23. Basamak Beka Makamı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
23. Basamak Beka Makamı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Haziran 2016 Çarşamba

23. BASAMAK; BEKA MAKAMI

23. BASAMAK; BEKA MAKAMI

“Güzel Ahlâk Hataları Eritir; Suyun Buzu Erittiği Gibi. Fenâ Ahlâk da Ameli Bozar; Sirkenin Balı Bozduğu Gibi.”


Güzel ahlâk hataları eritir; suyun buzu erittiği gibi. Fenâ ahlâk da ameli bozar; sirkenin balı bozduğu gibi.” (K: İbni Abbas (R.A) Rumuzul hadîs Syf-215)
İbni Abbas (R.A)’dan Rumuzul hadîs sayfa 215’de rivayet edilen bir hadîs şöyle rivayet edilmiştir: “Sirke balı bozduğu gibi kötü huy da ameli ifsad eder.” Aslında her ikisi de bizleri aynı sonuca ulaştırıyor. Acaba bununla Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bizlere vermek istediği mesaj nedir?

ü  Hataları Eriten Güzel Ahlâk Nedir?

Güzel ahlâkın temeli başkaları için yaşamaktır yani Allah için yaşamaktır. En zirve noktada Allah için yaşamak ise daimî zikirle mümkün olan bir olgudur.
Nefsimizin manevî kalbindeki afetler hepsi kötü huylardır. Kötü ahlâkın temsilcileridir. Ama ne zaman daimî zikirle bu afetlerin yerine ruhtaki hasletleri faziletler olarak kalbimize monte edersek, o zaman gerçekten güzel ahlâkın sahibi oluruz. Kişi kalbinde faziletlerin sahibi olduğu zaman güzel ahlâk hataları eritir; suyun buzu erittiği gibi. Çünkü artık o kişinin hata işlemesi mümkün değildir. Tabiki bu daimî zikirde neticelenen bir olgudur ama daha evvelinden de kişi nefsinin manevî kalbini hangi oranda tezkiye etmişse, o oranda güzel ahlâkın sahibidir.
Bir tek dileğimize karşılık Allahû Tealâ bizi %51 oranında güzel ahlâkın sahibi kılar. Mânâsı %51 oranında kalbimiz aydınlanır. %51 oranında nefsimizin manevî kalbindeki karanlıklar, fenâ ahlâkın temsilcileri olan afetler azalır yerine Allah'ın nurları faziletleri gelip kalbimize yerleşir. Bizim yapmamız gereken hatalar, suyun buzu erittiği gibi %51 oranında erimiştir.

ü  Ameli Bozan Fenâ Ahlâk Nedir?

Âyetlere baktığımız zaman net olarak şunu görüyoruz: Eğer kişi hevasına tâbî olur, nefsini tezkiye ve tasfiye etmezse ameli boşa gider. Nefsin manevî kalbinde afetler varoldukça, o afetlerden kaynaklanan talepler tamamen dünyaya dönüktür. Allahû Tealâ da “Dünyayı isteyenin ameli boşa gider.” buyurmaktadır.

18/KEHF-103: Kul hel nunebbiukum bil ahserîne a’mâlâ(a’mâlen).
De ki: “Ameller açısından en çok hüsrana uğrayanları size haber vereyim mi?”
18/KEHF-104: Ellezîne dalle sa’yuhum fîl hayâtid dunyâ ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sun’â(sun’an).
Onlar, dünya hayatında amelleri (çalışmaları) sapmış (kaybettikleri dereceler, kazandıkları derecelerden daha fazla) olanlardır. Ve onlar, güzel ameller işlediklerini zannediyorlar.
18/KEHF-105: Ulâikellezîne keferû bi âyâti rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti veznâ(veznen).
İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na mülâki olmayı (ölmeden evvel ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız.

Bu amelin bozulmasının, amelin boşa gitmesinin sebebi kötü ahlâktır. Burada âyet-i kerimede zikredilen insanlar, kendileri Allah'a ulaşmayı dilemedikleri gibi başkalarının dilemesine mani olan insanlar yani hiçbir zaman nefs tezkiyesi ve tasfiyesini yapmayacak olan insanlardır.

