OSMANLI’DA SANAT - I -
1299 yılında temeli atılan
Osmanlı İmparatorluğu, İslâm medeniyetinin en büyük ve en ihtişamlı
imparatorluklarından biriydi. Adalet ve hoşgörüye dayalı devlet anlayışı; hâkimiyeti
altındaki topraklarda izlerini bıraktığı üstün mimarîsi; tekstil alanında, hat
sanatında, eğitimde geliştirdiği mükemmel yapısı ile Batı dünyası için önemli
bir örnek teşkil etti. Osmanlı Sultanlarının nezaketi ve sanat zevki, Batılılar
tarafından hayranlıkla anıldı, Osmanlı topraklarını gören Batılılar gördükleri
ihtişamdan derinden etkilendiler.
Osmanlı sanatı birbirinden
çok farklı alanlarda birbirinden ihtişamlı eserler ortaya koydu. Mimarîde,
çinicilikte, minyatür sahalarında, halıcılık, kumaşçılık, dericilik, ciltcilik,
kitapçılık, tezhipçilik, porselencilik, kehribarcılık, mobilya gibi farklı
sanat dallarında muhteşem eserler ortaya çıkardı.
Osmanlı’nın, İslâm ahlâkını
temel alarak kurmuş olduğu devlet ve yönetim sistemi, günümüzde pek çok siyaset
bilimci tarafından, en ideal devlet yapılarından biri olarak gösterilmektedir.
Osmanlı devletinin diplomasi anlayışı, günümüzün çok taraflı diplomasi anlayışının
temelini oluşturdu.
Batı kültürü, Osmanlı
medeniyetinden doğrudan etkilendi. Osmanlı’nın Macaristan’a pirinç tarımını
götürmesi, lalenin Benelüks ülkelerine, XVI. Yüzyıl’da Habsburg elçisi olarak
İstanbul’a gelen Busbecq tarafından tanıtılması, İtalyanların kumaş boyama ve
dokuma tekniklerini Osmanlı’dan almaları, Avrupa ordularındaki askerî bando
geleneğinin Osmanlı’dan alınması bu etkilenmenin sadece birkaç örneğidir.
Tüm bu tarihî gerçekler, İslâm
ahlâkının modern dünyanın inşasında öncü rol üstlendiğini göstermektedir. İslâm,
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e vahyedildiği andan itibaren, insanlığı doğruya,
gerçeğe, güzele götüren en parlak ışık oldu. Kur’ân-ı Kerim ahlâkıyla ahlâklanan
Müslümanlar, gittikleri her yere hoşgörü, akıl, bilim, sanat, estetik, temizlik
ve refah götürdüler. Avrupa, koyu bir bağnazlık ve barbarlık içinde iken, İslâm
dünyası, dünyanın en modern ve en çağdaş medeniyeti oldu. Sonradan gelişecek
olan Avrupa medeniyetinin temelinde ise, İslâm dünyasından öğrendikleri bütün
bu değerlerin çok büyük bir rolü vardı.
Osmanlı sanatının bütün
genel niteliklerini oluşturan ana faktör İslâm Dîni’ydi ve Kur’ân-ı Kerim
kaynaklıydı. Osmanlı, yüzyıllar boyunca Kur’ân-ı Kerim’in bütününe tâbî olarak
yaşadı ve II. Asr-ı Saadet Dönemi’ne imza attı. Bu nedenle Osmanlı Sanatı ve
İslâm Sanatı kavramları asla birbirinden farklı düşünülemez.
İslâm sanatının belirgin
niteliklerinin başında Tevhid düşüncesi gelir. Yaratıcının tekliği ilkesi en
belirleyici unsurdur. Bu düşüncenin ön yargılarla anlaşılması güçtür. İslâm
sanatı soyut, görülenin kopya edilmesinden çok çerçevesi vahiyle çizilmiş tefekküre
dayalı bir üslûptadır. Üstelik bu çerçeve, yalnızca süsleme unsurları ile
değil, mimarî gibi öteki sanat unsurlarını da kuşatır.
Osmanlı sanatı imparatorluk
ihtişamı içerisinde o atmosfere paralel eserler ortaya koydu. Sanatın tüm
dallarında sadece kendine has değerler bütünü içerisinde etkisini gösterdi ve
kendi coğrafyası içinde olduğu gibi bu coğrafya dışında kalan toplulukları da
etkisi altına aldı.
Osmanlı sanatı, İslâm
dünyasında gelişmiş, çeşitlenmiş temel ilkeleri izledi.
OSMANLI’DA MİMARÎ
Osmanlı mimarîsi basit,
kullanışlı, ince, zarif, vakur ve heybetliydi. Bununla beraber Allah adına
yapılan camiler tamamen abidevîydi. Camilerin çevreleri bir sürü sosyal
müessese ile örülürdü ve bir “külliye” teşkil ederlerdi.
Osmanlı fevkalâde imarcıydı.
İmarın görülmediği hiçbir imparatorluk köşesi yoktu. Dişinden tırnağından
arttıran mütevazı mahalle zenginleri bile, bir mescid yaptıramadığı takdirde
bir çeşme yaptırırdı veya bir mektep tamir ettirirdi. Toplum anlayışı fevkalâde
güçlüydü. Kendilerinden sonraki nesiller içinde şefkat fikri çok gelişmişti.
Bunun yanında İslâm’ın ilme
ve eğitime verdiği değer medrese mimarîsini, kitap ve hat sanatını, insan
sağlığına verdiği önem sağlık kurumlarıyla ilgili mimarîyi geliştirdi. Aynı
şekilde temizlik vecibesi de su mimarîsini geliştirdi.
Osmanlı, mimarî yapıları kendi medeniyetine ait olmasa bile
ihtimamla korurdu.
Osmanlı mimarî eserlerinin ise 1976’da yapılan bir incelemede,
Yugoslavya sınırları içinde bulunanlarının %90’nın tahrib edildiği, Yunanistan,
Bulgaristan, Romanya’dakilerin %99’unun ve Macaristan’dakilerin % 99,9’unun
tahrib edildiği tesbit edildi. Bugünkü Türkiye sınırları içerisinde olanların da
% 40’da tahrip edilmiştir.
İşte Osmanlı mimarîsi eserleri bir çok ülkede tahrib edilirken,
Türkler’in devamlı tamir ve özen göstermesi sayesinde Ayasofya, bugün ayakta
kalan en eski Avrupa mimarî eseri durumundadır. Bu da Osmanlı’nın başka
milletlerin sanatlarına da verdiği önemi gayet açık göstermektedir.
Osmanlı’da XV. Yüzyıl’ın
büyük imarcı padişahları olarak II. Murad ve torunu II. Bayezid ünlüdür. Fatih,
her yıl savaşa gitmiş, imarla fazla uğraşamamıştı. Öyle olduğu halde onun 30
yıllık saltanatında şu eserler inşa edildi: 17’si kiliseden bozma 308 cami, 57
medrese, 59 genel hamam, 29 bedesten ve kervansaray…
En büyük Osmanlı mimarları şunlardır; Bursa Yeşil Cami ve Yeşil Türbe
mimarı 2. vezir Hacı İvaz Paşa, İstanbul’da Yavuz Sultan Selim Cami mimarı
Alaeddîn Ali Bey, 98 yıl yaşayan Mimar Koca Sinan Ağa (1490-1588), Sultanahmed
mimarı Koca Mehmed Ağa, Yeni Cami mimarı Mustafa Ağa.
