DAVRANIŞ
BİÇİMLERİ
ve
İSLÂM
ARASINDAKİ İLİŞKİ
Biz insanlar, tek başına yaşamak imkânının sahibi
olmayan mahlûklarız. Her konuda başkalarına ihtiyacımız var. Toplumda herkes
kendisine bir meslek seçer; başka insanların istifade edebileceği bir hizmette
bulunur. Herkes bir üretim, bir hizmet ve buna bağlı olarak bir davranış biçimi
içerisindedir. Toplum halinde yaşamak zorundayız. Başka bir alternatifimiz
yoktur; çevremizdeki insanlarla mutlaka bir beraberliğimiz olacaktır. İşte
başkaları ile birlikte olduğumuz zaman davranış biçimleri sahneye girer.
Davranış
biçimleri, Allah’ın dostları için hayatlarının en önemli konusudur. Çünkü insan
ilişkileri, Allah’ın bizlere verdiği temel emri yerine getirmek veya getirmemek
konusunda bizleri zorlayacaktır. Beşerî münasebetler (insan ilişkileri),
tasavvufta mutlaka herkesi mutlu etmeye
yönelik bir hüviyet taşır.
Tasavvufta tek hedef; başkalarını mutlu etmek için
yaşamaktır. Kişi bunu yapabildiği gün, dünyadaki en mutlu insanlardan biri
olur. Kim hayatının her noktasını, zamanının her parçasını başka insanları mutlu
etmek için harcıyorsa, işte o, bu dünyadaki en mutlu insanlardan birisidir.
Çünkü, beşeri münasebetlerin, insan ilişkilerinin nihai noktası (en üst
noktası) başkaları için yaşamaktır.
Nebî
ve Resûl
Peygamberler, nebîlerdir. Bütün peygamberler, Allah’ın
elçisidir; nebî resûldür. Peygamber olmayan resûller yani velî resûller de
Allah’ın elçileridir. Ama velî resûller, peygamber değildirler.
Bütün kavimlerde, bütün devirlerde Allah’ın bir nebî
resûlü ya da velî resûlü mutlaka hayattadır. O öldüğü anda o kavimin lisanını konuşan yeni bir resûl
mutlaka yerine gelir. İnsan ilişkilerinde nebîler ve nebî olmayan resûller
ister devrin imamı olsunlar, ister kavim resûlü olsunlar kendilerini başka
insanlara adamış olanlardır.
Zaman adı verilen müessese Allahû Tealâ’nın kurduğu
bir dizayndır. Biz istesek de istemesek de zaman geçer; geçmişten
geleceğe doğru devam edip gider. Bu zaman parçasını, başka insanların
mutluluğunda kullanabilen kişi başkalarına sağladığı mutluluğun en az iki
katını yaşar. Çünkü Allahû Tealâ’nın koyduğu kanun şöyledir; kim başkalarını
mutlu etmek için bir davranışta bulunursa, o davranışta bulunan kişi,
davranışıyla mutlu ettiği kişiden çok daha büyük bir mutluluğu yaşar. Daha
doğru bir ifadeyle; Allah o kişiye onun başkalarına sağladığı mutluluğun en az
iki katını nasip eder.
Kişi etrafında ne kadar insan varsa hepsini mutlu
etmeyi kendine şiar edinmelidir; hedef edinmelidir. Bunu gerçekleştiren kişi
görür ki; çok meşgul bir insan olmuştur. Aynı zamanda dünyadaki en mutlu
insanlardan da biri olmuştur. Öyleyse hayatının her dakikasını, her saatini
başkaları için harcayan birisini düşünün: işte o kişi, gün boyunca kaç kişiyi
mutlu edebilmişse, onlara huzuru ne kadar yaşatabilmişse, davranışlarıyla
onlara ne kadar güzellik taşıyabilmişse, herbiri için bir katını kendisi yaşar.
O zaman siz de, böyle bir insan olsanız “Her şey çok mu güzel, yoksa bize mi
öyle geliyor?” diye sormaz mısınız? Bu sorunun arkasında sevgi vardır. Bu
hedefe ancak sevgiyle varılabilir.
