26. BASAMAK – 5. SAFHA;
ULUL’ELBAB MAKAMI – NEFSİN ALLAH’A TESLİMİ
“Kim Bir Yerde Oturur, Orada Zikretmezse; Zikretmeden Kalkar İse,
Allah’tan Ona Bir Noksanlık Vardır. Kim Bir Yere Yatar, Orada Allah’ı
Zikretmezse Ona Allah’tan Bir Noksanlık Vardır. Kim Bir Müddet Yürür ve Bu
Esnada Allah’ı Zikretmezse Allah’tan Ona Bir Noksanlık Vardır.”
|
Nebîler Sultanı Peygamber
Efendimiz (S.A.V) bir hadîs-i şerifinde
şöyle buyuruyor:
“Kim bir yere oturur orada
zikretmezse, zikretmeden kalkar ise Allah’tan ona bir noksanlık vardır. Kim bir yere yatar, orada Allah’ı zikretmezse
ona Allah’tan bir noksanlık vardır. Kim bir müddet yürür ve bu esnada Allahû
Tealâ’yı zikretmezse Allah’tan ona bir noksanlık vardır.” (K: Ebu Davud-
No:2319), (K: Ebû Dâvud, Edeb 31, 107,
hadis no: 4856, 5059)
Sözü geçen hadîsimizi
Kur’ân âyetleriyle karşılaştırdığımız zaman Nisâ Suresinin 103. âyet-i kerimesiyle
birebir bir illiyet rabıtası içerisindedir.
4/NİSÂ-103:
Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe
izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alel mu’minîne
kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Böylece
namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken
(yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz
zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine,
“vakitleri belirlenmiş bir farz “ olmuştur.
Üç hâlin üçünde de Allahû
Tealâ zikri bize farz kılmış; “otururken zikredin, ayaktayken zikredin, yan
üstü yatarken zikredin”. İnsan için bir dördüncü hâl mevcut değildir. Öyleyse
24 saat zikretmek farzdır.
Âyet-i kerimede “Otururken
Allah’ı zikredin.” buyuruluyor. Hadîste ise “Kim bir yere oturduğunda Allah’ı
zikretmezse Allah’tan ona bir noksanlık vardır.” deniyor. Daimî zikir bize farz
kılınmasına rağmen bu farzı kişi yerine getirmediği taktirde, kişi oturduğu
yerde Allahû Tealâ’yı zikretmiyorsa o zaman zikretmediği her saniye için
derecat kaybeder. Resûlullah (S.A.V) Efendimiz hadîste bunu bir noksanlık
olarak tarif etmiştir.
Yatarken ve yürürken de
Allahû Tealâ zikri farz kıldığı için, yatarken ve yürürken zikretmeyen kişi
derecat kaybındadır: “Kim bir yere yatar orada Allah’ı zikretmezse ona yine bir
noksanlık vardır, derecat kaybeder. Kim bir müddet yürür o esnada Allah’ı
zikretmezse Allah’tan ona yine bir noksanlık vardır, yine derecat kaybeder.”
Yani hadîs-i şerif Nisâ Suresinin 103. âyet-i kerimesiyle bire bir örtüşmektedir.
29/ANKEBÛT-45:
Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ
anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu
ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).
Kitaptan
sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât
(namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek
mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.
Günümüz İslâm tatbikatına
baktığımız zaman diyorlar ki; “Biz de Kur’ân okuyoruz, zikrediyoruz.” Gerçekten
Kur’ân-ı Kerim tilâveti Ankebût-45’te belirtildiği gibi bir zikirdir. Allah’ın
tayin etiği mürşidi hacet namazıyla Allah’tan sormamız da bir zikirdir. Ama
zikirlerin sultanı “Allah” isminin tekrarı ile yapılan kalp zikridir.
20/TÂHÂ-14: İnnenî enallâhu lâ ilâhe illâ ene fa’budnî
ve ekımis salâte li zikrî.
Muhakkak ki Ben, Ben Allah’ım. Benden başka İlâh yoktur. Öyleyse Bana
kul ol ve Beni zikretmek için namazı ikame et!
Ne Kur’ân tilâvetindeki
zikir ne de namazdaki zikir hiçbir zaman daimî hüviyette değildir. Nisâ
Suresinin 103. âyet-i kerimesine baktığımız zaman “namaz mü’minler üzerine
vakitleri belli bir farzdır” buyurulmaktadır. Yani maksimum 7 vakit namaz
kılabilirsiniz. Ölçüyü Allahû Tealâ belirlemiştir, üstüne-altına taşmak mümkün
değildir. Nereden biliyoruz? Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in
döneminde Arap bedevilerden bir grup İslâm’ı öğrenmek üzere geliyorlar. Ama o
sırada Resûlullah’ı göremiyorlar. Sahâbeden öğrendikleri İslâm’la öyle kararlar
alıyorlar ki, birisi “ben devamlı namaz kılacağım” diyor, öbürü “ben hiç
evlenmeyeceğim” diyor, bir diğeri “ben devamlı oruç tutacağım” diyor ve bunlar
ayrıldıklarında sahâbe Resûlullah’a durumu aktarıyorlar. Resûlullah diyor ki:
“Hemen! Onlara koşun, onları bana getirin” ve onlara diyor ki: “Allah’a en yakın olan Allah’ın peygamberi
benim ama hiç sizin yaptığınız gibi devamlı oruç tutmuyorum, devamlı oruç tutan
oruç tutmamış gibidir. Ben sizin söylediğiniz gibi hiç evlenmeyeceğim
demiyorum. Evlilik benim sünnetimdir. Benim sünnetimden yüz çeviren benden
değildir. Ben sizin gibi daimî namaz kılmıyorum. Allahû Tealâ’nın ön gördüğü
namaz 7 vakit namaz onu kılıyorum. Dolayısıyla hadleri aşmayın. Sünnete uymanız
sizi çok daha fazla Allah’a yaklaştırır.”
