MEVLÂNA CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ
-I-
HAYATI
DOĞUMU
Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, 30 Eylül 1207 (6 Rebiü’l-evvel
604)’de İslâm kültür ve medeniyet tarihinde önemli bir yere sahip olan ve
geçmişte Horasan olarak adlandırılan bölgede; günümüzde de Afganistan sınırları
içinde yer alan Belh şehrinde dünyaya gelmiştir.
ADI
Mevlâna, Mesnevî’nin ön sözünde adının Muhammed olduğunu belirtir.
Dedesinin adı olan Celâleddin de babası tarafından verilen ikinci ismidir. ‘Rûmî,
Belhî, Hüdâvendigâr, Hünkâr, Mollâ-yı Rûm, Mevlevî, Hz. Pîr ve Mevlâna,
kendisine sonradan verilen lakaplardır. Hüdâvendigâr lakabını, Mevlâna’nın
bilim alanındaki üstünlüğüne işaretle yine babası vermiştir.
‘Mevlâna lakabı’, Konya’da henüz ders vermekle meşgul
olduğu çok genç yaşlarda kendisine verilmiş, efendimiz ve hazret mânâlarına
gelen, bilginler için bir ünvan gibi kullanılan bu hitap zamanla yalnız ona has
ve en meşhur adı olmuştur. Hünkâr ve Mollâ-yı Rûm da müderrisliği sebebiyle
kendisine verilen isimlerdir.
‘Rûmî lakabı’, Mevlâna’nın geçmişte Diyar-ı Rûm adıyla
anılan Anadolu’ya yerleşmesi ve hayatının büyük kısmını o tarihlerde Anadolu
Selçuklularının başkenti Konya’da geçirmesi sebebiyle kullanılır. Mevlâna
günümüzde batıda bu adla anılmaktadır.
SOYU
Mevlâna, hem anne hem de baba tarafından bilginler ve
sultanlar barındırılan asil bir aileye mensuptur. Annesi Belh Emiri
Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur. Babaannesi Horasan Sultanı Celaleddin
Harizmşah (Harzemşah)’ın kızı Melike-i Cihan Emetullah Sultan; büyük babası ise
bilgin Ahmet Hatibî oğlu Celâleddin Hüseyin Hatibî, babası da Muhammed Bahâeddin
Veled’dir.
Ayrıca, Mevlâna’nın soyunun anne tarafından Hz. Ali’ye,
baba tarafından da Hz. Ebû Bekir’e ulaştığı söylenir.
Babası Sultânu’l-Ulemâ Bahâeddin Veled
Mevlâna’nın babası Muhammed Bahâeddin Veled, iki yaşındayken
babası Hüseyin Hatibî’yi kaybetmiş, Horasan sarayında son derece dirayetli ve
kültürlü bir hanım olan annesinin terbiyesi ile büyümüştür. Bahâeddin Veled,
bir şehzade olmasına rağmen dünya saltanatına istek duymamış, kendisini ilim
tahsiline vermiştir.
Bu çok zeki ve yetenekli genç, büyük babası ve Necmeddin-i
Kübrâ başta olmak üzere Türkistan âlimlerinden feyz almış; engin bilgisiyle ün
kazanmış ve nihayet devrin meşhur bilgin ve dîn adamlarından üç yüz kişi bir
gece rüyalarında Hz. Peygamber’in Bahâeddin Veled’e “Sultânu’l-Ulemâ” (Bilginler
Sultanı) ünvanını verdiğini görmüşler, o günden sonra Mevlâna’nın babası bu ünvanla
anılmıştır.
BELH’TEN GÖÇ
Mevlâna’nın babası Bahâeddin Veled, Belh’te çok sayıda
müridi olan, sohbet ve vaazları halk üzerinde büyük etki bırakan, çevresinde
kendisini seven ve sayan kalabalık bir topluluk bulunan bir dîn adamı iken
Belh’i terk etmeye karar verir.
Onu göçe sevk eden nedenler konusunda çok fazla rivayet
vardır. Bunlardan biri; Bahâeddin Veled’in sohbetlerinin çevrede geniş yankılar
uyandırması ve çok sayıda seveni olması nedeniyle Horasan Sultanının endişelenmesi
ve dünya saltanatında gözü olmayan Bahâeddin Veled’in bu durumdan rahatsız olup
Belh’ten ayrılmayı istemesidir. Diğer sebep ise; yaklaşan Moğol tehlikesini
sezmiş olmasıdır. Nitekim Belh’i terk edişinden kısa bir süre sonra şehir, Cengiz’in
orduları tarafından yerle bir edilmiştir.
1212 veya 1213 yıllarında başlayan bu yolculuk Bağdat, Mekke,
Şam, Malatya, Sivas, Erzincan, Akşehir ve Karaman’a kadar uzanır. Bu uzun
yolculuk boyunca konakladıkları her yerde saygı ile karşılanmışlar, bazen
yıllarca kalarak dersler verip, sohbet etmişlerdir. Bu arada Şehâbeddin-i
Suhreverdi, Ferîdüddin-i Attâr, Muhyiddin İbnül-Arabî gibi bilgin ve
mutasavvıflarla görüşmüşlerdir.
İşte 1212 yılında Orta Asya steplerinden Anadolu’ya doğru
yola çıkan bu kafilenin başında Bahâeddin Veled bulunur. Arkasında da beş
yaşındaki oğlu Celâleddin vardır.
Bağdat’a vardıklarında: “Bu gelenler kimlerdir? Nerden
geliyor ve nereye gidiyorlar?” diyenlere Bahâeddin Veled: “Allah’tan gelenler
ve Allah’a gidenlerdir. Allah’tan başka kimsede kuvvet ve kudret yoktur.”
diyerek cevap verir.
Daha sonra Mekke, Medine ve Şam’a giderler. Şam’da Muhyiddin
İbnü-l Arabî ile görüştükten sonra yanından çıkarlarken, Muhyiddin İbnü-l Arabî
Küçük Celâleddin’e bakar bakar da: “Sübhan Allah! Bir okyanus, bir denizin
arkasından yürüyor.” der.
Evet! Bu okyanus Mevlâna Hazretlerinden başkası değildir.
