DERGÂH
ADABI
Allah ile olan ilişkilerin, davranış biçimleri
olarak yaşandığı en kuvvetli saha, dergâh hayatıdır. Dergâhta bir hayatınız
olacaktır. Bu hayata intibak etmek (uyum sağlamak, alışmak) kişinin mutluluğu
için elzemdir. Bu lâzımdan da önemli,
mutlak gereklidir.
Lâzım, elzem
ve lüzum kelimesi, aynı kökten gelmesine rağmen elzem; en üst derecede gerekli
olanı ifade eder. Mutlak olarak riayet edilmesi gerekendir.
Dergâhlarda,
Osmanlı nizamı düstur olarak alınmalıdır. Dergâhlarda konuşma adabı, mutlak
olarak, fısıltıyla konuşmaktır. İnsanlar birbirine her zaman bir şeyler
söyleyebilir. Ama söylenen şeyi, söylediğinizin dışındaki diğer insanlar
dinlemek zorunda değillerdir. Eğer topluma hitap ediyorsanız, yüksek ses
tonunuzla konuşabilirsiniz. Bu, konuşmanın
gerekliliğidir. Herkesin duyabileceği yüksek seviyede konuşmak elzemdir. Ama
eğer dergâhtaysanız, herkes birbiri ile konuşuyorsa, böyle bir noktada herkes
fısıltıyla konuşmayı usul haline getirmelidir.
Allah başkalarının rahatsız edileceği bir ortamda,
sessizliği sever. Bu konuşmamak, hareketsiz kalmak değildir. Böyle bir
ortamda, işler yapılıp, kahveler, çaylar getirilip, konuşulacaktır.
Herkes
dergâhlarda yarenlik edecektir. Yarenlik; Allah’tan bahsedilen güzel bir sohbet
biçimi demektir. Yarenin muhtevasında yar olmak vardır. Yaren, Allah’a yar
olmak, dost olmak demektir.
Eğer insanlar
dergâhlarda herkes duyacak şekilde sadece iki kişi varmış gibi konuşurlarsa bu
yanlış bir davranış biçimidir. Bunun
mânâsı; başkalarını rahatsız etmektir. O kişilerin
kendi aralarında serbestçe konuşmalarına mâni olmaktır. Bu, kul hakkı almaktır.
Örneğin; dîn konusunda bir konuşmanın yapılmadığı ya da sohbetin
başlamasının beklendiği süreçte 20, 30 kişilik bir toplumun içindesiniz. O
devrede yanınızdakiyle konuşabilirsiniz ama fısıltıyla konuşmalısınız. Hatta
onun kulağına fısıldamalısınız. Dışardan gelen herhangi bir insan, dergâha
geldiği zaman sizleri tek bir vücut
olarak görmeli. Dergâh adabını, müdrik yani idrak etmiş olan, aralarında
fısıltıyla konuşan Osmanlılar…
Osmanlı
dergâhlarında, fısıltıyla konuşmak temel faktördü. Hiç kimse kimseden
rahatsızlık duyamazdı. Herkes yanındakiyle fısıltıyla konuşurdu. Sizler de öyle
bir toplum oluşturmalısınız ki; bu toplum, fısıltıyla konuşan bir toplum
olmalı. İki kişi konuşurken üçüncüsü onu duymamalı. Başka bir ikili gene
fısıltıyla konuşursa, ne birinci ikili rahatsız olur ne de ikinci ikili
rahatsız olur. Öyleyse dergâh adabında böyle bir sistemin 10, 20, 30 tane ikili
arasında devam ettiğini düşünelim. Hiç kimse diğerine rahatsızlık vermez. Bir
dergahta her ikili, kendi aralarında, başkalarının duyamayacağı bir sesle,
fısıltıyla konuşuyorsa; oradakiler dergâh adabına tam riayet eden insanlardır.