Nefret eden kişi, başkalarını mutlu etmek için değil;
mutsuz etmek için çalışan kişidir; nefsinin afetlerinin kontrolündedir. Nefret
eden kişi şeytanın kontrolündedir. Seven kişi, Allah’ın kontrolündedir;
Allah’ın dostlarıyla beraberdir; sevgi üzerine yaşar. Nefret eden kişi, nefret
üzerine yaşar; düşmanlık onun kanındadır, iç dünyasına nüfuz etmiştir, bütün
vücudunda düşmanlık dolaşır. Nefret eden kişi; başkalarına hep düşmanca
davrandığı için hep düşmanca muamele görür.
İnsanlar vardır; onlara ne yaparsanız yapın hangi
iyilikte bulunursanız bulunun onlar size daima nefretle bakabilirler. Böyle
insanlar vardır; hayattalar… Hiç kimse onlara severlerse sevileceklerini
anlatmamıştır. Etraflarında hep hırsızları, hep başkalarına kötülük eden
insanları, kötülüklerin dünyasını görmüşler; onlarla yoğrulmuşlardır. İşte
Türkiye bugün o noktadadır. Hırsızlık yapılmayan ev kalmamış durumdadır. Bizim
ülkemiz nasıl bu hale geldi? Biz Osmanlıydık… Atalarımız hırsızlığın mevcut
olmadığı bir dünyada yaşadılar.
Osmanlı
Osmanlı imparatorluğu bugünkü dünya gibi değildi; mutluluğun yaşandığı hırsızlıkların
yaşanmadığı bir dönemi yaşadı. Osmanlı İmparatorluğu 600 yıllık bir dönem
sürdü. Bir çok devlet kontrolü altında tutan bir Osmanlı medeniyeti… Osmanlı
mutluluğu… Osmanlı hayatı… “Osmanlı medeniyeti” denir çünkü; Osmanlı, bütün
Avrupa’ya medeniyet götürmüştür. Asillerin hegemonyası altında inleyen halklar,
Osmanlı’nın o ülkeyi fethetmesiyle, asillerle eşit seviyeye gelmişlerdir. Böylece
adaletsizlik o ülkelerden kaldırılmıştır. Osmanlı nereye adım attıysa oraya
mutlaka Allah’ın adaletini götürmüştür.
Osmanlı’da herkes tasavvufta olduğu için, hiç kimse
Allah’ın kaidelerini negatif istikamette kullanmazdı. Herkesin en güzel
standartlarda bütün güzellikleri yaşadığı bir ortamdı… İşte orası Osmanlı Medeniyeti…
Onlar bizim atalarımızdı…
Osmanlı bütün
dünyaya silinmez izler bıraktı. O devirde at sırtında bütün Avrupa’yı
kontrolleri altına aldılar. Fethettikleri her ülkeye mutlak olarak adalet
götürdüler, mutluluk götürdüler, huzur götürdüler. Adalet son derece önemli bir
konuydu. Çünkü adaletin bütün boyutlarıyla çiğnendiği, kuvvetlinin zayıfı
ezdiği bir dünyada Osmanlı bu adaletsizliği bütünüyle ortadan kaldırabilmiş
olan, tek ulustu.
Fethettiği her
ülke, fethedildiği andan itibaren Osmanlı’nın memâlikinden birisi olmuştur ve
oraya mutlaka hürriyetle beraber adalet gelmiştir. Hürriyet, adalet ve müsavat…
Hürriyet, uhuvvet, müsavat… Hürriyet;, insanların hür olmalarıdır. Uhuvvet,
kardeşlik; ihvan, kardeşler; müsavat ise eşitlik demektir. Asillerle onların kölesi
durumunda olan halkın eşit seviyeye getirilmesi Osmanlı ile mümkün oldu. Adalet
karşısında bütün insanlar bir tutulurdu. Osmanlı’da bir padişah ile alelade bir
kişi aynı standartlar içinde yargılanırdı.