Mimar Sinan
Mimar Sinan’ın dünya
tarihinin en büyük mimarlarından biri, belki birincisi olduğunda görüş birliği
vardır. Bir asır yaşayan ve son yarım asrını mimarbaşı olarak geçiren Sinan şu
eserleri yaptı. 81 cami, 50 mescid, 55 medrese, 19 türbe, 14 imaret, 3 hastane,
7 su bendi (baraj), 8 köprü, 16 kervansaray, 33 saray, 32 hamam, 6 mahzen, 7
dârülkurâ (Kur’ân-ı Kerim okunan yer).
Aynı planı iki eserinde
tekrarlamayan Mimar Sinan’ın toplam 441 eseri bütün imparatorluğa dağılmıştı. Süleymaniye
Cami, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki en muhteşem eseriydi. Kendi tabiriyle “kalfalık
döneminde”, 1550-1557 yılları arasında yapılmıştı. Mimar Sinan’ın en büyük eseri
ise, 86 yaşında yaptığı ve “ustalık eserim” diye takdim ettiği, Edirne’deki
Selimiye Cami’ydi (1575).
Bir
Menkıbe: Süleymaniye Cami Yapımı
Mübarek bir gecede, Kanunî Sultan Süleyman,
rüyasında Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i gördü. Sultan Süleyman, Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’i takip ederek, bugün Süleymaniye’nin inşa edilmiş olduğu
yaklaşık yetmiş dönümlük arazinin bulunduğu çok güzel manzaralı tepeye
geldiler. Bu tepe, hem Haliç’i hem de Boğaziçi’ni mükemmel bir açıdan görür.
Peygamber Efendimiz (S.A.V), Sultan
Süleyman’a; “Mihrabı buraya, minberi buraya olsun” dedi.
Kanunî Sultan Süleyman mübarek rüyadan uyandı
ve şükürler etti. Mimar Sinan’ı çağırttı. Hiçbir açıklama yapmadan büyük bir
heyecan ile rüyada gördüğü yere götürdü. “Buraya bir cami bir de külliye
yapacağız.” diye sözlerine başladığında, Mimar Sinan söze karıştı. “Sultanım,
mihrabı burada, minberi burada olsun…”dedi. Sultan Süleyman şaşırdı: “ Sinan
sen bu işten haberli gibisin.” dedi. Mimar Sinan cevap verdi: “ Sultanım dünkü
rüyanızda ben de bir adım gerinizden geliyordum…”
Bir Menkıbe: Mimar Sinan ve Süleymaniye Cami
Süleymaniye Cami’nin inşası
tamamlandığında, ibadete açılacağı gün ilan edildi. O gün gelince İstanbul’un
her yanından insanlar bu eşsiz eserin açılışında bulunmak için şehrin bu
noktasına akın etti. Herkes hayranlıkla bu şaheseri seyrediyordu. Fakat bunlar
arasında bulunan bir çocuk: “Aaa! Şu minareye bakın nasıl eğri!” diye
bağırıyordu. Herkes bakıyor ama bir eğrilik görmüyordu. Çocuğun minarelerden
biri için eğri dediği Mimar Sinan’a kadar ulaştı. Koca mimar hemen çocuğun
yanına geldi ve ona: “Yavrum hangi minare eğri göster bana” dedi. Çocuk da:
“İşte şu!” diyerek minarelerden birini gösterdi. Mimar Sinan hemen adamlarını
topladı. Uzun halatları birbirine ekletip minareye bağlattı. “Çekin yukarı doğru!” diye çektirmeye
başladı. Çocuğa da, “Oğlum, bak bu minareyi doğrultturuyorum, sen dikkat et,
dosdoğru olunca haber ver” dedi.
Adamlar gerçekten düzeltiyormuş gibi çekiyorlardı.
Çocuk bir süre sonra: “Tamam, minare doğruldu” diye bağırdı. İşçiler çekme
işini bırakıp halatları çözdüler. Başından beri olaya tanık olan Sinan’ın
ustalarından biri herkesin kafasını kurcalayan soruyu Mimar Sinan’a yöneltti:
- Ulu mimarbaşımız, sen
herkesten iyi biliyorsun ki, minarede eğrilik falan yok. O halde niçin
düzeltmeye kalkıştın?
Mimar Sinan’ın cevabı ileri
görüşlülüğün, inceliğin, anlayışın, hoşgörünün simgesiydi:
- Ben bilmez miyim minarede
eğrilik olmadığını. Ama çocuğun kafasındaki “minare eğri” izlenimini de öyle
bırakamazdım. Bu yönteme başvurdum ki çocuğun kafasındaki “eğri” kanaati
silinsin. Yoksa her yerde çocuk aklıyla minarenin eğri olduğunu söyler, sonra
etrafta gerçekten eğri olduğu şeklinde bir inanç yayılırdı.
Selimiye Cami Yapımı
Selimiye Cami inşası, Kanunî’nin
Hürrem Sultan’dan olan oğlu, 1566-1574 yılları arasında yaşamış olan II. Selim
(Sarı Selim)’in emri ile o sıralarda 79 yaşında olan Mimar Sinan tarafından 1568
yılında başlandı ve 1575’de bitirildi.
Selimiye Cami Niçin Edirne’de Yapıldı?
Süleymaniye gibi bir şaheser
Kanunî tarafından yaptırılıp meydana çıkınca tabiî olarak Kanunî’nin oğlu da
babası gibi bir şaheser yaptırmayı arzu etti. Ancak bu eser İstanbul’da olursa,
babası Kanunî zamanında yapılan o eseri gölgede bırakmış gibi bir duruma
düşmemek için İstanbul’un dışında bir yer tercihi ile karşı karşıya kalındı. II.
Selim ataları gibi adını ölümsüz kılacak bir cami yaptırmak istedi. Ancak bu
İstanbul’da değil Edirne’de olacaktı.
Çünkü İstanbul olamayınca
geriye iki seçenek kaldı; ya Bursa, ya da Edirne olabilirdi. Edirne İslâm’ın
batıya açılan kapısı, o zamanki nüfus yoğunluğu ve İstanbul’dan önceki başkent
olması sebebiyle tercih edildi.
Bu işle görevlendirilen
Mimar Koca Sinan, Edirne’de Kavak Meydanı’nda Yıldırım Beyazıd’ın sarayının yer
aldığı tepede cami yapmaya karar verdi. Sinan öyle bir yer seçmişti ki;
Edirne’ye hangi yönden gelinirse gelinsin bu muhteşem abide hemen göze
çarpacaktı. 1568 yılında törenle caminin yapımına başlandı.
Selimiye Cami Mimarî Yapısı
O sıralarda Ayasofya’nın
kubbesini aşacak büyüklükte bir kubbe yapılamayacağına inanılıyordu. Sinan
yaptığı kubbe ile mucizevî bir olayı gerçekleştirdi. Uyguladığı teknikle 31 metre çapındaki kubbeyi
çevresindeki dayanak yapacak yarım kubbeler olmadan 8 büyük kalın sütunun
üzerine oturttu. Yerden yüksekliği 43 metreyi buluyordu. Bu kubbeyi yabancı bir
mimar: “Bu kul yapısı değil, gökten inme bir ilâhî mabet” şeklinde yorumladı.