Bu şekilde konuşulan bir ortama yabancı bir kişi geldiğinde, kendi toplumunda
da böyle bir sistem yoksa hayranlık duyar. Allah’ın dostları arasında
olduğundan emin olur. Fısıltıyla konuşulan bir ortamda kul hakkına riayet
edersiniz. Çünkü hiç kimse duymak istemediği şeyleri kendisine zorla
dinletilmesinden hoşlanmaz. Öyleyse konuştuğunuz zaman başka birinin duymasını
engelleyecek olan zayıf bir sesle, alçak sesle, fısıltıyla konuşmalısınız ki;
sizin sesinizi duyup rahatsız olabilecek kimse oluşmasın.
Her yüksek
sesle konuşan çift, başka bir çiftin daha yüksek sesle konuşmasına sebebiyet
verir. Bunun nedeni; ikinci çiftin kendi aralarındaki konuşmayı, diğer taraftan
ses geldiği için, kendi düşüncelerinin ifadesinde rahatsızlık edici bir tesir
sahası olarak algılaması ve düşüncelerinin karmaşaya girmesidir. Kişinin dikkati, sizin konuşmanızın üzerine
toplanabilir. Böylece başkalarına eza vermiş olursunuz. Hitap ettiğiniz kişinin
dışında, hiç kimse sizi dinlemek mecburiyetinde değildir. Burada diğer bir
standart da hitap ettiğiniz kişinin sizi dinlemek mecburiyetinde olup
olmadığıdır.
Başkasının yanlış
bir davranış biçimi veya sözüyle karşılaşmış ve bundan üzüntü duymuşsanız,
göreviniz nedir?
Kişinin burada ki görevi; bu konuya anında müdahale
etmektir. Size sert bir şekilde konuşan, kötü söz söyleyen birine, mutlaka
müdahale etmeniz gerekir. Bu müdahaleyi sakın yanlış algılamayın. Onu dövmeye
kalkmayın. Ona onun sesinin tonunda, ondan daha çok onu azarlayan bir davranış
biçimi sergilemeyin. Size çatan o insana karşı müdahaleniz af dileme
hüviyetinde olmalıdır. Burada: “İyi de benim bu konuda hiç suçum yok ki! Hiç
suçum olmadan bana gelmiş, kafa tutuyor.” diyebilirsiniz. Ama eğer o kişinin
size neden çattığını anlamak istiyorsanız, ona dersiniz ki: “Aziz kardeşim,
bana böyle davrandığın için mutlaka sana karşı kötü bir şey yapmış olmalıyım.
Bu yanlış davranışımı bana lütfen söyler misin? Allahû Tealâ’dan mağfiret
dileyeyim kendim için. Ve Allah’ın huzurunda senden de af dileyeyim, gerekirse
bir daha dileyeyim.” Bunu söylediğiniz zaman, olay o noktada sona erecektir. O
kişinin öfkesi kursağında kalacaktır.
Öfkeli olan
kişi ister ki; onun sertliğinde bir şey söyleyesiniz de o daha çok ileriye gitsin, daha çok sinirlensin, öfkesini tamamen
boşaltsın. Sizi sözleriyle hırpalasın, hatta dövmeye kalksın. Ama siz ondan af
dilediğiniz zaman onun bütün elini ayağını kırarsınız. Ona yapacak hiçbir şey
bırakmazsınız. Sahasını kapatırsınız. İkinci adımı, öfke spiralini yukarıya
doğru yükseltecek olan bir cevabı oluşturamaz. Siz ondan af dilediğiniz anda
olay biter. Karşınızdaki kişi ne diyeceğini şaşırır. Kuvvetli bir ihtimalle, o
da sizden af dilemek mecburiyeti duyacaktır. Size neden böyle davrandığını
ifade edecektir. O zaman bu konu sizinle alâkalıysa, ondan (size göre o konu
hata olsa da hata olmasa da) bir defa daha af dilemelisiniz. Ve eğer siz öyle
bir olayda hemen kendinizi müdafaya kalkarsanız, baştan kazandığınız puanları
kaybetmeye başlarsınız. Kişi böyle yapmamalı. Ondan af diledikten sonra şöyle
söylemeli; “Ben hangi tarzda davranırsam davranayım, bu davranışım başkalarına
nasıl görünürse görünsün, sizin bu girişiminizden sonra, bana kesin olarak
benim suçum olarak görünüyor. Ben size karşı hata işlemiş durumdayım. Bu hata
sebebiyle, Allah’ın huzurunda sizden bu sebeple af diledim, gene dilerim, her
zaman af dilerim. Bu benim hatam. İnşallah, bu hatayı bir daha tekerrür
ettirmem, tekrarlamam. Allahû Tealâ’dan bu konuda yardım isterim. İnşallah bir
daha size karşı bu tarz bir hata, yanlış davranışım hiç olmayacaktır.” Olay
burada biter. Onun size söyleyebileceği bir şey kalmaz. Dergâhlarda sulh
ve sükûn, böyle sağlanır.
