlayanlara cevabıdır.

7/A'RÂF-183: Ve umlî lehum, inne keydî metîn(metînun) .
Ve onlara mühlet veririm, benim tuzağım (hilem) metindir (çetindir, katlanması zordur).

Allahû Tealâ’nın, dünya hayatına getirdiği kadın-erkek herkes için ihsan ettiği bir ömür sermayesi vardır. Ömür sermayesi içerisinde kesinlikle o kişi serbest iradenin sahibi, dilediğini yapmakta serbesttir.

7/A'RÂF-184: E ve lem yetefekkerû mâ bi sâhıbihim min cinneh(cinnetin), in huve illâ nezîrun mubîn(mubînun).
Ve onların sahibinde cinnetten (delilikten) yana bir şey olmadığını tefekkür etmezler mi? O ancak apaçık bir nezirdir.

Nezirin uyarısı: “Ey insanlar duyduk duymadık demeyin Allah'a ulaşmayı dileyin. Bu sizin için cennet müjdesidir. Dilemediğiniz takdirde gideceğiniz yer cehennemdir.” şeklindedir.
 
7/A'RÂF-185: E ve lem yanzurû fî melekûtis semâvâti vel ardı ve mâ halakallâhu min şey’in ve en asâ en yekûne kadıkterebe eceluhum, fe bi eyyi hadîsin ba’dehu yu’minûn(yu’minûne).
Onlar yerlerin, göklerin hükümranlığına (sünnetullaha, idaresine) ve Allah’ın yarattığı şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olması ihtimaline bakmıyorlar mı? Ondan sonra artık hangi söze inanırlar (mü’min olurlar).
7/A'RÂF-186: Men yudlilillâhu fe lâ hâdiye leh(lehu), ve yezeruhum fî tugyânihim ya’mehûn(ya’mehûne).
Allah kimi dalâlette bırakırsa, artık onun için bir hidayetçi (hidayete erdiren) yoktur. Ve onları azgınlıkları (isyanları) içinde şaşkın (bir halde) terkeder (bırakır).

Allahû Tealâ bütüne göz atmamızı isteyerek; “Bütün bunlardan gerekli dersi alarak hâlâ kendilerine düşeni yapmayacaklar mı? Mü’min olmayacaklar mı?” diye sormaktadır.

13/RA'D-27: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbih(rabbihi), kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî ileyhi men enâb(enâbe).
Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”