Mimar Sinan’ın Selimiye Cami’nin
Nil kubbesini o genişliğe oturtmak için 13 bilinmeyenli bir denklemi,
matematiğin bilinen 4 ana işleminden farklı beşinci bir işlem bularak çözdüğü söylenir.
Ayrıca minarelerin şerefelerine çıkanların yolda birbirlerini görmemeleri ise
büyük bir dehanın ürünüdür. Mimar Sinan bu sistemi 2 metre çapındaki
minarelere yüzyıllar önce monte edebilecek bir dehadır. Eserlerindeki heybet, seyredene yükseklik
duygusu verir. Yapılarını düz olarak bıraksaydı o yükselmeyi hissedemezdiniz.
Bunda kubbenin rolü çok büyüktür.
Mimar Sinan bütün büyük camilerinin
kubbesine değişmez bir âyeti, Fatır Suresinin 41. âyetini yazdırırdı.
Eûzubillâhimineşşeytânirracîym - Bismillâhirrahmânirrahîym
35/FÂTIR-41:İnnallâhe
yumsikus semâvâti vel arda en tezûlâ, ve le in zâletâ in emsekehumâ min ehadîn
min ba’dih(ba’dihî), innehu kâne halîmen gafûrâ(gafûran).
Muhakkak ki Allah, gökleri
ve yeri, zail olurlar diye (zail olmaması için) tutuyor. Gerçekten ikisi de
zail olurlarsa (yok olurlarsa), ondan sonra, o ikisini (gökleri ve yeri) O’ndan
(Allah’tan) başka tutacak (yoktur). Muhakkak ki O; Halîm’dir, Gafûr’dur
(günahları sevaba çeviren).
Bu âyeti yazdırmakla Sinan
“Ben kul olarak bu kadar yapabiliyorum. Çünkü Rabbim gökleri ve yerleri Sen
ayakta tutuyorsun, onlar Sen’in sayende duruyor, yok olmuyor. Benim elimden sadece
bu kubbeyi yapmak geliyor. Bunun üstünü korumak ve tutmak da Sen’in elinde
Rabbim” ve “ne kadar ihtişamlı camiler ve kubbeler yapabilirsem yapayım, bu
gerçeği hiç aklımdan çıkarmıyorum” diyor.
Yabancı bir mimarın: “Bu kul
yapısı değil, gökten inme bir ilâhi mabet” şeklinde yorumladığı Selimiye Cami
için bakın ünlü şair Arif Nihat ASYA
ne yazmış:
…
Taşları kararmış bir yol ucunda,
Üç şerefelinin kapısı gelir.
Şu yana dönersen eski caminin
Kesilmiş biçilmiş avlusu gelir.
Atınca üç adım daha ileri,
Bir serin kubbenin kuytusu gelir.
Dünyanın en güzel minareleri,
Ve kubbelerin en ulusu gelir.
Türk’ün Trakya’da tapusu gelir….
Günümüzde Selimiye Cami
Bir gün Selimiye Cami’ne girenler,
kubbenin altında bir Japon’un ayaklarını kıbleye doğru uzatmış sırtüstü
yattığını gördüler. Tabii hemen Japon’u, “Burası kutsal bir yer. Bu şekilde
yatmak bizim inançlarımıza göre saygısızlıktır. Lütfen oturun veya ayakta
durun” diyerek uyardılar. Ancak, Japon gözlerini kubbeden ayırmadan: “Bu
imkânsız. Ben yılların mühendisiyim. Bu kubbe var olamaz. Bu fizik ve matematik
kurallarına aykırı.” diyerek hayretini dile getirdi.
***
Selimiye Camisi’nin zemini
gevşek topraktır. Bu nedenle minarelerinin yakın zamanda yıkılacağı fark edildiğinde
uluslararası bir grup bilim adamı bu tarihî minareleri kurtarmak için en son
teknoloji olan metal kelepçelerle minarelerin temellerini sabitlemenin en iyi
çözüm olduğuna karar verdiler. Minarelerin temellerini açınca, koymayı
düşündükleri kelepçelerin aynısıyla karşılaştılar.
***
Bunca yıl, bu camilerde bir
çatlak dahi olmamasına bilim adamları akıl sır erdiremediler. Bunun üzerine bilim
adamları araştırmalarının sonucunda herhangi bir sarsıntı sırasında bu iki caminin,
Süleymaniye ve Selimiye’nin sabitlenmediklerini, aksine yerinde oynayarak çatlamalardan ve yıkılmaktan kurtulabildiklerini ortaya
çıkardılar. Minarelerin ise çok daha gelişmiş bir raylı sistem mekanizması
üzerine oturtulduğunu ve her yöne yaklaşık 5 derece yatabildiğini gördüler. Şu
an gelişmiş ülkelerin gökdelen yapımında kullandıkları çoğu sistem, yüzyıllar
önce Mimar Sinan’ın geliştirdiği mekanizmalardır.
Hindistan’daki Tâc-Mahall’in
mimarları; Mimar Sinan'ın talebelerinden
Mehmet İsa Efendi ve Mehmet İsmail Efendi’dir. Yapıdaki yazıları yazan Hattat
Serdar Efendi, eserin yapımı için Şah Cihan tarafından İstanbul’dan davet edildi.
1632’de inşasına başlanan eser, 20 yıl sonra 1652’de tamamlandı.
CAMİLER
Osmanlı’da camiler, İslâm
sanatı esas olarak Kur’ân-ı Kerim kaynaklıdır.
Başta Allah inancı olmak
üzere dînin ana ilkeleri İslâm sanatını şekillendirdi. Kur’ân-ı Kerim’de
İslâm’ın temel ibadeti olan namazın mümkün olduğunca cemaatle kılınması
tavsiyesi, cami mimarîsinin doğuşunu hazırlayan en önemli faktördür. Hutbe
okuma vecibesi minberi, vaaz geleneği de vaaz kürsüsünü oluşturdu. Farklı
mezhep mensuplarının yaşadığı yerlerde kurulan camilerde de söz konusu
mezheplerin her biri için mihrap oluşturuldu.
Osmanlı mimarî sanatında her
çeşit yapı yapıldı. Fakat en önemlileri şüphesiz camilerdi. Cami bir şehirde
merkez teşkil ediyor ve pek çeşitli binalar etrafını çevirerek bir kültür
sitesi halini alıyordu. Bunlara “Selâtin Cami” deniliyordu. Başta padişahlar
olmak üzere hanedan mensuplarının yaptırdıkları camiler daha çok bu şekildeydi.
Selatin camileri, Osmanlı İmparatorluğu döneminde Sultanların yaptırdıkları
camilere verilen addı. Saray geleneğinde selatin camilerinin yaptırılabilmesi
için birtakım koşullar vardı. Öncelikle bir padişahın selatin camisi yaptırması
için önemli bir askerî zafer kazanması ve bu zaferle birlikte önemli bir savaş
ganimeti ele geçirmesi gerekirdi. Selatin camilerinin yapımına devlet
kasasından takviye olmaz, yalnızca padişahın kişisel serveti kullanılırdı.
Camilerde zarif, sade, fakat
süzülmüş bir zevk mahsulü olan çini, mermer, tahta veya sıva üzerine nakış gibi
süslemeler vardı.
Osmanlı cami ve külliye mimarîsinin
başlıca eserleri olarak Bursa’da Yeşil ve
Ulu Cami’lerini; Edirne’de Selimiye Cami’ni; İstanbul’da Süleymaniye, Fatih,
Mahmud Paşa, Şehzadebaşı, Sultanahmed, Nuruosmaniye ve Valide Sultan
Cami’lerini; Manisa’da Muradiye, Hatuniye Cami’ni örnek verebiliriz.
