1.
BASAMAK; OLAYLARIN
YAŞANMASI
“Kişinin Dîni Aklı Ölçüsündedir. Aklı Olmayanın Dîni Yoktur.”
|
Hz.
Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz diyor ki: “Kişinin dîni aklı ölçüsündedir. Aklı olmayanın dîni yoktur. (K: (Suyuti-Camius sagir) 2183. [3.535,
Hadîs No: 4242])” Bu hadîsin Kur’ân âyetleri ve Kur’ân’a uyan diğer
hadîsler ışığında açıklaması şu şekildedir:
Hadîste
dîn ve akıl olmak üzere iki tane esas kavram geçmektedir. Allah’ın dîni 7 safha
ve 4 teslimden oluşur:
1. safha: Allah’a ulaşmayı
dilemek.
2. safha: Mürşide tâbî
olmak.
3. safha: Ruhu Allah’a teslim
etmek.
4. safha: Fizik vücudu
Allah’a teslim etmek.
5. safha: Nefsi Allah’a
teslim etmek.
6. safha: İhlâsa/İrşada
ulaşmak.
7. safha: İradeyi Allah’a
teslim etmektir.
İşte
bu 7 safhanın yedisi de hedef emirdir ve bu emirleri yerine getirmek farzdır.
Kişi, bu farz emirleri hayatına tatbik etmelidir.
Allah,
insanı 3 vücut, serbest irade ve akıl ile yaratmıştır. Allahû Tealâ, Hicr
Suresinin 26. âyet-i kerimesinde fizik vücudu topraktan yarattığını
açıklamaktadır:
15/HİCR-26: Ve le kad halaknel insâne
min salsâlin min hamein mesnûn(mesnûnin).
Andolsun ki; Biz insanı, “hamein mesnûn olan salsalinden”
(standart insan şekli verilmiş ve organik dönüşüme uğramış salsalinden)
yarattık.
Allahû
Tealâ, Şems Suresinin 7. âyet-i kerimesinde nefsi dizayn ettiğini beyan
etmektedir:
91/ŞEMS-7: Ve nefsin ve mâ sevvâhâ.
Nefse ve onu (7 kademede ahsene dönüşecek şekilde) sevva edene
(dizayn edene) (andolsun).
Allahû
Tealâ, Secde Suresinin 9. âyet-i kerimesinde ruhundan bize üfürdüğünü ifade
etmektedir:
32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha
fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh(efidete), kalîlen
mâ teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik
vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar
(görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.
ü
Dînî Konularda Sorumluluk Akla Aittir
Fizik
vücudun kumandanı olan akıl, beyin vasıtasıyla bedene kumanda eder. Peygamber
Efendimiz (S.A.V): “Kişinin dîni aklı ölçüsündedir.
Aklı olmayanın dîni yoktur.” buyurmaktadır. Allah’ın dînî konuda bize farz kıldığı emirleri karar alarak yerine
getirmek sorumluluğu, akla aittir. Allah’a ulaşmayı dileyecek ve buna karar
verecek olan akıldır. Mürşide tâbî olma kararını verecek olan da akıldır. Yani
akıl, hedef emirleri bir bir sırasıyla yerine getirecektir. Akıl, bu emirleri
hangi oranda yerine getirirse kişinin dîni de o ölçüdedir. Örneğin Allah’a
ulaşmayı dileyen kişinin dîni sadece o seviye itibariyledir. Nitekim her
safhaya tekabül eden bir cennet vardır. 1. farz emri yerine getiren yani
Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin gideceği yer, 1. kat cennettir. Mürşide tâbî
olan bir kişi de 2. kat cennete gidecektir; çünkü 2. farz emri yerine
getirmiştir. Hadîste geçen “Kişinin dîni aklı ölçüsündedir.” sözü Kur’ân-ı
Kerîm ile %100 örtüşmektedir.
Ruhumuz,
Allah’ın Ruhu’dur; Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği
hiçbir fiili işlemeyen bir yapıya sahiptir. Yani ahsen olarak bize teslim
edilmiştir. Bütün insanların ruhu için geçerli olan budur. Ama başlangıç
noktasında fizik vücut ve nefs aynı hüviyette değildir. Allahû Tealâ bütün
insanlardan fizik vücudun da nefsin de Allah’ın bütün emirlerine itaat eden,
yasak ettiği fiilleri işlemeyen bir yapıda Kendisine teslim edilmesini
istemektedir.
Aklın
iki müşavirinden biri ruh, diğeri de nefstir. Ruh Allah’ın temsilcisi nefs de
şeytanın temsilcisidir. Aklın şuurlandığı ortam çok önemlidir. Eğer kişinin
aklı, Allah’ın bütün emirlerinin yerine getirildiği, yasak ettiği fiillerin işlenmediği
ruhun taleplerinin yerine getirildiği bir çevrede şuurlanırsa, o zaman
istisnasız akıl kişiyi günbegün Allah’a yaklaştırır. Bu kişi, aklının fizik
vücuduna doğru kumanda etmesi ile Allah’ın emirlerini yerine getiren, yasak
ettiği fiilleri işlemeyen bir yapıda olur. Ama eğer akıl, Allah’ın emirlerine
isyan eden yasak ettiği fiillerin işlendiği bir nefs ortamında şuurlanmışsa
doğal olarak akıl, nefsin negatif taleplerine yeşil ışık yakar. Bu durumda
kişinin aklı onu, cehenneme götürür.