2/BAKARA-8: Ve minen nâsi men yekûlu âmennâ billâhi ve bil yevmil âhıri ve mâ hum bi mu’minîn(mu’minîne).
Ve insanlardan bir kısmı derler ki: “Biz, Allah’a ve ahiret gününe (hayatta iken ruhun Allah’a ulaşacağı güne) îmân ettik.” Ve onlar mü’min değillerdir.
2/BAKARA-9: Yuhâdiûnallâhe vellezîne âmenû, ve mâ yahdeûne illâ enfusehum ve mâ yeş’urûn(yeş’urûne).
(Zannederler ki) Allah’ı ve âmenû olanları aldatırlar. Halbuki onlar, ancak kendilerini aldatırlar ve farkına varmazlar.

Dikkat edin Allah’ı ve mü'minleri aldatmaya çalışıyorlar. Ne yapıyorlar? “Dîni biz öğretiriz” diyorlar, ama öğrettikleri dîn tatbikatı eksik. Kendileri onunla kurtuluşa ulaşmadıkları gibi başkalarının da dilemesine mani oldukları için onlara zulmediyorlar yani Allah’ı ve mü'minleri aldatıyorlar. Onların kalplerinde kötü huylar vardır. O kötü huylar sebebiyle bunlar fenâ ahlâkın sahibidirler. Devamlı olarak yaptıkları her fiil karşılığında kalplerinin füccur kapısı açıktır, oradan devamlı şeytan üfürmektedir ve kalplerine karanlıklarını göndermektedir. Günbegün o insanların kalbi daha da kararır. Onlar fesat çıkaranların tâ kendileridir, ama farkında değillerdir, şuurlanmazlar.

2/BAKARA-10: Fî kulûbihim maradun, fe zâdehumullâhu maradâ(maradan) ve lehum azâbun elîmun bi mâ kânû yekzibûn(yekzibûne).
Onların kalplerinde maraz (hastalık) vardır. Allah da bu sebeple onların hastalığını artırmıştır. Tekzip etmeleri (Allah’a ulaşmayı yalanlamaları) sebebiyle onlar için elîm bir azap vardır.
2/BAKARA-11: Ve izâ kîle lehum lâ tufsidû fîl ardı, kâlû innemâ nahnu muslihûn(muslihûne).
Onlara (Allah’a ulaşmayı dilemedikleri için, kalpleri engelli ve başkalarını hidayetten men ettikleri için Allah’ın hastalıklarını artırdığı insanlara): “Yeryüzünde fesat çıkarmayın (başkalarını Allah’ın yolundan men etmeyin).” denildiği zaman: “Biz sadece ıslah ediciyiz (dîn öğreticileri, nefs tezkiyecileriyiz).” dediler.
2/BAKARA-12: E lâ innehum humul mufsidûne ve lâkin lâ yeş’urûn(yeş’urûne).
Muhakkak ki onlar, (evet) onlar fesat çıkaranlardır ve lâkin (şuurunda) bilincinde olmazlar, (öyle) değil mi?

Eğer o kişi nefsini tezkiye ve tasfiye etmezse, kötü ahlâkı sebebiyle, nefsinin manevî kalbindeki afetler sebebiyle ve o afetlerin günbegün daha da kararması sebebiyle yaptıkları amel bozulur, ifsad olur, Allah katında boşa gider.
Gerçekten öyle midir, beraberce bakalım. İnsanla Allah arasında Allah'ın dizayn ettiği 28 basamaklık bir İslâm merdiveni vardır. Her zaman olduğu gibi başlangıç noktasında herkes olayları yaşar, olayları değerlendirir ama olayları yaşayan, olayları değerlendiren insanlar bilsinler ki boşuna yaratılmamıştır, başıboş bırakılmamışlardır. Al-lah’a ulaşma dileğini dilesinler diye bir taraftan Allahû Tealâ onların çevresinde devamlı olarak olayları vücuda getirir, diğer taraftan katından gönderdiği hidayetçilerle onlara hidayeti tebliğ eder.
İnsanlar yaşadıkları olaylardan ibret alıp, Allah'ın katından gelen hidayetçiyi de dinledikleri taktirde Allah'a ulaşmayı dilerler. Ama her zaman böyle olmaz. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) hadîs-i şerifinde ne buyuruyor: “Allahû Tealâ, insanları kendi likasıyla dünya hayatı arasında serbest bıraktı.” Dünya hayatına dalan, onun cazibesine kendisini kaptıran insanlar tebliğcinin yaptığı tebliğe duyarsız, ilgisiz kalabilirler veya elde ettikleri emaniyye bilgiler sebebiyle hidayetçiyi yalanlayabilirler, olmadık şekilde karşı çıkıp, fesat çıkarabilirler. Bütün bunlar sebebiyle Allahû Tealâ onların ya hassalarına engeller koyar, ya uzuvlarına engeller koyar, ya da kalplerini tab eder.