Atalarımızı hasretle yâdetmeliyiz… Günümüzde benliğimizden
ne kadar çok şey kaybettiğimizi, ülkemizde etrafımıza bakarak görmekteyiz. Her
tarafta her an hırsızlıklar, cinayetler birbirini kovalamakta ve insanlar
bunları yaparken artık utanç duymayan; yüzleri kızarmayan bir durumdalar.
Kendilerine yapılan haksızlıkları bahane ederek haklı olduklarını iddia
edebilecek seviyedeler. Osmanlı İmparatorluğu 600 yıl boyunca dünyada en az suç
işlenen ülkeydi. Günümüzde ise ülkemiz dünyada en çok suç işlenen beşinci ülke
olmuştur. O kadar Allah’tan uzaklaşmış bir toplum, o kadar insan haysiyetine
yaraşmaz kötü şeyler yapmaya alışmış bir toplum olmuştur ki; adeta şeytanın kol
gezdiği, onun hakim olduğu bir ülke hüviyetine girmiştir. Ondan sonra da
Allah’ın unutulması söz konusu olmuştur.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki: “Öyle bir güne
ulaşacaksınız ki; o gün camilerde insanlar olacak. Ama o insanlar, kalpleri
kararmış olan insanlar olacak. İnsanların en şerlileri olacak.” İşte İslâm
âlemi, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hadîsinde ifade ettiği günleri yaşamaktadır; her şeyini kaybetmiştir… Çünkü İslâm diye bir
olay kalmamıştır. İslâm, yok edilmiştir.“Namaz kılınıyor, oruç tutuluyor, zekât
veriliyor, hacca gidiliyor, kelime-i şehadet de getiriliyor. İnsanların bir
kısmı bunu yaptığına göre İslâm yaşanıyor.” demektedirler. Ama İslâm yaşanmamaktadır.
İslâm
İslâm, “silm” kökünden gelen bir kelimedir. Allah’a
teslim olmak demektir. Allah’a ulaşmayı dilemek ile başlar. Allah’a ulaşmayı
dileyen kişi mutlaka mürşidine ulaşıp tâbî olacaktır. Tâbî olunca ruhu
vücudundan ayrılarak, Allah’a ulaşır. İlk teslim olan ruhun Allah’a ulaşmasını
gerçekleştirir.
Kişi
Allah’a mülâki olmayı yani hayattayken ruhunu Allah’a ulaştırmayı dilediği an
cehennemden kurtulmuştur ve 1. kat cenneti hak etmiştir. Bu kişi 14. basamakta
Allah tarafından mürşidine ulaştırılır. Tâbî olduğu anda 2. kat cennetin sahibi
olur. Bu noktadan itibaren Allah o kişinin kontrolünü eline alır. Allah onun
ruhunu mutlaka Kendisine ulaştırır. Çünkü Allahû Tealâ Allah’a ulaşmayı dileyen
kişinin ruhunu Kendisine ulaştıracağını ifade etmektedir. Allahû Tealâ Şûrâ
Suresinin 13. âyet-i kerimesinde diyor ki:
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ
vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve
îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîh(fîhi), kebure alel muşrikîne mâ
ted’ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men
yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
Allahû Tealâ, insanların % 90’ından fazlasını seçer.
Allahû Tealâ, kim Allah’a mülâki olmayı dilerse onu Kendisine ulaştıracağını
ifade etmektedir. Öyleyse kişi de Allah’a ulaşma talebi olmalı. Allahû Tealâ; talebena vecedena;
“Bizden talep edin, Biz de icabet edelim.” diyor.
“Talebena;
bizden talep edin
Vecedena;
Biz de ona icabet edelim.
“vece” dediği; “vecebe (vecebena)”
Allahû
Tealâ insanları kâinattaki en üstün mahlûklar olarak yaratmıştır. En çok insanı
seviyor ve o en çok sevdiği mahlûkunun mutlu olmasını istiyor. İnsanlara bir
garanti veriyor ve diyor ki: Kim ruhunu hayattayken Bana ulaştırmayı dilerse,
Ben onun ruhunu mutlaka Kendime ulaştırırım. O sadece talep edecek. Kişi
diyecek ki: “Yarabbi! Ben ruhumu Sana ulaştırmayı diliyorum.” Ben onun ruhunu
Kendime ulaştıracağım.”