Aklın
şuurlandığı ortamın önemi ile ilgili olarak bir misal verirsek; gece, bir odada
bulunan iki kişi eğer lambalar yanıyorsa birbirlerini görürler. Ama ışıklar
söndürülürse zifirî karanlık odada birbirlerini göremezler. Göz bebekleri yine
yerindedir. Ama göz bebeklerinin görme fonksiyonunu yerine getirebilmesi için
ışığa ihtiyacı vardır. Işık olmadığında göremezler. İşte göz bebekleri için
ışık neyse akıl için de Allah’ın âyetleri odur. Öyleyse aklın şuurlanabilmesi
için âyetlerin var olması lâzımdır. Kur’ân-ı Kerîm âyetlerden oluşur, ama
âyetlerin içinde de 7 safhayı oluşturan 7 tane hedef emir vardır. Akıl hangi
safhadaki hedef emri yerine getirirse, kişinin dîni o seviyede tahakkuk eder.
Kur’ân-ı
Kerim’e bakıldığında özellikle cehenneme giren insanların akletmedikleri
görülmektedir. Akletmek, ruhun talebine uymaktır; akletmemek de nefsin talebine
uymaktır.
Cehenneme
giden insanlar, cehennemin kapılarından girdiklerinde cehennem bekçileri onlara
soruyorlar: “Yaşadığınız zaman dilimi içinde sizleri uyaran bir nezir gelmedi
mi?” Cehennemlikler: “Geldi ama biz onları yalanladık ve Allah birşey
indirmemiştir, dedik. Ve onları büyük bir dalâlet içerisinde olmakla suçladık.”
diyorlar. Bir de cehennemliklerin çok önemli bir itirafı var, diyorlar ki:
“Eğer işitseydik ve akletseydik bugün cehennemde olmazdık.” Allahû Tealâ, Mulk
Suresinin 8, 9 ve 10. âyet-i kerimelerinde bu konuyu ifade etmektedir:
67/MULK-8: Tekâdu temeyyezu minel
gayz(gayzı), kullemâ ulkıye fîhâ fevcun seelehum hazenetuhâ e lem ye’tikum
nezîr(nezîrun).
(Cehennem) nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur. Oraya
herbir grup atılışında onun (cehennemin) bekçileri onlara: “Size nezir
(uyarıcı) gelmedi mi?” diye sordu.
67/MULK-9: Kâlû belâ kad câenâ nezîrun
fe kezzebnâ ve kulnâ mâ nezzelallâhu min şey’(şey’in), in entum illâ fî dalâlin
kebîr(kebîrin).
Onlar (cehenneme atılanlar) dediler ki: “Evet, bize nezir
gelmişti. Fakat biz onu yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz ancak
büyük bir dalâlet içindesiniz, dedik.”
67/MULK-10: Ve kâlû lev kunnâ nesmeu
ev na’kılu mâ kunnâ fî ashâbis saîr(saîri).
Ve: “Eğer biz işitmiş veya akıl etmiş olsaydık, alevli ateş halkı
arasında olmazdık.” dediler.
Mulk-10’da
“işitmiş ve akletmiş olsaydık” ifadesi kullanılmaktadır. Akledebilmenin yolu
işitmekten geçer. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîsinde: “Mü’min kulağından sulanır.” buyurmaktadır.
İnsanlara âyetleri okuyan Allah Resûlleri ve veli mürşidler vardır. Âyetlerin
tilâvetinde hedef emir, Allah’a ulaşmayı dilemektir. Bir insanın Allah’a
ulaşmayı dileyebilmesi için evvelâ 4 şarta sahip olması gerekir:
1- Allah’ın varlığına
ve birliğine inanmak.
2- Allah’ın bize
üfürdüğü ruhun, dünya hayatında Allah’a ulaşmasına inanmak.
3- Ruhu Allah’a
ulaştırmanın üzerimize farz olduğuna inanmak.
4- Allah’a ulaşmayı
dilediği takdirde, ruhunu Allah’ın mutlaka Kendisine ulaştıracağına inanmak.
Kişi,
ruhun Allah’tan bir emanet olduğunu ve Nisâ-58’de “Allah, emanetleri sahibine
teslim etmenizi emreder” buyrularak ifade edildiği gibi emanetin sahibi olan
Allah’ın, bu emaneti Kendisine geri istediğini idrak etmeli ve Allah’a ulaşmayı
dilemelidir.
4/NİSÂ-58: İnnallâhe ye’murukum en
tueddûl emânâti ilâ ehlihâ ve izâ hakemtum beynen nâsi en tahkumû bil
adl(adli), innallâhe niımmâ yeızukum bih(bihî), innallâhe kâne semîan
basîrâ(basîran).
Muhakkak ki Allah, emanetleri sahibine teslim etmenizi ve insanlar
arasında hakemlik yaptığınız zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Muhakkak ki
Allah, onunla size ne güzel öğüt veriyor. Ve muhakkak ki Allah, en iyi işiten
ve en iyi görendir.