KARAMAN’A GELİŞ
Mevlâna henüz beş-altı yaşlarında iken Belh’ten başlayan
yolculuk yıllar sürer ve nihayet o zaman ki adı Lârende olan Karaman’da bir
süre ara verilir. Karaman’da Subaşı Emir Musa’nın yaptırdığı medresede Mevlâna’nın
babası Bahâeddin Veled derslerine devam eder. Mevlâna’nın annesi Mümine Hatun
burada vefat eder ve bugün ‘Mader-i Mevlâna
Türbesi’ olarak bilinen yere defnedilir.
MEVLÂNA’NIN EVLİLİĞİ
Mevlâna Karaman’da iken kendileriyle birlikte Belh’ten göç
eden Semerkantlı Hoca Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile evlenir. O
sıralarda onsekiz yaşındadır. Bu evlilikten oğulları Sultan Veled (1226) ve Alâeddin
(1227) dünyaya gelirler. Yıllar sonra Gevher Hatun’u kaybeden Mevlâna, Kerrâ
(Kira) Hatun ile ikinci evliliğini yapmış ve bu evlilikten de Emir
Muzaffereddin Âlim Çelebi ve Melike Hatun dünyaya gelmişlerdir.
AİLENİN KONYA’YA YERLEŞMESİ
Bahâeddin Veled’in Karaman’da bulunduğunu öğrenen Sultan I.
Alâeddin Keykubad onu Konya’ya davet eder. 1228’de Bahâeddin Veled ailesi ve
dostlarıyla birlikte Selçukluların başkenti olan Konya’ya gelir. Sultan ve
şehir halkı onları yolda karşılarlar. Sultan sarayda kalmalarını teklif etse de;
Bahâeddin Veled medresenin uygun olduğunu söyleyerek Altun Aba Medresesi’ne iner; ders ve sohbetlerine Konya’da devam
eder. Sultan Alâeddin başta olmak üzere pek çok müridi vardır.
Bütün ömrünü halkı irşad ile geçiren Bahâeddin Veled, 23
Şubat 1231 günü Hakk’a yürür. Ardında “Maârif”
adlı irfan hazinesi bir eser ve bir gönül sultanı olan, sevginin evrensel
mühendisi olacak olan oğlu Mevlâna’yı bizlere miras bırakır.
EĞİTİMİ
Mevlâna’nın ilk mürşidi babası Bahâeddin Veled’dir. Bu
büyük insanın terbiyesi altında yetişen Mevlâna henüz küçük bir çocukken olgunlaşmış,
muhakeme sahibi olmuştur.
Belh’te iken Mevlâna’nın lala veya atabek denilen
hocalarından birisi de babasının müridlerinden Seyyid Burhaneddin Muhakkik-i
Tırmizî’dir. Bahâeddin Veled göç ettiği zaman Seyyid Burhaneddin de Tırmiz’e
gitmişti. Bahâeddin Veled’in ölüm haberini alınca, Seyyid Burhaneddin, şeyhinin
emaneti olan Mevlâna’yı yalnız bırakmamak amacıyla Konya’ya gelir ve onun
manevî terbiyesini üstlenir.
Babasının ölümünden iki yıl sonra Mevlâna, Seyyid Burhaneddin
ile birlikte Halep’e gider. Orada Kemâleddin Bin Adîm’den ders alır. Daha sonra
Şam’a giden Mevlâna burada dört veya yedi yıl kalmış; Muhyiddin İbnü’l-Arabî,
Sadeddin El-Hamevî, Şeyh Osmane’r Rûmî, Evhadüddin-i Kirmanî ve Sadreddin-i
Konevî ile sohbetlerde bulunmuştur.
Şam’dan Konya’ya dönünce Seyyid Burhaneddin’in yanında
hücreden hiç çıkmadan kırkar günlük üç dönem geçirmiş; bu süreyi yalnızca
ibadet ve tefekkürle geçirmiştir.
Seyyid Burhaneddin daha sonra Kayseri’ye gitmiş ve 1242’de
ebedi âleme göçmüştür. Türbesi halen Kayseri’dedir.
MEVLÂNA VE ŞEMS-İ TEBRÎZÎ
Mevlâna uzun yıllar süren eğitimi neticesinde tefsir,
hadîs, fıkıh, lügât, Arapça gibi ilimleri tahsil etmiş, asrının önde gelen
bilginlerinden olmuştu.
Mevlâna; babası Sultânu’l-Ulemâ’nın ve Seyyid
Burhaneddin’in feyzleri ile yetişmişti, fakat manevî yolculuğu henüz son durağa
erişememişti. Sayısı yüzleri bulan müridleri ve öğrencileri vardı. Bütün
zamanını öğrencilerini eğitmek ve müridlerini irşad ile geçiriyordu.
İşte bu haldeyken, Mevlâna’yı yakacak olan kıvılcım ortaya
çıkacaktır: “Şems-i Tebrizi”
Şems-i
Tebrîzî Kimdir?
Şems-i Tebrîzî, Konya’ya gelen büyük velîlerdendir. Doğum
tarihi bilinmemektedir. Tebriz’de ilim öğrendi ve tasavvuf edebi ile yetişti.
Daha küçük yaşlardayken Allah’a dünya hayatını yaşarken ulaşmayı dilemesi
ileride onun manevî âlemde yüksek derecelerin sahibi olmasına sebep olmuştur. “Makalât” adlı eserinde dünya hayatını
yaşarken Allah’a ulaşmasını sağlayan mürşidinden şöyle bahseder:
- Benim Tebriz’de Ebûbekir
adlı bir mürşidim vardı. Sepet örer, onunla geçinirdi. Ondan çok şey öğrendim.
Şems-i Tebrîzî, atmışlı yaşlarında bile sırtında taş taşır,
işçilik yapardı.
Şeyh Ebû Bekr-i Tebrîzî-i Sellebâf’ın müridi olan Şems-i
Tebrîzî; diyar diyar geziyor, bu yüzden kendisine uçan Şems anlamına gelen ‘Şems-i
Parende’ deniyordu.
Şems-i
Tebrîzî’nin Konya’ya Gelişi
İşte O yüce yaratanın sevgisi ile alev alev yanan ve bu
aşkı paylaşacak bir gönül arayan Şems-i Parende, Mevlâna’nın dört medresede birden ders
verdiği, müderrislik yaptığı dönemde, 29 Kasım 1244 tarihinde Konya’ya gelir.
Rivayete göre Mevlâna-Şems karşılaşması ilk kez Şam’da olmuştur. Ancak bu iki
velînin dostluğunun başlangıcı olan asıl karşılaşma yeri Konya’dır.