Allahû
Tealâ insanları, onlar sevmese de sever. Ama Allah’ın sevenlere olan sevgisi
ile sevmeyenlere olan sevgisi eşit değildir. Yoksa sevgi herkes için vardır. O
Allah’tır. Yaratan O’dur. Allah insanları hayra ulaştırmak için yaratır. Ama
insanlar kendi hayatlarını, kendi iradeleriyle yaşadıkları için Allah’ın uzattığı
yardım elini ellerinin tersiyle iterler.
Allah’a mülâki olmayı dilemeyen herkes, bu eli
itmiş durumdadır. Kişinin cennete girmesi için bu kadar basit bir sebep, sadece
bir dilek; “Yarabbi! Senin bunca ermiş evliyan olmuş. Şu anda yaşayanların kim
bilir kaç yüz bini Sana ulaşmayı dilemiş ve Senin evliyan olmuşlar. Bir çoğu
mürşidine ulaştıktan sonra ölmüş, 2. kat cenneti hak etmiş. Bir çoğu ruhunu da
Sana ulaştırmış, ondan sonra ölmüş, 3. kat cenneti hak etmiş ve onlara bunu Sen
garanti etmişsin. Ey Allah’ım! Bana da nasip et. Ben de senin ermiş evliyandan
olmak istiyorum.”Kişi bu şekilde bir dileğin sahibi olduğu zaman Allahû Tealâ
kişiyle meşgul olmaya başlıyor.
Allahû
Tealâ insanları o kadar çok seviyor ki; Kur’ân âyetleriyle bunu garanti etmiş;
Ra’d Suresinin 27. âyet-i kerimesinde diyor ki:
13/RA'D-27: Ve yekûlullezîne keferû
lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbih(rabbihi), kul innallâhe yudillu men
yeşâu ve yehdî ileyhi men enâb(enâbe).
Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”
Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”
Allahû
Tealâ; “Allah dalâlette olanları
bırakır.” diyor. Herkes dalâlettedir.
Allahû Tealâ, dalâlette olanlarla meşgul olmaz. Onlar talep etmeden Allah yardımcı olmaz. Talep mutlaka
kişiden gelmelidir. Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin dalâlette
olduğunu ifade etmektedir:
5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhellezîne
âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum
tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler)! Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki siz, felâha erersiniz.
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler)! Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki siz, felâha erersiniz.
Allahû Tealâ bu âyet-i kerimede, âmenû
olanların Allah’a ulaşmayı dilemekle, Allah’a karşı takva sahibi olduklarını
ifade etmektedir. Allahû Tealâ Mâide-35’in devamında: “Allah’a ulaştıracak
vesileyi Allah’tan isteyin.” buyurmaktadır.
Allahû Teala ayrıca Bakara-45’de diyor ki:
2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves
salât(sâlâti), ve innehâ le kebîretun illâ alel hâşiîn(hâşiîne).
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.
vesteînû bis
sabri ves salât: Sabırla ve namazla Allah’tan istianeyi; Allah’tan
istianeyi iste; talep et.
innehâ le
kebîretun: Bu büyük bir iştir, zor bir iştir
illâ alel
hâşiîn: Ama huşû sahipleri için zor değildir. Onlar hariç. Onlar için zor
değildir
Allahû
Tealâ: “Sabırla ve hacet namazıyla
Allah’tan yardım iste, talep et.” diyor. Allah’tan mürşidini sor. Ama
bunun ağır bir iş olduğunu söylüyor.
Allahû
Tealâ Bakara Suresinin 46. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:
2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne
ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
O (huşû sahipleri) ki; onlar, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
O (huşû sahipleri) ki; onlar, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.
ellezîne: ve onlar
yezunnûne: kesin şekilde talep
ederler
ennehum: muhakkak ki
mulâkû: mülâki olacaklardır
rabbihim: Rabblerine
“Ruhlarını Rabblerine ilka edeceklerdir.