Hidayetçinin olması o kişinin hidayeti dilemesine bağlıdır. Hidayeti dileyenler için hidayetçi vardır. Hidayeti dilemeyen için hidayetçi yoktur.
  Peygamber Efendimiz (S.A.V) bu açıdan buyuruyor ki: “İsteyen cennete gider istemeyen gitmez. Beni istemeyen cenneti istememiştir.” Allah'a ulaşmayı dilemeyenler için hidayetçi yoktur. O zaman Allah'a ulaşmayı dilemeyen aynı zamanda cenneti istememiştir. Cenneti isteyen kişi, hidayeti dileyen insandır.
  Bunların hepsi Allahû Tealâ’dan müjde ama aynı zamanda bir uyarıdır. İncil’in bir ismi müjdedir. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in getirdiği Kur’ân-ı Kerim’in bir ismi müjdedir. Kur'ân Allahû Tealâ’nın bize ikramıdır. Neden? İnsanların bir basit kalbi dileğinin karşılığında 1. kat cenneti, ömür sermayesi yeterse 3. kat cennet ve dünya saadetinin yarısını da bir hiç karşılığında hibe etmesindendir. 
  Sahâbeyi göz önüne aldığımız zaman hepsi 7 safha 4 teslimi yaşayan, 7 safha hidayeti gerçekleştiren, Allah'ın hidayetle vazifeli kıldığı hidayetçilerdir. Sahâbe soruyor: “Ey Allah'ın Resûl’ü biz dînimizi senden öğrendik. Bizden sonra insanlar dîni kimden öğrenecekler?” deyince Resûlullah (S.A.V) Efendimiz’in cevabı çok manidar: “Benim sahâbem gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbî olursanız hidayete erersiniz.”
 Hidayetçiye tâbî olan, hidayeti dileyen kişidir. Hidayeti dileyen kişiyi hidayete erdiren Allah’tır. Allahû Tealâ farz bir temel üzerine onlara hidayetçiyi gösterir, tâbiiyetini gerçekleştirir. “Hidayeti dilemeyenler için ise hidayetçi yoktur.” buyurmaktadır.
  Günümüzde hidayet kaybolmuştur. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîs-i şerifinde buyuruyor ki: “Bir zamanlar gelecek Kur’ân-ı Kerim’in resmi, İslâm'ın ismi kalacak. İnsanlar İslâmî isimlerle anılacaklardır ama İslâm’dan en uzak kişiler olacaklardır. Mescitleri dışardan mamur, ama içindeki insanların kalbinde hidayetten eser olmayacak. O gün yaşayan âlimler gökkubbenin altında yaşayan insanların en şerrlileridir. Fitne onlardan çıkmıştır. Tekrar onlara dönecektir.”
Resûlullah’ın beyan ettiği o gün yaşayan âlimlerle bugün açıklamak istediğimiz hadîs arasında bir illiyet rabıtası vardır. “Dalâlete çağıran kimseye de ona itaat edenlerin günahı kadar günah verilir.” Günümüzdeki âlimler, hidayetin ihtiva etmeyen bir dîn öğretiminin sahipleri, insanları dalâlete, ateşe çağıran imamlardır. İşte bu bakımdan Resûlullah (S.A.V) Efendimiz: “Onlar gökkubbenin altında yaşayan insanların en şerrlileridir.” buyuruyor. İnsanların en şerrlileri, kendileri dalâlette iken başkalarının da hidayetine mani olan, dalâlete çağıran, hidayetten men eden, ateşe çağıran imamlardır.
  Allahû Tealâ bu ateşe çağıran imamların bir başka özelliğini de Ahzâb Suresinin 67-68. âyet-i kerimelerinde dile getirmektedir.

33/AHZÂB-67: Ve kâlû rabbenâ innâ ata’nâ sâdetenâ ve kuberâenâ fe edallûnes sebîl(sebîlâ).
Ve cehennemde olanlar derler ki: "Yarabbi, muhakkak ki biz, sâdatlarımıza (dînde ileri gidenlerimize) ve küberamıza (büyüklerimize) itaat ettik. Ve böylece Senin yolundan (Sıratı Mustakîmi’nden) saptık."
33/AHZÂB-68: Rabbenâ âtihim dı’feyni minel azâbi vel anhum la’nen kebîrâ(kebîren).
Rabbimiz, onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lânetle lânetle.

İnsanlar devrin sâdatlarına itaat etmişler. Devrin sâdatları, dîn büyükleri dîn öğreticileri olup bunlar seçilmeyen, başkalarının da hidayetine mani olan insanlardır. Onları da kendileriyle birlikte ateşe götürmektedirler.

7/A'RÂF-146: Seasrifu an âyâtiyellezîne yetekebberûne fîl ardı bi gayril hakkı ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minu bihâ ve in yerev sebîler ruşdi lâ yettehızûhu sebîlen ve in yerev sebilel gayyi yettehızûhu sebîl(sebîlen), zâlike bi ennehum kezzebû bi âyâtinâ ve kânû anhâ gâfilîn(gâfilîne).
Yeryüzünde haksız yere kibirlenen kimseleri, âyetlerimizden çevireceğim. Bütün âyetleri görseler, ona inanmazlar. Eğer rüşd yolunu görseler, onu yol edinmezler. Ve gayy yolunu görseler, onu yol edinirler. Bu; onların, âyetlerimizi yalanlamaları ve ondan gâfil olmaları sebebiyledir.
7/A'RÂF-147: Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ ve likâil âhireti habitat a’mâluhum, hel yuczevne illâ mâ kânû ya’melûn(ya’melûne).
Ve âyetlerimizi ve ahirete ulaşmayı (hayatta iken ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr eden kimselerin amelleri, heba oldu (boşa gitti). Onlar, yaptıklarından başka bir şeyle mi cezalandırılır (karşılık verilir)?