Neden daimî zikir farz?
Çünkü Allahû Tealâ’nın bizler için seçtiği hanif dîni, Arapça adıyla İslâm 7
safhadan oluşur. Bu 7 safhanın 7’sini de her noktada geçebilmek, irade
tesliminden sonra Allah tarafından irşada memur ve mezun kılınabilmek zikirle
mümkündür.
Kur’ân âyetleri tilâvetine
baktığımız zaman zikirdir ve bu tilâveti gerçekleştiren Allah’ın resûlüdür.
Allah resûlünün birinci görevi zikirdir. Kur’ân âyetlerinin tilâveti ile
gerçekleşen bir zikirdir. İslâm’ın 1. safhası Kur’ân âyetlerinin tilâvetiyle
gerçekleşen bir zikirdir. İslâm’ın 2. safhası mürşide tâbiiyet Hacet Namazı ile
gerçekleşen bir zikirdir; hacet namazıyla gereken zikri yapmadığımız taktirde
huşûya ulaşamayız. Huşûya ulaşmazsak, hacet namazı (namaz bir zikirdir) kıldığımız
taktirde Allahû Tealâ’nın bize mürşid göstermesi mümkün değildir. İslâm’ın 3.
safhası olan nefs tezkiyesi Allah isminin kalpte tekrarıyla gerçekleşen bir
zikirdir.
Kısacası Allahû Tealâ’nın
farz kıldığı hanif dîni Arapça adı ile İslâm’ı zikirsiz yaşamak mümkün
değildir, ondan sonraki safhalar zaten Allah isminin tekrarı ile olan zikirle
devamlı olarak devam eder ve irade tesliminden sonra ise bu zikir yerini
tesbihe terk eder. Cüz’î irade kontrolü dışında yapılan zikirlere tesbih denir.
Kişi iradesini Allah’a teslim ettiği zaman, önceden iradesiyle yaptığı Allah
isminin tekrarı gayri iradî olarak gerçekleşen bir olay olur ve artık küllî
irâde kontrolünde gerçekleşir, eğer kişi kavim resûlü veya nebî ise o da İlahî
İrade’nin kontrolünde zikrini gerçekleştirmektedir. O halde zikirsiz dîni
yaşamak mümkün değildir ve Allahû Tealâ daimî zikri farz kılmıştır.
Resûl Kur’ân’ı tilâvet ettiği zaman ona karşı çıkanlar için Kur’ân
tilâveti bir zikir değildir. Tilâvete karşı çıkanlar için hacet namazıyla
mürşidi Allah’tan sormak da bir zikir değildir. Âyetlerin tilâvetiyle yapılan
zikir hedefine ulaşmadığı taktirde Allahû Tealâ Rahmân esmasıyla tecelli etmez.
Eğer tebliğle (âyetlerin tilâvetiyle) yapılan zikre ilgisiz kalmışsa o zaman
Allahû Tealâ ona engeller koyuyor. Eğer tebliğe ilgisiz kalmanın ötesinde
tebliğciyi yalanlarsa ‘mürşit yoktur’ derse bu kez Allahû Tealâ uzuvlarına da
engeller koyuyor. Eğer tebliğciye karşı isyan ederse o zaman da Allahû Tealâ
kalbi tab ediyor. Çünkü zikrin mahallî kalptir.
13/RA'D-28:
Ellezîne âmenû ve tatmainnu kulûbuhum bi zikrillâh(zikrillâhi) e lâ bi
zikrillâhi tatmainnul kulûb(kulûbu).
Onlar,
âmenûdurlar ve kalpleri, Allah’ı zikretmekle mutmain olmuştur. Kalpler
ancak; Allah’ı zikretmekle mutmain olur, öyle değil mi?
Âmenû olmuşlar, yani
Allah’a ulaşmayı dilemişler. Ve kalpleri Allah’ın zikri ile mutmain olmuştur.
Zikrin mahallî nefsin manevî kalbidir.
7/A'RÂF-205:
Vezkur rabbeke fî nefsike tedarruan ve hîfeten ve dûnel cehri minel kavli bil
guduvvi vel âsâli ve lâ tekun minel gâfilîn(gâfilîne).
