Mevlana Celaleddini Rumi 1 Hayatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mevlana Celaleddini Rumi 1 Hayatı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

12 Ekim 2015 Pazartesi

MEVLÂNA CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ -I- HAYATI

MEVLÂNA CELÂLEDDÎN-İ RÛMÎ
-I-
HAYATI 


DOĞUMU

Mevlâna Celâleddîn-i Rûmî, 30 Eylül 1207 (6 Rebiü’l-evvel 604)’de İslâm kültür ve medeniyet tarihinde önemli bir yere sahip olan ve geçmişte Horasan olarak adlandırılan bölgede; günümüzde de Afganistan sınırları içinde yer alan Belh şehrinde dünyaya gelmiştir.

ADI

Mevlâna, Mesnevî’nin ön sözünde adının Muhammed olduğunu belirtir. Dedesinin adı olan Celâleddin de babası tarafından verilen ikinci ismidir. ‘Rûmî, Belhî, Hüdâvendigâr, Hünkâr, Mollâ-yı Rûm, Mevlevî, Hz. Pîr ve Mevlâna, kendisine sonradan verilen lakaplardır. Hüdâvendigâr lakabını, Mevlâna’nın bilim alanındaki üstünlüğüne işaretle yine babası vermiştir.
‘Mevlâna lakabı’, Konya’da henüz ders vermekle meşgul olduğu çok genç yaşlarda kendisine verilmiş, efendimiz ve hazret mânâlarına gelen, bilginler için bir ünvan gibi kullanılan bu hitap zamanla yalnız ona has ve en meşhur adı olmuştur. Hünkâr ve Mollâ-yı Rûm da müderrisliği sebebiyle kendisine verilen isimlerdir.
‘Rûmî lakabı’, Mevlâna’nın geçmişte Diyar-ı Rûm adıyla anılan Anadolu’ya yerleşmesi ve hayatının büyük kısmını o tarihlerde Anadolu Selçuklularının başkenti Konya’da geçirmesi sebebiyle kullanılır. Mevlâna günümüzde batıda bu adla anılmaktadır.


SOYU

Mevlâna, hem anne hem de baba tarafından bilginler ve sultanlar barındırılan asil bir aileye mensuptur. Annesi Belh Emiri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’dur. Babaannesi Horasan Sultanı Celaleddin Harizmşah (Harzemşah)’ın kızı Melike-i Cihan Emetullah Sultan; büyük babası ise bilgin Ahmet Hatibî oğlu Celâleddin Hüseyin Hatibî, babası da Muhammed Bahâeddin Veled’dir.
Ayrıca, Mevlâna’nın soyunun anne tarafından Hz. Ali’ye, baba tarafından da Hz. Ebû Bekir’e ulaştığı söylenir.

Babası Sultânu’l-Ulemâ Bahâeddin Veled

Mevlâna’nın babası Muhammed Bahâeddin Veled, iki yaşındayken babası Hüseyin Hatibî’yi kaybetmiş, Horasan sarayında son derece dirayetli ve kültürlü bir hanım olan annesinin terbiyesi ile büyümüştür. Bahâeddin Veled, bir şehzade olmasına rağmen dünya saltanatına istek duymamış, kendisini ilim tahsiline vermiştir.
Bu çok zeki ve yetenekli genç, büyük babası ve Necmeddin-i Kübrâ başta olmak üzere Türkistan âlimlerinden feyz almış; engin bilgisiyle ün kazanmış ve nihayet devrin meşhur bilgin ve dîn adamlarından üç yüz kişi bir gece rüyalarında Hz. Peygamber’in Bahâeddin Veled’e “Sultânu’l-Ulemâ” (Bilginler Sultanı) ünvanını verdiğini görmüşler, o günden sonra Mevlâna’nın babası bu ünvanla anılmıştır.

BELH’TEN GÖÇ

Mevlâna’nın babası Bahâeddin Veled, Belh’te çok sayıda müridi olan, sohbet ve vaazları halk üzerinde büyük etki bırakan, çevresinde kendisini seven ve sayan kalabalık bir topluluk bulunan bir dîn adamı iken Belh’i terk etmeye karar verir.
Onu göçe sevk eden nedenler konusunda çok fazla rivayet vardır. Bunlardan biri; Bahâeddin Veled’in sohbetlerinin çevrede geniş yankılar uyandırması ve çok sayıda seveni olması nedeniyle Horasan Sultanının endişelenmesi ve dünya saltanatında gözü olmayan Bahâeddin Veled’in bu durumdan rahatsız olup Belh’ten ayrılmayı istemesidir. Diğer sebep ise; yaklaşan Moğol tehlikesini sezmiş olmasıdır. Nitekim Belh’i terk edişinden kısa bir süre sonra şehir, Cengiz’in orduları tarafından yerle bir edilmiştir.  
1212 veya 1213 yıllarında başlayan bu yolculuk Bağdat, Mekke, Şam, Malatya, Sivas, Erzincan, Akşehir ve Karaman’a kadar uzanır. Bu uzun yolculuk boyunca konakladıkları her yerde saygı ile karşılanmışlar, bazen yıllarca kalarak dersler verip, sohbet etmişlerdir. Bu arada Şehâbeddin-i Suhreverdi, Ferîdüddin-i Attâr, Muhyiddin İbnül-Arabî gibi bilgin ve mutasavvıflarla görüşmüşlerdir.
İşte 1212 yılında Orta Asya steplerinden Anadolu’ya doğru yola çıkan bu kafilenin başında Bahâeddin Veled bulunur. Arkasında da beş yaşındaki oğlu Celâleddin vardır.
Bağdat’a vardıklarında: “Bu gelenler kimlerdir? Nerden geliyor ve nereye gidiyorlar?” diyenlere Bahâeddin Veled: “Allah’tan gelenler ve Allah’a gidenlerdir. Allah’tan başka kimsede kuvvet ve kudret yoktur.” diyerek cevap verir.
Daha sonra Mekke, Medine ve Şam’a giderler. Şam’da Muhyiddin İbnü-l Arabî ile görüştükten sonra yanından çıkarlarken, Muhyiddin İbnü-l Arabî Küçük Celâleddin’e bakar bakar da: Sübhan Allah! Bir okyanus, bir denizin arkasından yürüyor.” der.