ü  Hataların %100 Oranında Erimesi

Kişi tebliğe muhatap olduğu an Allah'a ulaşmayı diler, hemen davete icabet ederse, Allahû Tealâ da verdiği söz gereğince Enfâl-29’a göre peş peşe ona furkanlar verir. Eğer engeller varsa, hassalar ve uzuvlar üzerindeki engelleri kaldırır. Onu 7 furkanın sahibi kılar ve o kişi gerçekten artık gören, işiten ve akleden birisi olur. Zâhire göre dirilmiştir ama bâtına göre henüz dirilme tamamlanmamıştır.

8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.

Dalâletteyken ölü olan kalbin sahibini diriltmek üzere Allahû Tealâ o kalbe hidayetle ulaşır. Şeytana dönük olan kalbi Kendisine çevirir. Kalbe giren rahmetin yolunu açar ve o kişi zikretmeye başladığı an, Allah'ın katından salâvât taşıyıcısıyla rahmet o kişinin kalbine gelir ve o kalbine gelen rahmetle o kişi nurun sahibi olur ve %2’lik huşûya ulaşır. Huşû sahibi olmak çok önemlidir. Çünkü ancak huşû sahiplerine Allahû Tealâ, hacet namazını kılmaları halinde mürşid gösterir. Buraya kadar verdiği 12 tane ihsanla gösterdiği mürşide tâbî olan insana ise Allahû Tealâ 7 tane ni’met verir.
1.     ni’met, devrin imamının ruhu o kişinin başının üzerine gelip yerleşmesidir.
2.     ni’met, Allah'ın o kişinin kalbine îmânı yazmasıdır.
3.     ni’met, o güne kadar işlenen bütün günahların sevaba çevrilmesidir.
4.     ni’met, ruhun vücuttan ayrılıp ait olduğu Sıratı Mustakîm’de seyr-i sülûka başlamasıdır, ruhun hidayetinin başlamasıdır.
5.     ni’met, o kişinin nefs tezkiyesine başlamasıdır, nefsin hidayetidir.
6.     ni’met, o kişinin iradesinin güçlenmeye başlamasıdır, iradenin hidayetidir.
7.     ni’met, fizik vücut da güçlenir, fizik vücudun hidayetidir.

Kısacası mürşide tâbiiyetle dört hidayet birden başlar. Dört hidayet demek aynı zamanda 4 teslim demektir. Ruhun hidayeti; ruhun Allah'a teslimidir. Fizik vücudun hidayeti; fizik vücudun Allah'a teslimidir. Nefsin hidayeti; nefsin Allah'a teslimidir. İradenin hidayeti; iradenin Allah'a teslimidir. Dört teslimin başlangıç noktası burada gerçekleşir.
Allahû Tealâ, Emmare, Levvame, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiyye, Tezkiye kademelerini zikir artışlarıyla bir bir o kişiye nasip kılar, bunlara paralel olarak gök katlarında ruh da yükselir ve göğün 7. katında 7 âlemi geçtikten sonra yoklukta Allah'ın Zat’ına ulaşır.
Burada nefsin manevî kalbinde de %51 aydınlanma olur. Bu Allahû Tealâ’nın bir ikramıdır yani o kişiyi Allahû Tealâ bir dilekle %51 güzel ahlâkın sahibi kılar. Güzel ahlâk, o kişinin yapması gereken hataları, kötü huylarını, kötü davranışlarını, suyun buzu erittiği gibi eritir.
Hataların %100 eriyebilmesi için nefsin tamamen tasfiye olması lâzımdır. Nefsin tasfiye olabilmesi için kişinin günbegün zikrini arttırması gerekir. Zikir artışlarıyla birlikte Fenâ, Beka, Zühd ve Teslim kademelerini geçer. Fizik vücudunu Allah'a teslim eden kişinin Kur’ân-ı Kerim’deki ismi Muhsin’dir. Allahû Tealâ, fizik vücudun Allah'a teslimini emreder. 14 asır evvel sahâbe fizik vücutlarını Allah'a teslim etmişlerdir.