Ruh
Allah’ın emanetidir ve sahibine teslim edilmelidir. Misal olarak; zahirî âlemde
bir kişi diğerine bir emaneti belli bir sürede kendisine tekrar iade edilmesi
şartı ile teslim ederse, emaneti veren kişi için emaneti vaktinde iade eden
kişi güvenilir ve emin bir insandır. İşte Allahû Tealâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’e
koyduğu “îmân” Allah’ın bize verdiği bu emanetin sahibine iade edilmesiyle
gerçekleşen bir olgudur. Allahû Tealâ, En’âm Suresinin 82. âyet-i kerimesinde
diyor ki:
6/EN’ÂM-82: Ellezîne âmenû ve lem
yelbisû îmanehumbi zulmin ulâike lehumul emnu ve hum muhtedûn(muhtedûne).
Âmenû olan kimseler ve îmânlarını zulümle karıştırmayanlar, işte
onlar (korkudan) emindirler. Ve onlar hidayete erenlerdir.
ü
Âmenû Olanlar, Îmân Edenler Kimlerdir?
Allah’a
ulaşmayı dileyenler îmân edenlerdir. Onlar gizli ve açık şirkten berî olurlar,
onlar emin olanlardır ve hidayete erecek olanlardır. Ama kişinin âyetler
kendisine okunduktan sonra mutlak surette Allah’a ulaşmayı dilemesi
gerekmektedir.
Bir
insan Allah’a ulaşmayı diledikten sonra da ona âyetler okunacaktır. Çünkü hedef
emirleri sırası ile yerine getirmek için hayatında hep Kur’ân-ı Kerîm
olmalıdır. Kişi Allah’a ulaşmayı diledikten sonra okunan âyetlerle ikinci hedef
emri gerçekleştirmek üzere mürşidine tâbî olacaktır. Sonra da ruhunu Allah’a
teslim etmesi için âyetler okunacaktır.
Allahû
Tealâ ruhun Allah’a teslimini bir dileğe bağlamıştır; bu da dünya hayatında
Allah’a ulaşmayı dilemektir. Nefs ve fizik vücut Allah’a ulaşamaz. Sadece
Allah’ın bize üfürdüğü ruh, Allah’a ulaşabilir. Ruhun dünya hayatında Allah’a
ulaşmasını dilemek, üçüncü kat cennete ve dünya saadetinin yarısına ulaştırır.
Allah’ın kanunu budur.
Allah’a
ulaşmayı dileyerek, mürşidine tâbî olduktan sonra Allah’ın o kişinin nefsini 7
kademede tezkiye etmek suretiyle ruhunu Kendisine ulaştırması, o kişiyi ermiş
evliyadan kılar.
“İslâm Dînine (Hanif Dînine)
Girmeyen Ateştedir.”
|
Bir
hadîsin açıklaması yapılırken Kur’ân-ı Kerim’e bakılmalıdır. Peygamber
Efendimiz (S.A.V) bu istikamette diyor ki: “Bir
gün Benim hadîslerim tartışma konusu olacak. Tartışma konusu olduğu günlerde
Kur’ân-ı Kerim’e bakınız. Kur’ân-ı Kerim’e aykırı bir hadîsim olamaz.” Bu
ölçüye uygun olarak, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’in buyurduğu: “İslâm dînine girmeyen ateştedir.” (K: Müslim
867) hadîs-i şerifinin açıklaması şu şekildedir:
“İslâm dînine girmeyen ateştedir.” hadîsi sanki
yanlış bir ifadeymiş gibi algılanabilir ama aslında Kur’ân’a uygun ve doğru bir
ifadedir.
Ezelî
ve ebedî bir tek dîn vardır. Bu dîn babamız İbrâhîm (A.S)’ın Hanif dînidir;
Arapça adıyla “İslâm’dır”. Allah’ın Âdem (A.S)’dan kıyâmet gününe kadar dünya
hayatına gelen tüm insanlar için vaaz ettiği bu dîn, 7 safha ve 4 teslimden
oluşur. Bu dînin dışında başka bir dîn yoktur.
ü
Fırkayı Naciye (Kurtuluşta Olanlar Fırkası) Hangisidir?
Birleşmiş
Milletlerde dînle ilgili birimin, şu an dünyada yaşayan insanların inançları
üzerine yaptıkları bir araştırmada, 72 tane birbirinden farklı inanç türünün
olduğu tespit edilmiştir. Ama Allah’ın dîni tektir. Allah dostları bu hakikati
çok güzel idrak etmişlerdir. Yunus Emre bir şiirinde diyor ki:
“72
millete bir göz ile bakmayan, Halka müderris olsa hakikatte asîdir.”
Aslında
herkesin bir tek Hanif dîninin gerektirdiği inanca sahip olması gerekmektedir.
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) de bir hadîs-i şerifinde bu
evrensel mesajı şöyle vermektedir: “Benim
ümmetim 73 fırkaya ayrılacak. 72 tanesinin gideceği yer ateş. Bir tanesi
hariç.”
Tespit
edilen inanç türü 72 tane olduğuna göre, 72 fırkanın her birinin içinde yer
alan ve Allah’ın hanif dînini yaşayan küçük grupların oluşturduğu bir tek fırka
da 73. fırkadır yani Fırkayı Naciye’dir.
Yunus
Emre’nin şiirinde ifade ettiği, 72 millete bir göz ile bakmayan kişi, Allah’a
ulaşmayı dilemeyen bir insandır. Çünkü Allah’a ulaşmayı dileyen bir insan, 72
tane milleti bir göz ile görür. Gördüğü göz Allahû Tealâ’nın gözlükleridir. O
kişi bilir ki; Allah, Âdem (A.S)’ın zürriyeti olarak kadın, erkek dünyaya gelen
herkese kıyâmet gününe kadar bir tek dîni farz kılmıştır.