Evet! Bu okyanus Mevlâna Hazretlerinden başkası değildir.


KARAMAN’A GELİŞ

Mevlâna henüz beş-altı yaşlarında iken Belh’ten başlayan yolculuk yıllar sürer ve nihayet o zaman ki adı Lârende olan Karaman’da bir süre ara verilir. Karaman’da Subaşı Emir Musa’nın yaptırdığı medresede Mevlâna’nın babası Bahâeddin Veled derslerine devam eder. Mevlâna’nın annesi Mümine Hatun burada vefat eder ve bugün ‘Mader-i Mevlâna Türbesi’ olarak bilinen yere defnedilir.

MEVLÂNA’NIN EVLİLİĞİ

Mevlâna Karaman’da iken kendileriyle birlikte Belh’ten göç eden Semerkantlı Hoca Şerefeddin Lala’nın kızı Gevher Hatun ile evlenir. O sıralarda onsekiz yaşındadır. Bu evlilikten oğulları Sultan Veled (1226) ve Alâeddin (1227) dünyaya gelirler. Yıllar sonra Gevher Hatun’u kaybeden Mevlâna, Kerrâ (Kira) Hatun ile ikinci evliliğini yapmış ve bu evlilikten de Emir Muzaffereddin Âlim Çelebi ve Melike Hatun dünyaya gelmişlerdir.

AİLENİN KONYA’YA YERLEŞMESİ

Bahâeddin Veled’in Karaman’da bulunduğunu öğrenen Sultan I. Alâeddin Keykubad onu Konya’ya davet eder. 1228’de Bahâeddin Veled ailesi ve dostlarıyla birlikte Selçukluların başkenti olan Konya’ya gelir. Sultan ve şehir halkı onları yolda karşılarlar. Sultan sarayda kalmalarını teklif etse de; Bahâeddin Veled medresenin uygun olduğunu söyleyerek Altun Aba Medresesi’ne iner; ders ve sohbetlerine Konya’da devam eder. Sultan Alâeddin başta olmak üzere pek çok müridi vardır.
Bütün ömrünü halkı irşad ile geçiren Bahâeddin Veled, 23 Şubat 1231 günü Hakk’a yürür. Ardında “Maârif” adlı irfan hazinesi bir eser ve bir gönül sultanı olan, sevginin evrensel mühendisi olacak olan oğlu Mevlâna’yı bizlere miras bırakır.


EĞİTİMİ

Mevlâna’nın ilk mürşidi babası Bahâeddin Veled’dir. Bu büyük insanın terbiyesi altında yetişen Mevlâna henüz küçük bir çocukken olgunlaşmış, muhakeme sahibi olmuştur.
Belh’te iken Mevlâna’nın lala veya atabek denilen hocalarından birisi de babasının müridlerinden Seyyid Burhaneddin Muhakkik-i Tırmizî’dir. Bahâeddin Veled göç ettiği zaman Seyyid Burhaneddin de Tırmiz’e gitmişti. Bahâeddin Veled’in ölüm haberini alınca, Seyyid Burhaneddin, şeyhinin emaneti olan Mevlâna’yı yalnız bırakmamak amacıyla Konya’ya gelir ve onun manevî terbiyesini üstlenir.
Babasının ölümünden iki yıl sonra Mevlâna, Seyyid Burhaneddin ile birlikte Halep’e gider. Orada Kemâleddin Bin Adîm’den ders alır. Daha sonra Şam’a giden Mevlâna burada dört veya yedi yıl kalmış; Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Sadeddin El-Hamevî, Şeyh Osmane’r Rûmî, Evhadüddin-i Kirmanî ve Sadreddin-i Konevî ile sohbetlerde bulunmuştur.
Şam’dan Konya’ya dönünce Seyyid Burhaneddin’in yanında hücreden hiç çıkmadan kırkar günlük üç dönem geçirmiş; bu süreyi yalnızca ibadet ve tefekkürle geçirmiştir.
Seyyid Burhaneddin daha sonra Kayseri’ye gitmiş ve 1242’de ebedi âleme göçmüştür. Türbesi halen Kayseri’dedir.

MEVLÂNA VE ŞEMS-İ TEBRÎZÎ

Mevlâna uzun yıllar süren eğitimi neticesinde tefsir, hadîs, fıkıh, lügât, Arapça gibi ilimleri tahsil etmiş, asrının önde gelen bilginlerinden olmuştu.
Mevlâna; babası Sultânu’l-Ulemâ’nın ve Seyyid Burhaneddin’in feyzleri ile yetişmişti, fakat manevî yolculuğu henüz son durağa erişememişti. Sayısı yüzleri bulan müridleri ve öğrencileri vardı. Bütün zamanını öğrencilerini eğitmek ve müridlerini irşad ile geçiriyordu.

İşte bu haldeyken, Mevlâna’yı yakacak olan kıvılcım ortaya çıkacaktır: “Şems-i Tebrizi”

Şems-i Tebrîzî Kimdir?

Şems-i Tebrîzî, Konya’ya gelen büyük velîlerdendir. Doğum tarihi bilinmemektedir. Tebriz’de ilim öğrendi ve tasavvuf edebi ile yetişti. Daha küçük yaşlardayken Allah’a dünya hayatını yaşarken ulaşmayı dilemesi ileride onun manevî âlemde yüksek derecelerin sahibi olmasına sebep olmuştur. “Makalât” adlı eserinde dünya hayatını yaşarken Allah’a ulaşmasını sağlayan mürşidinden şöyle bahseder:

- Benim Tebriz’de Ebûbekir adlı bir mürşidim vardı. Sepet örer, onunla geçinirdi. Ondan çok şey öğrendim.

Şems-i Tebrîzî, atmışlı yaşlarında bile sırtında taş taşır, işçilik yapardı.

Şeyh Ebû Bekr-i Tebrîzî-i Sellebâf’ın müridi olan Şems-i Tebrîzî; diyar diyar geziyor, bu yüzden kendisine uçan Şems anlamına gelen ‘Şems-i Parende’ deniyordu.