Osmanlı medrese mimarîsinin
başlıca eserleri olarak Fatih ve Süleymaniye Medreseleri’ni örnek verebiliriz.
SARAYLAR
Bütün sanat eserlerinde de gözlenebileceği gibi Saraylar,
İslâm ve Osmanlı sanatının genel niteliklerinden biri olan “Mimarî’de Gerçekçilik”
in ön planda tutulduğunu gösteren en iyi örneklerdi. Mimarîde Gerçekçilik;
Müslümanlar’ın, mimarî eserlerinin hemen her karesini muhakkak fonksiyonel,
dînî veya sosyal bir ihtiyaca göre yapmış olmalarıydı. Bu çerçevede lüks ve
israftan kaçınmışlardı. Bu ilke gereğince olsa gerek, dünyanın çeşitli
medeniyetlerindeki şehirlerde görülen boş ve geniş şehir meydanlarının yerini
İslâm şehirlerinde daha fonksiyonel ve yararlı görülen şadırvan, çeşme veya
sebil almıştı. Yine aynı ilkeye bağlı olarak Müslümanlar, muhteşem saraylara
meyletmemişlerdi. Herhangi bir İslâm şehrinde olduğu gibi, İstanbul’da bir
zamanlar üç kıtayı yöneten Topkapı Sarayı oldukça mütevazıydı.
Muhteşem
saray tipi XIX. Yüzyıl’da Batı’dan gelerek girmişti.
Bu alandaki başlıca eserlere
İstanbul’daki Topkapı, Yıldız, Çırağan, Dolmabahçe, Beylerbeyi Sarayları’nı ve
Göksu Kasrı’nı örnek verebiliriz.
TÜRBELER
Osmanlı’da halk, esnaf,
asker ve padişahların çok büyük bir yüzdesi Allah’ın velîlerinin ve dualarının
Allah katında çok önemli ve kıymetli olduğunu bilirlerdi. Evliyadan yaşadıkları
zaman diliminde sonsuz himmet alan, almak için her türlü çabayı harcayan
Osmanlı, evliyanın bu dünyada yalnızca
bir görüntüsü olan fizik bedeni toprağa girdikten sonra da onlardan himmet almanın
faydalanmanın bir yolunu bulmuşlardı. Onların mezarlarını sadece bir mezar taşı
olmaktan çıkarıp, türbeleştirmişlerdi. Bu yol; elbette Allah’ın bu çok sevgili
kullarına duydukları hürmet ve sevgiden de kaynaklanmıştı. Allah’ın bütün
insanları sevdiğini, ama Allah’ın en çok sevdiklerinden en az sevdiklerine
doğru bir yelpazesi olduğunu bilen Osmanlı, Allah’ın velîlerinin, işte bu
yelpazenin en üst sıralarında olduğunun da farkındaydı. Bu nedenle kendi
dualarını, türbelerde Allah’ın en çok sevdiklerinin duasıyla birleştirerek, “o
evliyanın yüzü suyu hürmetine” niyetiyle yapıp, dualarının güçlerine güç
katarlardı. İşte bu bilinçle Osmanlı’da türbe mimarîsine de önem verilmişti.
Osmanlı’dan günümüze gelen
evliya türbelerini hem birer sanat eseri, hem de birer manevî eser olarak
görmeliyiz. Ayrıca “Osmanlı’da toplum anlayışı fevkalâde güçlüydü ve
kendilerinden sonraki nesiller içinde şefkat fikri çok gelişmişti” cümlelerini
hatırlayarak, bize bıraktıkları “evliya ve evliya türbeleri” miraslarına sahip
çıkmalıyız.
KÖPRÜLER:
Kanunî’nin 1526’da
Tuna-Drava dirseğindeki bataklık üzerinde kurdurduğu 8.665 adım uzunluğundaki
köprü, uzun zaman Avrupa’nın en uzun köprüsü olarak kaldı. “Osiyek Köprüsü ” diye
Osmanlı tarihinde adı çok geçen bu köprünün üzerinden çok büyük Osmanlı orduları
Macaristan’a gidip geldi.
II. Murad’ın Ergene Köprüsü
(Uzun Köprü) 174 kemerli, 1240
metre uzunluğundadır. Türkiye’de ve hala ayaktadır.
Kanunî’nin Sinan’a
yaptırdığı Hersek’de Neretva suyu üzerinde bulunan Mostar Köprüsü’nün eni 27,34
metredir. Yüksekliği 19 metredir. 1566 tarihlidir. Uzunluğu 100 adımdır.
Yüksekliğin tek kemerle aşılmış olması hayret ve hayranlık uyandırır. 1658’de
köprüyü gören Fransız seyyahı A. Poullet: “İnşasının mukayese kabul etmez
cüreti karşısında sarsıldım; tek kemeri Venedik’in mimarî harikası sayılan
Rialto köprüsünden bile genişti” diye yazar. İnşasından 346 yıl sonra 1912’de aynı
Mostar Köprüsü’nü ziyaret eden Avusturyalı R. Michael “Taş kesilmiş bir hilal…
Bütün dünyada eşi olmayan bir eser…” şeklinde heyecanını ifade eder.
Osmanlı’da mimarî yapıya
örnek olan köprülere, daha onlarca örnek verilebilir. Kısaca K. Kienitz’in bir
sözüyle mimarîde köprü konusunu tamamlayalım.
“Osmanlı’nın dünya tarihinin
en büyük köprü yapıcılarından olduklarını söylemek gerekir. Osmanlı köprüleri
gerçek medeniyet ve sanat eserleridir.”
SU MİMARÎSİ
“İslâm’da çok önemli bir yer
tutan temizlik vecibesi de su mimarîsini geliştirmiştir” diyebiliriz.
Osmanlı su yolları, “cedvel”
denen kanalları, su kemerleri, “bend” denen barajları da büyük mühendislik
eserleriydi. Kanunî 1532’de Mekke’ye, 1552’de Kudüs’e çok uzaktan su getirtti.
1544’de Kanunî’nin yaptırdığı Fırat’ı, Ubeyd suyuna bağlayan Kerbela Kanalı’da
büyük Osmanlı eserlerinden biriydi.
Ayrıca Sultanahmed Çeşmesi,
Mimar Sinan Sebili günümüzde görebileceğimiz diğer su mimarîsi örnekleridir.
ÇARŞILAR
Osmanlı kapalı çarşıları ve
bedestenleri de hayret verici eserlerdi. İstanbul Kapalı çarşısı, yeryüzündeki
bugünde en büyük kapalı çarşıdır. Kapalı Çarşı’nın Avrupa’daki alışveriş
merkezleri için bir örnek oluşturduğunu önceki “Osmanlı’da Esnaf ve Ticaret” adlı
dersimizden hatırlayacaksınız. Tarhan Valide Sultan’ın 1662’de yaptırdığı ve
Mimar Mustafa Ağa’nın eseri olan İstanbul’daki Mısır Çarşısı da en büyük kapalı
çarşılardan biridir.
ASKERÎ MİMARÎ
Osmanlı askeri mimarîsi,
aynı derecede üstündür. Akla gelmez ülkelerde Osmanlı kalelerinin yükseldiği
görülür. Osmanlı tersane, top ve barut fabrikalarından kalabilen kalıntılarda
muazzam tesislerle karşı karşıya bulunduğumuzu gösterir.