Şems-i Tebrîzî’nin Konya’ya gelişi ile ilgili olarak kendi
eseri Makalât’ta şu satırları yer almaktadır:
“Allah’a yalvardım. Yarabbi beni kendi velilerinle
tanıştır, onlarla yoldaş et dedim. Rüyamda, ‘Seni bir veliyle yoldaş edelim,’
dediler. ‘O veli nerededir?’diye sordum. Ertesi gece bu velinin Rum diyarında
(Anadolu’da) olduğunu söylediler. Bir müddet sonra tekrar gördüğüm rüyada ‘Henüz
vakti gelmemiştir, her işin bir zamanı var,’dediler.”
Şam’da
İlk Mevlâna - Şems-i Tebrîzî Buluşması
Şems, Konya’ya geldiğinde Şekerciler Han’ında bir odaya
yerleşir. Mevlâna’yı sorar; onun o sırada Meram bağlarında sayfiyede olduğunu,
ikindiye doğru şehre geleceğini söylerler. Şems yol üzerinde bekler,
sabırsızlıkla Mevlâna’nın yolunu gözetir. Derken belirli bir vakit gelir, Mevlâna
bir katıra binmiş, aheste aheste sürüyor ve kendisine doğru yaklaşıyordur.
Şems Mevlâna’nın katırının dizginini tutar ve önce şu
soruyu sorar:
- Sen, Belh’li
Sultân-ul Ulemâ oğlu Mevlâna Muhammed Celâleddin’sin değil mi?
Mevlâna:
-Evet! Der.
Şems:
- Ey dünya ve mânâ
bilgilerinin sarrafı, söyle! Muhammed Hazretleri mi yoksa Bayezid Bestamî
(sufi, 9.yüzyıl) mi daha büyüktür?” der.
Mevlâna, sorunun inceliğini ve kapsadığı geniş mânâyı hemen
kavramıştır ve:
- Elbette Hz. Muhammed (S.A.V)
büyüktür. O bütün peygamber ve velîlerin piridir.
Şems bu sefer şöyle sorar:
- İyi ama Hz.
Muhammed (S.A.V): “Yarabbi! Seni tebcil ederim (överim), biz Seni lâyık olduğun
vechile bilemedik.” der. Halbuki Bayezid Bestamî: “Ben kendimi tebcil ederim (överim).
Benim şanım çok yücedir. Zira bedenimin her zerresinde Allah’tan başka varlık
yok.” diyor buna ne dersin?
Mevlâna hemen cevap verir:
- Çünkü Hz. Muhammed (S.A.V), günde sayısız makamlar
aşıyordu. Her makam ve mertebeye vardığında, bir önceki makamdan istiğfar
ediyordu, evvelki bilgi ve halinden af diliyordu. Böylece hiçbir makamda ve
hükümde kalmayarak sonsuz ilim sahibi olan Rabbini ebediyyen tenzih ediyordu.
Hz. Muhammed (S.A.V), Cenab-ı Hakk’a her gün daha çok yaklaşıyordu. Allah’ın
kudret ve yüceliğini günden güne artarak seyrettiği için; ‘ Biz seni layıkıyla
bilemedik’ buyurdu” der.
Ve şöyle devam eder:
“Bayezid Bestamî, ise bu sözleri Hakk’ın ilk tecellisiyle
kendini nura gark edilmiş gördü. Bu makamın en yüce olduğunu sanarak böyle
konuştu.
Şems, bu cevapla heyecanlanır ve sanki önceden tanışan iki
dost gibi kucaklaşırlar.
Mevlâna’nın
Şems-i Tebrîzî’ye Teslimiyet İmtihanı
Mevlâna
Şems’i iyice tanıyınca ona hayran olur ve der ki; “ Ne olur! Beni de kendine
benzet. Beni de sen gibi yak!” Şems şöyle cevaplar: “Sen zaten sevgi için
seçilmişsin. Senin gönlünde bir aşk güneşi gizli. Şimdi bazı bulutlar ona perde
oluyor. Eğer güneşin çıkmasını diliyorsan, bütün bildiklerini unut ve bana
teslim ol. Tıpkı toprağın çiftçiye teslim olması gibi teslim ol. Zira aşk
deryasında teslimiyet yelkeni açmadan yol alınmaz.” Mevlâna bu teklife tüm
kalbi ile : “Evet!” der.
Mevlâna
ve Şems dostluğu bu sözlerle başlar.
Ve Şems hemen ilk imtihanına başlar. Şems Hz.leri Mevlâna’ya
“Öyleyse çarşıya git ve bir şişe şarap al da içelim.” der. Mevlâna o güne kadar
hiç şarap içmemiştir ve haram olduğunu bilir. Ama ‘Şems söylediğine göre
mutlaka bir hayır vardır’ diye düşünür
ve derhal çarşıya koşar. Bir şişe şarap alır. Hızla dönerken şişe elinden düşer
ve kırılır. Kalabalık etrafına üşüşür. Bir de bakarlar ki dökülen şaraptan mis
gibi gül kokuları yayılmaktadır. Bu teslimiyet imtihanını kazanmış olarak
Şems’e koşar. Mevlâna artık bütün vaktini Şems’e verir.
Mevlâna’nın
Emaniyye Bilgileri Terkedişi
Şems-i Tebrîzî, ‘bilgilerin bilgisi olan ilâhi bilginin
binlerce yıl tahsil edilse dahi öğrenilemeyeceğini’ söyler.
Şems-i Tebrîzî, Mevlâna ile yaptığı sohbetlerde ona, sadece
emaniyye bilgilerle dolu olduğunu farkettirir. Mevlâna’nın bu faydasız
bilgilerden kurtulmasının, emaniyye kitaplardan arınması ile mümkün olduğunu
anlatır.
Bir gün Şems-i Tebrîzî, medresedeki havuzun başında
oturarak bu kitapları birer birer suya atmaya başlar. Mevlâna yıllarca gözü
gibi baktığı kitaplarının suya atıldığını görünce çok üzülür.
İçinden:
-
Hiç olmazsa Şeyh Attâr’ın
yazmış olduğu kitabı atmasaydı... diye geçirir.
Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî kolunu suya sokarak söz konusu
kitabı sudan çıkarır ve tozunu silkeleyerek Mevlâna’ya geri verir. Bu kerameti
gören Mevlâna tüm emaniyye bilgilerden vazgeçer. Mürşidi Şems-i Tebrîzî’ye olan
hürmeti, saygısı gün geçtikçe, gerçek ilmi öğrendikçe kat kat artar.
Şems-i
Tebrîzî’nin Konya’dan Gidişi
Konya halkı tarafından çok sevilen Mevlâna’nın, Şems-i
Tebrîzî’den öğreneceği çok şey vardır. Vakit kaybetmek istemiyordur. Mürşidi
Şems-i Tebrîzî’ye olan hürmeti, saygısı gün geçtikçe, gerçek ilmi öğrendikçe
kat kat artar. Artık Mevlâna’yı kimse göremiyordur. O ise Kur’ân ilmini
Allah’ın gerçek görevlisinden öğrenmenin mutluluğu içinde ilim deryasında
yüzüyordur.
Mevlâna’nın Kimya adında yanında büyümüş, terbiye almış bir
evlatlığı vardır. Şems-i Tebrîzî Hazretleri bu kızla evlenir. Ancak kısa bir süre
sonra Kimya Hatun vefat eder.
İki dost, tasavvufi sohbetlere gömülürler. Mevlâna;
okutmak, öğretmek, sohbet etmekten elini eteğini çeker. Ancak öğrencileri ve halk, Mevlâna’nın
kendileriyle ilgisini kesmesine tahammül edemez, kıskançlıkla Şems aleyhinde
dedikodulara başlarlar. Bu dostluktaki sırrı idrak edemeyenlerin düşmanca
davranışları sonucunda Şems-i Tebrîzî 1246 yılının Mart ayında Konya’dan
ayrılır ve Şam’a gider.
Arkasında bir sevgili bırakarak yollara düşer.
Mevlâna bundan çok etkilenir. Çırpınır durur, aramaktan
yorgun düşer ve ona seslenir:
“Ey dostların
canına can katan,
Gül bahçesinde
böyle bensiz gitme, istemem
Sen benimle
beraberken,
Hem bu dünya güzel
bana, hem o dünya güzel.
İstemem, bensiz
kalma bu dünya da sen,
O bensiz gitme,
istemem.
Onlar sadece aşk
diyorlar sana
Oysa aşk
sultanımsın sen benim.
Ey, hiç kimsenin
düşüne sığmayan dost
Bensiz gitme,
istemem.
Mevla’nın yüzü
sararmış, içindeki ateş artmış,
Allah aşkı için
gel de hem ayrılıktan,
Hem gel demeden
her ikisinden kurtar beni…”
.
Mevlâna onun gitmesine sebep olanlara çok kırgındır. Bu
yüce dostun ayrılığından sonra Mevlâna derin bir ıstıraba gömülür ve çevresiyle
ilgisini kesip, bir köşeye çekilir. Mevlâna’nın üzüntüsü halkı etkiler; gelip,
özür dilerler.
Bu sırada Mevlâna’ya Şems’den bir mektup gelir. Mevlâna
sevinçle yeniden sema etmeye, şiirler yazmaya, dostlarına iltifata başlar.
Şems-i
Tebrîzî’nin Konya’ya Dönüşü
Onları çekemeyenler pişman olurlar ve Mevlâna’nın oğlu Sultan
Veled’in Şam’a gidip, Şems’i aramasını isterler. Sultan Veled beraberinde Mevlâna’nın
bir mektubu ile Şam’a gider, Şems’i bulur ve yeniden Konya’ya davet eder. Şems,
1247 Mayıs’ında Sultan Veled’le birlikte Konya’ya döner.
İşte sevgilisini bulmaları için dört bir yana haber salan Mevlâna’nın
ilkbaharı çıkagelmiştir. Mevlâna’dan şu dizeler dökülür:
“ Yollara sular
dökün,
Bahçelere müjdeler
verin,
Bahar kokuları
geliyor,
O geliyor o…”
“Güneşim, ayım
geldi
Gözüm, kulağım
geldi
Gümüş bedenlim
geldi
Altın madenim
geldi
Başımın sarhoşluğu
geldi
Gözümün nuru
geldi”
Bu kez Şems’in Konya’ya gelişine herkes sevinir. Şems’in
şerefine ziyafetler verilir, sema meclisleri düzenlenir, sohbet ve muhabbet
dolu günler başlar.
Fakat bu huzur ve sevgi dolu günler uzun sürmez. Ham
kişiler yeniden kin ve kıskançlığa kapılır, Şems’e düşman olurlar.
Şems-i
Tebrîzî’nin Ölümü
Önceleri Şems’e karşı gelenler aslında yatışmış değildir. Onu
Mevlâna’dan ayırmak için çareler düşünüp, araştırmaktadırlar. Bir gece yarısı
Allah sohbetinin koyu bir anında kapı çalınır. Gelen kişi Şems-i Tebrîzî’nin
elini öpüp, yola devam etmesi gerektiğini söyler. Aslında bu, ona kurulan bir
tuzaktır. Nihayet 5 Aralık 1247 gecesi Şems aniden ortadan kaybolur. Gecenin
zifiri karanlığında yola devam etmek için çıkan Şems, pusudaki 7 kişi
tarafından öldürülür.
Gece yarısının uykulu sessizliğinde bir Allah sesi duyulur.
Kuş kafesten uçmuş, uçan Şems bir daha gelmemecesine gitmiştir artık… Bu iki
seçkin velînin dostluğunu idrak edemeyenler Şems’i yok etmişlerdir….
(Şems’in esrarlı ölümüne Mevlâna’nın vefatından sonra
kaleme alınan kaynaklar, bir nebze ışık tutmaktadır. Şems-i Tebrîzî’nin
Konya’da bulunan türbesi de Mevlâna’nın ölümünden sonra mezarının üzerine inşa
edilmiştir…)
Şems’in öldüğü gerçeği, Mevlâna’ya söylenilmez, Şems’in gittiği haberi yayılır.
Mevlâna, Şems Hazretlerinin kaybolması ile gittiğini
düşündüğü tüm ülkelerde yine onu aratmaya
başlar.
“Şems Hazretlerini falan yerde gördüm.” diyene üzerinde o anda ne varsa
veriyordur.
“Bu haber yalandı...”dedikleri zaman hiç üzülmüyor; “Ben yalan habere sarığımı, feracemi verdim, haber doğru olsaydı canımı verirdim.”diyordu.
