Davranış Biçimleri ve İslam Arasındaki İlişki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Davranış Biçimleri ve İslam Arasındaki İlişki etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Eylül 2015 Cumartesi

DAVRANIŞ BİÇİMLERİ ve İSLÂM ARASINDAKİ İLİŞKİ

DAVRANIŞ BİÇİMLERİ
ve

İSLÂM ARASINDAKİ İLİŞKİ

Biz insanlar, tek başına yaşamak imkânının sahibi olmayan mahlûklarız. Her konuda başkalarına ihtiyacımız var. Toplumda herkes kendisine bir meslek seçer; başka insanların istifade edebileceği bir hizmette bulunur. Herkes bir üretim, bir hizmet ve buna bağlı olarak bir davranış biçimi içerisindedir. Toplum halinde yaşamak zorundayız. Başka bir alternatifimiz yoktur; çevremizdeki insanlarla mutlaka bir beraberliğimiz olacaktır. İşte başkaları ile birlikte olduğumuz zaman davranış biçimleri sahneye girer.
 Davranış biçimleri, Allah’ın dostları için hayatlarının en önemli konusudur. Çünkü insan ilişkileri, Allah’ın bizlere verdiği temel emri yerine getirmek veya getirmemek konusunda bizleri zorlayacaktır. Beşerî münasebetler (insan ilişkileri), tasavvufta mutlaka herkesi  mutlu etmeye yönelik bir hüviyet taşır.
Tasavvufta tek hedef; başkalarını mutlu etmek için yaşamaktır. Kişi bunu yapabildiği gün, dünyadaki en mutlu insanlardan biri olur. Kim hayatının her noktasını, zamanının her parçasını başka insanları mutlu etmek için harcıyorsa, işte o, bu dünyadaki en mutlu insanlardan birisidir. Çünkü, beşeri münasebetlerin, insan ilişkilerinin nihai noktası (en üst noktası)  başkaları için yaşamaktır.

        Nebî ve Resûl
Peygamberler, nebîlerdir. Bütün peygamberler, Allah’ın elçisidir; nebî resûldür. Peygamber olmayan resûller yani velî resûller de Allah’ın elçileridir. Ama velî resûller, peygamber değildirler.
Bütün kavimlerde, bütün devirlerde Allah’ın bir nebî resûlü ya da velî resûlü mutlaka hayattadır. O öldüğü anda  o kavimin lisanını konuşan yeni bir resûl mutlaka yerine gelir. İnsan ilişkilerinde nebîler ve nebî olmayan resûller ister devrin imamı olsunlar, ister kavim resûlü olsunlar kendilerini başka insanlara adamış olanlardır.
Zaman adı verilen müessese Allahû Tealâ’nın kurduğu bir dizayndır. Biz istesek de istemesek de zaman geçer; geçmişten geleceğe doğru devam edip gider. Bu zaman parçasını, başka insanların mutluluğunda kullanabilen kişi başkalarına sağladığı mutluluğun en az iki katını yaşar. Çünkü Allahû Tealâ’nın koyduğu kanun şöyledir; kim başkalarını mutlu etmek için bir davranışta bulunursa, o davranışta bulunan kişi, davranışıyla mutlu ettiği kişiden çok daha büyük bir mutluluğu yaşar. Daha doğru bir ifadeyle; Allah o kişiye onun başkalarına sağladığı mutluluğun en az iki katını nasip eder.
Kişi etrafında ne kadar insan varsa hepsini mutlu etmeyi kendine şiar edinmelidir; hedef edinmelidir. Bunu gerçekleştiren kişi görür ki; çok meşgul bir insan olmuştur. Aynı zamanda dünyadaki en mutlu insanlardan da biri olmuştur. Öyleyse hayatının her dakikasını, her saatini başkaları için harcayan birisini düşünün: işte o kişi, gün boyunca kaç kişiyi mutlu edebilmişse, onlara huzuru ne kadar yaşatabilmişse, davranışlarıyla onlara ne kadar güzellik taşıyabilmişse, herbiri için bir katını kendisi yaşar. O zaman siz de, böyle bir insan olsanız “Her şey çok mu güzel, yoksa bize mi öyle geliyor?” diye sormaz mısınız? Bu sorunun arkasında sevgi vardır. Bu hedefe ancak sevgiyle varılabilir.
Nefret eden kişi, başkalarını mutlu etmek için değil; mutsuz etmek için çalışan kişidir; nefsinin afetlerinin kontrolündedir. Nefret eden kişi şeytanın kontrolündedir. Seven kişi, Allah’ın kontrolündedir; Allah’ın dostlarıyla beraberdir; sevgi üzerine yaşar. Nefret eden kişi, nefret üzerine yaşar; düşmanlık onun kanındadır, iç dünyasına nüfuz etmiştir, bütün vücudunda düşmanlık dolaşır. Nefret eden kişi; başkalarına hep düşmanca davrandığı için hep düşmanca muamele görür.
İnsanlar vardır; onlara ne yaparsanız yapın hangi iyilikte bulunursanız bulunun onlar size daima nefretle bakabilirler. Böyle insanlar vardır; hayattalar… Hiç kimse onlara severlerse sevileceklerini anlatmamıştır. Etraflarında hep hırsızları, hep başkalarına kötülük eden insanları, kötülüklerin dünyasını görmüşler; onlarla yoğrulmuşlardır. İşte Türkiye bugün o noktadadır. Hırsızlık yapılmayan ev kalmamış durumdadır. Bizim ülkemiz nasıl bu hale geldi? Biz Osmanlıydık… Atalarımız hırsızlığın mevcut olmadığı bir dünyada yaşadılar.