Osmanlı bir kervansaraylar ülkesiydi. Sadece
dergâhlarda değil; Osmanlı’nın sahip olduğu bütün topraklarda yapılan
kevransaraylarda da sulh ve sükûn hakimdi. Osmanlı, bütün Balkanlar’da,
Avrupa’nın yarısından fazlasını fethetmişti ve dünyadaki en büyük
imparatorluğun sahibiydi. Osmanlı İmparatorluğunun en yüksek devresinde, en
büyük fetihlerinin, en büyük kilometrekarelere ulaştığı noktada; Roma,
Osmanlı’dan sonra gelen ikinci imparatorluktur. Osmanlı parçalandığı zaman
ortaya ayrı ayrı 28 tane ülke ortaya çıkmıştır.
Osmanlı’nın
nezaketi, saray adabı ve dergâh adabı, bütün Avrupa’ya ün salmıştır. Bu saray
ve dergâh adabının dışında, kervansaray adabı da söz konusudur.
Her kervansaray,
bir vakıfla idare edilirdi. Eğer bir atınız varsa, bütün Osmanlı memâlikini
(hiç paranız olmasa bile) dolaşmak imkânının sahibiydiniz. Her kervansaray sizi
belli bir süre misafir etmek durumundaydı.
Büyük
arazilerin sahipleri, arazilerinin bir kısmını satarak kervansaray yaptırırdı. Geri kalan ikinci bir kısmını da bu kervansarayın
ihtiyaçlarının temini için vakfederdi. Meselâ bir zeytinlik vakfedildiğinde
oradan elde edilen gelirle, kervansarayın bir yıl boyunca ihtiyaçları temin
edilirdi.
Osmanlı, merkeziyetçi değil, Adem-i merkeziyetçi şeklinde
idare edilirdi. Merkezden yapılan dağılıma göre işgal edilen topraklar
tımar, has ve zeamet isimli üç ayrı dizayn içerisinde oranın
yetkililerine verilirdi. Bunlar ayrı ayrı dizaynlardır. Herşey,
mahallinde idare edilirdi. Oradaki uçbeyi, sancakbeyi, beylerbeyi ve onların
emrindeki kişiler tarafından idare edilirdi. O
bölgenin geliri oraya harcanır, gelir fazlası ise merkeze gönderilirdi.
Osmanlı kervansaraylarında hiç kimseyi zorlamadan bir edep
oturtmuşlardır. Gelen misafirler arasında hem Osmanlılar hem de her milletten
insan bulunurdu.
Osmanlı’nın temizliği, kendi aralarında alçak sesle ve
fısıltıyla konuşması, asla içki içmemesi, başkalarına karşı her zaman üst
seviye saygılı davranması, Avrupa halkını hep imrendirmiştir. Bu süreç 1299’dan
1683’e kadar devam etmiştir. Sonra yavaş yavaş bozulma başladı. Bozulmanın
temelinde de sadece bir tek faktör vardır. Osmanlı’nın %80’ini aşan tasavvuf
tâbiiyetinde olmanın giderek azalmaya başlaması, Allah’ın mürşidlerinin yerini
ilmi necumcuların (yıldızlar ilminin sahipleri) adım adım saraylarda yer
almalarıdır.
Osmanlı, kervansarayları misafirlere zor kullanarak:
“Burada yavaş sesle konuşulur. Burada şöyle yapılır, böyle yapılır.” diyerek
idare etmezlerdi. Osmanlı’nın birbirlerine ve misafirlerine karşı gösterdiği
misafirperverlik ve davranış biçimlerindeki üstün saygı müessesi, insanları
Osmanlı’ya hayran bırakırdı.