Şems-i Tebrîzî’nin Konya’ya Gelişi

İşte O yüce yaratanın sevgisi ile alev alev yanan ve bu aşkı paylaşacak bir gönül arayan Şems-i Parende,  Mevlâna’nın dört medresede birden ders verdiği, müderrislik yaptığı dönemde, 29 Kasım 1244 tarihinde Konya’ya gelir. Rivayete göre Mevlâna-Şems karşılaşması ilk kez Şam’da olmuştur. Ancak bu iki velînin dostluğunun başlangıcı olan asıl karşılaşma yeri Konya’dır.
Şems-i Tebrîzî’nin Konya’ya gelişi ile ilgili olarak kendi eseri Makalât’ta şu satırları yer almaktadır:
“Allah’a yalvardım. Yarabbi beni kendi velilerinle tanıştır, onlarla yoldaş et dedim. Rüyamda, ‘Seni bir veliyle yoldaş edelim,’ dediler. ‘O veli nerededir?’diye sordum. Ertesi gece bu velinin Rum diyarında (Anadolu’da) olduğunu söylediler. Bir müddet sonra tekrar gördüğüm rüyada ‘Henüz vakti gelmemiştir, her işin bir zamanı var,’dediler.”


             
Şam’da İlk Mevlâna - Şems-i Tebrîzî Buluşması

Şems, Konya’ya geldiğinde Şekerciler Han’ında bir odaya yerleşir. Mevlâna’yı sorar; onun o sırada Meram bağlarında sayfiyede olduğunu, ikindiye doğru şehre geleceğini söylerler. Şems yol üzerinde bekler, sabırsızlıkla Mevlâna’nın yolunu gözetir. Derken belirli bir vakit gelir, Mevlâna bir katıra binmiş, aheste aheste sürüyor ve kendisine doğru yaklaşıyordur.

Şems Mevlâna’nın katırının dizginini tutar ve önce şu soruyu sorar:
   - Sen, Belh’li Sultân-ul Ulemâ oğlu Mevlâna Muhammed Celâleddin’sin değil mi?
Mevlâna:
  -Evet! Der.
Şems:
  - Ey dünya ve mânâ bilgilerinin sarrafı, söyle! Muhammed Hazretleri mi yoksa Bayezid Bestamî (sufi, 9.yüzyıl) mi daha büyüktür?” der.

Mevlâna, sorunun inceliğini ve kapsadığı geniş mânâyı hemen kavramıştır ve:
              - Elbette Hz. Muhammed (S.A.V) büyüktür. O bütün peygamber ve velîlerin piridir.
           
            Şems bu sefer şöyle sorar:

-  İyi ama Hz. Muhammed (S.A.V): “Yarabbi! Seni tebcil ederim (överim), biz Seni lâyık olduğun vechile bilemedik.” der. Halbuki Bayezid Bestamî: “Ben kendimi tebcil ederim (överim). Benim şanım çok yücedir. Zira bedenimin her zerresinde Allah’tan başka varlık yok.” diyor buna ne dersin?
Mevlâna hemen cevap verir:
- Çünkü Hz. Muhammed (S.A.V), günde sayısız makamlar aşıyordu. Her makam ve mertebeye vardığında, bir önceki makamdan istiğfar ediyordu, evvelki bilgi ve halinden af diliyordu. Böylece hiçbir makamda ve hükümde kalmayarak sonsuz ilim sahibi olan Rabbini ebediyyen tenzih ediyordu. Hz. Muhammed (S.A.V), Cenab-ı Hakk’a her gün daha çok yaklaşıyordu. Allah’ın kudret ve yüceliğini günden güne artarak seyrettiği için; ‘ Biz seni layıkıyla bilemedik’ buyurdu” der.

Ve şöyle devam eder:
“Bayezid Bestamî, ise bu sözleri Hakk’ın ilk tecellisiyle kendini nura gark edilmiş gördü. Bu makamın en yüce olduğunu sanarak böyle konuştu.

Şems, bu cevapla heyecanlanır ve sanki önceden tanışan iki dost gibi kucaklaşırlar.

Mevlâna’nın Şems-i Tebrîzî’ye Teslimiyet İmtihanı

Mevlâna Şems’i iyice tanıyınca ona hayran olur ve der ki; “ Ne olur! Beni de kendine benzet. Beni de sen gibi yak!” Şems şöyle cevaplar: “Sen zaten sevgi için seçilmişsin. Senin gönlünde bir aşk güneşi gizli. Şimdi bazı bulutlar ona perde oluyor. Eğer güneşin çıkmasını diliyorsan, bütün bildiklerini unut ve bana teslim ol. Tıpkı toprağın çiftçiye teslim olması gibi teslim ol. Zira aşk deryasında teslimiyet yelkeni açmadan yol alınmaz.” Mevlâna bu teklife tüm kalbi ile : “Evet!” der.

Mevlâna ve Şems dostluğu bu sözlerle başlar.

Ve Şems hemen ilk imtihanına başlar. Şems Hz.leri Mevlâna’ya “Öyleyse çarşıya git ve bir şişe şarap al da içelim.” der. Mevlâna o güne kadar hiç şarap içmemiştir ve haram olduğunu bilir. Ama ‘Şems söylediğine göre mutlaka bir hayır vardır’  diye düşünür ve derhal çarşıya koşar. Bir şişe şarap alır. Hızla dönerken şişe elinden düşer ve kırılır. Kalabalık etrafına üşüşür. Bir de bakarlar ki dökülen şaraptan mis gibi gül kokuları yayılmaktadır. Bu teslimiyet imtihanını kazanmış olarak Şems’e koşar. Mevlâna artık bütün vaktini Şems’e verir.

Mevlâna’nın Emaniyye Bilgileri Terkedişi

Şems-i Tebrîzî, ‘bilgilerin bilgisi olan ilâhi bilginin binlerce yıl tahsil edilse dahi öğrenilemeyeceğini’ söyler.
Şems-i Tebrîzî, Mevlâna ile yaptığı sohbetlerde ona, sadece emaniyye bilgilerle dolu olduğunu farkettirir. Mevlâna’nın bu faydasız bilgilerden kurtulmasının, emaniyye kitaplardan arınması ile mümkün olduğunu anlatır.
Bir gün Şems-i Tebrîzî, medresedeki havuzun başında oturarak bu kitapları birer birer suya atmaya başlar. Mevlâna yıllarca gözü gibi baktığı kitaplarının suya atıldığını görünce çok üzülür.
İçinden:
-         Hiç olmazsa Şeyh Attâr’ın yazmış olduğu kitabı atmasaydı... diye geçirir.