Ve
sabah ve akşam vakitlerinde Rabbini kendi kendine, korkarak ve yalvararak,
sözün sesli olmayanı ile zikret. Ve gâfillerden olma.
Bir cehrî zikir bir de
hafî zikir vardır. Allahû Tealâ âyet-i kerimede hafî zikir yapmamızı emrediyor.
Âyetleri birleştirdiğimiz zaman ise zikrin Allah’ın ismiyle gerçekleşmesi
gerektiğini de Muzemmil Suresinin 8. âyet-i kerimesi bize bildiriyor.
73/MUZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi
tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi’ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.
Öyleyse Kur’ân tilâveti
ile hiç kimse daimî zikre ulaşamaz. Namaz zikriyle de hiç kimse daimî zikre
ulaşamaz. Ama insan hayatta kaldığı süre içerisinde kalbi atar ve kalbimizin
ritmik atışlarına paralel iç sesimizle, yani kalbimizin sesiyle Allah ismini
tekrar etmemizi Allahû Tealâ farz kılmıştır. Bunu daimî yaptığımız taktirde
daimî zikre ulaşmışızdır. Ancak daimî zikirle, nefsimizi Allah’a teslim
edebiliriz. Allahû Tealâ biz insanlardan hayattayken ruhen Allah’a ulaşmayı dilememizi
ister ve bizler bu dileğin sahibi olduğumuz takdirde ulaştırma işlemini
gerçekleştirecek olan Allah’tır. Rabbimiz sadece bir tek dileğimize bakar.
Allahû Tealâ zahirî âleme ait olan fizik vücudumuzu da teslim etmemizi
istemektedir. Bunu da Rabbimiz zikre bağlamıştır. Hem de 18 saat zikre. Allahû
Tealâ nefsimizin teslimini ise daimî zikre bağlamıştır. Üç teslimin üçünde de
görüyoruz ki zikir, çok çok zikir ve de daimî zikir vardır. Ondan sonra irade
teslimiyle kişi zaten artık zikrin ötesine yani tesbihe geçer.
Ama gelin görün ki günümüz
İslâm tatbikatında zikir yoktur. Âyetlerin tilavetiyle yapılan birinci çeşit
zikir yoktur. Çünkü günümüz dîn öğretisinde dünya hayatını yaşarken insan
ruhunun Allah’a ulaşması olan hidayet öğretilmiyor, öğrenilmiyor. Öğrenilmediği
için öğretilmiyor, öğretilmediği için de geleneksel dîn tatbikatı içerisinde Allah’a
ulaşmayı dilemek yoktur. Dilemeyince de Allahû Tealâ Rahmân esmasıyla tecelli
etmez, onlara furkanları vermez. Furkanları vermediğine göre tersi işlem söz
konusudur yani hassalarına engeller koyar, uzuvlarına engeller koyar, bu
insanlar o zaman sağır, dilsiz ve kördürler.
Sağır, dilsiz ve kör olan
bu insanlar Kur’ân âyetlerini tilâvet ettiklerinde acaba durum nedir? Kur’ân
kursaklarından geçmez. Yani onlar işitemezler.
Kur’ân âyetlerini bir
kimse kapsam ve muhteva olarak asla değiştiremez. Kur’ân’ı Kerim’e kimse ne bir
âyet ilave edebilir, ne de O’ndan bir âyeti çıkartabilir. Allah’ın koruması
altındadır.
15/HİCR-9: İnnâ nahnu nezzelnez zikre ve innâ lehu le
hâfizûn(hâfizûne).
Muhakkak ki; zikri (Kur'ân-ı Kerim’i) Biz indirdik. O'nun
koruyucuları (da) mutlaka Biziz.
Ama insanlar Kur’ân
âyetlerinde Allah’ın vermek istediği mesajı kendi yorumlarıyla
değiştirebilirler. Bugün geleneksel dîn tatbikatında Kur’ân’da mevcut olmasına
rağmen birçok kavram tatbikattan çıkartılmıştır. Ve bugün dînde olmamasına
rağmen insanların sonradan kendi zanları ile dîne ilave ettikleri birçok bi’dat
vardır. Kur’ân kursaklarından geçmeyen insanlar, Kur’ân’a ilaveler yapmamışlar
ama bu insanlara iblisin negatif tesirlerle yazdırdığı dîn kitaplarındaki
birçok zanlar sayesinde, hakkı batılla karıştırmışlar ve Kur’ân’ı Kerim’e aykırı,
yanlış yorumlar yaparak âyetleri gizlemektedirler, ketmetmektedirler.
2/BAKARA-42: Ve lâ telbisûl hakka bil bâtılı ve
tektumûl hakka ve entum ta’lemûn(ta’lemûne).
Ve
hakkı bâtıl ile karıştırmayın (örtmeyin) ve hakkı gizlemeyin. Ve (çünkü) siz
biliyorsunuz.
Bunları yapan kişiler, kendileri Allah’a
ulaşmayı dilemedikleri gibi başkalarının dilemesine de mani olan insanlardır.