Günümüzde
özellikle Müslümanlar, “Herkesin Müslüman olması lâzım; olmadıkları takdirde
ateşe gideceklerdir.” düşüncesi ile yanlış bir idrakin içindedirler. Ama şu
anda dünya üzerinde yaşamakta olan herkes için, her kavimde Allah’ın bir resûlü
vardır ve o kavmin lisanıyla Hanif dînini anlatmaktadır. Allah’ın resûllerinin
etraflarında azınlıkta olsalar da Hanif dînine inanan ve onu yaşayanlar bulunmaktadırlar.
İşte dünya üzerinde ayrı lisanı konuşan her kavim resûlünün etrafındaki ona
îmân edenlerin vücuda getirdiği bir tek cemaat, bir tek toplum, Fırkayı
Naciye’yi oluşturmaktadır. Bu azınlıklar, hanif dîninin bir tek şeriati olması
nedeniyle ister Yahudi, ister Nâsrani, hangi grubun içinde olurlarsa olsunlar,
kesinlikle Hanif dînini yaşarlar ve Hanif dîninin gereklerini yerine
getirirler.
ü
Ateş Ehli Kimlerdir?
Ebu
Hureyre (R.A)’dan nakledilen bir hadîste Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki:
“Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a
yemin ederim ki bu ümmetten Yahudi, Hristiyan veya herhangi bir kimse Beni
işitir, sonra Benimle gönderilen şeye îmân etmediği halde ölürse muhakkak ki
ateş ehlinden olur.” Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e gönderilen Kur’ân-ı
Kerim’dir. Kur’ân, Tevrat ve İncil’deki şeriat aynıdır. Çünkü Şûrâ Suresinin
13. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ şöyle buyurmaktadır:
42/ŞÛRÂ-13: Şerea
lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî
ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîh(fîhi), kebure
alel muşrikîne mâ ted’ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve
yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah)
dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni
ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye
Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da
vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey
(Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine
seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine
ulaştırır).
Allahû
Tealâ, âyet-i kerimede Nuh (A.S)’a, İbrâhîm (A.S)’a, Musa (A.S)’a ve İsa
(A.S)’a vasiyet edileni, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e de vahyederek şeriat
kıldığını ifade etmektedir. Hz. Muhammed (S.A.V) Efendimiz, Allah’ın Zat’ına
davet ediyordu ve “Allah’a ulaşmayı dileyin.” diyordu.
Müşrikler
72 fırkada yer alıp cehenneme gidecek olanlardır. Fırkayı Naciye ise 72
fırkanın içinde yer alanlardan Allah’a ulaşmayı dileyen azınlıkların
oluşturduğu bir gruptur.
Nebîler
Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V), 14 asır evvel Arap toplumu içerisinde dünyaya gelmişti.
Allah’tan aldığı görevle hidayet tebliğine başladığı toplumun içinde Yahudiler
de, Hristiyanlar da yaşıyordu. Peygamber Efendimiz (S.A.V), onlara da tebliği
ulaştırdı. Hristiyanlardan da, Yahudilerden de azınlık bir grup, hak olduğuna
kesinlikle kanaat getirerek gözyaşlarıyla Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’e indirilene îmân ettiler. Çünkü Peygamber Efendimiz (S.A.V) geldiği
zaman Yahudilerin ve Hristiyanların içerisinde küçük bir grup Hanif dînini yani
İslâm dînini yaşıyordu. Hristiyanlar ve Yahudiler dışındaki Arap toplumunda da
küçük bir grup Hanif dînini yaşıyordu ve onlar da Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e
indirilen Kur’ân’a îmân ettiler.
Günümüzde
de Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in mirasını devralan Vekâleten
Devrin İmamı, tebliğini herkese ulaştırmasına rağmen, yine her kavimde çok
azınlık bir grup, Allah’ın Hanif dînini yaşamaktadırlar. İnsanların %90’ından
fazlası ise ne yazık ki dîni yaşadıklarını zannetmektedirler, ama gerçekte
Hanif dînini yaşamamaktadırlar.
Yahudilerden,
Hristiyanlardan veya herhangi bir kimse Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e
gönderilen şeriata yani Kur’ân’a îmân etmediği taktirde hadîslerde de ifade
edildiği gibi “ateştedir”. Öyleyse bugün Yahudilerin içerisinde Tevrat’taki 7
safha ve 4 teslime îmân eden, Hıristiyanların içerisinde İncil’deki 7 safha ve
4 teslime îmân eden ve Kur’ân’daki 7 safha ve 4 teslime îmân eden aynıdır.
Yahudi, Hıristiyan, Müslüman vs. hangi gruptan olursa olsun her kim Allah’a
ulaşmayı dilemişse ve mürşidine tâbî olmuşsa kurtuluştadır. Allahû Tealâ,
Bakara Suresinin 62. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
2/BAKARA-62: İnnellezîne
âmenû vellezîne hâdû ven nasârâ ves sâbiîne men âmene billâhi vel yevmil âhiri
ve amile sâlihan fe lehum ecruhum inde rabbihim, ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum
yahzenûn(yahzenûne).