Selimiye Kışlası, Kuleli
Askerî Lisesi, Anadolu ve Rumeli Hisarları Osmanlı askerî mimarî eserlerinin
başlıca örnekleridir.
BAHÇE MİMARÎSİ
Osmanlı bahçe mimarîsi,
diğer mimarîlerle aynı seviyedeydi. Osmanlı’nın çiçek merakı meşhurdu.
Tarihinin bir dönemi bir çiçeğin adını taşıyan tek devlet Osmanlı Devleti’dir.
Lale Devri, 1718-1730… Ahmed Kamil Efendi 1753’de yazdığı lale üzerindeki
kitabında 558 lale mütehassısının adını kaydeder. Osmanlı, tek tek adlandırdıkları
tam 1350 çeşit lale yetiştirdi.
İÇ MİMARÎ
İç dekorasyon sade, basit,
metin, gösterişsiz, vakurdu. Fazla eşya yoktu. Tanzimat ile iç mimarîde fazla
eşya ve gösteriş devri başladı ve eski vakar ortadan kalktı.
Mimarlık sahasında çok
gösterişli sanat eserleri yapıldı. Bu eserleri başta İstanbul olmak üzere,
ülkemizin dört bir yanında görmek mümkündür.
Nilüfer Hatun İmareti,
Haseki, Gureba Hastaneleri Osmanlı mimarî eserlerinin diğer örnekleridir.
OSMANLI’DA MÜZİK
Osmanlı klasik ve halk müzikleri
ve tasavvuf müziği çok zengindi. Osmanlı müziği çok sever ve hastalıkların
tedavisinde kullanmanın sırrına vakıf olduklarından çok önem verirdi.
Osmanlı’da müzik şu kollara ayrılırdı:
Halk Müziği: Bölgelere göre farklılık gösterir. Saz
kullanımı azdır. Daha çok söz müziğidir. Klasik müzik ile aynı makam ve usulleri
daha dar bir çerçevede ve daha basit bir üslup içinde kullanır. En zengin
örnekleri Rumeli Türküleri’nde ve İstanbul Türküleri’nde görülür.
Dînî Müzik: Cami müziği ve tasavvuf müziği olarak
ikiye ayrılır. Cami müziğinde saz kullanılmaz, yalnız ses kullanılır. Önce Kur’ân-ı
Kerim okumak gelir. Her hafız mutlaka makam öğrenir. Türk makamları ile
Kur’ân-ı Kerim okumak, Türk hattatlarının yazdığı Kur’ân gibi çok makbuldür.
Mevlid, Türklere mahsus diğer bir cami müziğidir. Türkler, her vesileyle mevlid
okuturlar. Mevlid, Süleyman Çelebi’nin, XV. Yüzyıl’ın ilk yıllarında Bursa’da
nazmettiği, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hayatı üzerinde mesnevi formunda çok
tesirli uzun bir manzumedir. Müzik ile camide veya herhangi bir meskende,
merasimle okunur. Tasavvuf müziği,
tasavvuf şairlerinin başta Yunus Emre olmak üzere, manzumelerinin
bestelenmesidir. Başlıca formu ilâhî denen dînî şarkıdır, güfteye ise Arapça
şugl denir. Başka formlarda vardır. Tasavvuf müziğinin en büyük şubesini
Mevlevî Müziği oluşturur. Mukabele denen Mevlevî ayinlerinde ayin-i şerif denen
çok uzun beste okunur ki, umumiyetle Mevlâna’nın Farsça güfteleri üzerine
bestelenir. Tasavvuf müziğine sazlar da katılır. Mesela ney, Mevlevîlerin
kutsal sazıdır.
Askerî
müzik, mehter müziğidir.
Yaklaşık 600 yılı kapsayan
bu Osmanlı döneminde, Türk müzik kültürünün üç ana türü olan halk müziği,
geleneksel sanat müziği ve geleneksel askerî müzik, XIX. Yüzyıl’ın ilk
çeyreğine kadar Türk müzik yaşamına bütünüyle egemen oldu ve 1826’dan
başlayarak İstanbul’un saray çevresinde uluslararası sanat müziğinin örnekleri
de seslendirildi.
Geleneksel Türk sanat
müziği, soylu, derinlikli özellikleriyle “divan müziği”, “klâsik Türk müziği”
gibi adlarla da anıldı ve özünde daima kentsel Osmanlı müziğini temsil etti. Bu
müzik, dînsel ve dîn dışı olmak üzere ikiye ayrılırdı. Dînsel yönüyle “cami
müziği” ve “tasavvuf müziği”ni kapsadı. Dîn dışı formların önde gelenleri ise,
şarkı, aranağme, gazel, taksim, peşrev, medhal, saz eseri, semai, beste, kâr,
kâr-ı natık ve fasıl’dı.
Türk müziğinin en büyük
bestecilerinden biri, yazdığı dînsel ve dîn dışı büyük formlarla tarihe geçen
Buhurizade Mustafa Itrî Efendi’ydi. Bir “Lale Devri bestecisi” olarak ün
kazanan Tamburî Mustafa Çavuşun (ölümü 1745 dolayları), dîn dışı büyük ve küçük
formdaki eserleri günümüzde de seslendirilmektedir.
Itrî’den sonra yaşamış en
yetenekli bestecilerden biri olarak öne çıkan İsmail Dede Efendî’nin
(1778-1846) yaklaşık 500 eserinden günümüze 288’i gelebilmiştir.
XIX. Yüzyıl’a girerken,
kendisi de bir besteci olan Sultan III. Selim’in hazırladığı ortam, geleneksel
müziğimizdeki gelişimi hızlandırdı. Onu izleyen Sultan II. Mahmud da yenilikçi
bir hükümdar olarak müzik yaşamımıza sağladığı olanaklarla anılır.
XX. Yüzyıl’da geleneksel
sanat müziğimiz, köklü bir birikim olan “klâsik” üslûbunu bu yüzyılın ilk
çeyreğinde korudu. Tamburî Cemil Bey (1871-1916), tarihimizin en değerli çalgı
müziği bestecilerindendi. Dr. Suphi Ezgi (1869-1962), Rauf Yekta Bey
(1871-1935) ve Hüseyin Saadettin Arel (1880-1955) gibi besteci, teorisyen ve
müzikologlarımız, geleneksel müziğimizin bütün yönleri ve değerleriyle günümüze
ulaşmasını sağladılar.
Bestekâr Hacı Arif Bey Hakkında
Büyük bestekâr Hacı Arif
Bey, 1831 yılında İstanbul’da, Haliç
kıyılarındaki Eyüp Sultan semtinde dünyaya geldi.
Sevgili kardeşlerim, her Osmanlı Medeniyeti dersimize Hacı Arif Bey’in
“Vücut İklimi” bestesi ile girdik.