Osmanlı
Osmanlı imparatorluğu bugünkü dünya gibi değildi; mutluluğun yaşandığı hırsızlıkların yaşanmadığı bir dönemi yaşadı. Osmanlı İmparatorluğu 600 yıllık bir dönem sürdü. Bir çok devlet kontrolü altında tutan bir Osmanlı medeniyeti… Osmanlı mutluluğu… Osmanlı hayatı… “Osmanlı medeniyeti” denir çünkü; Osmanlı, bütün Avrupa’ya medeniyet götürmüştür. Asillerin hegemonyası altında inleyen halklar, Osmanlı’nın o ülkeyi fethetmesiyle, asillerle eşit seviyeye gelmişlerdir. Böylece adaletsizlik o ülkelerden kaldırılmıştır. Osmanlı nereye adım attıysa oraya mutlaka Allah’ın adaletini götürmüştür.
Osmanlı’da herkes tasavvufta olduğu için, hiç kimse Allah’ın kaidelerini negatif istikamette kullanmazdı. Herkesin en güzel standartlarda bütün güzellikleri yaşadığı bir ortamdı… İşte orası Osmanlı Medeniyeti… Onlar bizim atalarımızdı…
 Osmanlı bütün dünyaya silinmez izler bıraktı. O devirde at sırtında bütün Avrupa’yı kontrolleri altına aldılar. Fethettikleri her ülkeye mutlak olarak adalet götürdüler, mutluluk götürdüler, huzur götürdüler. Adalet son derece önemli bir konuydu. Çünkü adaletin bütün boyutlarıyla çiğnendiği, kuvvetlinin zayıfı ezdiği bir dünyada Osmanlı bu adaletsizliği bütünüyle ortadan kaldırabilmiş olan, tek ulustu.
 Fethettiği her ülke, fethedildiği andan itibaren Osmanlı’nın memâlikinden birisi olmuştur ve oraya mutlaka hürriyetle beraber adalet gelmiştir. Hürriyet, adalet ve müsavat… Hürriyet, uhuvvet, müsavat… Hürriyet;, insanların hür olmalarıdır. Uhuvvet, kardeşlik; ihvan, kardeşler; müsavat ise eşitlik demektir. Asillerle onların kölesi durumunda olan halkın eşit seviyeye getirilmesi Osmanlı ile mümkün oldu. Adalet karşısında bütün insanlar bir tutulurdu. Osmanlı’da bir padişah ile alelade bir kişi aynı standartlar içinde yargılanırdı.
Atalarımızı hasretle yâdetmeliyiz… Günümüzde benliğimizden ne kadar çok şey kaybettiğimizi, ülkemizde etrafımıza bakarak görmekteyiz. Her tarafta her an hırsızlıklar, cinayetler birbirini kovalamakta ve insanlar bunları yaparken artık utanç duymayan; yüzleri kızarmayan bir durumdalar. Kendilerine yapılan haksızlıkları bahane ederek haklı olduklarını iddia edebilecek seviyedeler. Osmanlı İmparatorluğu 600 yıl boyunca dünyada en az suç işlenen ülkeydi. Günümüzde ise ülkemiz dünyada en çok suç işlenen beşinci ülke olmuştur. O kadar Allah’tan uzaklaşmış bir toplum, o kadar insan haysiyetine yaraşmaz kötü şeyler yapmaya alışmış bir toplum olmuştur ki; adeta şeytanın kol gezdiği, onun hakim olduğu bir ülke hüviyetine girmiştir. Ondan sonra da Allah’ın unutulması söz konusu olmuştur.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki: “Öyle bir güne ulaşacaksınız ki; o gün camilerde insanlar olacak. Ama o insanlar, kalpleri kararmış olan insanlar olacak. İnsanların en şerlileri olacak.” İşte İslâm âlemi, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hadîsinde ifade ettiği günleri yaşamaktadır;  her şeyini kaybetmiştir… Çünkü İslâm diye bir olay kalmamıştır. İslâm, yok edilmiştir.“Namaz kılınıyor, oruç tutuluyor, zekât veriliyor, hacca gidiliyor, kelime-i şehadet de getiriliyor. İnsanların bir kısmı bunu yaptığına göre İslâm yaşanıyor.” demektedirler.  Ama İslâm yaşanmamaktadır.