Osmanlı’da bir
çok tasavvuf kolları vardı. Bacıyan-ı rum; hanımlar cephesinde tasavvufun en
üst seviyede yaşanmasıydı. Ahi evran; kâinat kardeşlik dizaynıydı. İkisi de
tasavvufu yaşıyordu. Ahi evran; erkekler tasavvuf teşkilatının müntesipleri,
bacıyan-ı rum; hanımlar tasavvuf teşkilatının müntesipleriydi. Tasavvuf
kollarının hepsi de nezakette, başkalarına karşı saygıda ve adapta birbiriyle
yarış halindeydiler. Onun için tasavvuf mensuplarının büyük kısmı, hep aynı
şeyi söylemiştir. “Tasavvuf adaptan ibarettir.” İnsanlara karşı, insanlarla
olan ilişkilerde adap, mürşide karşı
adap ve Allah’a karşı adap söz konusudur.
Herkes biliyor ki; biz bir Osmanlı hayranıyız. Ve 700
seneden beri de Osmanlıyız. Hamd olsun ki soy kütüğümüz, bunu kesin olarak
koyuyor ortaya. Öyleyse her zaman hayranlığımızı dile getirmekten geri
kalmayız.
Adap, adab-ı muaşeret, davranış biçimleri... Kişi sadece
iki türlü davranır:
1- Öyle bir şekilde davranır ki; başkalarının kalbini
kırar.
2- Öyle bir şekilde davranır ki; başkalarının kalbini
kazanır.
Öyleyse neden ikinci değil de birinci tercih ediliyor?
Çünkü şeytan kişinin nefsine tesir edip çevresine rahatsız edici bir tutum
izlemesini sağlar.
Bir kişi tasavvuftan
biri değilse ve yüksek sesle konuşmayı kendine usul haline getirmiş bile olsa
herkesin fısıltıyla konuştuğu bir ortama girdiği zaman kendini fısıltıyla
konuşma mecburiyetinde hisseder. Çünkü oradaki hava, bunu gerektirir.
Çevrenize
baktığınızda birtakım insanların farklı olduğunu görürsünüz. Bu insanlar neden
farklı diye merak edersiniz. Yüzlerine baktığınızda
nur, gözlerini baktığınızda huzur okursunuz. Seslerine baktığınız zaman, size
sıkıntı verecek olan hiçbir taraflarının olmadığını idrak edersiniz. Haza,
bunlar insan dersiniz.
Osmanlı, her açıdan
muhteşem dizaynlar ortaya koymuştur. Enderun adı verilen saray okulu, bütün
Avrupa’da insanların ilgisini çeken, oraya ulaşmalarını bir istek haline
getiren, çok çekici bir eğitim merkeziydi. Sarayda en üst seviye davranış
biçimi öğretilirdi. Saraya girenler, ilkokul çağında, hatta daha küçük yaşta
alınırdı. Her bulunulan çağın bir üstü, daha aşağıdaki çağın mensuplarını
yetiştirirdi. En üstteki, en alttakini eğiteceğim diye uğraşmaz, bir üst kademede
ki öğrenci bir alt kademedeki öğrenciye eğitimini verirdi.
Yeniçeriler: aslında hiçbirisi orijinleri itibariyle Türk
değildi. Avrupa’daki aileler çocuklarını Enderun’da yetiştirebilmek için yarış
halindeydiler. Her 10 aileden bir tek çocuk seçilip, küçük yaştan itibaren
yeniçeri olarak yetiştirilirlerdi. Her yaşta ayrı bir eğitim uygulanır, her
açıdan çocuklar, yeniçeri olma adabının sahibi kılınırdı.
Yeniçeri ocağında adap, önde gelen bir müessese idi.
Yeniçeriler, o zamanki Avrupa’nın korkulu rüyasıydı. Yeniçeriler, belli bir
yaşa geldiği zaman, tâbiiyetleri mutlak olarak gerçekleştirir ve bu noktadan
itibaren, tasavvufun bütün standartlarını uygulardılar.
Başlangıç döneminde Hacı Bektaşi Veli onların mürşidi idi.