Şüphesiz
ki; âmenû olanlar, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiiler, bunlardan her kim,
Allah’a ve yevm’il âhire inanır ve ıslah edici ameller işlerse (nefsini tezkiye
ederse), bu durumda onların mükâfatları Rab’lerinin katındadır. Onlara korku
yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.
Allahû Tealâ, âmenû olan
Müslümanlar, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiiler (Hz. İbrâhîm’in kavmi) olmak
üzere bu 4 gruptan her kim Allah’a ve yevm’il ahire îmân ederse yani Allah’a
ulaşmayı dilerse ve ıslah edici amellere başlarsa, mükâfatlarının Kendisi
tarafından verileceğini ifade etmektedir.
Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’in vaaz ettiği “Muhammed’in
nefsi elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu ümmetten Yahudi, Hristiyan veya
herhangi bir kimse Beni işitir, sonra Benimle gönderilen şeye îmân etmediği
halde ölürse muhakkak ki ateş ehlinden olur.” hadîsi ile Bakara-62 ve
Mâide-69 arasında kesin bir illiyet rabıtası vardır.
5/MÂİDE-69: İnnellezîne
âmenû vellezîne hâdû ves sâbiûne ven nasârâ men âmene billâhi vel yevmil âhıri
ve amile sâlihan, fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Muhakkak
ki, âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler), ve Yahudiler, Sâbiiler ve
Nasrânilerden (Hristiyanlardan) kim Allah’a ve âhir güne îmân eder ve nefsini
ıslah edici ameller (nefs tezkiyesi ) yaparsa onlara artık korku yoktur ve onlar
mahzun da olmazlar.
Günümüzde
Yahudilere ya da Hristiyanlara tebliğ yaparken “Gelin bizim gibi Müslüman olun”
diyerek değil, kendi kitaplarından âyetlerle 7 safha ve 4 teslimi yaşamaları
istikametinde tebliğde bulunmak gerekir. Herkes kendi kitabı ile 7 safha ve 4
teslimi yaşarsa zaten Allah’ın dînini yani babamız İbrâhîm (A.S)’ın Hanif
dînini yaşamış olur. Bu dînin Arapça adı da İslâm’dır.
Allahû
Tealâ, Âli İmrân Suresinin 113 ve 114. âyetlerinde buyuruyor ki:
3/ÂLİ
İMRÂN-113: Leysû sevâ’(sevâen), min ehlil kitâbi ummetun kâimetun yetlûne
âyâtillâhi ânâel leyli ve hum yescudûn(yescudûne).
Onların (hepsi) bir
değildir. Kitap ehlinden, gece saatlerinde kıyamda durup, Allah’ın âyetlerini
tilavet eden ve secde eden bir ümmet vardır.
3/ÂLİ
İMRÂN-114: Yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve
yenhevne anil munkeri ve yusâriûne fîl hayrât(hayrâti), ve ulâike mines
sâlihîn(sâlihîne).
Onlar, Allah’a ve yevmil âhire îmân ederler, mâruf (irfan) ile emreder
ve kötülükten nehyederler (men ederler) ve hayırlara koşarlar. İşte onlar,
sâlihlerdendir.
Kitap
ehlinden yani Yahudilerden, Hristiyanlardan vs. azınlık da olsa 7 safha ve 4
teslimi yaşayanlar vardır. Allah, onların da kurtuluşta olduğunu ifade
etmektedir. Çünkü ezelî ve ebedî bir tek dîn vardır. Hadîs-i şerife uygun düşen
bir başka âyet de Âli İmrân Suresinin 85. âyet-i kerimesidir.
3/ÂLİ İMRÂN-85: Ve men yebtegi gayrel
islâmi dînen fe len yukbele minh(minhu), ve huve fîl âhireti minel
hâsirîn(hâsirîne).
Ve kim İslâm’dan başka
bir dîn ararsa, o taktirde kendisinden asla kabul edilmez ve o, ahirette
“hüsranda olanlar”dan olur.
Bu
âyeti kerimeden de Allahû Tealâ’nın tüm insanlar için vaaz ettiği ezelî ve
ebedî tek dînin sadece babamız İbrâhîm (A.S)’ın Hanif dîni (İslâm) olduğu
sonucuna ulaşılmaktadır.
Allahû
Tealâ herkesin İslâm’ı yaşamasını emretmektedir. Allahû Tealâ’nın bizim dîni
yaşamamıza ihtiyacı yoktur. Ama biz insanların Allah’ın dînini yaşamaya sonsuz
ihtiyacımız vardır. Peşinden koştuğumuz ahiret ve dünya saadetine ulaşmanın yegâne
adresi babamız İbrâhîm (A.S)’ın Hanif dînidir. İnsanoğlu, neye sahip olursa
olsun İslâm (Hanif) dînini yaşamasından başka bir mutluluk adresi yoktur. Dünya
hayatını yaşarken Allah’ın bize göndermiş olduğu Hanif dîninin şeriatını kutsal
kitaplardan (Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerim) öğrenip ve sadece öğrenmekle
kalmayıp aynı zamanda hayatımıza tatbik ederek o güzelliklere ulaşabiliriz.
Kur’ân bize bunu emretmektedir.
İnsan
ile Allah arasındaki 28 basamaklık dizayna bakıldığı zaman başlangıç noktasında
1. basamakta olaylar vardır. Herkes olayları yaşar, olayları değerlendirir.