Dîni öğreten ve Kur’ân’ı Kerim kursaklarından geçmeyen insanlardır. Bunun için
de âyetlerden gâfillerdir. Halbuki dîn demek âyetleri, Kur’ân’ı Kerim’i yaşamak
demektir. Ama kendilerine Kur’ân’dan dîn öğretilmediği için ve onlar insanların
yazdığı kitaplardan dîn öğrendikleri için doğal olarak o öğrendikleri
geleneksel dîn tatbikatını insanlara anlatıyorlar. Böylece ne dîn öğreticileri
kurtuluşa ulaşabiliyor ne öğrettikleri insanlar onların öğrettikleriyle
kurtuluşa ulaşabiliyorlar. Sonuç; herkes huzursuz ve mutsuz.
Ama fitnenin her tarafı
sardığı, Kur’ân’ın rafa kaldırıldığı, Kur’ân’daki İslâm’ın yaşanmadığı bu
dönemde Allahû Tealâ Resûl’ünü hidayetle gönderiyor ki o Resûl’ü içinde
bulunduğumuz hidayet çağında Devrin İmamı Mehdi (A.S)’dır. O Allah’ın
tasarrufunda Allah’tan aldığı öğretiyle kavramları bir bir asli yerlerine
oturtur, Allah’ın verdiği mânâlar üzerine öğretir.
Nebîler Sultanı Peygamber
Efendimiz (S.AV)’in beyan ettiği gibi Kur’ân’ı Kerim bir lafzî mânâ ve 7 ruh
üzere indirildi. Kur’ân’ı Kerim’in lafzî mânâsı mutlak surette kişinin Allah’a
ulaşmayı dilemesiyle gerçekleşir. Kişi tek başına kendi aklıyla bunu
gerçekleştirebilir mi? Hayır.
17/İSRÂ-15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li
nefsih(nefsihî), ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziretun
vizre uhrâ, ve mâ kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen).
Kim hidayete erdiyse, sadece
kendi nefsi için (nefsini tezkiye ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim
dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük
taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir başkasının yükünü (günahını)
yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap edici olmadık.
Allahû Tealâ insanı
yaratandır. İnsanı yaratan Rabbimiz insanı en iyi bilendir, ona verdiği hanif
fıtratıyla tek başına hiçbir zaman hakikati elde edemeyeceğini bildiği için
“Resûl göndermezsem azap etmem, kitap göndermezsem azap etmem.” buyuruyor.
Dolayısıyla zahirî standartlar içinde Allahû Tealâ ni’metini, göndermiş olduğu
şeriat kitabları ve bu şeriat kitaplarını açıklayan resûlleriyle kesinlikle
tamamlıyor. Serbest irade sahibi insan ya resûlün tebliğine uyarak hidayeti
diler, kurtuluşa ulaşır ya da Allah’a ulaşmayı dilemez. Dilemediği taktirde
cezayı hak eder, dilediği taktirde Allahû Tealâ’nın mükâfatını kazanır.
İnsanoğlu Allah tarafından
cüz’î irade (serbest irade) sahibi kılınmıştır. İnsan kendi iradesiyle huzur
ve mutluluğunu hazırlar. Allah’a ulaşmayı diler, hidayeti diler ve hidayeti
yaşar veya bunların hiçbirini dilemez ve bu dünyada huzursuz ve mutsuz yaşar,
ölümden sonra gideceği yer de ahirette cehennem olacaktır. Bu insanlar etraflarındaki
insanlara da rahat ve huzur vermezler. Osmanlı’da şöyle bir tabir vardır:
Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur,
Çekti öldü gitti cihandan, dayansın ehl-i kubur.
Huzur ve mutluluğun yegâne
adresi dîndir. Huzur ve mutluluğun yegâne kaynağı Kur’ân’dır, Allah’ın
kitaplarıdır. Huzur ve mutluluğun yegâne adresi bu kitapları Allah’ın
öğretisiyle bizlere açıklayan Allah’ın resûlüne tâbiiyettir, onlarla birlikte
bir dîni hayatı yaşamaktır. Resûl tebliğe başladığı zaman, âyetleri tilâvet
ettiği zaman, kişi resûlün tebliğine uyar da Allah’a ulaşmayı dilerse,
istisnasız Allah’ın ona bir vaadi vardır. O kişinin ruhunu, Allah Kendisine
mutlak surette ulaştırır. Allahû Tealâ söz vermiştir. Allah’ın katında söz
değiştirilmez.
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan
vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd
dîne ve lâ teteferrekû fîh(fîhi), kebure alel muşrikîne mâ ted’ûhum
ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men
yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi
(şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara
ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz
şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın
şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine
seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine
ulaştırır).
Allah kişinin ruhunu
Kendisine ulaştırırsa bunun karşılığı olan mükâfat 3. kat cennet ve dünya
saadetinin yarısıdır, bu Allah’ın ikramıdır. Ama serbest irade sahibi kişi
tebliğe muhatap olmasına rağmen eğer etrafındaki tagutî sistemlerle, cin ve
insan şeytanlar tarafından kandırılıp kendi zanlarına tâbî olursa o zaman kendi
hazin sonucunu kendisi eliyle hazırlar. Bu dünyada huzursuz ve mutsuzdur,
âhirette de kesinlikle gideceği yer cehennemdir.