Böylece o kişiler Allah’a mülâki olacaktır.” İlka etmiş olanlar, mülâki
olanlar; Aynı kökten gelen 2 kelimedir. İlka; ulaşmak, vasıl olmaktır. “Likae”
ise isim halidir; ulaşmak.
Kişi
Allah’tan bir tek dilekte bulunmalı: “Yarabbi! Beni de Sana ulaştır. Ben de
Sana ulaşmak istiyorum.”
Allahû Tealâ diyor ki: “Vesteînû bis sabri ves salât(sâlâti)-Namazla
ve sabırla Allah’tan istianeyi (yani mürşidinizi) isteyin.” diyor. Bu üzerimize
farzdır. Allahû Tealâ bunun zor bir iş olduğunu ifade etmektedir. Ama kim
Allah’a mülâki olmayı diliyorsa onlar için zor değildir. Çünkü onlar talep
ettiği an Allah mutlaka onları mürşidlerine ulaştıracaktır; ruhlarını da
mutlaka Kendisine ilka ettirecektir (ulaştıracaktır).
Allahû Tealâ
Hz. Musa’ya Tevrat’ı; Hz. İsa’ya İncil’i; Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e de
Kur’an-ı indirmiştir. Üçünde de hidayet
vardır. Üçünde de 7 safha ve dört teslim vardır.
7
Safha 4 Teslim
İslâm,
teslim dînidir. Bu dinin özellikleri 7 safha ve 4 teslimden oluşur:
1. safha:
Allah’a ulaşmayı dilemek.
2. safha:
Mürşide ulaşıp, tâbiiyet.
3. safha:
Ruhu Allah’a ulaştırmak (Ruhun teslimi-1. teslim).
4. safha:
Fizik vücudu Allah’a teslim etmek (2. teslim).
5. safha:
Nefsi Allah’a teslim etmek (3. teslim).
6. safha:
İrşad olmak,
7. safha:
İradeyi de Allah’a teslim edip irşada memur ve mezun kılınmak (4. teslim).
Tevrat’ın, İncil’in ve Kur’ân’ın temelini 7
safha ve 4 teslimin teşkil etmektedir. Kitap verilen 3 dîne de baktığımız zaman üçünde de aynı büyük hakikati
görürüz.
Allahû Tealâ, Tevrat’ta da İncil’de de
Kur’ân-ı Kerim’de de defaatle: “Bu dîn, Hz. İbrahîm’in hanif dînidir.”
buyurmaktadır. Allahû Tealâ, Hz. İbrahîm için
“Babanız İbrahîm.” ifadesini kullanmaktadır. Çünkü Kur’ân indirilen Peygamber Efendimiz (S.A.V), Hz.
İsmail’in soyundan; Tevrat indirilen Hz. Musa da Hz. İshak’ın soyundan gelmektedir.
Allah
insanlardan bir tek şey ister: bu da onların mutlu olmalarıdır. Bu mutluluk 7
derecede tahakkuk eder. 7 kademenin her
birisi, bir üst kademe bir evvelki kademeye göre insanların çok daha fazla
mutlu olduğu bir arenayı ifade eder.
Ortada bu kadar açık ve kesin bir âyetler
dizisi varken şeytanın insanları nasıl kandırdığını görebiliyor musunuz? Bir
insan eğer Allah’a mülâki olmayı dilerse ve onun 7-8 aylık bir ömrü varsa,
Allah onu, Allah’a ulaşmayı diledikten sonra mutlaka mürşidine ulaştıracak,
ruhu vücudundan ayrıldıktan sonra Allahû Tealâ onun ruhunu Kendisine de
ulaştıracak, bu kişiyi 3. kat cennetin sahibi yapacak, nefsinin kalbindeki
afetlerin % 51’ini yok ederek yerine fazılları ve % 2 rahmet nurunu
yerleştirerek o 7-8 aylık süreç içerisinde o kişiyi dünyadaki en mutlu
insanlardan biri yapacak. Ondan sonra kişi bir orta saadeti yaşayacak. Yani
hayatının % 51’i her gün mutlulukla geçecek. Ama % 49’u da mutsuzlukla geçecek.