Yaşanan her olayda Allah’ın ya takdiri ya da müsaadesi vardır. Allahû Tealâ,
her olayı sadece ve sadece insanların huzur ve saadete (ahiret ve dünya
saadetine) ulaşmaları için vücuda getirir. Olayları insanlar yaşar ve
değerlendirirler, ancak bu insanların olaylar karşısındaki davranış biçimlerine
bakarak Allah da onları değerlendirir.
ü
Zulüm Nedir?
İnsanlardan
bir kısmı Allah’a ulaşmayı dilemeyerek nefslerine zulüm etmektedirler. Başka
insanların Allah’a ulaşmayı dilemelerine mani olunursa, bu sefer de onlara
zulmederek bir kere daha zulüm işlenmektedir. Yani kendileri bu dileğin sahibi
olmayarak evvela kendilerine, sonra da başkalarının dilemesine mani olarak
çevrelerine zulmederler. Bu istikamette Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir
hadîsinde diyor ki: “Allah zulmü
kendisine yasakladığı gibi size de yasakladı.” Bir başka hadîste de Peygamber Efendimiz (S.A.V) buyuruyor
ki: “Nefsinize zulmetmeyin onun da sizin
üzerinizde hakkı vardır.”
Nefsin
üzerimizdeki hakkı, nefsimizi tezkiye etmektir. Nefsimize zulmetmek
istemiyorsak tezkiyeyi gerçekleştirmeliyiz. Nefsi, tezkiye edebilmenin yolu ise
yine Allah’a ulaşmayı dilemekten geçmektedir. Allahû Tealâ, vücuda getirdiği
her olayla kişinin Allah’a ulaşmayı dilemesini istemektedir. Kişi Allah’a
ulaşmayı dilemekle kalmayıp kendisi için istediğini başkaları için de
istemelidir ki, îmânın kemaline ersin. Bunun için gayret sarfetmeli, çalışmalı
yani hem kendisi için hem de başkaları için huzur ve mutluluğu Allah’tan
istemelidir. Bunun aksine kendi nefsine zulmettiği (nefsinin üzerindeki hakkını
ödemediği) gibi başkalarının da hidayetine mani olmak suretiyle onlara da
zulmedenler için ne bu dünyada ne de ahiret hayatında huzur ve mutluluk mümkün
değildir.
Allahû
Tealâ kendilerine ve başkalarına zulmedenleri sevmez. Allahû Tealâ, Nisâ
Suresinin 167, 168 ve 169. âyet-i kerimelerinde bu konuyu şöyle ifade
etmektedir:
4/NİSÂ-167: İnnellezîne
keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).
Muhakkak
ki inkâr edenler ve Allah’ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar),
(mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.
4/NİSÂ-168: İnnellezîne
keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfire lehum ve lâ li yehdiyehum
tarîkâ(tarîkan).
Muhakkak
ki inkâr edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip
saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah’a ulaştıran Sıratı
Mustakîm’e) hidayet edecek değildir.
4/NİSÂ-169: İllâ
tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), ve kâne zâlike alâllâhi
yesîrâ(yesîren).
Ancak
cehennem yoluna (hidayet eder, ulaştırır), onlar orada ebediyyen kalacak
olanlardır. Ve bu, Allah için kolaydır.
Olayların
sonucunda başkalarının da Allah’a ulaşmayı dilemesine mani olan insanlar
dışındaki, geri kalan insanların hepsi seçilir. Allahû Tealâ seçilenleri de
yine musîbetlerle imtihan eder. Allah yarattığı mahlûkatın içerisinde en çok
insanı sever ve en sevdiği varlık olan insandan istediği tek şey, onun mutlu
olmasıdır. Allahû Tealâ dilerse musîbetlerin ulaşmasına da mani olabilir. Ama
Allah, bir musîbeti bir insana ulaştırıyorsa o insanın huzura ve mutluluğa
ulaşması içindir. Huzur ve mutluluk ise ancak kişinin nefs tezkiyesi ve tasfiyesini
gerçekleştirmesiyle mümkün olur. Allahû Tealâ’nın musîbetlerle imtihan
etmesindeki murat; kişinin kendisine bakması, aynada kendisini görmesi ve ancak
nefsinin afetlerinden kurtulmak suretiyle huzur ve mutluluğa ulaşılabileceğini
idrak etmesidir. Kişi bu idrakin sahibi olursa vücuda gelen her olaydan ya da
musîbetten gerekli dersi çıkartır. Gerekli dersi çıkaranlar ise Allah’a
ulaşmayı dileyenler ve Allah’ın bir resûlüne, dostuna ulaşma ihtiyacı
duyanlardır.
Allahû
Tealâ, Kasas Suresinin 47. âyet-i kerimesinde diyor ki:
28/KASAS-47: Ve
lev lâ en tusîbehum musîbetun bimâ kaddemet eydîhim fe yekûlû rabbenâ lev lâ
erselte ileynâ resûlen fe nettebia âyâtike ve nekûne minel mu’minîn(mu’minîne).
Ve
eğer elleriyle takdim ettikleri (yaptıkları) sebebiyle onlara bir musîbet
isabet ederse: “Rabbimiz keşke bize bir resûl gönderseydin böylece biz, Senin
âyetlerine tâbî olur ve mü’minlerden olurduk.” diyecek olmasalardı (seni
Nebî-Resûl olarak göndermezdik).