“Bu haber yalandı...”dedikleri zaman hiç üzülmüyor; “Ben yalan habere sarığımı, feracemi verdim, haber doğru olsaydı canımı verirdim.”diyordu.
Mevlâna onun
ardından kanlı gözyaşları akıtır. Kalbi üzüntüden kan bağlar. Aç susuz, uykusuz
geçen geceler boyunca hep sevgilisini sayıklar.
“Ağlaya inliye sen
gittin ama
Göklerde arkandan
durmadı ağladı
Parça parça etti
yüzünü ay
Gönlüm arkandan
kan bağladı”
Şems, bu dünyadan göçmüş Mevlâna’nın güneşi batmıştır
artık. Ancak o kaybolan nur bu defa Mevlâna’nın gönlünden olanca güzelliği ile
doğar. Ve şimdi bir aşk güneşi onun gözleri içinden bütün dünyaya gülümser.
Mevlâna, Şems’i çok arar, araştırır. Mevlâna, Şems’i aramak
için tam dört kere Şam’a gider. Ancak bulamaz; onu gönlünde yaşatarak aramaktan
vazgeçer.
Onun ayrılığıyla gönüller yakacak şiirler söyler. Bu aşkla
yanan Mevlâna bazı geceler sabahlara kadar gazeller yazar. Mevlâna, Şems’i
kaybettikten sonra bu ayrılığın üzüntüsüyle gönülleri yakan hasret dolu şiirler
söyler. Mevlâna’nın eserlerinden biri olan Divân-ı
Kebir’deki Şems mahlaslı şiirlerin büyük kısmı bu dönemim ürünüdür.
“O güzel sevgilim,
nereye gitti? O boylu poslu servim, nereye gitti?
Parlak mum gibi
aramızda nur verirdi, nereye gitti?
Gönlüm yaprak gibi
titriyor, gece gündüz soruyor?
Sevgilim, gece
yarısı yapayalnız nereye gitti?
Gönlüm! Git yola,
yoldan geçenlere sor:
-O cana can katan yoldaşım, nere ye gitti.
Git bağa,
bahçıvanlardan sor:
-O güzel gül fidanım, nereye gitti?
Çık dama,
bekçilerden sor:
-O eşsiz Sultan, nereye gitti?
Ben divane gibi
sahrayı dolaşıyorum. O ahu bu sahrada nereye, acaba nereye gitti?
İki gözüm
ağlamadan Ceyhun'a döndü, ağlıyorum, hep O'nu arıyor, soruyorum:
Bu denizde o
parlak inci nereye gitti?
Bütün gece göklere
bakıyorum. Ay'a, Çoban Yıldızı'na soruyorum:
O Ay yüzlü güzel,
bu yüksek âlem içinde nereye gitti?
DİĞER DOSTLARI
Selehaddîn-i Zerkubi
Şems’ten sonra Mevlâna’nın hayatında yeni bir dönem başlar;
günleri sema etmek, şiir söylemek ve gönüller terbiyesiyle geçer. Şems’e
duyduğu sevgiyi bir başka dost, Şeyh Selahaddîn-i Zerkubi’ye yöneltir. Şeyh
Selahaddîn; medrese eğitimi görmemiş ama Seyyid Burhaneddîn’den feyz almış,
Şems’in sohbetlerinde bulunmuş, engin gönüllü, veli tabiatında, olgun bir
insandır.
Mesleği kuyumculuktur. Altını incecik yapraklar haline
getiren usta bir sanatkardır. Bu yüzden lakabı Zerkub’dur.
Bir gün Selahaddin, kuyumcular çarşısındaki dükkanında
çırakları ile varak (yaprak) yapmak için altın döverken; Mevlâna oradan
geçmektedir. Örs üzerinde dövülen altının tempolu çekiç darbelerinden çıkan
seslerin ahengi, Mevlâna’da derin bir etki yaratır. Bir süre sesleri dinler.
Her çift vuruş onu Al-lah, Al-lah zikrini fizik vücuduna yansıtmaya götürür ve
cezbeye kapılarak sema etmeye başlar.
Güneş’in etrafında dönen gezegen misali sağ elini
feracesinin yakasına götürür, gözlerini kapar, başı sağ omuzunun üzerine düşer.
Çekiç sesleri çın çın ötüyordur. Allah, Allah, Allah...diyerek ilk çarkı sağ
ayağı ile atar. Sonra da dönmeye başlar. İçindeki üzüntü neşeye çevriliyor,
huzur buluyordur.
Herkes hayran hayran Mevlâna’yı seyreder... Dükkân sahibi
Selâhaddin, Mevlâna’nın kendi çekiç sesleri ile sema ettiğini görünce
heyecanlanmış çıraklarına ;
- Elinizi çekiç vurmaktan alıkoymayınız. Altın yapraklar
ziyan olacak diye hiç korkmayın. Vurun, daha hızlı vurun! der.
Bir süre sonra çekiç sallayan işçilerin kolları yorulup,
tempoları düşer. Mevlâna yavaş yavaş kendine gelir, karşısında kuyumcu Selâhaddin’i
görür, sonra da onu çok önceden tanıyormuş gibi kucaklar.
O gün sema, öğle vaktinden ikindiye kadar devam eder. Sema
bitip de dükkana girdiklerinde bir tek parçanın bile telef olmadığını, dükkanın
altın yapraklarla dolduğunu görürler.
Kuyumcu Selâhaddin, onları seyreden halka işte şöyle
seslenir:
- Bütün altınlarım sizin olsun, bana artık altın lâzım
değil, ben gerçek altın madenimi buldum!
Halk dükkâna koşarken o da Mevlâna ile onun medresesine
gider. Artık Mevlâna’nın has müridi olmuştur. Erenler sohbetinde pişmiş,
tasavvuf denizinde kendisini yetiştirmiş, insan-ı kâmil olma yolunda çaba
sarfetmeye başlamıştır.
Mevlâna’dan yaşça çok büyük olan Selâhaddin, Mevlâna
bulunmadığı zamanlarda onun yerine hikmet dolu sohbetler yapar. İşte bunlardan
biri:
“Biliniz ki Allah’ın
velîleri merhamet madenidirler, susuzlar onlara koşar, onların sözleri ile şifa
bulur, rahmet kazanır ve onların nuru ile dirilirler. O nur azalamaz, artar.