Bunun üzerine Şems-i Tebrîzî kolunu suya sokarak söz konusu kitabı sudan çıkarır ve tozunu silkeleyerek Mevlâna’ya geri verir. Bu kerameti gören Mevlâna tüm emaniyye bilgilerden vazgeçer. Mürşidi Şems-i Tebrîzî’ye olan hürmeti, saygısı gün geçtikçe, gerçek ilmi öğrendikçe kat kat artar.

Şems-i Tebrîzî’nin Konya’dan Gidişi

Konya halkı tarafından çok sevilen Mevlâna’nın, Şems-i Tebrîzî’den öğreneceği çok şey vardır. Vakit kaybetmek istemiyordur. Mürşidi Şems-i Tebrîzî’ye olan hürmeti, saygısı gün geçtikçe, gerçek ilmi öğrendikçe kat kat artar. Artık Mevlâna’yı kimse göremiyordur. O ise Kur’ân ilmini Allah’ın gerçek görevlisinden öğrenmenin mutluluğu içinde ilim deryasında yüzüyordur.
Mevlâna’nın Kimya adında yanında büyümüş, terbiye almış bir evlatlığı vardır. Şems-i Tebrîzî Hazretleri bu kızla evlenir. Ancak kısa bir süre sonra Kimya Hatun vefat eder.
İki dost, tasavvufi sohbetlere gömülürler. Mevlâna; okutmak, öğretmek, sohbet etmekten elini eteğini çeker.  Ancak öğrencileri ve halk, Mevlâna’nın kendileriyle ilgisini kesmesine tahammül edemez, kıskançlıkla Şems aleyhinde dedikodulara başlarlar. Bu dostluktaki sırrı idrak edemeyenlerin düşmanca davranışları sonucunda Şems-i Tebrîzî 1246 yılının Mart ayında Konya’dan ayrılır ve Şam’a gider.

Arkasında bir sevgili bırakarak yollara düşer.
Mevlâna bundan çok etkilenir. Çırpınır durur, aramaktan yorgun düşer ve ona seslenir:

“Ey dostların canına can katan,
Gül bahçesinde böyle bensiz gitme, istemem
Sen benimle beraberken,
Hem bu dünya güzel bana, hem o dünya güzel.
İstemem, bensiz kalma bu dünya da sen,
O bensiz gitme, istemem.
Onlar sadece aşk diyorlar sana
Oysa aşk sultanımsın sen benim.
Ey, hiç kimsenin düşüne sığmayan dost
Bensiz gitme, istemem.

Mevla’nın yüzü sararmış, içindeki ateş artmış,
Allah aşkı için gel de hem ayrılıktan,
Hem gel demeden her ikisinden kurtar beni…”

.

Mevlâna onun gitmesine sebep olanlara çok kırgındır. Bu yüce dostun ayrılığından sonra Mevlâna derin bir ıstıraba gömülür ve çevresiyle ilgisini kesip, bir köşeye çekilir. Mevlâna’nın üzüntüsü halkı etkiler; gelip, özür dilerler.
Bu sırada Mevlâna’ya Şems’den bir mektup gelir. Mevlâna sevinçle yeniden sema etmeye, şiirler yazmaya, dostlarına iltifata başlar.

Şems-i Tebrîzî’nin Konya’ya Dönüşü

Onları çekemeyenler pişman olurlar ve Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled’in Şam’a gidip, Şems’i aramasını isterler. Sultan Veled beraberinde Mevlâna’nın bir mektubu ile Şam’a gider, Şems’i bulur ve yeniden Konya’ya davet eder. Şems, 1247 Mayıs’ında Sultan Veled’le birlikte Konya’ya döner.
İşte sevgilisini bulmaları için dört bir yana haber salan Mevlâna’nın ilkbaharı çıkagelmiştir. Mevlâna’dan şu dizeler dökülür:

“ Yollara sular dökün,
Bahçelere müjdeler verin,
Bahar kokuları geliyor,
O geliyor o…”

“Güneşim, ayım geldi
Gözüm, kulağım geldi
Gümüş bedenlim geldi
Altın madenim geldi
Başımın sarhoşluğu geldi
Gözümün nuru geldi”

Bu kez Şems’in Konya’ya gelişine herkes sevinir. Şems’in şerefine ziyafetler verilir, sema meclisleri düzenlenir, sohbet ve muhabbet dolu günler başlar.
Fakat bu huzur ve sevgi dolu günler uzun sürmez. Ham kişiler yeniden kin ve kıskançlığa kapılır, Şems’e düşman olurlar.

Şems-i Tebrîzî’nin Ölümü

Önceleri Şems’e karşı gelenler aslında yatışmış değildir. Onu Mevlâna’dan ayırmak için çareler düşünüp, araştırmaktadırlar. Bir gece yarısı Allah sohbetinin koyu bir anında kapı çalınır. Gelen kişi Şems-i Tebrîzî’nin elini öpüp, yola devam etmesi gerektiğini söyler. Aslında bu, ona kurulan bir tuzaktır. Nihayet 5 Aralık 1247 gecesi Şems aniden ortadan kaybolur. Gecenin zifiri karanlığında yola devam etmek için çıkan Şems, pusudaki 7 kişi tarafından öldürülür.
Gece yarısının uykulu sessizliğinde bir Allah sesi duyulur. Kuş kafesten uçmuş, uçan Şems bir daha gelmemecesine gitmiştir artık… Bu iki seçkin velînin dostluğunu idrak edemeyenler Şems’i yok etmişlerdir….

(Şems’in esrarlı ölümüne Mevlâna’nın vefatından sonra kaleme alınan kaynaklar, bir nebze ışık tutmaktadır. Şems-i Tebrîzî’nin Konya’da bulunan türbesi de Mevlâna’nın ölümünden sonra mezarının üzerine inşa edilmiştir…)

Şems’in öldüğü gerçeği, Mevlâna’ya söylenilmez, Şems’in gittiği haberi yayılır.
Mevlâna, Şems Hazretlerinin kaybolması ile gittiğini düşündüğü tüm ülkelerde yine onu aratmaya
başlar. “Şems Hazretlerini falan yerde gördüm.” diyene üzerinde o anda ne varsa veriyordur.
“Bu haber yalandı...”dedikleri zaman hiç üzülmüyor; “Ben yalan habere sarığımı, feracemi verdim, haber doğru olsaydı canımı verirdim.”diyordu.