Yeniçeriler; “Pirimiz, Sultanımız, Hacı Bektaşi Veli!” diye Gülbank çeker,
ortalık inim inim inler, kösler yani davullar çalarlardı. Yeniçeriler geçerken,
yerleri, gökleri, titretirlerdi.
Bütün bu düzen, Allah’a karşı duyulan büyük sevgiden kaynaklanır
ve bir aşkı ifade ederdi. Yeniçeriler; Allah’a aşıktılar. Allah için yaşarlar
ve evlenemezlerdi. Kendilerini Allah’a adamışlardır. Tarikatın bütün
gereklerini yerine getirirler, sadece asker olduklarını bilirlerdi. Görevlerini
o devirdeki en üstün standartlar içerisinde
gerçekleştirirlerdi.
Osmanlı, orta çağda bütün Avrupa’nın donanmasından daha
fazla sayıda kadırgaya, sahipti. Bu sebeple Akdeniz, bir Türk gölü haline
gelmişti. Osmanlı, İslâm ülkelerinin sahibi idi. Çünkü İslâmî yaşantıya ve tasavvuf kültürüne dayalı bir sistem vardı.
Tasavvuf nedir? İslâm’ın, Kur’ân’daki bütün boyutlarıyla yaşandığı hayat
tarzıdır. Tasavvuf; İslâm’ın 5 şartını yaşamak değildir. Tasavvuf, onun çok ama
çok ötesidir. Tasavvuf; İslâm’ı
bütünüyle yaşamak, Allah’ın ezelî ve ebedî dîninin bütün gereklerini
yerine getirmektir.
Tasavvuf; kişinin ruhunu, vechini, nefsini ve iradesini
Allah’a teslim etmektir. Bir hayat tarzıdır.
Herşeyden
evvel tasavvuf, bir adab sergilenen muhteşem bir müessesedir. Mensubu olmakla
şeref duyduğunuz tasavvuf, her haliyle size Allah’ı hatırlatmalı. Kişi Kur’ân
ahlâkıyla ahlâklanmalıdır. Kur’ân’ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak
ettiklerini yapmayan bir ahlâkla davranmak; dört başı mamur, mutlu bir hayat
yaşamaktır. Kur’ân’ın bütün emirlerini yerine getirmek söz konusuysa, emirlerden
bir tanesi daimî zikirdir. Kişi oraya ulaştığı zaman,
Allah ile olan ilişkilerde ki adabı
Allah öğretir.
Hayat; yaşanmasından zevk alınan bir vasıta
olmalıdır. Allah’a teslim olmak hedef olmalıdır. Bu hedeflerinizin içerisinde
çevrenize pozitif dalga boyları yaymak olmalıdır. İbadetlerinizin sebebi:
teslimlerin 4’ünü de gerçekleştirmektir. Herkes ruhunu, fizik vücudunu yani
vechini, nefsini ve iradesini Allah’a teslim etmekle vazifelidir.
Dergâh,
dışarıdaki hayatın bir parçası değildir. Dergâh, Allah ile olan münasebetlerin
bir parçasıdır. Bu kişiyi dışarıdaki çirkefin dışına, selâmete ulaştırır.
Allah’a ulaşmayı dilediğiniz an, gemi iskeleden ayrılır. Artık kişi Allah’a
doğru bir yola çıkar. Füze havaalanından ayrılıp Allah’a doğru bir yolculuğa başlar.
Kişi her geçen gün biraz daha güzel, biraz daha mutluluk verici, o muhteşem
tasavvuf dünyasında yaşar.
Kişinin nefsi
tezkiye ve tasfiye oldukça, dünya hayatı da ibadetler de daha çok zevk verici
unsurlar olurlar. Bir insan daimî zikre ulaştığında, hayatının bütün negatif
faktörlerini devre dışı bırakır. Kişi için artık sadece zevkler ve mutluluklar
vardır; yaşantısının her bölümündeki hiçbir negatif faktör ona tesir edemez.
Ölümler buna dahildir. Çünkü herşeyin sonunu, ölümden sonra ne olacağını defaatle
yaşamıştır. Ölüm kişi için, artık başkalarının sandığı o korkunç şey değildir.