Kimde bu sıfatlar yoksa o Allah’ın velîsi değildir. Gerçek âşık Allah’ın velîsini
bulur ve ona bağlanır. ONLARIN NAZARLARI GÜNEŞ GİBİDİR. MÜRİDİN VÜCUDU İSE
TAŞ... YETENEĞİ OLAN TAŞ, KÂMİL BİR GÜNEŞ’İN NAZARINDA YAKUT DA OLUR, ZÜMRÜT DE…”
Selâhaddin Mevlâna’dan aldığı feyzi halka saçıyor, aldığını işte böyle veriyordu.
Önceleri Şems Hazretlerine karşı olanlar şimdi de Şeyh
Selâhaddin için dedikodular çıkarmaya başlarlar: ‘Birinden kurtulduk diğerine
çattık... Öteki neyse, ya şimdiki... Koca Mevlâna okuma yazması bile olmayan
bir dervişe bağlanıp kaldı. Bu adamın bizden üstün nesi var anlayamıyoruz. Bir
de şeyh oldu.’
Bu sözler Şeyh Selâhaddin’i üzüyordu. Çünkü en yakın
dostları dahi kıskançlıktan onun düşmanı olmuşlardı. Ve Şeyh Selâhaddin’i de
öldürmeyi plânlıyorlardı. Bu haberi alınca Şeyh Selâhaddin:
- Hakk’ın emri olmadan bir çöp bile kıpırdamaz, Allah
emrederse kul çaresiz boyun eğer. Ben sadece onların iyiliğini isterim. Dedi.
‘KÖTÜLÜK ÇAMURLARINI İYİLİK PINARLARI İLE YIKAMAK, tasavvufun özünde kaynayan bu pınarlar tabii ki Şeyh Selâhaddin’in de özünde kaynıyordu.
Halk bir süre sonra hatalarını anlayarak birer birer özür
dilediler.
Yıllar geçti. Şeyh Selâhaddin iyice yaşlanmıştı. Soğuk bir
Konya kışında hastalandı ve vefat etti.
Mürşidlerin irşadıyla bizzat meşgul olması için Mevlâna
tarafından halife(vekil) tayin edilen, Şeyh Selahaddin on yılın sonunda 1259’un
Ocak ayında ebedi âleme göçtü.
Çelebi Hüsameddin
Selâhaddin-i Zerkûbî bu dünyadan göçünce; Mevlâna kendi
manevî terbiyesi altında yetişmiş, olgun ve velîlik nuru taşıyan bir müridi
olan Çelebi Hüsameddin’i halife(vekil) seçer. Çelebi Hüsameddin, Mevlâna’nın
sağlığında bu vazifeyi sürdürür. Mevlâna’nın ölümünden sonra da 1284 yılında
vefat edene kadar toplam yirmibeş yıl şeyhlik yapar.
Çelebi Hüsameddin, Mevlâna için yakın bir sohbet
arkadaşıdır. Bunun yanında onun asıl önemi ve değeri, Mevlâna’yı ölümsüz eseri
Mesnevî’yi yazma konusunda teşvikidir. Çelebi Hüsameddin’in teklifi ile
başlayan Mesnevî, yine onun hizmetleri sayesinde tamama erdirilmiştir.
Onun söylediklerini yazacak, manevîyatta görevli Çelebi
Hüsameddin’in görevi başlar. Bu durumu Çelebi Hüsameddin şöyle açıklar:
“Mesnevî’yi yazarken eline kalem almazdı. Medresede, Ilgın
kaplıcalarında, Konya hamamında, Meram bağlarında ve diğer yerlerde nerede
aklına gelirse söylerdi. Bazen aylarca ilgilenmezdi. Bir zaman bir iki yıl ara
verdi. Bir cilt bitince zorla kendisine okurdum. Bazen düzeltme yapardı, bazen
yapmazdı.”
Mevlâna ise büyük eseri Mesnevî’yi bir beyitinde şöyle
tarif eder:
- Bu kitap masal diyene masaldır.
- Bu kitapta halini gören ise er kişidir. Mesnevî Nil
ırmağına benzer; kıptiye kan görünür ama Musa’ya ÂB-I HAYAT (hayat suyu).
Eser bitinceye kadar Çelebi, Mevlâna’nın yanından
ayrılmamış; Mevlâna söylemiş, Çelebi Hüsameddin yazmıştır.
Mevlâna’da kendisine ilham ve teşvik kaynağı olan, bu
eserin yazılmasında fedakarca hizmet eden sadık dostunu; Mesnevî’nin her
cildinin ön sözünde derin bir samimiyetle över, onun şahsiyetindeki olgunluk ve
güzelliği dile getirir.
.
MEVLÂNA’NIN ÖLÜMÜ
Yıllar birbirini kovalar, geceli gündüzlü yazılan Mesnevî
biter.
1273 yılının kış aylarında Mevlâna, ansızın hastalanıp
yatağa düşer. Son demlerinde olduğunu anlamıştır. Hastalık haberi hızla
yayılır. Herkes şifa dilemek, duasını almak için Mevlâna’ya koşar.
Eşi Kira Hatun’un; “Hüdâvendigâr Hazretleri’nin dünyayı
hakikat ve mânâlarla doldurması için üç yüz veya dört yüz yıllık bir aziz
ömrünün olması lâzımdı.” Sözlerine Mevlâna: “Niçin? Niçin? Biz ne Firavun ne de Nemrut’uz. Bizim bu toprak âlemiyle
ne işimiz var, bize bu toprak âleminde huzur ve karar nasıl olur? Biz, birkaç
mahpusun kurtulması için bu dünya zindanında hapsolmuşuz. Yakında Hakk’ın
sevgili dostunun (Hz. Peygamber’in) yanına döneceğimiz umulur.” Cevabını
verir.
Görevini tamamlamış insanların huzuru içinde olan Mevlâna
hasta yatağında “düğün günü” dediği ölüm gününü bekliyordur.
Mevlâna Hz.’lerinin rahatsızlığı 40 gün sürer. Ateşler
içinde yanıyordur. Ama O, bu ateşin yüce sevgiliye yakında kavuşmanın ateşi
olduğunu söylüyordur.
"Yaz! İç âlemimde o yüce padişahlayım ben.
Altın gibi sapsarı
olan yüzüme bakma.
Demir gibi bir
ayağım var benim,
Gönlümün içinde
bir gökyüzüm var.