3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: "Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik. O kitab verilenlere ve ümmîlere: "Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?" de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.

Fizik vücudunu Allah'a teslim edenlerin vasıflarına baktığımız zaman Âli İmrân Suresinin 134. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ “devamlı olarak infâk etmek, vermek” olarak zikretmektedir:

3/ÂLİ İMRÂN-134: Ellezîne yunfikûne fîs serrâi ved darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).
Onlar (muttekiler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infak ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever.

İnsan sosyal bir varlık olması hasebiyle diğer insanlarla birlikte yaşar. Kendisi devamlı olarak güzel bir üretimin sahibi olsa bile herkes onun gibi olmayabilir. Etrafında Nefs-i Emmare’de olan yüzlerce, binlerce insan olabilir. Ama o insanlardan kendisine ulaşan hataları o kişi nasıl karşılar? Evvelâ öfkesini yutar, daha sonra affeder.
O kişi artık %91 oranında güzel ahlâkın sahibi olmuştur, fizik vücudunu Allah'a teslim etmiştir. Mânâsı Allah'ın bütün emirlerine itaat eden, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir yapıya ulaşmıştır. %91 oranında -suyun buzu erittiği gibi- onun hatalarının da tamamen eridiğini, yok olduğunu anlıyoruz.
Fizik vücut teslimini gerçekleştirmeyen hiçbir teslimi yapmayan insanlar doğal olarak yerlerinde sayacaklardır ve daha ötesi var ki devamlı tedrici basamaklar içerisinde Allahû Tealâ onları aşağıya doğru gönderecektir.

8/ENFÂL-49: İz yekûlul munâfikûne vellezîne fî kulûbihim maradun garre hâulâi dînuhum, ve men yetevekkel alallâhi fe innallâhe azîzun hakîm(hakîmun).
Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler şöyle diyorlardı: “Bunları, kendilerinin dîni aldattı.” Ve kim Allah’a tevekkül ederse o taktirde Allah, muhakkak ki Azîz (en üstün) ve Hakîm’dir (hüküm sahibi) dir.
 
 Herkesin kalbi başlangıç noktasında hastadır ama Allah, âyetlerini yalanlayanların hastalıklarını arttırmıştır. Bir pozitif kutup, bir de negatif kutup vardır. Pozitif kutupta kişi fizik bedenini Allah’a teslim eder, hatalarını azaltır. Negatif kutupta ise hatalar olduğu gibi vardır ve devamlı artıyordur. İşte o kötü ahlâk, kişinin amelini bozar; sirkenin balı bozduğu gibi ve amelleri boşa gider.
Dolayısıyla insanoğlu kendi seçimini kendisi yapmak zorundadır. Ya Allah'a ulaşmayı dileyecek, Allah'a giden yolu seçecek, Allah'ın yardımıyla güzel ahlâkın sahibi olacak, Kur'ân ahlâkıyla ahlâklanacak, Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanacak ve yahut da kesinlikle dünya hayatını seçecektir. Dünya hayatını seçerse hastalıkların şifaya kavuşamaması bir yana, devamlı olarak kişinin hastalıkları artacak ve kötü ahlâk sebebiyle ne bu dünyada, ne de ahirette saadet ve huzura ulaşmış olamayacaktır.
Böyle bir kişi “Ne kendi eyledi rahat, ne de âleme verdi huzur. Çekti öldü gitti, dayansın ehli kubur.” ifadesinin muhatabıdır. Fenâ ahlâkın sahibi olan kişi kendisi rahat etmediği gibi, başkasına da rahatlık vermez. Başkasını da devamlı huzursuz ve mutsuz eder. Çünkü sosyal bir varlık olan insan diğer insanlarla birlikte yaşar. Kendisi huzursuz ve mutsuzsa, kendisi kötü kokunun sahibiyse, onun yaydığı kötü kokudan etraftaki insanlar da rahatsız olur.
Buna dair şehzade örneği şöyledir: Babası devamlı olarak “Evladım Allah'a karşı kulluk görevlerini yerine getir, namaz kıl.” derken, oğlu da devamlı olarak babasının bu tebliğine karşılık “Her koyun kendi bacağından asılır” deyip kulak asmıyormuş. Günün birinde baba bir koyunu kesmiş ve oğlunun yattığı yerin yanı başına bir direk dikmiş, koyunu kestikten sonra iç organlarını çıkartmadan yaz sıcağında o direğe asmış. Çok kısa zamanda da koyun cesedi etrafa çok kötü bir koku salmış. Tabiî oğlu rahatsız olmuş, “Hemen onu oradan indirin.” demiş. İki nöbetçi de “Babanın izni olmadan biz bunu yapamayız.” demişler. Babasına koşmuş: “Ne hakla bunu yaptın?” Babası demiş ki: “Evladım, o koyun kendi bacağından asılmış yaptığımız bir şey yoktur.” “Evet, ama beni rahatsız ediyor.” demiş. Babası da: “Şimdi gel bakayım, kulağına ben bir şey fısıldayayım. Sana bugüne kadar devamlı olarak seni yaratan Rabbinin emirlerine itaat etmeni biz tembih ettik, sana nasihat ettik, ama aldığımız cevap ‘her koyun kendi bacağından asılır’ oldu. İşte o koyun da kendi bacağından asılmış. Fakat senin Rabbine karşı olan vazifelerini yerine getirmemenden dolayı etrafında rahatsız olan insanları niye düşünmüyorsun?” demiş.
Dolayısıyla biz insanlar sosyal mahlûklarız. Diğer insanlarla birlikte yaşıyoruz. Biz kendimize zulmettiğimiz an - başkalarının bizim üzerimizde hakkı vardır- onlara da zulmediyoruz ama biz kendimize bir iyilik yaptığımız zaman mutlaka onların da bundan pay sahibi olduğunu kesinlikle bilmemiz gerekir.
%100 güzel ahlâk ise daimî zikirde gerçekleşen bir olgudur. Daimî zikre ulaşan insan bir bütün olarak güzel ahlâkın sahibi olur. O, kötülüğe karşı hayırla mukabele eder. Onun artık bir daha bir negatif sözün sahibi olması mümkün değildir.