O zaman zikrettiğimiz
hadîsin hükmüne varabilmek onu yaşayabilmek için ne yapmak lâzımdır? Evvel
emirde âyetlerin kendisine tilâvetiyle, tebliğiyle o kişinin Allah’a ulaşmayı
dilemesi lâzımdır. Dileyince Allahû Tealâ vaadi gereğince Rahmân esmasıyla
tecelli eder. Bu ise, Allah’ın katından salâvâtla birlikte o kişinin kalbine
rahmet nurunun ulaşması demektir. Bu nurların kalbe ulaşabilmesi için kalp
şartlarının hazır olması gerekir. Kalp şartları şunlardır:
1. Allahû Tealâ kalpteki
ekinneti eğer varsa almıştır,
2. Kalpteki fıkıh hassasının
önünü açmıştır,
3. Kalbe ihbatı koymuştur,
4. Kalbi hidayete açmıştır,
5. Kalbin kapısını Allah
Kendisine çevirmiştir.
6. Kalbe giden rahmetin yolunu
açmıştır
Ve kişi zikir etmesi
halinde salâvât taşıyıcı olarak Allah’ın katından rahmet nurunu o kişinin
kalbine taşır ve rahmet %2’lik oranda kalbe yerleşir. Artık o kişi huşû sahibi
olmuştur. Huşû sahiplerine Allahû Tealâ’nın verdiği bir garanti vardır. Hacet
namazı kılmaları durumunda Allahû Tealâ onlara tayin ettiği mürşidi
göstereceğini vaat etmiştir. Allah’ın vaadine ulaşan kişi tâbiiyetini
gerçekleştirdiği an Allah ona ni’metler ihsan eder, ona vasıta emirlerini
sevdirir ve verdiği garanti gereğince çok kısa sürede kişinin ruhunu Kendisine
ulaştırır. Ayrıca ruh teslimine ulaşan kişiye 3. kat cenneti ve dünya
saadetinin yarısını Allah ikram eder. Bu noktadan sonraki teslimler Allah’ın
garantisinde değildir ve Allahû Tealâ “Fizik vücut teslimine ulaşmak istiyorsan
karar yine senin. Ama bu noktadan itibaren artık benim garantimde değil.
Liyakat ve ihsan kanunu gereğince, ne kadar gayret o kadar himmet veya aksi o
kadar hüsran olacak, ona göre ayağını denk al, ona göre zikrini arttır” diyor.
Fizik vücut teslimini
gerçekleştirmek isteyen kişinin, o dileğin sahibi olması lâzımdır. Ama kendi iç
dünyasında bir şeyi daha sonuçlandırması lâzımdır ki o da “ben kalben talep
ettim, Allah verdiği sözü yerine getirdi yani Allahû Tealâ’nın benim için yaptıkları
bundan sonra da yapacaklarının teminatıdır” demesidir. O kişi fizik vücud teslimini
gerçekleştirmek istediği zaman Allahû Tealâ’yı kendisine vekil tayin eder. Bu
noktadan itibaren yapması gereken şey günbegün zikrini artırmaktır. Çok zikir
fizik vücud teslimi için yetmez; çok çok zikir yapması lâzımdır. Çok çok zikrin
mânâsı 18 saatlik zikirdir. Ve 18 saatlik zikirle o kişinin kalbine ulaşan nur
miktarı %91’dir, kişi bu nurlanma ile fizik vücudunu Allah’a teslim eder.
Fizik vücut başlangıç
noktasında ahsen değildir. Ama %91’lik nurla kişinin kalbinde aydınlanma
oluştuğu zaman fizik vücut da o noktadan itibaren ahsen olur. Allah’ın bütün
emirlerine itaat eden ve yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir yapıya sahip
olur. Nefsi teslim olabildi mi? Hayır. Nefs de artık emanettir. Ancak daimî
zikre ulaşınca nefs de teslim olacaktır. Nefs daimî zikre ulaşıldığı noktada
Allah’ın bütün emirlerine itaat eden yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir
yapıya sahip olur. Böylece 3 tane vücut da Allah’a teslim olmuştur. Ama bu
sefer irade emanet olmuştur. Daimî zikre ulaşan bir insanın geri dönüşü mümkün
değildir. Bahsettiğimiz hadîs-i şerifte de Resûlullah daimî zikri
anlatmaktadır.
Nitekim bir başka hadîs-i
şerifinde de Resûlullah şöyle buyuruyor: “Benim
gözlerim uyur ama kalbim uyumaz.” Bu hadîste Resûlullah kendisinin daimî
zikirde olduğunu beyan ediyor. Yine daimî zikri beyan eden bir başka hadîs-i
şerifi şöyle; “Âlimin uykusu cahilin ibadetinden
iyidir.”