 Mevlâna onun ardından kanlı gözyaşları akıtır. Kalbi üzüntüden kan bağlar. Aç susuz, uykusuz geçen geceler boyunca hep sevgilisini sayıklar.

“Ağlaya inliye sen gittin ama
Göklerde arkandan durmadı ağladı
Parça parça etti yüzünü ay
Gönlüm arkandan kan bağladı”

Şems, bu dünyadan göçmüş Mevlâna’nın güneşi batmıştır artık. Ancak o kaybolan nur bu defa Mevlâna’nın gönlünden olanca güzelliği ile doğar. Ve şimdi bir aşk güneşi onun gözleri içinden bütün dünyaya gülümser.


Mevlâna, Şems’i çok arar, araştırır. Mevlâna, Şems’i aramak için tam dört kere Şam’a gider. Ancak bulamaz; onu gönlünde yaşatarak aramaktan vazgeçer.
Onun ayrılığıyla gönüller yakacak şiirler söyler. Bu aşkla yanan Mevlâna bazı geceler sabahlara kadar gazeller yazar. Mevlâna, Şems’i kaybettikten sonra bu ayrılığın üzüntüsüyle gönülleri yakan hasret dolu şiirler söyler. Mevlâna’nın eserlerinden biri olan Divân-ı Kebir’deki Şems mahlaslı şiirlerin büyük kısmı bu dönemim ürünüdür.


“O güzel sevgilim, nereye gitti? O boylu poslu servim, nereye gitti?
Parlak mum gibi aramızda nur verirdi, nereye gitti?
Gönlüm yaprak gibi titriyor, gece gündüz soruyor?
Sevgilim, gece yarısı yapayalnız nereye gitti?
Gönlüm! Git yola, yoldan geçenlere sor:
 -O cana can katan yoldaşım, nere ye gitti.
Git bağa, bahçıvanlardan sor:
 -O güzel gül fidanım, nereye gitti?
Çık dama, bekçilerden sor:
 -O eşsiz Sultan, nereye gitti?
Ben divane gibi sahrayı dolaşıyorum. O ahu bu sahrada nereye, acaba nereye gitti?
İki gözüm ağlamadan Ceyhun'a döndü, ağlıyorum, hep O'nu arıyor, soruyorum:
Bu denizde o parlak inci nereye gitti?
Bütün gece göklere bakıyorum. Ay'a, Çoban Yıldızı'na soruyorum:
O Ay yüzlü güzel, bu yüksek âlem içinde nereye gitti?

DİĞER DOSTLARI

Selehaddîn-i Zerkubi

Şems’ten sonra Mevlâna’nın hayatında yeni bir dönem başlar; günleri sema etmek, şiir söylemek ve gönüller terbiyesiyle geçer. Şems’e duyduğu sevgiyi bir başka dost, Şeyh Selahaddîn-i Zerkubi’ye yöneltir. Şeyh Selahaddîn; medrese eğitimi görmemiş ama Seyyid Burhaneddîn’den feyz almış, Şems’in sohbetlerinde bulunmuş, engin gönüllü, veli tabiatında, olgun bir insandır.
Mesleği kuyumculuktur. Altını incecik yapraklar haline getiren usta bir sanatkardır. Bu yüzden lakabı Zerkub’dur.
Bir gün Selahaddin, kuyumcular çarşısındaki dükkanında çırakları ile varak (yaprak) yapmak için altın döverken; Mevlâna oradan geçmektedir. Örs üzerinde dövülen altının tempolu çekiç darbelerinden çıkan seslerin ahengi, Mevlâna’da derin bir etki yaratır. Bir süre sesleri dinler. Her çift vuruş onu Al-lah, Al-lah zikrini fizik vücuduna yansıtmaya götürür ve cezbeye kapılarak sema etmeye başlar.
Güneş’in etrafında dönen gezegen misali sağ elini feracesinin yakasına götürür, gözlerini kapar, başı sağ omuzunun üzerine düşer. Çekiç sesleri çın çın ötüyordur. Allah, Allah, Allah...diyerek ilk çarkı sağ ayağı ile atar. Sonra da dönmeye başlar. İçindeki üzüntü neşeye çevriliyor, huzur buluyordur.
Herkes hayran hayran Mevlâna’yı seyreder... Dükkân sahibi Selâhaddin, Mevlâna’nın kendi çekiç sesleri ile sema ettiğini görünce heyecanlanmış çıraklarına ;
- Elinizi çekiç vurmaktan alıkoymayınız. Altın yapraklar ziyan olacak diye hiç korkmayın. Vurun, daha hızlı vurun! der.
Bir süre sonra çekiç sallayan işçilerin kolları yorulup, tempoları düşer. Mevlâna yavaş yavaş kendine gelir, karşısında kuyumcu Selâhaddin’i görür, sonra da onu çok önceden tanıyormuş gibi kucaklar.
O gün sema, öğle vaktinden ikindiye kadar devam eder. Sema bitip de dükkana girdiklerinde bir tek parçanın bile telef olmadığını, dükkanın altın yapraklarla dolduğunu görürler.

Kuyumcu Selâhaddin, onları seyreden halka işte şöyle seslenir:
- Bütün altınlarım sizin olsun, bana artık altın lâzım değil, ben gerçek altın madenimi buldum!

Halk dükkâna koşarken o da Mevlâna ile onun medresesine gider. Artık Mevlâna’nın has müridi olmuştur. Erenler sohbetinde pişmiş, tasavvuf denizinde kendisini yetiştirmiş, insan-ı kâmil olma yolunda çaba sarfetmeye başlamıştır.