Allahû Tealâ hangi zaman
parçası olursa olsun, birbiri ardınca, her kavimde velî resûller tayin eder.
İbrâhîm Suresinin 4. âyet-i kerimesi bu gerçeği ifade etmektedir.
14/İBRÂHÎM-4: Ve mâ erselnâ min
resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu men yeşâu ve
yehdî men yeşâ’(yeşâu), ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
Hiçbir resûlümüz yoktur
ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi
lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah’a
ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah’a ulaşmayı
dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hikmet Sahibi’dir.
4/NİSÂ-64: Ve mâ erselnâ min resûlin
illâ li yutâa bi iznillâh (iznillâhi), ve lev ennehum iz zalemû enfusehum câûke
festagferûllâhe vestagfere lehumur resûlu le vecedûllâhe tevvâben
rahîmâ(rahîmen).
Ve Biz, (hiç) bir
resûlü, Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilmesinden başka birşey için
göndermedik. Ve onlar nefslerine zulmettikleri zaman, eğer sana gelselerdi,
böylece Allah’tan mağfiret dileselerdi ve Resûl de onlar için mağfiret
dileseydi, mutlaka Allah’ı, (iki tarafın da) tövbelerini (onların tövbesini ve
Resûl’ün mağfiret talebini) kabul eden ve rahmet edici olarak bulurlardı.
Demek
ki olayların sonucunda bir grup insan nefslerine zulmederken bir grup da
musîbetler kendisine ulaştığı zaman gerekli dersi çıkartıp resûlün
söylediklerini idrak ederek davete icabet ederler.
Bakara-151’de
resûlün birinci görevinin âyetleri tilâvet etmek olduğu ifade edilmektedir:
2/BAKARA-151: Kemâ erselnâ fîkum
resûlen minkum yetlû aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel
hikmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn(ta’lemûne).
Nitekim size içinizde
(görev yapmak üzere) sizden bir Resûl (Peygamber) gönderdik ki; âyetlerimizi
size tilâvet etsin (okuyup açıklasın) ve sizi (nefsinizi) tezkiye etsin, size
kitap ve hikmet öğretsin ve (hikmetin de ötesinde) bilmediğiniz şeyleri
öğretsin.
Resûlün
tilâvet ettiği âyetlerin muhtevasında hep Allah’a davet vardır. Bütün Allah’ın
resûlleri, Allah’a davet ederler ve derler ki: “Allah’ın insanlara üfürdüğü bir
ruh emaneti vardır. Allah, emaneti geri istemektedir. Hayattayken Allah’ın
emanetini Allah’a ulaştırmayı dileyin. Ancak bu dileğin sahibi olduğunuz
takdirde, âyetlere tâbî olup hak mü’minlerden olursunuz.”
Nitekim Allahû Tealâ, Neml Suresinin 80 ve 81.
âyetlerinde resûle diyor ki:
27/NEML-80: İnneke lâ tusmiul mevtâ ve
lâ tusmius summed duâe izâ vellev mudbirîn(mudbirîne).
Muhakkak ki sen, ölülere
işittiremezsin ve arkasını dönüp kaçan sağırlara da (Allah’ın) davetini
işittiremezsin.
27/NEML-81: Ve mâ ente bi hâdîl umyi
an dalâletihim, in tusmiu illâ men yu’minu bi âyâtinâ fe hum
muslimûn(muslimûne).
Ve sen, körleri
dalâletlerinden (çevirip) hidayete erdirecek değilsin. Sen, ancak âyetlerimize
inananlara işittirebilirsin. İşte onlar, teslim olanlardır.
Allah
Resûl’ü, âyetleri tilâvet ettiği zaman o tebliğe muhatap olan insanlar îmân
ediyorlarsa onlar Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir. Çünkü Allah’a ulaşmayı
dilemeyenler, âyetlerden gâfil olanlardır. Her devirde her zaman parçasında 2
grup insan vardır. Allah’ın âyetlerine îmân edenler ve Allah’ın âyetlerinden
gâfil olanlar. Allah’ın âyetlerinden gâfil olanlar, âyetleri yalanlayanlar,
satanlar, inkâr edenler, gizleyenler, alay edenler ve Allah’ın âyetleri yerine
zulmanî ilim öğrenenlerin hepsi cehennemliktir.
Cennetlikler
Allah’ın âyetlerine îmân edenlerdir. Bir insanın 1. kat cennete gidebilmesinin
olmazsa olmaz şartı Allah’ın âyetlerine îmân etmektir. Îmân edenler, Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir. Bir insan Hanîf
dîninin temel emri olan 7 safha 4 teslimi yaşadığı zaman, bütün boyutları ile
Allah’a îmân etmiş olur. Allah’a ulaşmayı dilemek Hanif dîninin de, îmânın da
1. safhasını oluşturur.
Öyleyse
insanların 2 gruba ayrıldığı görülmektedir: Bir insan ya dîni yaşayan cennet
ehlindendir, ya da dîni yaşamayan cehennem ehlindendir. Cehennem ehli, dünya
hayatında dîni yaşadıklarını zannederler. Ama aslında âyetleri görmezler,
işitmezler ve îmân etmezler.