Âlim kişinin uykudayken
yapabileceği yegâne ibadet zikirdir. Cahil (Allah’a ulaşmayı dilemeyen kişi) de
olsa olsa o da namaz kılar, namaz da bir zikirdir. Ama derecat açısından
mukayese edilirse, Allah’a ulaşmayı dileyip mürşidine tâbî olan kişinin kazancı
bir iyiliğe karşılık 1’e 700’dür. Zikrettiği her saniye 700 kat derecat
kazanır. Mürşide ulaşmayan kişinin bir iyiliğe karşılık kazancı ise 1’e 10’dur.
Öyleyse âlimin uykusunun cahilin ibadetinden derecat bakımından çok üstün
olduğunu Resûlullah ifade ediyor.
Daimî zikir Kur’ân’daki
âyetlerde, Resûlullah’ın hadîslerinde yer almasına rağmen, günümüz dîn
tatbikatından kaldırılmışsa eksik bir dîn tatbikatıyla karşı karşıyayız
demektir. Eksik dîn tatbikatından kurtulabilmek için kişinin İslâm’ın 5 şartına
ilaveten, hidayetin giriş kapısı olan Allah’a ulaşmayı dilemesi lâzımdır. Bu
İslâm’ın 1. safhasıdır. Kişi Allah’a ulaşmayı dilediği taktirde, eğer
zikretmeye de başlarsa mutlak surette Allah onu mürşide ulaştırır. İslâm’ın
diğer safhaları ise şu sırayla yaşanır:
2- Mürşide tâbiiyeti
gerçekleştirmek
3- Ruhun Allah’a teslimi
4- Fizik vücud teslimi
5- Nefs teslimi
6- İrşada ulaşmak
7- İradenin teslimi
Böylece en alt seviyeden
en zirve noktaya 7 safha 4 teslimi yaşamak suretiyle o kişi kâmil insan olur.
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki; “Rabbim fizik vücudumu ahsen yarattığın gibi benim nefsimi de ahsen
kıl.”
Yaratılış açısından insan
en şerefli varlıktır. Ruh ahsendir. Fakat ahsen olmayan ve ahsen olmasını
Allah’ın bizden istediği fizik vücut, nefs ve iradedir. Fizik vücut teslimiyle
fizik vücut ahsen olur. Nefsin teslimiyle nefs ahsen olur. İradenin teslimiyle
irade ahsen olur. Ve Allahû Tealâ bütün bunları Kur’ân’ı Kerim’de bir bir
açıklamıştır.
Bizler için en güzel örnek
olan Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve en güzide öğrencileri
sahâbedir, onlar Âli İmrân Suresinin 119. âyet-i kerimesinde bizlere
öğretildiği gibi Kitab’ın bütününe tâbî oldular:
3/ÂLİ İMRÂN-119: Hâ entum ulâi tuhıbbûnehum ve lâ
yuhıbbûnekum ve tû’minûne bil kitâbi kullih(kullihi), ve izâ lekûkum kâlû
âmennâ, ve izâ halev addû aleykumul enâmile minel gayz(gayzi), kul mûtû bi
gayzikum, innallâhe alîmun bi zâtis sudûr(sudûri).
İşte
siz (mü'minler) böylesiniz, siz onları seversiniz ve onlar sizi sevmezler ve
siz kitabın tamamına îmân edersiniz. Ve sizinle karşılaşınca "biz îmân
ettik" dediler, yalnız kaldıkları zaman, size karşı öfkelerinden parmak
uçlarını ısırdılar. De ki: "Öfkenizden ölün."Muhakkak ki Allah, sinelerde
olanı en iyi bilendir.
Sevgili dîn öğreticileri,
en güzel örnek olan Resûlullah’ın güzide sahâbeleri Kitab’ın bütününe tâbî
oldularsa, onlar bizim için örnekse, o örneğe uyarak bizim de Kitab’ın bütününe
tâbî olmamız lâzımdır. Ancak Kitab’ın
bütününe tâbî olmanın yolu daimî zikirden geçer.
.Hz. Muhammed Mustafa Efendimiz (S.A.V) şöyle
buyuruyor: “Benim gözlerim uyur ama
kalbim uyumaz.”
Hz. Ayşe (R.A) şöyle dedi: “Resûlullah (S.A.V)
Efendimiz ne Ramazan Ayı’nda, ne başka zamanda gece 11 rekâttan fazla namaz kılmazdı.
Önce 4 rekât kılardı. Onların güzelliği ve huzuru anlatılacak gibi değildi.
Sonra 4 rekât daha kılardı. Onların da güzelliği ve huzuru anlatılacak gibi
değildi. Sonra 3 rekât daha kılardı.” Ben de: “Ya Resûlullah! Vitri kılmadan mı
uyuyorsun?” diye sordum. Bunun üstüne şöyle buyurdu: “Ayşe, Benim gözlerim uyur ama kalbim uyumaz.” buyurmuştur.”