         İslâm
       İslâm, “silm” kökünden gelen bir kelimedir. Allah’a teslim olmak demektir. Allah’a ulaşmayı dilemek ile başlar. Allah’a ulaşmayı dileyen kişi mutlaka mürşidine ulaşıp tâbî olacaktır. Tâbî olunca ruhu vücudundan ayrılarak, Allah’a ulaşır. İlk teslim olan ruhun Allah’a ulaşmasını gerçekleştirir.
       Kişi Allah’a mülâki olmayı yani hayattayken ruhunu Allah’a ulaştırmayı dilediği an cehennemden kurtulmuştur ve 1. kat cenneti hak etmiştir. Bu kişi 14. basamakta Allah tarafından mürşidine ulaştırılır. Tâbî olduğu anda 2. kat cennetin sahibi olur. Bu noktadan itibaren Allah o kişinin kontrolünü eline alır. Allah onun ruhunu mutlaka Kendisine ulaştırır. Çünkü Allahû Tealâ Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin ruhunu Kendisine ulaştıracağını ifade etmektedir. Allahû Tealâ Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesinde diyor ki:

42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîh(fîhi), kebure alel muşrikîne mâ ted’ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).

Allahû Tealâ, insanların % 90’ından fazlasını seçer. Allahû Tealâ, kim Allah’a mülâki olmayı dilerse onu Kendisine ulaştıracağını ifade etmektedir. Öyleyse kişi de Allah’a ulaşma talebi olmalı. Allahû Tealâ; talebena vecedena; “Bizden talep edin, Biz de icabet edelim.” diyor.

“Talebena; bizden talep edin
Vecedena; Biz de ona icabet edelim.
vece” dediği; “vecebe (vecebena)”