“Yediğinizi Allah’ın Zikri ve Namazla Eritin. Bundan Gâfil Olmayın ki; Kalpleriniz Katılaşır.”

 




Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz, buyuruyor ki: “Yediğinizi Allah’ın zikri ve namazla eritin. Bundan gâfil olmayın ki; kalpleriniz katılaşır.”
Peygamber Efendimiz (S.A.V), hadîsin sonunda: “bundan gâfil olmayın ki; kalpleriniz katılaşır.” buyurmaktadır.

ü  Gafil Olmayan Kişi Kimdir?


7/A’RÂF-205: Vezkur rabbeke fî nefsike tedarruan ve hîfeten ve dûnel cehri minel kavli bil guduvvi vel âsâli ve lâ tekun minel gâfilîn(gâfilîne).
Ve sabah ve akşam vakitlerinde Rabbini kendi kendine, korkarak ve yalvararak, sözün sesli olmayanı ile zikret. Ve gâfillerden olma.

Zikreden kişi gâfil olmayan kişidir. Zikretmeyen kişi ise gâfil olan kişidir. O halde Allahû Teâlâ, zikri bize farz kılmıştır.

ü  Zikir Nedir?

Hâdiste; biri “Allah” isminin tekrarı, diğeri de namaz olmak üzere iki çeşit zikirden bahsedilmektedir. Allahû Tealâ da Muzzemmil Suresinin 8. âyet-i kerimesinde “Rabbinin ismi ile zikret” diyerek “Allah” isminin tekrarı ile yapılan zikri farz kılmaktadır:

73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi’ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.

Allahû Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’de Tâhâ Suresinin 14. âyet-i kerimesinde namazın da bir zikir olduğuna işaret etmektedir:

20/TÂHÂ-14: İnnenî enallâhu lâ ilâhe illâ ene fa’budnî ve ekımis salâte li zikrî.
Muhakkak ki Ben, Ben Allah’ım. Benden başka İlâh yoktur. Öyleyse Bana kul ol ve Beni zikretmek için namazı ikame et!

Allahû Teâlâ, zikirle ilgili olarak Ankebût Suresinin 45. âyet-i kerimesinde diyor ki:

29/ANKEBÛT-45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).
Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl). Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.