Nebîler Sultanı Peygamber
Efendimiz (S.A.V) bu hadîs-i şerif ile bizlere; gözlerin uyurken kalbin
uyumaması, yani kalbin zikirde olmasını işaret buyurmaktadır. Kalbin uykudayken
zikirde olması ancak daimî zikir ile gerçekleşen bir olgudur.
3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı
vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün
ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve
kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ
mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah’ın sır hazinelerinin
sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima ) Allah’ı
zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve
derler ki): “Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna ) yaratmadın. Sen
Subhan’sın, artık bizi ateşin azabından koru.”
İnsanoğlu için dördüncü
bir hal mevcut değildir. İnsanoğlu, ya oturuyordur, ya ayaktadır ya da yan üstü
yatıyordur. Üç halin üçünde de zikredebilen insan daimî zikire ulaşabilen
insandır.
Nitekim Nebîler Sultanı
Peygamber Efendimiz (S.A.V) daimî zikire ulaşanlara “âlim” demiştir. Ve bir başka hadîs-i şerifinde: “Âlimin uykusu cahilin ibadetinden iyidir.”
buyurmuştur. Ancak aynı cinsten olan iki şeyin mukayesesi söz konusu olabilir.
Eğer âlimin uykusu cahilin ibadeti ile karşılaştırılabiliyorsa o zaman, uyuyan
âlimin de ibadet halinde olması söz konusudur. Uykudayken yapılabilen tek
ibadet zikirdir. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de bunu net olarak ifade etmiştir.
Bir insanın bu standarta ulaşabilmesi ancak nefsini teslim etmesine bağlıdır.
İnsan ile Allah arasında,
Allah’ın dizayn ettiği 28 basamaklık İslâm merdiveninin 1. basamağında olaylar
vardır. 2. basamağında ise olayları yaşayan, olayları değerlendiren insanlar
vardır. İnsan sosyal bir varlıktır. Eğer hidayeti dilememişse doğal olarak
kalbinde %51’lik aydınlanma yoktur. Hidayeti dilemeyen insanlar, kalplerindeki
karanlıklar sebebiyle, başkaları ile olan ilişkilerinde onlara zulmedip, onların
da hidayetine mâni olurlar. Allahû Tealâ bu kişileri seçmez. Seçilmeyen kişiler
dışında herkes seçilir. Seçilenlerden her kim, kalben Allah’a ulaşmayı dilerse,
Allahû Tealâ 3. basamakta dileyen kişiye 4. basamakta Rahmân esması ile mutlaka
tecelli eder, onlara peş peşe furkanlar verir. Allah’tan 7 furkan alan bir
insan akleden birisidir. Akabinde Allahû Tealâ Tegâbun Suresinin 11. âyet-i
kerimesine göre o kişinin kalbine hidayetle ulaşır:
64/TEGÂBUN-11: Mâ asâbe
min musîbetin illâ bi iznillâh(iznillâhi), ve men yu’min billâhi yehdi kalbehu,
vallâhu bi kulli şey’in alîm(alîmun).
Allah’ın izni olmadıkça bir
musîbet isabet etmez. Ve kim Allah’a îmân ederse (âmenû olursa), (Allah) onun
kalbine ulaşır. Ve Allah, herşeyi en iyi bilendir.
Kaf Suresinin 33. âyet-i
kerimesinde zikredildiği gibi Allahû Tealâ o kişinin kalbini Kendisine çevirir:
50/KAF-33: Men haşiyer rahmâne bil gaybi ve câe bi
kalbin munîbin.
Gaybda Rahmân’a huşu duyanlar
ve münib (Allah’a ulaşmayı dileyen) bir kalple (Allah’ın huzuruna) gelenler
(için).
En’âm Suresinin 125.
âyet-i kerimesine göre Allahû Tealâ o kişinin göğsünü şerh eder, yarar.
Göğsünden kalbine rahmet yolu açar:
6/EN'ÂM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah
sadrehu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrehu dayyikan
haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne
lâ yu’minûn(yu’minûne).
Öyleyse Allah kimi Kendisine
ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi
dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış,
sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine pislik (azap,
darlık, güçlük) verir.
Böylece 6 tane kalp şartına sahip olan bir
insan zikretmeye başlar. Zikir bir şifredir. “Allah” isminin tekrarıdır.
Allah’ın katından, rahmet ve salâvâtı o kişinin göğsüne getirir. Salâvât bir
taşıyıcıdır. Rahmet nûru Allah’ın katından göğse geldiği zaman, yol açılmışsa
kalbe ulaşır. Kalbe giren rahmet miktarı kadar da karanlıklar azalır. Böylece o
kişi huşû sahibi olur. Huşû sahibi olan insan, Perşembe’yi Cuma’ya bağlayan
gece hacet namazı kılarsa Allahû Tealâ ona mürşidini mutlaka gösterir. Bakara
Suresinin 45. âyet-i kerimesinde bu ifade edilmektedir:
2/BAKARA-45: Vesteînû bis sabri ves salât(sâlâti), ve
innehâ le kebîretun illâ alel hâşiîn(hâşiîne).