Eğer kişi bu seviyeye günde 3 saatlik bir zikirle ulaşmışsa bu 3 saat zikri,
ömrü boyunca devam ettirebilirse, o kişi mutlaka 3. kat cennetin sahibi olur. O
kişi, bir ömür boyu mutluluğun yarısını, dünya saadetini de yaşar. Ne
karşılığı? Bir talep karşılığı. Kişi sadece Allah’a ulaşmayı dilemiştir. Hepsi
bu kadar. Bu kadar açık ve kesin standartlarda Allahû Tealâ bütün insanlara
bunu garanti ediyor ve insanların kim bilir kaç binde biri ya da kaç yüz binde
biri Allahû Tealâ’ ya ulaşmayı diliyor?
Şeytan
ve onun hempaları şu anda bütün dünyaya hakim durumdadırlar. Dünyanın idaresi
onların elinde ve insanların büyük kısmı bu yüzden mutsuz. Allahû Tealâ’nı bu
gerçeklerini bilmiyorlar.
Allahû Tealâ evvelâ Tevrat’ı sonra
İncili sonra Kur’ân-ı Kerim’i insanlar mutlu olsunlar diye indirmiştir. Bir
peygamber ölmüş, sonra ondan yüzlerce yıl sonra gelen ikinci peygambere (Hz.
İsa’ya) Allahû Tealâ kitabını indirmiş. O da kendisine tâbî olanlarla beraber
asr-ı saadeti yaşamıştır. Allahû Tealâ ondan 1400 yıl sonra Peygamber Efendimiz
(S.A.V.)’e Kur’ân-ı indirmiştir. O ve sahâbesi de asr-ı saadeti yaşamıştır.
Peygamberlik müessesesi, Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’le sona ermiştir. Allahû Tealâ tarafından şu anda dünyadaki bütün
ülkelerin içinde, onların lisanıyla konuşup, yaşayan bir resûl tayin edip
mutlaka gönderilmiş durumdadır. Şuanda dünya üzerinde hiçbir kavim yok ki;
onların dilleriyle konuşan bir resûl o kavmin içinde bulunmasın.
Allahû
Tealâ, İbrahim Suresi 4. âyet-i kerimede ve Mu’minûn Suresinin 44. âyet-i
kerimesinde diyor ki:
14/İBRÂHÎM-4:Ve
mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe
yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâ’(yeşâu), ve huvel azîzul
hakîm(hakîmu).
Hiçbir
resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım.
Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah,
dilediğini (Allah'a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini
(Allah'a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz'dir, Hikmet
Sahibi'dir.
23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ
rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum
ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ
yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.
Allahû
Tealâ, “Biz bütün kavimlerde resûl beas ederiz (göndeririz.) Onların lisanıyla
konuşur. Hiçbir kavim yoktur ki; onların arasında bir resûlümüz her birinde
yaşıyor olmasın. Biz bütün kavimlere resûl göndeririz ve ard arda (ardı arkası
kesilmeksizin) göndeririz.” diyor.
Bir
kavimde bir resûl öldüğü zaman onun yerine mutlaka bir yenisi görevini
devralır. Allahû Tealâ hiçbir devirde, hiçbir kavmi, resûlsüz bırakmamıştır.
Allah’ın tüm insanlardan istediği şey sadece insanların mutluluğudur.
Kişi mutlu olmayı istiyorsa hemen elini açıp dua etmelidir. “Yarabbi! Senin bunca ermiş evliyan aramızda
yaşıyor. Ben de onlar gibi olmak istiyorum. Ben de ruhumu Sana hayattayken
ulaştırmak istiyorum. Diyorsun ki ‘Sen sadece dileyeceksin, Ben sana vereceğim.
Ben Seni Kendime ulaştıracağım.’ Ey Yüce Allah’ım! Beni de ulaştır. Benim de ruhumu
Sana ulaştır. Beni de şu dünyada ki o mutlu insanların arasına kat.”