Âyetleri onlara tilâvet eden, Allah'ın veli resûlleridir. Onları Allah'a çağırmakta, Allah'a davet etmektelerdir ama onlar inanmamaktadırlar. O zaman inanmayanlar kimlerdir? İnanmayanlar hidayeti dilemeyenlerdir. Neml Suresinde Allahû Tealâ bize çok güzel bir mesaj vermektedir:

27/NEML-80: İnneke lâ tusmiul mevtâ ve lâ tusmius summed duâe izâ vellev mudbirîn(mudbirîne).
Muhakkak ki sen, ölülere işittiremezsin ve arkasını dönüp kaçan sağırlara da (Allah’ın) davetini işittiremezsin.
27/NEML-81: Ve mâ ente bi hâdîl umyi an dalâletihim, in tusmiu illâ men yu’minu bi âyâtinâ fe hum muslimûn(muslimûne).
Ve sen, körleri dalâletlerinden (çevirip) hidayete erdirecek değilsin. Sen, ancak âyetlerimize inananlara işittirebilirsin. İşte onlar, teslim olanlardır.
27/NEML-82: Ve izâ vakaal kavlu aleyhim ahracnâ lehum dâbbeten minel ardı tukellimuhum ennen nâse kânû bi âyâtinâ lâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onların üzerine (Allah’ın Kitap’ta söylediği) söz vuku bulunca, onlara arzdan dabbe çıkardık (çıkarırız). İnsanların (Kitap’taki) âyetlerimize yakîn hasıl etmediklerini söyleyecek.

  Hidayet kendisine tebliğ edildiği zaman kişi hidayete ilgisiz kalırsa, Allahû Tealâ hassalarına engeller koyar. Hassalarına engel konan bir insan, bütün âyetleri görse asla îmân etmez. Eğer kişi hidayetçiyi yalanlarsa, karşı çıkarsa o zaman uzuvlarına engeller konur. Ondan sonra da bütün âyetleri görse îmân etmez. Kavga ederse, cedelleşirse o zaman her ikisine birden Allahû Tealâ engel koyar ve kalbini de tab eder.
  İşte bu açıdan Allahû Tealâ’nın dizaynına baktığımız zaman net mesajlarla karşılaşıyoruz. Dört grup insan:
1-    Hidayete ilgisiz olanlar
2-    Hidayetçiyi yalanlayanlar,
3-    Kalbi tab edilenler olmak üzere cehenneme doğru yol alan insanlar
4-    Hidayet kendisine tebliğ edildiği an anında Allah'a ulaşmayı dileyen ve âyetlere îmân eden kişiler.
Allahû Tealâ’nın engeller koyduğu insanlar için Allah'ın Resûl’ü buyuruyor ki: “Onlar Kur'ân okurlar ama Kur'ân kursaklarından geçmez.” Yani mânâsına nüfuz edemezler. Kalbin yer almadığı bir dizaynda, âyetlere nüfuz edebilmek mümkün değildir.
Günümüz dîn tatbikatına göre insan 3 vücudun sahibi değildir. Onlara göre iki vücuttur: O vücutlardan bir tanesi iyi olursa ruh, kötü olursa nefs (habis ruh) diye bir ayrımın içerisindedirler. Dolayısıyla ruhun devrede olmadığı bir dîn tatbikatıyla iblise karşı gâlip gelmek mümkün değildir. Galip gelebilmek için mutlaka ruhun devrede olması lâzımdır.
İnsan için şeytanın etkisiz olduğu zaman, kişinin ruhun talebine uyduğu zamandır. Yani bu noktada şeytana galiptir. Ama ruhun talebinin devrede olmadığı her olayda insan iblise mağluptur, çünkü o zaman nefsinin talebine uymaktadır. Nefs, şeytanın vücuda giriş melceidir, şeytanın maşasıdır. Nefsin afetleri iblisin isteklerini ister. İş olup bittikten sonra da şeytan der ki:

14/İBRÂHÎM-22: Ve kâleş şeytânu lemmâ kudıyel emru innallâhe veadekum va’del hakkı ve veadtukum fe ahleftukum, ve mâ kâne liye aleykum min sultânin illâ en deavtukum festecebtum lî, fe lâ telûmûnî ve lûmû enfusekum, mâ ene bi musrihikum ve mâ entum bi musrıhıyy(musrıhıyye), innî kefertu bi mâ eşrektumûni min kabl(kablu), innaz zâlimîne lehum azâbun elîm(elîmun).
Şeytan, emir yerine getirildiği zaman şöyle dedi: “Muhakkak ki; Allah, size “hak olan vaadini” vaadetti. Ve ben de size vaadettim. Fakat ben, vaadimden döndüm. Ve ben, sizin üzerinizde bir güce (sultanlığa, yaptırım gücüne) sahip değilim. Sadece sizi davet ettim. Böylece siz, bana icabet ettiniz. Artık beni kınamayın! Kendinizi kınayın! Ve ben, sizin yardımcınız değilim. Siz de, benim yardımcım değilsiniz. Gerçekten ben, sizin beni ortak koşmanızı daha önce de inkâr ettim. Muhakkak ki; zalimlere acı azap vardır.”

İblise galip gelmenin yolu, ruhun talebine uymak, iblisin maşası durumunda olan nefsimizi tezkiye ve tasfiye etmektir. Bu sebeple Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîs-i şerifinde: “Allah şüphesiz ki bu dîni nefsinizi ihlâsa ulaştırmanız için var etti.” buyurmaktadır.
 Sakın ha sevgili kardeşlerim! Siz de ihlâsı dîn adamlarının zannettiği gibi zannetmeyin: “Gelin ihlâs, aşk ve şevkle bir namaz kılalım. Gelin ihlâsla bir Tövbe-i nasuh edelim.” Böyle bir şey söz konusu değildir! Hanif dîninin 7 safhasından 6. safhası İhlâs’tır ve bir insanın muhlislerden olabilmesi için Allahû Tealâ’nın o kişide muktesebat olarak görmek istediği şey, kalbinin 14 kademede müzeyyen olmasıdır. Yani muhlis olan kul, yerin göğün melekûtuna yakîn sahibidir. Ama o insanlar, devrin imamının ana dergahından, mürşide tâbî olmaktan, Allah’a ulaşmayı dilemekten, gök katlarından, bunların hiç birisinden haberdar değildirler. Onlara göre sadece İslâm'ın 5 şartı var ve bunları tatbik etmeleri halinde de gerçekten muhlis olacaklarını zannediyorlar. 14 asır evvel Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le birlikte sahâbe, böyle bir dîn yaşantısı yaşamadı. Onların yaşadığı hanif dîni, 7 safha 4 teslimden oluşur.
v  Sahâbenin hepsi Allah'a ulaşmayı dilemiştir:

39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi).
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!

v  Sahâbenin hepsi mürşide tâbî olmuştur:

48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsih(nefsihî), ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).

v  Hepsi ruhlarını Allah'a teslim etmişlerdir:

39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).

v  Hepsinin fizik vücutlarını Allah'a teslim etmiştir:

3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: "Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik. O kitab verilenlere ve ümmîlere: "Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?" de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.

v  Hepsi ulûl’elbab olmuştur:

39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).

v  Hepsi irşada ulaşmış, muhlis kul olmuştur:

49/HUCURÂT-7: Va’lemû enne fîkum resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum ve kerrehe ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne).
Ve aranızda Allah’ın Resûlü olduğunu biliniz. Eğer işlerin çoğunda size itaat etseydi, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi ve onu kalplerinizde müzeyyen kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı size kerih gösterdi. İşte onlar, onlar irşad olanlardır.

v  Hepsi de salihlerden oldular. Çünkü tâbiîn ve tebe-i tâbiînin hepsi sahabeye tâbî olmuştur:

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.