Bu âyet-i kerimenin muhtevasında 3 çeşit zikir bulunmaktadır:
1- Kur’ân âyetlerinin tilâveti (Kur’ân okumak) bir zikirdir.
2- Namaz kılmak, bir zikirdir. 
3- “Allah” isminin tekrarı, bir zikirdir. 
Bu 3 çeşit zikir içerisinde en büyük zikrin “Allah” isminin tekrarı olduğu net olarak belirtilmektedir. İşte bu nedenle “Allah” isminin tekrarı, ibadetlerin sultanıdır; en büyük ibadettir.
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V), burada yediklerimizi hazmedebilmemiz ve vücut için faydalı hale gelebilmesi için ön koşul olarak zikri emretmiştir. Allahû Teâlâ da âyetlerle zikir yapmamızı farz kılmaktadır.

ü  Kalpleri Katılaşan İnsanlar Kimlerdir?

Kalpleri katılaşan insanlar, Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerdir.

39/ZUMER-22: E fe men şerehallâhu sadrehu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbih(rabbihi), fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâh(zikrillâhi), ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Allah kimin göğsünü İslâm için (Allah’a teslim için) yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi? Allah’ın zikrinden kalpleri kasiyet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler.

Demek ki; bazı insanların da Allah’ın zikri ile kalpleri katılaşmaktadır. Bir insan, Allah’a ulaşmayı dilemediği takdirde zikir yapsa dahi Allah’ın katından bir şey kendisine gelmez. Rahmet kalbine ulaşmaz. Çünkü Allah, ancak kişinin kalben Allah’a ulaşmayı dilemesi halinde, Rahmân esması ile tecelli eder ve Enfâl Suresinin 29. âyet-i kerimesi gereğince ona peş peşe furkanlar verir.

8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.

Allahû Tealâ, 7 tane furkan vererek eğer varsa kişinin hassaları ve uzuvları üzerindeki engelleri kaldırır:
1. furkan: Baş gözündeki hicab-ı mestureyi alır.
2. furkan: Basar hassası üzerindeki gışavet adlı perdeyi alır.
3. furkan: Baş kulaklarında işitmeye mâni olan engeli (vakra) alır.
4. furkan: Sem’î hassasının mührünü açar.
5. furkan: Kalbindeki ekinneti alır (1. kalp şartı).
6. furkan: Fıkıh hassasının mührünü açar (2. kalp şartı).
7. furkan: İhbatı koyar (3. kalp şartı).
Bu furkanlardan 4 tanesi baş gözleri ve baş kulakları ile alâkalıdır. Furkanların 3’ü de nefsin manevî kalbiyle alâkalıdır. Böylece kişi 7 furkan alarak ilk 3 kalp şartının sahibi olmuştur. Ama Allahû Teâlâ nefsin manevî kalbini 3 tane kalp şartına daha ulaştırır:
4. kalp şartı: Kalbe hidayetle ulaşır.
5. kalp şartı: Kalbi Kendisine (Allah’a) çevirir.
6. kalp şartı: En’âm Suresinin 125. âyet-i kerimesinde zikredildiği gibi göğüsten kalbe giden rahmetin yolunu açar.

6/EN’ÂM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah sadrehu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrehu dayyikan haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne lâ yu’minûn(yu’minûne).
Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah, mü’min olmayanların üzerine pislik (azap, darlık, güçlük) verir.

Bu noktada kişi, 6 tane kalp şartının sahibidir ve artık zikir yaptığı an Allah katından salâvât taşıyıcısı ile göğsüne gelen rahmet, göğüsten kalbe rahmet yolu açıldığı için o yolu takip ederek anında kalbe ulaşır. Rahmetin kalbe girdiği oranda zulmet de kalpten çıkar. (Zumer-22)
Göğsü şerh edilenler, Allah’tan bir nur üzeredir. Çünkü kimin göğsü şerh edilmişse yani göğsünden kalbine yol açılmışsa ancak o kişinin kalbine zikirle rahmet nuru ulaştığı için o Allah’tan bir nur üzere olur.
Sonuç olarak; hâdiste zikredildiği gibi yediklerimizi, Allah’ın zikri ve namazla eritmemiz gerekir. Zikrin kalbi aydınlatması nurlandırması için de Allah’a ulaşmayı dilemek gerekir. Zikirden gâfil olunmazsa; kalpler de katılaşmaz.