Mevlâna’dan yaşça çok büyük olan Selâhaddin, Mevlâna bulunmadığı zamanlarda onun yerine hikmet dolu sohbetler yapar. İşte bunlardan biri:

 “Biliniz ki Allah’ın velîleri merhamet madenidirler, susuzlar onlara koşar, onların sözleri ile şifa bulur, rahmet kazanır ve onların nuru ile dirilirler. O nur azalamaz, artar. Kimde bu sıfatlar yoksa o Allah’ın velîsi değildir. Gerçek âşık Allah’ın velîsini bulur ve ona bağlanır. ONLARIN NAZARLARI GÜNEŞ GİBİDİR. MÜRİDİN VÜCUDU İSE TAŞ... YETENEĞİ OLAN TAŞ, KÂMİL BİR GÜNEŞ’İN NAZARINDA YAKUT DA OLUR, ZÜMRÜT DE…”

Selâhaddin Mevlâna’dan aldığı feyzi halka saçıyor, aldığını işte böyle veriyordu.

Önceleri Şems Hazretlerine karşı olanlar şimdi de Şeyh Selâhaddin için dedikodular çıkarmaya başlarlar: ‘Birinden kurtulduk diğerine çattık... Öteki neyse, ya şimdiki... Koca Mevlâna okuma yazması bile olmayan bir dervişe bağlanıp kaldı. Bu adamın bizden üstün nesi var anlayamıyoruz. Bir de şeyh oldu.’
Bu sözler Şeyh Selâhaddin’i üzüyordu. Çünkü en yakın dostları dahi kıskançlıktan onun düşmanı olmuşlardı. Ve Şeyh Selâhaddin’i de öldürmeyi plânlıyorlardı. Bu haberi alınca Şeyh Selâhaddin:
- Hakk’ın emri olmadan bir çöp bile kıpırdamaz, Allah emrederse kul çaresiz boyun eğer. Ben sadece onların iyiliğini isterim. Dedi.

‘KÖTÜLÜK ÇAMURLARINI İYİLİK PINARLARI İLE YIKAMAK, tasavvufun özünde kaynayan bu pınarlar tabii ki Şeyh Selâhaddin’in de özünde kaynıyordu.

Halk bir süre sonra hatalarını anlayarak birer birer özür dilediler.
Yıllar geçti. Şeyh Selâhaddin iyice yaşlanmıştı. Soğuk bir Konya kışında hastalandı ve vefat etti.

Mürşidlerin irşadıyla bizzat meşgul olması için Mevlâna tarafından halife(vekil) tayin edilen, Şeyh Selahaddin on yılın sonunda 1259’un Ocak ayında ebedi âleme göçtü.


Çelebi Hüsameddin

Selâhaddin-i Zerkûbî bu dünyadan göçünce; Mevlâna kendi manevî terbiyesi altında yetişmiş, olgun ve velîlik nuru taşıyan bir müridi olan Çelebi Hüsameddin’i halife(vekil) seçer. Çelebi Hüsameddin, Mevlâna’nın sağlığında bu vazifeyi sürdürür. Mevlâna’nın ölümünden sonra da 1284 yılında vefat edene kadar toplam yirmibeş yıl şeyhlik yapar.
Çelebi Hüsameddin, Mevlâna için yakın bir sohbet arkadaşıdır. Bunun yanında onun asıl önemi ve değeri, Mevlâna’yı ölümsüz eseri Mesnevî’yi yazma konusunda teşvikidir. Çelebi Hüsameddin’in teklifi ile başlayan Mesnevî, yine onun hizmetleri sayesinde tamama erdirilmiştir.
Onun söylediklerini yazacak, manevîyatta görevli Çelebi Hüsameddin’in görevi başlar. Bu durumu Çelebi Hüsameddin şöyle açıklar:
“Mesnevî’yi yazarken eline kalem almazdı. Medresede, Ilgın kaplıcalarında, Konya hamamında, Meram bağlarında ve diğer yerlerde nerede aklına gelirse söylerdi. Bazen aylarca ilgilenmezdi. Bir zaman bir iki yıl ara verdi. Bir cilt bitince zorla kendisine okurdum. Bazen düzeltme yapardı, bazen yapmazdı.”

Mevlâna ise büyük eseri Mesnevî’yi bir beyitinde şöyle tarif eder:
            - Bu kitap masal diyene masaldır.
- Bu kitapta halini gören ise er kişidir. Mesnevî Nil ırmağına benzer; kıptiye kan görünür ama Musa’ya ÂB-I HAYAT (hayat suyu).

Eser bitinceye kadar Çelebi, Mevlâna’nın yanından ayrılmamış; Mevlâna söylemiş, Çelebi Hüsameddin yazmıştır.
Mevlâna’da kendisine ilham ve teşvik kaynağı olan, bu eserin yazılmasında fedakarca hizmet eden sadık dostunu; Mesnevî’nin her cildinin ön sözünde derin bir samimiyetle över, onun şahsiyetindeki olgunluk ve güzelliği dile getirir.

.
MEVLÂNA’NIN ÖLÜMÜ

Yıllar birbirini kovalar, geceli gündüzlü yazılan Mesnevî biter.
1273 yılının kış aylarında Mevlâna, ansızın hastalanıp yatağa düşer. Son demlerinde olduğunu anlamıştır. Hastalık haberi hızla yayılır. Herkes şifa dilemek, duasını almak için Mevlâna’ya koşar.
Eşi Kira Hatun’un; “Hüdâvendigâr Hazretleri’nin dünyayı hakikat ve mânâlarla doldurması için üç yüz veya dört yüz yıllık bir aziz ömrünün olması lâzımdı.” Sözlerine Mevlâna: “Niçin? Niçin? Biz ne Firavun ne de Nemrut’uz. Bizim bu toprak âlemiyle ne işimiz var, bize bu toprak âleminde huzur ve karar nasıl olur? Biz, birkaç mahpusun kurtulması için bu dünya zindanında hapsolmuşuz. Yakında Hakk’ın sevgili dostunun (Hz. Peygamber’in) yanına döneceğimiz umulur.” Cevabını verir.
Görevini tamamlamış insanların huzuru içinde olan Mevlâna hasta yatağında “düğün günü” dediği ölüm gününü bekliyordur.
Mevlâna Hz.’lerinin rahatsızlığı 40 gün sürer. Ateşler içinde yanıyordur. Ama O, bu ateşin yüce sevgiliye yakında kavuşmanın ateşi olduğunu söylüyordur.

          "Yaz! İç âlemimde o yüce padişahlayım ben.
Altın gibi sapsarı olan yüzüme bakma.
Demir gibi bir ayağım var benim,
Gönlümün içinde bir gökyüzüm var.
Gönlümün dışında bir yeryüzüm.
Uç ey can kuşum uç!"