Âyetler açık bir şekilde sahâbenin hayatını açıklamaktadır. Sahâbe nasıl 7 safha 4 teslimi yaşamışsa günümüzde de ana dergâhın başında Devrin İmamı vardır. Allah'tan aldığı hidayet göreviyle devamlı âyetlerle tebliğ etmektedir ve “Allah'a ulaşmayı dileyin” demektedir. İnsanlara bu dileğin akabinde kısa zamanda sonsuz huzur ve mutluluğu yaşayacağını, 3. kat cennet ve dünya saadetini yarısına sahip olacağını beyan etmektedir. Tatbik edenler bu neticeye ulaşmışlardır. Allah'a ulaşmayı dilemeleri hasebiyle Allah'ın yaşattığı huzur ve mutluluk, zifiri karanlık bir gecenin arkasından güneşin doğması gibidir. Bu mutluluğu yaşayan kişi, durumunu evvelki (cahiliyye) hayatıyla mukayese ettiği zaman, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in söylediği: “Sağ elime güneşi verseniz, sol elime ayı verseniz, ben Rabbimin beni ulaştırdığı bu hidayet yolundan, Sıratı Mustakîm yolundan asla başka bir yere adımımı atmam.” sözünü idrak etmekte ve yaşamaktadır.
Elbette Allah'ın tasarrufunda olan resûl bu sözü söyleyebilir. O, Allah'ın kopmaz ipi olduğu için, o Allah'ın tasarrufunda olduğu için, o bu sözü söylemeye en evvelde hak sahibidir. Ama ona îmân eden, Allah'ın ipine Urvetul Vuska’ya sımsıkı yapışan bir insan da onun izinden gittiği için bu sözü söyleyip Allah'ın hidayetle vazifeli kıldığı devrin imamına tutunmalıdır.
Allah, Resûl’ü ile nurunu tamamlayacaktır. O nurun tamamlandığı dönemin içerisindeyiz. Vakti geldiği zaman o nurun tamamlandığı bir asr-ı saadeti tüm dünya insanı yaşayacaktır. Dînler birleşecek ve dînler birleştiği zaman bir tek hanif dînin varlığını insanlar idrak edeceklerdir ve hanif dînini, dünya saadetinin yarısını, 3. kat cenneti yaşayabilmenin basit bir dilekle olduğunu insanlar idrak ettiği zaman, hiç kimse bu dînin dışında yer almayacaktır. O zaman üstlerinden ve ayaklarının altından Allah bereketler verecektir. İnsanlar zekâtlarını vermek üzere fellik fellik insan arayacaklardır. İnsanlık bu altın çağı, Devrin İmamı, Mehdi (A.S) ile yaşayacaktır.
Kur’ân-ı Kerim’de herşey net olarak açıklanmaktadır. Konumuz olan; “Başkalarını hidayete çağıran kimseye, kendisine tâbî olanların sevabı gibi sevap verilir; bununla beraber, onların sevabından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını dalâlete çağıran kimseye de ona itaat edenlerin günahı kadar günah verilir; bununla beraber ona itaat edenlerin günahlarından hiçbir şey eksilmez.” hadîs-i şerifi Nisa Suresi 85. âyet-i kerimesinde açıklanmaktadır:

4/NİSÂ-85: Men yeşfa’ şefâaten haseneten yekun lehû nasîbun minhâ ve men yeşfa’ şefâaten seyyieten yekun lehu kiflun minh(minhâ) ve kânallâhu alâ kulli şey’in mukîtâ(mukîten).
Kim güzel bir şefaatle(iyilik yapılmasına) yardım ederse, ondan (o iyilikten) onun bir nasibi olur. Ve kim kötü bir şefaatle (günah işlenmesine) yardım ederse onun da ondan (o şerrden) bir payı olur. Ve Allah, herşeye mukayyet olandır (gözetendir).