Gönlümün dışında
bir yeryüzüm.
Uç ey can kuşum
uç!"
"Ölümümüzden
sonra mezarımızı yerde aramayın. Bizim mezarımız ariflerin gönülleridir.
Ardımdan ağıt ta yakmayınız. Çünkü; Allah'a ulaşıyor, O'na kavuşuyorum” diyor, madde âleminden mânâ âlemine uçup gidiyordu.
17 Aralık 1273 Pazar günü güneş batarken Mevlâna bu âlemden
göçer, Hakk’a ve sevgili peygamberine kavuşur.
Hak ve hakikat güneşi artık bu ölümlü dünyadan gurup etmiş,
ölümsüz âlemde batmamak üzere yeniden doğmuştur. İşte bu yüzden Mevlâna’nın
ölüm gecesine, ayrılık gecesi denilmez; dostuna kavuştuğunu ve ebedi vuslata
erdiğini belirtmek için düğün gecesi anlamında “şeb-i arus” denilir.
Mevlâna hamken pişmiş, yanmış, ama onun tutuşturduğu ocak,
ondan sonra da yanmaya devam etmiştir.
Uğruna ömrünü bağışladığı, eşsiz sevgili dediği “Allah
aşkı” ile yanan Mevlâna bütün ömrünü şu cümle ile özetliyor:
“Bütün ömrümün
hülâsası şu üç sözden fazla değil; HAMDIM, PİŞTİM, YANDIM”
Eğitim ve yetişme devrinin hamlığını mürşidi Şems-i Tebrîzî ile pişirmiş, gerçeği öğrendikten sonra da Allah aşkı ile yanmıştı.
Eğitim ve yetişme devrinin hamlığını mürşidi Şems-i Tebrîzî ile pişirmiş, gerçeği öğrendikten sonra da Allah aşkı ile yanmıştı.
VASİYETİ
Oğlu Sultan Veled’e vasiyeti şöyledir:
“Oğlum, eğer senin düşmanını sevmeni, düşmanının da seni
sevmesini istersen, kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle. O düşman senin
dostun olur; çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır.
“
Sevmek insana huzur verir, sevgi kapıları Allah sevgisi ile
açılır. Allah’ı seven kulluğunu herkesi severek gösterir. Mevlâna coşkun aşkını
müzikle ve sema ederek besliyordu. “Sema âşıkların gıdasıdır. Çünkü onda
Cânân’a (Allah’a) vuslatın (kavuşmanın) hayali vardır.” diyor, sema ediyor,
cezbe halinde dünyadan ayrılıyordu.
“Allah’ın sevgisini de O’nun aziz isimleriyle elde etmek
mümkündür. Cenab-ı Hakk buyurdu ki: ‘ Ey kullar, kalbinizde safa (gönül
temizliği) hasıl olması için daima beni çok anmaktan geri durmayın.’ Safa ne
kadar olursa Allah’ın nurunun parlaklığı da kalpte o nispette fazla olur. Tıpkı
ekmekçinin fırını gibidir. Tandır ne kadar sıcak olursa o kadar ekmek alır.
Soğuk olunca ekmez almaz.”
Yine ölmesine yakın; dostu Kadı Siraceddin’e hem iyi, hem
de sıkıntılı zamanlarda okuması için şu duayı tavsiye etmiştir: “Ya Rabbi! Sana
vesile olan sağlığı, seni bol bol tesbih etmek için istiyorum. Ya Rabbi! Bana,
ne senin zikrini unutturacak, sana olan şevkimi söndürecek, seni tesbih ederken
duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık; ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü
artıracak bir sıhhat ver. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Merhametinle
bu duamı kabul et.”
CENAZE TÖRENİ
Mevlâna’nın cenaze merasimi tam bir kıyamet günüdür. Büyük,
küçük, Müslüman, gayrimüslim, ne kadar Konyalı varsa oradadır. Herkes
ağlıyordur. Her dînden insanlar, ellerinde kutsal kitapları, âyetler okuyarak
feryad ederler. Kalabalığı dağıtmak için bu insanlara: “Bu merasimle sizin ne ilginiz var? Bu sultan bizim dînimizin
sultanıdır, önderidir.” Denilince onlar; “Biz; Musa’nın, İsa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun açık
sözlerinden anladık ve kendi kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberliğin
tabiat ve hareketlerini onda gördük. Siz, Müslümanlar, Mevlâna’yı nasıl
devrinin Muhammed’i olarak tanıyorsanız; bizde onu zamanın Musa’sı ve İsa’sı
olarak biliyoruz. Siz nasıl onun muhibbi (seveni) iseniz, biz de bin şu kadar
misli daha çok onun kulu ve müridiyiz. Nitekim kendisi de buyurmuştur:
“Yetmiş iki millet
sırrını bizden dinler
Biz, perde ile yüzlerce ses çıkaran bir neyiz.”
“Mevlâna Hazretlerinin zatı, insanlar üzerinde parlayan ve
onlara inayette bulunan hakikat güneşidir. Güneşi, bütün dünya sever. Bütün dünya
onun nuruyla aydınlanır.” dediler.
Bir Rum keşişi de: “Mevlâna, ekmek gibidir. Hiç kimse
ekmeğe ihtiyaç duymazlık edemez. Hiç ekmekten kaçan bir aç gördünüz mü?” der.
Bu mahşeri kalabalıkta sabahleyin yola çıkan cenaze alayı, ancak
karanlık bastıktan sonra mezarlığa ulaşmıştır. Mevlâna’nın vasiyeti üzerine
cenaze namazını Sadreddin-i Konevi’nin kıldırmak üzere harekete geçtiği, ancak onun namazı kıldırmak için öne geçtiği
zaman, dayanamayıp bayılması nedeni ile Kadı Siraceddin’in namaza imamlık
ettiği bazı kaynaklarda belirtilmektedir.
TÜRBESİ
Mevlâna’nın Türbesi, vasiyetine uygun olarak yüksek inşa
edilmiştir.
Firuze renkli çinileri nedeniyle yeşil kubbe anlamında
Kubbe-i Hadra olarak da anılan türbe, oğlu Sultan Veled ve Alemüddin Kayser’in
gayretleri ve Selçuklu Emiri Muineddin Pervane ile eşi Gürcü Hatun’un maddi destekleriyle
yapılır. Türbenin mimarı Tebrizli Bedreddin’dir. İnşaatı 1274 yılında tamamlanmıştır.