       Allahû Tealâ insanları kâinattaki en üstün mahlûklar olarak yaratmıştır. En çok insanı seviyor ve o en çok sevdiği mahlûkunun mutlu olmasını istiyor. İnsanlara bir garanti veriyor ve diyor ki: Kim ruhunu hayattayken Bana ulaştırmayı dilerse, Ben onun ruhunu mutlaka Kendime ulaştırırım. O sadece talep edecek. Kişi diyecek ki: “Yarabbi! Ben ruhumu Sana ulaştırmayı diliyorum.” Ben onun ruhunu Kendime ulaştıracağım.”
       Allahû Tealâ insanları, onlar sevmese de sever. Ama Allah’ın sevenlere olan sevgisi ile sevmeyenlere olan sevgisi eşit değildir. Yoksa sevgi herkes için vardır. O Allah’tır. Yaratan O’dur. Allah insanları hayra ulaştırmak için yaratır. Ama insanlar kendi hayatlarını, kendi iradeleriyle yaşadıkları için Allah’ın uzattığı yardım elini ellerinin tersiyle iterler.
        Allah’a mülâki olmayı dilemeyen herkes, bu eli itmiş durumdadır. Kişinin cennete girmesi için bu kadar basit bir sebep, sadece bir dilek; “Yarabbi! Senin bunca ermiş evliyan olmuş. Şu anda yaşayanların kim bilir kaç yüz bini Sana ulaşmayı dilemiş ve Senin evliyan olmuşlar. Bir çoğu mürşidine ulaştıktan sonra ölmüş, 2. kat cenneti hak etmiş. Bir çoğu ruhunu da Sana ulaştırmış, ondan sonra ölmüş, 3. kat cenneti hak etmiş ve onlara bunu Sen garanti etmişsin. Ey Allah’ım! Bana da nasip et. Ben de senin ermiş evliyandan olmak istiyorum.”Kişi bu şekilde bir dileğin sahibi olduğu zaman Allahû Tealâ kişiyle meşgul olmaya başlıyor.
       Allahû Tealâ insanları o kadar çok seviyor ki; Kur’ân âyetleriyle bunu garanti etmiş; Ra’d Suresinin 27. âyet-i kerimesinde diyor ki:
 
 13/RA'D-27: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile aleyhi âyetun min rabbih(rabbihi), kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî ileyhi men enâb(enâbe).
Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah, dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır (hidayete erdirir).”

       Allahû Tealâ; “Allah dalâlette olanları bırakır.” diyor.  Herkes dalâlettedir. Allahû Tealâ, dalâlette olanlarla meşgul olmaz. Onlar talep  etmeden Allah yardımcı olmaz. Talep mutlaka kişiden gelmelidir. Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerin dalâlette olduğunu ifade etmektedir:

5/MÂİDE-35: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe vebtegû ileyhil vesîlete ve câhidû fî sebîlihi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı, teslim olmayı dileyenler)! Allah’a karşı takva sahibi olun ve O’na ulaştıracak vesileyi isteyin. Ve O’nun yolunda cihad edin. Umulur ki siz, felâha erersiniz.

         Allahû Tealâ bu âyet-i kerimede, âmenû olanların Allah’a ulaşmayı dilemekle, Allah’a karşı takva sahibi olduklarını ifade etmektedir. Allahû Tealâ Mâide-35’in devamında: “Allah’a ulaştıracak vesileyi Allah’tan isteyin.” buyurmaktadır.
         Allahû Teala ayrıca Bakara-45’de diyor ki:

2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(sâlâti), ve innehâ le kebîretun illâ alel hâşiîn(hâşiîne).
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (yardım) isteyin. Ve muhakkak ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan başkasına elbette ağır gelir.

vesteînû bis sabri ves salât: Sabırla ve namazla Allah’tan istianeyi; Allah’tan istianeyi iste; talep et.
innehâ le kebîretun: Bu büyük bir iştir, zor bir iştir
illâ alel hâşiîn: Ama huşû sahipleri için zor değildir. Onlar hariç. Onlar için zor değildir

       Allahû Tealâ: “Sabırla ve hacet namazıyla  Allah’tan yardım iste, talep et.” diyor. Allah’tan mürşidini sor. Ama bunun ağır bir iş olduğunu söylüyor.
       Allahû Tealâ Bakara Suresinin 46. âyet-i kerimesinde buyuruyor ki:

2/BAKARA-46: Ellezîne yezunnûne ennehum mulâkû rabbihim ve ennehum ileyhi râciûn(râciûne).
O (huşû sahipleri) ki; onlar, Rab’lerine (dünya hayatında) muhakkak mülâki olacaklarına ve (sonunda ölümle) O’na döneceklerine yakîn derecesinde inanırlar.