(Allah’tan) sabırla ve namazla istiane (yardım) isteyin. Ve muhakkak
ki o (hacet namazı ile Allah’a ulaştıracak mürşidini sormak), huşû sahibi olanlardan
başkasına elbette ağır gelir.
Öyleyse Allahû Tealâ, huşû
sahibi olan bir insana mutlaka mürşidini gösterir. Kişi Allah’ın gösterdiği
mürşidine tâbî olursa Allahû Tealâ’dan 7 tane ni’met alır.
1. ni’met: Devrin
İmamı’nın ruhu o kişinin başının üzerine gelip yerleşir.
2. ni’met: Allah o kişinin
kalbine îmânı yazar.
3. ni’met: Allah o kişinin
günahlarını sevaba çevirir.
4. ni’met: Ruh vücudundan
ayrılır, Sıratı Mustakîm’e ulaşır.
5. ni’met: Kişi ıslah
edici amellere, nefs tezkiyesine başlar.
6. ni’met: Nefs
tezkiyesine paralel kalpteki karanlıkların azalmasına karşın irade güçlenir.
7. ni’met: Fizik vücut
güçlenir.
Böylece o kişi 7 tane
furkan, 12 tane ihsan ve 7 tane ni’metle desteklendiği zaman vasıta emirleri
severek yapar. Allahû Tealâ; Nefs-i Emmare, Nefs-i Levvame, Nefs-i Mülhime,
Nefs-i Mutmainne, Nefs-i Radiye, Nefs-i Mardiyye, Nefs-i Tezkiye kademelerinde
o kişinin nefsini tezkiye eder. Tezkiye eden Allah’tır. Çünkü vasıta emirleri
ona sevdiren Allah’tır.
Nefs tezkiyesinin yegâne vasıtası zikirdir.
Zikir, ibadetlerin sultanıdır. O kişi severek zikretmeye başlar. Ve severek
zikrettiği için ruh da, nefs tezkiyesine paralel seyr-i sülûkla gök katlarında
yükselir. 7. gök katında 7 âlemi geçtikten sonra Allah’ın Zat’ına ulaşır.
Böylece kişi ermiş evliyadan olur, 3. kat cennet ve dünya saadetinin yarısına sahip
olur.
3. kat cennet ve dünya
saadetinin yarısına sahip olan bir insan, sosyal hayatta olan ilişkilerinde
artık hidayete ermiştir, ermiş evliyadan olmuştur. Bu kişi, hidayeti dileyen
birisidir. Hidayeti dileyen bir kişi
artık başkalarının da hidayetine vesile olmaya çalışır. Bu hizmet onu, velâyet
kademelerinde ilerletir.
Fenâ Kademesi’ni, Beka
Kademesi’ni, Zühd Kademesi’ni ve Teslim Kademesi’ni birer birer geçer. Her
tezkiye kademesinde aydınlanma %10 oranında artar. Fenâ Kademesi’nde %10, Beka
Kademesi’nde %10, Zühd Kademesi’nde %10 ve Teslim Kademesi’nde %10’lukla kalbi
%40 daha aydınlandığı zaman toplam %91 aydınlanma ile o kişi fizik vücudunu da
Allah’a teslim eder. Böylece davranış biçimine baktığımız zaman ne kendisine ne
de başkasına zulmetmediği gibi başkasının kendisine olan zulmünü de affeden
birisidir. Allahû Tealâ Âli İmrân Suresinin 134. âyet-i kerimesinde buyuruyor
ki:
3/ÂLİ İMRÂN-134: Ellezîne yunfikûne fîs serrâi ved
darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu yuhibbul
muhsinîn(muhsinîne).
Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infâk
ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir.
Ve Allah, muhsinleri sever.
Ancak bu kişi henüz daimî
zikire ulaşmamıştır, uykudayken de Allah’ı zikreden birisi değildir.
Resûlullah (S.A.V) gibi
uykudayken de zikreden bir kişi olabilmesi için mutlaka nefsini de Allah’a teslim
etmesi lâzımdır. O kişi, bundan sonra Ulûl’elbab Kademesi’ne ulaşır. Kişi,
Ulûl’elbab kademesinde daimî zikirdedir. Daimî zikir ile kalbindeki %9
karanlığı da çok kısa zamanda temizler. Böylece kalp, 7 kademede müzeyyen olur.
Kalbi 7 kademede müzeyyen olan bir
insanın gözleri, yatakta uyur; ama kalbi uyumaz. O, devamlı olarak Allahû
Tealâ’yı zikreden birisidir. Nitekim yatağına girerken zikir ile girer,
sabahleyin kalktığı zaman da zikir ile uyanır. Zikir ile girip zikir ile
uyandığı için gece boyunca hep ibadet halindedir. O sebeple Resûlullah (S.A.V)
buyurmuştur: “Âlimin uykusu cahilin
ibadetinden iyidir.”
Nebîler Sultanı Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’in ulaşmamızı istediği hedef, nefsin de Allah’a teslimidir.
Bir insan, nefsi Allah’a teslim olduğunda dünya saadetinin %100’üne sahip olur.