Türbenin kapısı üzerinde Molla Cami’nin:
Bu makam aşıkların
Kabe’si oldu.
Buraya noksan
gelen tamamlandı
anlamındaki Farsça beyti yazılıdır.
Mevlâna’nın ‘Aşıklar Kabe’si olan türbesi, yapıldığı
tarihten itibaren asırlar boyunca insanların ziyaret ettiği kutsal bir yer,
dertlilerin de dua kıblesi olmuştur.
Mevlâna’nın türbesi Mevleviliğin bir tarikat şeklinde
yapılanmasından sonra semahane, mescit, derviş hücreleri ve matbah-ı şerif gibi
binaların eklenmesi ile bir külliye haline dönüştürülmüş ve Mevlâna Dergahı
olarak anılmaya başlanmıştır.
1925’te tekke ve zaviyelerin kapatılması ile Mevlâna
Dergahı’da kapatılmış, ancak Mevlâna’ya duyulan sevgi ve saygı nedeniyle
dergahın müzeye dönüştürülmesi kararı alınarak 1927’de Mevlâna Dergahı, Konya Asar-ı
Atika Müzesi adıyla ziyarete açılmış, 1954’te Modern Müzecilik anlayışıyla
yenilenmiş, adı da Mevlâna Müzesi olmuştur.
Halen Türkiye’nin en çok ziyaret edilen ilk üç müzesinden
biridir ve istatistiklere göre ziyaretçilerin dörtte biri yabancıdır.
Ayrıca müzede, yazma ve matbu eserlerden oluşan ve halen
araştırmacıların faydalandıkları zengin bir kütüphane mevcuttur.
Günümüzde
Türbesi (Huzûr-ı Pîr )
Türbe salonuna Sokullu Mehmet Paşa’nın oğlu Hasan Paşa’nın
1599 yılında yaptırdığı gümüş kapıdan girilir. Burada bulunan iki vitrin
içerisinde Mevlâna’nın meşhur eserlerinden Mesnevî’nin, Divân-ı Kebir’in en
eski nüshaları sergilenmektedir. Türbe salonunu üç küçük kubbe örter. Üçüncü
kubbeye post kubbesi de denilir ve yeşil kubbeye kuzey yönünden bitişiktir.
Türbe salonu doğuda, güneyde ve kuzeyde yüksekçe bir set
ile çevrilir. Kuzeyde iki parça halinde yer alan yüksek setlerde 6 Horasan
erinin sandukaları yer almaktadır. Horasan erlerinin hemen ayak ucunda ise
İlhanlı Hükümdarı Ebû Said Bahadır Han için yapılmış nişan taşı
sergilenmektedir.
Yine burada yer alan iki levha, Mevlâna’nın felsefesini ve
düşünce sistemini açıklaması açısından önemlidir.
1.
levha Türkçedir ve şöyledir;
"Ya olduğun gibi görün
Ya göründüğün gibi ol"
(Hz. Mevlâna)
2. levha ise Mevlâna’nın Farsça bir rubaisidir. Rubainin Türkçe çevirisi şöyledir;
"Gel, Gel, ne olursan ol, gel!
İster kâfir, ister mecûsî, ister puta tapan ol, gel!
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!"
(Hz. Mevlâna)
Türbe salonunu doğuda ve güneyde çevreleyen yüksekçe set
üzerinde ise Mevlâna ve babası Bahâeddin Veled’in soyundan gelme, 10’u
hanımlara ait olmak üzere 55 adet mezar ile Hüsameddin Çelebi, Selâhaddin
Zerkûbî ve Şeyh Kerimüddin gibi Mevlevîlikte makam sahibi olmuş 10 kişiye ait
toplam 65 mezar bulunmaktadır. Hanımlara ait mezarların üzerinde yer alan
sandukalara sikke konulmamıştır.
Yeşil kubbenin tam altında Mevlâna’nın ve oğlu Sultan Veled’in
mezarları yer almaktadır. Mezarların üzerindeki iki bombeli mermer sandukayı
1565 yılında Kanuni Sultan Süleyman yaptırmıştır.
Sandukaların üzerinde yer alan altın sırma tellerle işlenilmiş Pûşîde ise Sultan İkinci Abdülhamid tarafından 1894 yılında
yaptırılmıştır.
Bahâeddin Veledin mezarı üzerinde bulunan ve
bazı kişilerin "oğlu gelince babası
ayağa kalkmış" dedikleri ahşap sanduka ise, bir Selçuklu şaheseri
olup, 1274 yılında Mevlâna için yaptırılmıştır. Kanunî, Mevlâna ve oğlu Sultan
Veledin mezarları üzerine 1565 yılında yeni bir mermer sanduka yaptırınca,
ahşap sanduka buradan kaldırılmış ve sandukası olmayan Mevlâna’nın babasının
mezarının üzerine konulmuştur.
GÜNÜMÜZDE KONYA
ve MEVLÂNA
Her yıl 11-17 Aralık günleri Mevlâna
Haftası olarak kutlanır. Konya bu tarihler arasında çok sıcak, coşkulu,
heyecanlı kutlamalara sahne olur. Bu
kutlamalarda Semazenler yıllar önce Mevlâna ile müridlerinin yaptığı gibi sema
gösterileri yaparlar. Bu, yüzyıllar önce yaşamış Allah dostlarıyla günümüz
erenlerinin zaman kavramını yok ederek selamlaşması, kucaklaşmasıdır.
Ayrıca bu kutlamalara Dünya’nın dört bir yanından dil, dîn,
ırk ayrımı olmadan yüzlerce insan katılmaktadır.
Bu kutlamalarda önce şaşırtan sonra hayran bırakan bir olgu
vardır. Mevlâna’nın ölüm yıldönümüdür ama kutlamalar yapılır. Bu ölüm yıl
dönümünde bir başkalık, bir incelik vardır. Aslında kutlamalar doğum günlerinde
yapılır. İşte Mevlâna, Allah dostlarının ölüm günlerini kutsal görmeleri ile
ilgili olan en çarpıcı örnektir. Mevlâna ölüm gününü bir bayram, düğün gecesi,
kavuşma olarak değerlendirmiştir. Ölüm: Mevlâna için Rabb’ine kavuşma (şeb-i
arüs) olmuştur.