       ellezîne: ve onlar
       yezunnûne: kesin şekilde talep ederler
       ennehum: muhakkak ki
       mulâkû: mülâki olacaklardır
       rabbihim:  Rabblerine
      
        “Ruhlarını Rabblerine ilka edeceklerdir. Böylece o kişiler Allah’a mülâki olacaktır.” İlka etmiş olanlar, mülâki olanlar; Aynı kökten gelen 2 kelimedir. İlka; ulaşmak, vasıl olmaktır. “Likae” ise isim halidir; ulaşmak.
          Kişi Allah’tan bir tek dilekte bulunmalı: “Yarabbi! Beni de Sana ulaştır. Ben de Sana ulaşmak istiyorum.”
        Allahû Tealâ diyor ki: “Vesteînû bis sabri ves salât(sâlâti)-Namazla ve sabırla Allah’tan istianeyi (yani mürşidinizi) isteyin.” diyor. Bu üzerimize farzdır. Allahû Tealâ bunun zor bir iş olduğunu ifade etmektedir. Ama kim Allah’a mülâki olmayı diliyorsa onlar için zor değildir. Çünkü onlar talep ettiği an Allah mutlaka onları mürşidlerine ulaştıracaktır; ruhlarını da mutlaka Kendisine ilka ettirecektir (ulaştıracaktır).
     Allahû Tealâ Hz. Musa’ya Tevrat’ı; Hz. İsa’ya İncil’i; Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e de Kur’an-ı  indirmiştir. Üçünde de hidayet vardır. Üçünde de 7 safha ve dört teslim vardır.
    