"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayın. Bizim mezarımız ariflerin gönülleridir. Ardımdan ağıt ta yakmayınız. Çünkü; Allah'a ulaşıyor, O'na kavuşuyorum” diyor, madde âleminden mânâ âlemine uçup gidiyordu.

17 Aralık 1273 Pazar günü güneş batarken Mevlâna bu âlemden göçer, Hakk’a ve sevgili peygamberine kavuşur.
Hak ve hakikat güneşi artık bu ölümlü dünyadan gurup etmiş, ölümsüz âlemde batmamak üzere yeniden doğmuştur. İşte bu yüzden Mevlâna’nın ölüm gecesine, ayrılık gecesi denilmez; dostuna kavuştuğunu ve ebedi vuslata erdiğini belirtmek için düğün gecesi anlamında “şeb-i arus” denilir.
Mevlâna hamken pişmiş, yanmış, ama onun tutuşturduğu ocak, ondan sonra da yanmaya devam etmiştir.
Uğruna ömrünü bağışladığı, eşsiz sevgili dediği “Allah aşkı” ile yanan Mevlâna bütün ömrünü şu cümle ile özetliyor:
“Bütün ömrümün hülâsası şu üç sözden fazla değil; HAMDIM, PİŞTİM, YANDIM”
Eğitim ve yetişme devrinin hamlığını mürşidi Şems-i Tebrîzî ile pişirmiş, gerçeği öğrendikten sonra da Allah aşkı ile yanmıştı.

VASİYETİ

Oğlu Sultan Veled’e vasiyeti şöyledir:
“Oğlum, eğer senin düşmanını sevmeni, düşmanının da seni sevmesini istersen, kırk gün onun hayrını ve iyiliğini söyle. O düşman senin dostun olur; çünkü gönülden dile yol olduğu gibi, dilden de gönüle yol vardır. “
Sevmek insana huzur verir, sevgi kapıları Allah sevgisi ile açılır. Allah’ı seven kulluğunu herkesi severek gösterir. Mevlâna coşkun aşkını müzikle ve sema ederek besliyordu. “Sema âşıkların gıdasıdır. Çünkü onda Cânân’a (Allah’a) vuslatın (kavuşmanın) hayali vardır.” diyor, sema ediyor, cezbe halinde dünyadan ayrılıyordu.

“Allah’ın sevgisini de O’nun aziz isimleriyle elde etmek mümkündür. Cenab-ı Hakk buyurdu ki: ‘ Ey kullar, kalbinizde safa (gönül temizliği) hasıl olması için daima beni çok anmaktan geri durmayın.’ Safa ne kadar olursa Allah’ın nurunun parlaklığı da kalpte o nispette fazla olur. Tıpkı ekmekçinin fırını gibidir. Tandır ne kadar sıcak olursa o kadar ekmek alır. Soğuk olunca ekmez almaz.”

Yine ölmesine yakın; dostu Kadı Siraceddin’e hem iyi, hem de sıkıntılı zamanlarda okuması için şu duayı tavsiye etmiştir: “Ya Rabbi! Sana vesile olan sağlığı, seni bol bol tesbih etmek için istiyorum. Ya Rabbi! Bana, ne senin zikrini unutturacak, sana olan şevkimi söndürecek, seni tesbih ederken duyduğum lezzeti kesecek bir hastalık; ne de beni azdıracak, şer ve kötülüğümü artıracak bir sıhhat ver. Ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Merhametinle bu duamı kabul et.”

CENAZE TÖRENİ

Mevlâna’nın cenaze merasimi tam bir kıyamet günüdür. Büyük, küçük, Müslüman, gayrimüslim, ne kadar Konyalı varsa oradadır. Herkes ağlıyordur. Her dînden insanlar, ellerinde kutsal kitapları, âyetler okuyarak feryad ederler. Kalabalığı dağıtmak için bu insanlara: “Bu merasimle sizin ne ilginiz var? Bu sultan bizim dînimizin sultanıdır, önderidir.” Denilince onlar; “Biz; Musa’nın, İsa’nın ve bütün peygamberlerin hakikatini onun açık sözlerinden anladık ve kendi kitaplarımızda okuduğumuz olgun peygamberliğin tabiat ve hareketlerini onda gördük. Siz, Müslümanlar, Mevlâna’yı nasıl devrinin Muhammed’i olarak tanıyorsanız; bizde onu zamanın Musa’sı ve İsa’sı olarak biliyoruz. Siz nasıl onun muhibbi (seveni) iseniz, biz de bin şu kadar misli daha çok onun kulu ve müridiyiz. Nitekim kendisi de buyurmuştur:

“Yetmiş iki millet sırrını bizden dinler
Biz,  perde ile yüzlerce ses çıkaran bir neyiz.”

“Mevlâna Hazretlerinin zatı, insanlar üzerinde parlayan ve onlara inayette bulunan hakikat güneşidir. Güneşi, bütün dünya sever. Bütün dünya onun nuruyla aydınlanır.” dediler.

Bir Rum keşişi de: “Mevlâna, ekmek gibidir. Hiç kimse ekmeğe ihtiyaç duymazlık edemez. Hiç ekmekten kaçan bir aç gördünüz mü?” der.

Bu mahşeri kalabalıkta sabahleyin yola çıkan cenaze alayı, ancak karanlık bastıktan sonra mezarlığa ulaşmıştır. Mevlâna’nın vasiyeti üzerine cenaze namazını Sadreddin-i Konevi’nin kıldırmak üzere harekete geçtiği, ancak onun namazı kıldırmak için öne geçtiği zaman, dayanamayıp bayılması nedeni ile Kadı Siraceddin’in namaza imamlık ettiği bazı kaynaklarda belirtilmektedir.



TÜRBESİ

Mevlâna’nın Türbesi, vasiyetine uygun olarak yüksek inşa edilmiştir.
Firuze renkli çinileri nedeniyle yeşil kubbe anlamında Kubbe-i Hadra olarak da anılan türbe, oğlu Sultan Veled ve Alemüddin Kayser’in gayretleri ve Selçuklu Emiri Muineddin Pervane ile eşi Gürcü Hatun’un maddi destekleriyle yapılır. Türbenin mimarı Tebrizli Bedreddin’dir. İnşaatı 1274 yılında tamamlanmıştır.