Cemaat halinde yaşayan tasavvuf mensupları, Kur’ân’ı
yaşayanlar, kâinatın ezelî ve ebedî dîninin temel esaslarını yaşayanlardır.
Sonsuz bir mutluluğun içinde yolculuğa çıkanlardır. Bir mutluluk denizinde
dalgaları kucaklamak, kulaçlamak ve yorulmak bilmeden hedefe gitmek… Bu deniz,
yukarıya doğru çıkarır insanı.
Kur’ân’ı yaşayanlar, kalplerinden birbirine bağlayan bir
bağ oluşturur. Bu bağın bir ucu bizdedir, ikinci ucu sizde değildir. İkinci ucu
size Allah’tan iner ve ulaşır. Eğer biz sizi seviyorsak, bu sevgi Allah’tan
dolaşarak size katlanarak ulaşır. Siz bizi seviyorsanız, bu sevgi bize
Allah’tan dolaşarak katlanarak ulaşır.
Sevgiyi, Allah’ın kalplerine verdiği iki tarafız. Biriz,
beraberiz. Allahû Tealâ, sizler ve biz; bir elmanın üç yarısıyız.
Bizler birbirimize ve Allah’a muhtacız. Allah hiçbirimize,
hiçbir şeye muhtaç değildir. Allah bizim sahibimizdir. Allah ile olan her yaşam
o sonsuz, güzel yaşantı, her gün mutluluğun arttığı bir dünya hayatıdır.
Çevre şartları her yerde problemlerle doludur. Bu
problemler ya size tesir eder ya da etmez. Kişi Allah için olduğu zaman
problemlerin tesir etmediği bir noktadadır. Bir gün Allah için olacaksınız.
Problemler size tesir etmeyecek, edemeyecek. Onları başkaları problem olarak
görecek, siz göremeyeceksiniz. Her yerde mutluluğu yaşayacaksınız. Allahû
Tealâ, sizi her yerde mutlu kılacaktır. Daimî zikre ulaştığınızda her şeyi
anlayacaksınız. O günkü yaşantınızı, eski yaşantınızla kıyasladığınız zaman ne
kadar avare yıllar geçirmiş olduğunuzu hatırlayacaksınız.
Öyleyse, davranış biçimlerinizi dergâh adabında, mutlaka
Allah’ın güzel emirleriyle perçinleyin. Mutlaka konuşurken fısıltıyla konuşun
ki; başkaları da kendi aralarında fısıltıyla konuşabilsin. Herkes birbiriyle
konuşabilsin ama hiç kimse rahatsız olmasın. Etrafınızdaki insanları daima
kendinizden önde tutun. Allah’ın katında onların sizden daha üstün
sayılabileceğini dikkate alın. Hatta öyle kabul edin. O zaman sahâbenin
yaptığını yaparsınız. Sahâbe, bunu kendilerine düstur edinmiştir. Her sahâbe:
“Etrafımdaki herkes Allah’a benden mutlaka daha yakındır, ben bu hakikatle
hareket etmeliyim.” diye davranmıştır. Bütün sahâbe herkesi kendisinden daha
çok hak sahibi olduğunu düşünüp öyle yaşamışlar. Bu sebeple, dünyadaki en mutlu
insanlar olmuşlar ve öyle ölmüşler. Şerefle, şanla yaşanan bir hayat. Peygamber
Efendimiz (S.A.V) ve sahâbenin ilişkilerinde, dergâh adabının temeli yatar.
Allahû Tealâ, Kur’ân-ı Kerim’de; “Fısıltıyla konuşun.”,
“Hareme girdiğiniz zaman fısıltıyla konuşun.” diyor. “Hanımlar bir perdenin
arkasında olsun sizinle konuşurken.” diyor. Fısıltıyla konuşmak, Allah’ın bir
emridir. Dergâh hayatında, mutlaka bunu ön planda tutmalısınız. Dergâhınıza bir
misafir geldiğinde sizdeki bu müstesna olayı görsün. Bir gün o da burada
bulunmak istesin. Hepinizin Allah ile olan ilişkilerinde ve insanlarla olan
ilişkilerinde, başkalarından farklı bir yapıda olduğunu hissetsin.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.