Babası Eyüp Şer’i Mahkemesi başkâtibi Ebubekir
Efendi’ydi. Ailesi, Osmanlı-Türk toplumunda, mütevazı kesimden sayılırdı. Hacı
Arif Bey’in dünyaya geldiği ortam gayet ruhanî, gayet seçkin, dînî havanın
hâkim olduğu, her evden Kur’ân-ı Kerim,
ilâhî seslerinin yükseldiği zamanın güzîde bir İstanbul şehriydi. Disiplinli,
güzel ve kaliteli bir terbiye anlayışıyla yetiştirilen Hacı Arif Bey, âdâb-ı
muaşeret kânunlarını ve inceliği,
konuşma tarzını, nezâketi, davranış olarak küçük yaşta kapacak derecede
kabiliyetli ve güzel yaradılışlıydı. O zamanın şartlarında beş yaşında ilkokula
başlatılan küçük Arif, ses güzelliğiyle ve bir defa dînlediği eseri hemen
ezberlemesiyle dikkat çekti. Kendisinden
sâdece altı yaş büyük olan ve geleceğinin büyük bestekârı olan Zekâi Efendi’ye
(Zekâi Dede Efendi) müzik dalında yetiştirilmek üzere verildi, kısa bir müddet
sonra Zekâi Efendi Arif’i, kendi hocası Eyyubî Mehmed Bey’e götürdü. Hacı Arif
Bey ilk ciddî müzik derslerini Eyyubî Mehmed Bey’den aldı. Arif Bey ilk üç
mabeyinciden sonraki, sıra verilmeksizin öncelik tanınan birkaç mabeyinci arasına
alındı. (Mabeyin, harem ile selamlık arasındaki dairedir.) Böylelikle
“Padişahın devlet ve hükümetle olan her türlü ilişkisinin düzenlenmesinde hizmet
veren, doğrudan padişahtan emir alabilen, sadrazamların dahi kendisi olmadan
padişahla görüşmelerinin imkânsız olduğu, bu sebeplerle de saray protokolünü en
iyi şekilde hâl etmiş insan” konumuna getirildi. En ufak hareketin dahi
protokole bağlandığı, her hanedan mensubuna ve devlet görevlisine farklı
şekilde hitap edildiği, hiçbir davranışın tesadüfe bırakılmadığı Osmanlı
protokolüne Arif Bey, yaradılıştan getirdiği özel kavrayış ve zarafeti ile
mükemmel uyum sağladı.
Osmanlı Müziğinin Eğitim Kurumları
Osmanlı müziğinin, nesilden
nesle aktarımı Mehterhane, Mevlevîhane, Enderun, müzik esnafı loncaları ve özel
meşkhaneler olmak üzere başlıca beş değişik mekânda yapılırdı ki müziğin toplum
içinde tanınıp sevilmesini, beste ve konserlerle yaygınlaşmasını sağlayan temel
eğitim ve icra kurumu niteliğindeydiler. Şimdi bu kurumları daha yakından
görelim.
1) Mehterhâne: Hun’lar zamanındaki adı Tuğ olan ve
vurmalı sazlarla nefesli sazlardan oluşan askerî mızıka okulunun Fatih’den
sonra aldığı isimdi. Hun’lardan beri Türk savaş tekniğinin vazgeçilmez unsuru
olan askerî müziğin amacı, çok uzaklardan duyulan ve gitgide yaklaşan gök
gürültüsüne benzer sesiyle düşmanın moralini bozup savaşacak güç bırakmamaktı.
Düşmanı teslim almak suretiyle harbi en kısa zamanda bitirmek ve böylece bir bakıma
insan kıyımını önlemekti. Yüzlerce vurmalı ve nefesli çalgının çalacağı müzik,
savaş, tören ve oyun (spor) amaçları için özel olarak bestelenirdi. Hünkâr
Peşrevi, At Peşrevi, Alay/ Düzen Peşrevi, Elçi Peşrevi, Saat Peşrevi ve Rakkas
Peşrevi, bu mehter havalarından bazılarının adlarıdır.
Savaşlarda çalınan mehter
havalarının gündelik şehir hayatındaki karşılığı, namaz vakitleri ile önemli resmî
ilişkilerde vurulan nevbet’ti. Dînî fonksiyonunun yanı sıra bir tür askerî halk konseri niteliğini de taşıyan
nevbet, Osmanlı’da ilk defa Osman Bey’in huzurunda vuruldu. Anadolu Selçuklu Sultanı
II. Gıyasettin Mesut’un bağımsızlık fermanı ile uç beyliği alameti olarak
gönderdiği berat, kaftan, tuğ ve sancağın yanında davul, nakkare, boru ve
zilden oluşan takımın verdiği konseri Osman Bey ayakta dînledi. Nevbet’in resmî
fonksiyonundan kaynaklanmış olabilecek bir sosyal uygulaması da, çok sayıda
davul zurnanın çaldığı ağır ritimli pehlivan havaları eşliğinde 1361 yılından
beri yapılan Kırkpınar yağlı güreşleridir.
Müzik açısından Mehterin en
büyük özelliği ise, önce nefesli sazların, arkasından bütün heyetin çaldığı,
yumuşak veya gümbürtülü bölümlere nöbetleşe yer verilen (buradan klâsik saz
müziğine geçmiş olup senfoni orkestralarında da kullanılan) karabatak
tekniğidir. Özellikle 1683 Viyana kuşatması sırasında Avrupalı’ları etkileyen
mehter müziği, aksak ritimleri ve geleneksel çalgıların ses renkleriyle batılı
bestecilerin ilgisini çekti ve “Türk stili” anlamına gelen “alla turca” stil
giderek yaygınlaştı. Haydn, Mozart, Beethoven, Weber, Brahms gibi besteciler,
“alla turca” stilde eserler yazdılar.
2) Mevlevihâne: Sultan
Veled tarafından kurulan ve Mevlâna’nın tasavvufî fikirleriyle şeklî yapısını
(semâ) sistemleştiren Mevlevîlik, Türkçe, Arapça, Farsça, hat, tezhib, semâ
meşki gibi derslerin yanı sıra ciddî müzik eğitimi de veren dergâhları ve bir
tür konser salonu niteliğindeki semâhâneleriyle, Osmanlı müziğinin gelişmesinde
yüzyıllar boyu büyük bir ocak görevi yaptı. Anadolu’nun en ücra ve küçük
şehirlerinden başka imparatorluğun Balkan ve Ortadoğu eyaletlerinde de açılmış
olan Mevlevîhâneler Osmanlı müziğinin yayılmasında başlıca rolü oynadılar.
3) Enderun: I. Murad’ın Edirne’yi almasından hemen sonra 1363’de kurduğu, II. Murad,
Fatih ve II. Bayezid’in geliştirip mükemmel bir saray üniversitesi haline
getirdiği, 1833’de II. Mahmud tarafından kapatılan saray okuluydu. I. Murad
zamanındaki dîn derslerine II. Murad şiir, hukuk, mantık, felsefe, geometri,
coğrafya, astronomi ve müzik; Fatih hat, tezhib ve resim; II. Bayezid de silahşörlük,
okçuluk gibi askerî spor derslerini eklediler. (II. Bayezid ayrıca Enderunlu’lara
dış (bîrün) hizmetlerine geçerek sadrâzamlığa kadar yükselebilme yolunu da açtı.
Bu dersleri okutacak bilginler imparatorluğun içindeki ve dışındaki ülkelerden
getirilirken, Enderun’da tahsil edebilmek İslâm dünyasının dört bucağından
gelen öğrenciler için büyük bir şeref ve imtiyaz teşkil ediyordu.)
Enderun müzik mektebi,
kalburüstü Osmanlı müzikçilerinin sadece yetiştiği değil, ders de verdikleri
bir okuldu. Yeniçeri Ocağı ile birlikte kapatılan Mehterhâne gibi, İmparatorluk
sarayının bu önemli müzik öğretim merkezi de II. Mahmud tarafından Enderun-u
Hümâyunla birlikte kapatıldı.