Türbenin kapısı üzerinde Molla Cami’nin:

Bu makam aşıkların Kabe’si oldu.
Buraya noksan gelen tamamlandı

anlamındaki Farsça beyti yazılıdır.

Mevlâna’nın ‘Aşıklar Kabe’si olan türbesi, yapıldığı tarihten itibaren asırlar boyunca insanların ziyaret ettiği kutsal bir yer, dertlilerin de dua kıblesi olmuştur.


Mevlâna’nın türbesi Mevleviliğin bir tarikat şeklinde yapılanmasından sonra semahane, mescit, derviş hücreleri ve matbah-ı şerif gibi binaların eklenmesi ile bir külliye haline dönüştürülmüş ve Mevlâna Dergahı olarak anılmaya başlanmıştır.
1925’te tekke ve zaviyelerin kapatılması ile Mevlâna Dergahı’da kapatılmış, ancak Mevlâna’ya duyulan sevgi ve saygı nedeniyle dergahın müzeye dönüştürülmesi kararı alınarak 1927’de Mevlâna Dergahı, Konya Asar-ı Atika Müzesi adıyla ziyarete açılmış, 1954’te Modern Müzecilik anlayışıyla yenilenmiş, adı da Mevlâna Müzesi olmuştur.
Halen Türkiye’nin en çok ziyaret edilen ilk üç müzesinden biridir ve istatistiklere göre ziyaretçilerin dörtte biri yabancıdır.
Ayrıca müzede, yazma ve matbu eserlerden oluşan ve halen araştırmacıların faydalandıkları zengin bir kütüphane mevcuttur.

Günümüzde Türbesi (Huzûr-ı Pîr )

Türbe salonuna Sokullu Mehmet Paşa’nın oğlu Hasan Paşa’nın 1599 yılında yaptırdığı gümüş kapıdan girilir. Burada bulunan iki vitrin içerisinde Mevlâna’nın meşhur eserlerinden Mesnevî’nin, Divân-ı Kebir’in en eski nüshaları sergilenmektedir. Türbe salonunu üç küçük kubbe örter. Üçüncü kubbeye post kubbesi de denilir ve yeşil kubbeye kuzey yönünden bitişiktir.
Türbe salonu doğuda, güneyde ve kuzeyde yüksekçe bir set ile çevrilir. Kuzeyde iki parça halinde yer alan yüksek setlerde 6 Horasan erinin sandukaları yer almaktadır. Horasan erlerinin hemen ayak ucunda ise İlhanlı Hükümdarı Ebû Said Bahadır Han için yapılmış nişan taşı sergilenmektedir.
Yine burada yer alan iki levha, Mevlâna’nın felsefesini ve düşünce sistemini açıklaması açısından önemlidir.
1. levha Türkçedir ve şöyledir;

"Ya olduğun gibi görün
Ya göründüğün gibi ol"
                           (Hz. Mevlâna)


2. levha ise Mevlâna’nın Farsça bir rubaisidir. Rubainin Türkçe çevirisi şöyledir;

"Gel, Gel, ne olursan ol, gel!
İster kâfir, ister mecûsî, ister puta tapan ol, gel!
Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!"
                                  (Hz. Mevlâna)

Türbe salonunu doğuda ve güneyde çevreleyen yüksekçe set üzerinde ise Mevlâna ve babası Bahâeddin Veled’in soyundan gelme, 10’u hanımlara ait olmak üzere 55 adet mezar ile Hüsameddin Çelebi, Selâhaddin Zerkûbî ve Şeyh Kerimüddin gibi Mevlevîlikte makam sahibi olmuş 10 kişiye ait toplam 65 mezar bulunmaktadır. Hanımlara ait mezarların üzerinde yer alan sandukalara sikke konulmamıştır.
Yeşil kubbenin tam altında Mevlâna’nın ve oğlu Sultan Veled’in mezarları yer almaktadır. Mezarların üzerindeki iki bombeli mermer sandukayı 1565 yılında Kanuni Sultan Süleyman yaptırmıştır. Sandukaların üzerinde yer alan altın sırma tellerle işlenilmiş Pûşîde ise Sultan İkinci Abdülhamid tarafından 1894 yılında yaptırılmıştır.
Bahâeddin Veledin mezarı üzerinde bulunan ve bazı kişilerin "oğlu gelince babası ayağa kalkmış" dedikleri ahşap sanduka ise, bir Selçuklu şaheseri olup, 1274 yılında Mevlâna için yaptırılmıştır. Kanunî, Mevlâna ve oğlu Sultan Veledin mezarları üzerine 1565 yılında yeni bir mermer sanduka yaptırınca, ahşap sanduka buradan kaldırılmış ve sandukası olmayan Mevlâna’nın babasının mezarının üzerine konulmuştur.

GÜNÜMÜZDE KONYA ve MEVLÂNA

Her yıl 11-17 Aralık günleri Mevlâna Haftası olarak kutlanır. Konya bu tarihler arasında çok sıcak, coşkulu, heyecanlı kutlamalara sahne olur.  Bu kutlamalarda Semazenler yıllar önce Mevlâna ile müridlerinin yaptığı gibi sema gösterileri yaparlar. Bu, yüzyıllar önce yaşamış Allah dostlarıyla günümüz erenlerinin zaman kavramını yok ederek selamlaşması, kucaklaşmasıdır.
Ayrıca bu kutlamalara Dünya’nın dört bir yanından dil, dîn, ırk ayrımı olmadan yüzlerce insan katılmaktadır.
Bu kutlamalarda önce şaşırtan sonra hayran bırakan bir olgu vardır. Mevlâna’nın ölüm yıldönümüdür ama kutlamalar yapılır. Bu ölüm yıl dönümünde bir başkalık, bir incelik vardır. Aslında kutlamalar doğum günlerinde yapılır. İşte Mevlâna, Allah dostlarının ölüm günlerini kutsal görmeleri ile ilgili olan en çarpıcı örnektir. Mevlâna ölüm gününü bir bayram, düğün gecesi, kavuşma olarak değerlendirmiştir. Ölüm: Mevlâna için Rabb’ine kavuşma (şeb-i arüs) olmuştur.