     7 Safha 4 Teslim
       İslâm, teslim dînidir. Bu dinin özellikleri 7 safha ve 4 teslimden oluşur:
       1. safha: Allah’a ulaşmayı dilemek.
       2. safha: Mürşide ulaşıp, tâbiiyet.
       3. safha: Ruhu Allah’a ulaştırmak (Ruhun teslimi-1. teslim).
       4. safha: Fizik vücudu Allah’a teslim etmek (2. teslim).
       5. safha: Nefsi Allah’a teslim etmek (3. teslim).
       6. safha: İrşad olmak,
       7. safha: İradeyi de Allah’a teslim edip irşada memur ve mezun kılınmak (4. teslim).
           Tevrat’ın, İncil’in ve Kur’ân’ın temelini 7 safha ve 4 teslimin teşkil etmektedir. Kitap verilen 3 dîne de  baktığımız zaman üçünde de aynı büyük hakikati görürüz.
          Allahû Tealâ, Tevrat’ta da İncil’de de Kur’ân-ı Kerim’de de defaatle: “Bu dîn, Hz. İbrahîm’in hanif dînidir.” buyurmaktadır. Allahû Tealâ, Hz. İbrahîm için  “Babanız İbrahîm.” ifadesini kullanmaktadır. Çünkü Kur’ân  indirilen Peygamber Efendimiz (S.A.V), Hz. İsmail’in soyundan; Tevrat indirilen Hz. Musa da  Hz. İshak’ın soyundan gelmektedir.
          Allah insanlardan bir tek şey ister: bu da onların mutlu olmalarıdır. Bu mutluluk 7 derecede tahakkuk eder.  7 kademenin her birisi, bir üst kademe bir evvelki kademeye göre insanların çok daha fazla mutlu olduğu bir arenayı ifade eder.
           Ortada bu kadar açık ve kesin bir âyetler dizisi varken şeytanın insanları nasıl kandırdığını görebiliyor musunuz? Bir insan eğer Allah’a mülâki olmayı dilerse ve onun 7-8 aylık bir ömrü varsa, Allah onu, Allah’a ulaşmayı diledikten sonra mutlaka mürşidine ulaştıracak, ruhu vücudundan ayrıldıktan sonra Allahû Tealâ onun ruhunu Kendisine de ulaştıracak, bu kişiyi 3. kat cennetin sahibi yapacak, nefsinin kalbindeki afetlerin % 51’ini yok ederek yerine fazılları ve % 2 rahmet nurunu yerleştirerek o 7-8 aylık süreç içerisinde o kişiyi dünyadaki en mutlu insanlardan biri yapacak. Ondan sonra kişi bir orta saadeti yaşayacak. Yani hayatının % 51’i her gün mutlulukla geçecek. Ama % 49’u da mutsuzlukla geçecek. Eğer kişi bu seviyeye günde 3 saatlik bir zikirle ulaşmışsa bu 3 saat zikri, ömrü boyunca devam ettirebilirse, o kişi mutlaka 3. kat cennetin sahibi olur. O kişi, bir ömür boyu mutluluğun yarısını, dünya saadetini de yaşar. Ne karşılığı? Bir talep karşılığı. Kişi sadece Allah’a ulaşmayı dilemiştir. Hepsi bu kadar. Bu kadar açık ve kesin standartlarda Allahû Tealâ bütün insanlara bunu garanti ediyor ve insanların kim bilir kaç binde biri ya da kaç yüz binde biri Allahû Tealâ’ ya ulaşmayı diliyor?
          Şeytan ve onun hempaları şu anda bütün dünyaya hakim durumdadırlar. Dünyanın idaresi onların elinde ve insanların büyük kısmı bu yüzden mutsuz. Allahû Tealâ’nı bu gerçeklerini bilmiyorlar.
          Allahû Tealâ evvelâ Tevrat’ı sonra İncili sonra Kur’ân-ı Kerim’i insanlar mutlu olsunlar diye indirmiştir. Bir peygamber ölmüş, sonra ondan yüzlerce yıl sonra gelen ikinci peygambere (Hz. İsa’ya) Allahû Tealâ kitabını indirmiş. O da kendisine tâbî olanlarla beraber asr-ı saadeti yaşamıştır. Allahû Tealâ ondan 1400 yıl sonra Peygamber Efendimiz (S.A.V.)’e Kur’ân-ı indirmiştir. O ve sahâbesi de asr-ı saadeti yaşamıştır.
         Peygamberlik müessesesi, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le sona ermiştir. Allahû Tealâ tarafından şu anda dünyadaki bütün ülkelerin içinde, onların lisanıyla konuşup, yaşayan bir resûl tayin edip mutlaka gönderilmiş durumdadır. Şuanda dünya üzerinde hiçbir kavim yok ki; onların dilleriyle konuşan bir resûl o kavmin içinde bulunmasın.
          Allahû Tealâ, İbrahim Suresi 4. âyet-i kerimede ve Mu’minûn Suresinin 44. âyet-i kerimesinde diyor ki:

14/İBRÂHÎM-4:Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâ’(yeşâu), ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah'a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah'a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz'dir, Hikmet Sahibi'dir.

23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.
    
          Allahû Tealâ, “Biz bütün kavimlerde resûl beas ederiz (göndeririz.) Onların lisanıyla konuşur. Hiçbir kavim yoktur ki; onların arasında bir resûlümüz her birinde yaşıyor olmasın. Biz bütün kavimlere resûl göndeririz ve ard arda (ardı arkası kesilmeksizin) göndeririz.” diyor.
          Bir kavimde bir resûl öldüğü zaman onun yerine mutlaka bir yenisi görevini devralır. Allahû Tealâ hiçbir devirde, hiçbir kavmi, resûlsüz bırakmamıştır.
              Allah’ın tüm insanlardan istediği şey sadece insanların mutluluğudur. Kişi mutlu olmayı istiyorsa hemen elini açıp dua etmelidir.  “Yarabbi! Senin bunca ermiş evliyan aramızda yaşıyor. Ben de onlar gibi olmak istiyorum. Ben de ruhumu Sana hayattayken ulaştırmak istiyorum. Diyorsun ki ‘Sen sadece dileyeceksin, Ben sana vereceğim. Ben Seni Kendime ulaştıracağım.’ Ey Yüce Allah’ım! Beni de ulaştır. Benim de ruhumu Sana ulaştır. Beni de şu dünyada ki o mutlu insanların arasına kat.”