Tek
dîn olan hanif dîni yani Arapça adıyla İslâm dîni 7 safha ve 4 teslimden
oluşmaktadır:
1. safha: Allah’a
Ulaşmayı Dilemek
Evvela
kişi Allah’a ulaşmayı diler, henüz hiçbir şeyi Allah’a teslim etmemesine rağmen
Allah’a ulaşmayı kalben dilediği için Allahû Tealâ onu teslim alır ve kişiyi 12
tane ihsanla onun için tayin ettiği mürşide ulaştırır.
2. safha: Mürşide
Tâbî Olmak
Kişi,
mürşide bi’at ettiği zaman mürşid Allah adına o kişiyi teslim alır. Bir insan
Allah’ın resûlüne teslim olduğu an, Allahû Tealâ vasıta emirleri ve zikri ona
sevdirir.
3. safha: Ruhun Teslimi
Kişi
vasıta emirlerle nefsini 7 kademede tezkiye ederken buna paralel olarak ruh da
7 tane gök katı yükselir ve Allah’ın Zat’ına ulaşır. Allah, bir ikram olarak o kişiye vasıta emirleri
sevdirir. Zikrini arttırmak suretiyle nefs tezkiyesini gerçekleştirir.
Bir
insanın nefs tezkiyesini yapıp ruhunu Allah’a teslim edebilmesinin tek yolu
Allah’a ulaşmayı dilemesidir. Çünkü aslında nefs tezkiyesini yapan insanın
kendisi gibi görünse de bütün bunları gerçekleştiren Allahû Tealâ’dır. Böylece birinci teslim Allah’ın yardımıyla
gerçekleşir. Bu Allah’ın bir ikramıdır.
4. safha: Fizik
Vücudun Allah’a Teslimi
En
zor olan fizik vücudun Allah’a teslimidir. Fizik vücudun Allah’a teslim
olabilmesi için kişinin zikrini 3 saatten 18 saate çıkartması gerekir ki, bu da
o kişi için zikrinin 6 kat artışı demektir ve kolay değildir. Zikrini günbegün
arttıran bir insan fizik vücudunu Allah’a teslim ettiği zaman nefsinin manevî
kalbinde %91 aydınlanma, %9 karanlık vardır. Yani fizik vücut artık nefsin
esiri olmaktan kurtulmuştur. Nefs, artık taleplerini fizik vücut üzerinde
tatbik edemez.
Başlangıç
noktasında insanlar Nefs-i Emmare’de iken nefs, emirlerinin devamlı olarak
yerine getirilmesini sağlar. Nefsin afetlerinden kaynaklanan talepler vardır.
Allah’ın emirleri yerine nefsin emirlerini, afetleri kışkırtan aktif hale
getiren şeytandır. Ama bir gün nefsin manevî kalbi, %91 aydınlığa ulaştığı
zaman artık nefs emredici olmaktan çıkar. Nefs, emanet olur ve emanet olduğu
noktada artık taleplerini akla negatif istikamette ulaştıramaz. Ulaştırmaya
çalışsa da akıl artık onu dikkate almaz. Kişinin nefsinin, artık negatif şeyler
yaptırması söz konusu olamaz.
5. safha: Nefsin
Allah’a Teslimi
Nefsin
teslimi, daimî zikre ulaşmakla gerçekleşir. Bu, kişinin dünya saadetinin de
tamamını kazanması yani huzur ve mutluluğa ulaşması anlamına gelir.
6. safha: İrşada
ulaşmak
Allahû
Tealâ kişiyi kalbini 7 kademe daha müzeyyen kılmak suretiyle İhlâs’a ulaştırır.
14 kademe kalbi müzeyyen olan insan İhlâs standartlarındadır. O kişi yerin ve
göğün melekûtuna sahip olmuştur. Kişi evvelden gaybî îmânın sahibiyken, şimdi
Allah’ın Ayn mertebesindedir yani yerin ve göğün melekûtunu kişiye
göstermesiyle, tahkikî imanın bütün standartlarının sahibi olmuştur.
7. safha: İradenin Teslimi
Kişi
Salâh Makamı’nda kalbinin 4 kademe daha müzeyyen olması ile irade teslimini
gerçekleştirir. Allahû Tealâ, son sır olarak Zat’ını da o kişiye gösterir;
kişiyi irşada memur ve mezun kılar. Böylece kişi 7 safha ve 4 teslimi yaşamak
suretiyle kendisini bir bütün olarak Allahû Tealâ’ya vakfeder, teslim olur.
Teslimi bütün boyutları ile yerine getiren kişi için sonsuz ahiret ve dünya
saadeti söz konusudur.
Allahû
Tealâ’nın bütün insanlardan istediği bu güzelliklere ulaşmalarıdır. Ama insan
serbest iradenin sahibidir, bu güzellikleri dilerse yaşar; dilemezse yaşamaz.
Herkes
farklı dînin mensubu olduğunu değil, aynı dînin mensubu olduğunu idrak ettiği
zaman, Allah’ın tek dîni, Hanif dîni yaşanacaktır. O zaman insanlar birbirine
düşman olmak yerine birbirlerine dost ve kardeş olacaklardır. Sosyal hayatta
herkesin birbirine yardımcı olduğu, en güzel ahlâkı sergilediği, huzur ve
mutluluğun en zirve noktada yaşandığı bir toplum vücuda gelecektir.