4) Özel Meşkhaneler: Tek veya toplu olarak özel olarak müzik meşki yapılan evler,
cemiyetler veya öğrenci koroları, Osmanlı İmparatorluğu’nda müzik hocalarının
evde ders verme geleneği, saray cariyelerinin evlerine derse gönderildiği
hocalarla başladı. Gerek erkek, gerek kız çocukların müzik eğitimi için
Enderun’da - öbür konularda olduğu gibi - sadece saraydan değil, dışarıdan
hocalar da görevlendirilirdi. Mehterhâne ile Enderun’un (daha sonra da
tekkelerin) kapatılmasından sonra bu adet zaruret halini aldı. Hem eğitim, hem
konser amacıyla kurulmuş olan derneklerin başında ise, 1916-1931 yılları
arasında çalışan, Osmanlı müziğinin ilk toplu icra plaklarını dolduran, ayrıca
yurt içinde ve dışında ciddî konserler veren Dârüttalîm-i Müzik Cemiyeti gelirdi.
5) Müzik Esnafı
Loncaları; Saraya, camiye, tekkeye
bağlı olmayan halka müzik dinleten müzisyenler esnaftan sayılarak diğer
esnaflar gibi lonca teşkilatına bağlanmışlardı. Esnaf loncası modelinde de
üstat çırağa öğretir ve yetiştirirdi. Buradaki müzisyenlerin işi asla müzik
değildi. Temelde esnaf olup müzik ek iş olarak yürütülürdü. Bu müzisyenlerin
Basmacızade, Hamamizade vb. isimlerle anılması asıl işlerinin esnaflık,
müzisyenliğinse ek iş olduğunu gösterir.
Osmanlı Müziğinde Çalgılar
Osmanlı müziğinin çeşitli
türlerinde kullanılan çalgılar onlarcadır. Kullanılma alanlarıyla birlikte
bazılarını örnek verelim:
Askeri müzikte; Mehter Zili, Kös (davul), Fasıl müziğinde;
Def, Halk müziğinde; Mey, Kaval, Tulum, Sipsi, Karadeniz Kemençesi, Ağaç ve
Kabak Kemane, Bağlama, Rubab, Kemençe, Klasik müzikte; Klasik Kemençe, Yaylı
Tambur, Tasavvuf Müziğinde; Kudüm, Rebab, Nevbe ve Ney’di.
Osmanlı müziğinde kullanılan
müzik aletleri dediğimizde hepimizin ilk aklına gelen neyin hikâyesine bir göz
atalım.
NEY’İN HİKÂYESİ
Mevlâna’nın eserlerinde geçen ney, aslında
“insan-ı kâmil”i temsil etmektedir. Sazlıktaki bir kamışın ney hâline
gelene kadar geçirdiği devreler, insanın olgunlaşmasını, yani “nefsi tezkiye
ve nefsi tasfiye” basamaklarını ifade eder.
Sazlık içindeki kamışlar arasından
çıkarılan ney, usta bir el tarafından usûlüne uygun şekilde kesilir. İçi
boşaltılıp, kurutulur. Daha sonra, ateşle delinerek baş ve son kısmına demir
boğumlar yerleştirilir. Bir müddet bu hâlde bekletildikten sonra ney; neyzenin
nefesinden üflenen nefha ile dînleyenlerin kalbî seviyelerine göre güzel
sesler, hayret ve hikmetler yaymaya başlar.
İnsan da kemâl yolunda hep bu safhalardan
geçer. İnsan-ı kâmiller, diğer insanlar arasından belli kıstaslarla seçilirler.
Nitekim peygamberlerin en büyük özelliklerinden birisi onların «seçilmiş»
olmalarıdır. Daha sonra, çeşitli terbiye usûlleriyle onun içi fânî, dünyevî bağ
ve endişelerden boşaltılır. Seyrü sülûk yolunun sabrı gerektiren meşakkat, iptila
ve imtihanlarıyla karşılaşır ve “vahy”in izini takip etme netîcesinde
olgunlaşır. Sonunda Allah’ın sanat, hikmet ve kudretinin tecellî ettiği bir
vâsıta hâline gelir. İnsanlar ondan sâdır olan derûnî hikmetlere râm olur ve
vuslat yolunda mesâfe almaya başlarlar.
İnsanlarla ortak kaderi paylaşan ney’in
ortaya çıkışı ve onlar tarafından keşfedilişi hakkında, Mevlevî kaynaklarında
şu temsîlî hikâye nakledilir:
Peygamber Efendimiz (S.A.V), Allah’ın
kendisine ihsan ettiği esrar ve hikmet denizinden bir damlasını, ilmin kapısı
Hazret-i Ali’ye de emânet eder ve:
“Bu sırları sakın ifşâ etme!” diye sıkı
sıkı tembihler.
Hazret-i Ali, kendisine tevdî edilen bu
emânete tahammül edemez, altında iki büklüm olur. Sahralara düşer. İçinde
sakladığı sırrı bir kör kuyuya döker. Zaman gelir kuyu suyla dolup taşar.
Kuyudan taşan bu sular, çevresini zamanla bir sazlık hâline çevirir ve burada
kamışlar biter. Bu sazlığın rüzgârda hoş nağmeler çıkardığını fark eden bir
çoban, bunlardan bir tanesini keser ve ondan “ney” yapar. Fakat ney’den çıkan
bu ses, o kadar içli ve yanıktır ki, herkes bu sesin derin, duygulu ve yakıcı
nağmelerine tutkun olur. Onunla ağlar, onunla gülmeye başlar. Çobanın ünü kısa
zamanda yayılır ve Arap kabileleri bu çobanı dînlemek için etrafında toplanmaya
başlarlar. (Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, II, 440)
Osmanlı padişahları her zaman müziğe ilgi duymuşlardı. Besteler yapmışlardı. III. Sultan
Selim (1761-1808) kesin şekilde en büyük ve deha sahibi bestekâr padişahlara
örnek verilebilir.
OSMANLI’DA EDEBİYAT
Osmanlı Edebiyatı, Tanzimat
dönemine kadar Divan Edebiyatı, Halk Edebiyatı ve Tasavvuf Edebiyatı şeklinde
gelişti. Tanzimat’ın ilanıyla Tanzimat Edebiyatı ortaya çıktı.
Divan Edebiyatı; Osmanlı
saray ve çevresinde Arapça ve Farsça’nın etkisiyle ortaya çıkıp gelişen
edebiyattı. Şairler şiirlerini divan adı verilen kitaplarda topluyorlardı.
Divan şairleri daha çok aşk, güzellik, eleştiri, övgü olan şiirler yazdılar. Bu
şiirler süslü bir dille anlatılırdı. Şiirler beyitler (iki dizelik bölümler)
halinde Arapça, Farsça ya da Türkçe yazılırdı. Fuzulî, Şeyh Galip, Nedim, Baki,
Nef’i önemli divan şairlerindendi.
Halk Edebiyatı; Masal, destan,
koşma, türkü, mani, ağıt türünden eserlerin verildiği edebiyattı. Daha çok halk
tarafından ilgi gördüğü için bu ad verildi. Halk edebiyatı eserleri
dörtlüklerle yazılırdı. Halk edebiyatı şairlerine âşık denirdi. Halk edebiyatı
eserleri ozanlar tarafından sözlü olarak söylenirdi. Yazılı değildi. Erzurumlu
Emrah, Dadaloğlu, Karacaoğlan, Kaygusuz Abdal, Pir Sultan Abdal önemli halk şairlerindendi.
Tasavvuf Edebiyatı; Allah
aşkı, peygamber sevgisi gibi konuları işleyen edebiyattı. Bu duygular şiir
yoluyla ifade edilirdi. Yunus Emre, Ahmet Yesevî, Mevlâna önemli tasavvuf
edebiyatı temsilcilerindendi.
Tanzimat Edebiyatı; Tanzimat
Fermanı’nın ilanı ile başlayan dönemde gelişen edebiyattı. Tercüman-ı Ahval
gazetesinin yayımlanması ile bu dönem başladı. 1895 yılında sona erdi. İlk defa
roman, hikâye, makale bu dönemde Osmanlı edebiyatına girdi. Ahmet Mithat
Efendi, Sami Paşazade Sezai, Namık Kemal, Ziya Paşa bu dönemin önemli
edebiyatçılarındandı.
Servet-i Fünun Edebiyatı;
Aynı adı taşıyan dergi etrafında toplanan kişilerin oluşturduğu edebiyattı.
Mehmet Rauf, Tevfik Fikret, Halit Ziya Uşaklıgil dönemin önemli
edebiyatçılarındandı.
Milli Edebiyat; II.
Meşrutiyet’den sonra ortaya çıkan edebiyat dönemiydi. Bu kişiler eserlerini
sade bir dille ve Türkçe yazdılar. Roman ve öyküde Ömer Seyfeddîn, Halide Edip
Adıvar, şiirde Faruk Nafiz Çamlıbel, Mehmet Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı,
Yusuf Ziya Ortaç bu dönemin edebiyatçılarındandı.
ŞİİR
Osmanlı şiiri, dünyanın en
zengin şiirlerinden biridir.
Türk tasavvuf edebiyatının
en büyük şairi olan Yunus, (1240-1320), bir Sakarya çocuğuydu, Sarıköylü’ydü ve
burada doğdu.
Yunus Emre, Osmanlı
Devleti’nin oluştuğu sırada yazdığı şiirlerinde Geyikli Baba, Dursun Fakîh gibi
çağdaşı sufilerden bahsetti.
Önemli şiirlerini XIV. Yüzyıl’da
yazdığından XIV. Yüzyıl sanatçısı olarak da kabul edilen Divan
düzenleyecek, mesnevî hazırlayacak düzeyde bu kültürün içinde olmakla
birlikte halka dönük yüzünü hep korudu. Şiirlerinde tasavvufî Allah sevgisiyle
birlikte hoşgörü, barış, kardeşlik, insan sevgisi gibi temaları yalın ve
içtenlikli bir anlatımla dile getirdi.
Yunus’u değerli ve kalıcı kılan en önemli
özelliklerinden biri de diliydi. Zorunlu olarak kullandığı dîn ve tasavvuf
terimleri dışında şiirlerinde yabancı sözcüklere rastlanmazdı. Süsten uzak,
lirik bir dili vardı. Divanında yer alan şiirlerini Halk edebiyatı gelenekleriyle
yazdı. Yunus Emre’nin
Divanın dışında Risalet-ün Nushiye (öğütler kitabı) adlı bir yapıtı
vardır. Burada didaktik, mistik şiirleri yer alır.
Nesimi (ölm.1405), çok büyük
bir klasik tasavvuf şairiydi. Osmanlı sahası dışında yetişti, fakat Osmanlı
şiirine büyük tesiri oldu.
Osmanlı klasik şiirinin
kurucuları Ahmedî, Şeyhi, Atayi, Necati ve özellikle Ahmed Paşa gibi büyük şairlerdi.
Osmanlı Padişahları’nın sanatçıları ve ilim
adamlarını desteklemesi, Osmanlı’da kültür ve sanat hayatını canlı tuttu.
Osmanlı padişahları, şehzadeleri, sultanları ve diğer hanedan mensupları birçok
sanat faaliyetini destekleyip, sanatkârları himaye ederek bu hususta adeta
birbirleriye yarıştılar.
Osmanlı Hanedanı, diğer pek
çok hanedanlardan farklı olarak tarih sahnesinde sanatkâr mizaçlı sultanlarıyla
yer aldı. İyi bir eğitimden geçen Osmanlı şehzadeleri ve sultanları, daha
ziyade müziğe ve şiire ilgi gösterdiler. Daha ilköğrenimleri sırasında kuvvetli
bir dil ve edebiyat eğitimi alan sultanlardan pek çoğu şiir yazdılar, bir kısmı
da divan tertip edecek kadar şairlik vasıflarını ön plana çıkardılar.
Osmanlı Padişahları arasında
ilk şiir yazan II. Murad’dı. Muradî mahlasını kullandı. Fatih Sultan Mehmed,
Avnî mahlasını kullandı. Sultan II. Bayezid Han’da Adlî mahlasıyla ve Yavuz Sultan
Selim Han Selimî mahlasını, Kanuni Sultan Süleyman Han’da Muhibbî, Meftunî,
Acizî mahlaslarını kullandılar. Kanunî şiirlerinin toplamı 15.935 beyitti ve bu
haliyle o, aynı zamanda divan edebiyatının en hacimli divanını kaleme alan
şairdi. Sultan III. Ahmed Han, III. Selim Han’da şiir yazan padişahlar arasındaydı.
Sultan I. Ahmed Han
şiirlerinde tasavvufî birikimi yoğun olarak görülen bir şair padişahtı.
Şiirlerinde Bahtî mahlasını kullandı. I. Ahmed, bir kısmı
bestelenerek tekkelerde okunan coşkulu şiirler yazdı.
III. Murad Han, Arapça ve Farsçayı çok iyi bildiği gibi İslâmî
ilimlerin tamamına vakıf olup, “Muradî” mahlâsıyla şiirler yazdı. Divanında yer
alan şiirlerinden bir tanesinin açıklaması şu şekildedir: “Güzel huylu ol. Sen
herkesin sözlerine kanma. Kalbini deniz gibi geniş tut. Makamına güvenme çünkü
geçicidir. Ahiret hayatını iste. Dünya oturma yeri değildir. Sadece köhne,
geçici bir konaktır. Bu dünyaya her kim geldi ise kendi yurduna göçtü. Maddî ve
manevî ilimleri öğren. Sana büyük rütbe olarak bu yeter.”
Sultan III. Murad Han bir
sabah namazını kaçırmış üzüntüsünden aşağıdaki ilâhîyi yazmış ve bestelemiştir…
Bu dersimizi gerçek bir sanatçı olan III. Murad’ın bir bestesi ile
bitirelim.
Uyan Ey Gözlerim
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Azrail’in kastı canadır, inan.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Seherde uyanırlar cümle kuşlar
Dill-u dillerince tesbihe başlar
Tevhid eyler dağlar taşlar ağaçlar
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Semâvâtın kapuların açarlar.
Mü’minlere rahmet suyun saçarlar…
Seherde kalkana hülle biçerler.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Bu dünya fanidir sakın aldanma.
Mağrur olup tac-u tahta dayanma.
Yedi iklim benim deyu güvenme.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan
Benim, Murad kulun, suçumu affet.
Suçum bağışlayub günahım ref’ et.
Rasûl’ün sancağı dibinde haşret.
Uyan ey gözlerim gafletten uyan!
Uyan uykusu çok gözlerim uyan..