OSMANLI’DA SANAT – II –
Kur’ân-ı Kerim
yeryüzündeki sanat eserlerinin gezilerek görülmesini isterken bunlardan hem
ibret hem de ilham alınmasını öngörür.
Allahû
Teâla şöyle buyuruyor:
Eûzubillâhimineşşeytânirracîym
– Bismillâhirrahmânirrahîym
6/EN'ÂM-11: Kul sîrû fîl ardı summenzurû
keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
De ki: “Yeryüzünde dolaşın. Sonra bakın, yalanlayanların akıbeti nasıl oldu.”
De ki: “Yeryüzünde dolaşın. Sonra bakın, yalanlayanların akıbeti nasıl oldu.”
Osmanlı kültüründe insanın
tabiatından gelen sanat duyguları yanında bu faaliyetlerin meşrulaştırılması ve
teşvikinde en önemli sebep Allah’ın “cemâl” (güzel) sıfatı oldu. Kur’ân-ı
Kerim’de belirtildiği üzere en büyük sanatkâr Allah’dır. Allah, kâinatı ve
kâinatın küçük örneği kabul edilen insanı, üstün yeteneklerle donatarak “en
güzel biçimde” (ahsen-i takvim) yaratmıştır. Asıl amacı Allah’ın sıfatları ile
sıfatlanmak olan insan da bu sanat faaliyetlerine katılmalıdır ki, kemale
erebilsin, iyi insan, iyi Müslüman olabilsin. Müslüman kendisini ve çevresini
güzelleştirmekle sorumlu tutulur. İlke haline gelen “Allah güzeldir, güzeli
sever” (Müslim, “îmân 147” )
hadîsi bu hususta Müslümanlar’a yol gösterir. Bu ilke doğrultusunda Osmanlı,
sanatın mimarî, müzik, minyatür, hat gibi hemen her dalında özgün ve muhteşem
eserler ortaya koydu.
Türk kültürü sembolcü
kültürdür. Atalarımız daha Orta Asya’dayken belirli eşyaları, cisimleri ve
şekilleri belirli mânâlara sembol yaptılar. Mesela “ok” Allah’a bağlılığın,
“yay” da bu bağlılığın cihana yayılmasının sembolüydü. Keza davulun, tuğun
devlet babında değişik anlamları vardı. İslâm’ı kabulden sonra da devam eden bu
sembolcü gelenek Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e de bir sembol bulmakta gecikmedi
ve O’na gül sembolünü layık gördü. Kültürümüzde gül, Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’e duyulan muhabbetin sembolüdür. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in teninin
kokusunun gül gibi olduğu inancı, gül ve goncasının aşk ve güzellik simgesi
olarak desenlerde sevilerek kullanılmasını sağladı. Gül, Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’in sembolü olduğu içindir ki
Fatih Sultan Mehmed ona olan muhabbetini belirtmek için gül koklamıştı.
Ayrıca çiçek açmış bahar
ağaçları cennetin tasviri, Selvi ağaçları ise tasavvuftaki sabrın timsali oldu.
Benzer şekilde lale
sözcüğünün Osmanlıca’da Allah yazısı ile aynı harfleri içermesi, Allah’ın
birliğine işaret eder gibi bir soğandan bir çiçek açması gibi ilginç özellikleriyle,
Allah’ı arayan ruhun bir simgesi gibi lale motifi desenlerde yerini aldı.
Allah ve lale sözcüklerinde
aynı harfler bulunması nedeniyle bu çiçeğe bir anlam kazandırıldı ve kutsal
sayıldı. Ayrıca eski harflerle yazılmış lale sözcüğü tersten okunduğunda
Osmanlı’nın kutsal alameti olan hilal sözcüğü okunur.
Allah ismi şerifinin ebced
isminin değeri, 66’dır. Hilal ve Lale kelimelerinin ebced değeri 66’dır. Onun
için İslâm’ı temsil eden, camilere ve minarelere alem olan, İslâm devletlerinin
bayraklarına koydukları hilal aslında Allah ismi şerifine rumuz olur, Allah ismine
hürmeten onun yerine mecazen, hilal konulur.
Yine bir devre ismini veren
laleye bir de bu gözle bakmak lazımdır. Böylece bir lale soğanına niçin bu
kadar fazla değer verildiği anlaşılabilir; lale bahçelerine verilen kıymet; divan
şairlerinin beyitlerindeki mânâlar daha iyi kavranabilir. Şair Yaman Dede’nin lale
için bir beyiti şöyledir:
“SUBHU DEM DÖNSE NOLA MİHR-İ
CEMALE LALE,
OLDU MAZHAR ADED-İ İSMİ
CELALE LALE,”
Anlamı:
Lale seher vakti cemal
güneşine dönse, (yönelse) ne olur,
Çünkü lale ismi Allah ismi
ile ebced hesabıyla aynı sayıya sahip olmakla şereflendi.
Selimiye Cami’ndeki Ters Lale Motifi:
Selimiye Cami’nin müezzinler
mahfelinin (cami içindeki alçak sütunlu yerler) kuzeydoğu yönünde; köşedeki mermer ayağında, bir küçük ters lale
motifi bulunur. Çok merak edilen bir motiftir. Yaygın söylenceye göre bu lale,
cami arsasının sahibi olan ve burada lale yetiştiren kişinin, arsaya cami
yapımı için çıkardığı güçlüğü ve ters tutumunu sembolize eder.
Bazılarına göre bu ters
lale, caminin yapımında çalışan görme engelli bir ustanın ürünüdür.
Bir başka yaklaşım da Mimar
Sinan’ın o günlerde hastalanan ve ölen torunu Fatma ile ilgilidir. Buna göre
zaten kalın boğumuyla yeteri kadar bozulmuş lale motifi Sinan’ın torunuyla
ilgilendiği ve moralinin bozuk olduğu günlerde bir kalfa tarafından
kondurulduğudur.
Selimiye’deki ters lale
motifi, ziyaretçilerce, günümüzde de en çok merak edilen cami öğelerinden
biridir ve farklı söylenceleri olma özelliğini sürdürür.
Ters lale dâhil Selimiye
çinilerinde 101 ayrı lale motifi kullanıldı.
EBRU
Ebru, bir fırça ile
boyaların su üzerine serpiştirilmesiyle yapılan bir sanattır. Osmanlı’da elde
edilen ebru kâğıdı, kitap ciltlemesinde de kullanıldı.
Tarihi tesbit edilmiş en eski ebru 1447 yılına
ait olup, Topkapı Sarayı’nda bulunmaktadır. Osmanlı döneminde birçok ebruzen
yetişti. Bu dönemde ebrulu kâğıtlar devlet belgeleri ve resmî yazışmalarda
zemin olarak kullanıldı. Buradaki başlıca amaç estetik değerlerin yanı sıra
tahrifat girişimini engellemeyi amaçlamaktı. Bugün çek, senet ve kâğıt paralar
üzerindeki karmaşık desenlerin mantığı buna dayanır.
Ebru tarihinde bugüne kadar tespit
edilebilen ilk Ebruzen Mehmed Efendi’ydi. Ebru tarihinde diğer önemli üstatlardan
biri de Ayasofya Hatibi’ydi. Günümüzde “Hatip” adı ile anılan ebru türünü
geliştirdiğinden bu adla anılır oldu.
1846 yılında vefat ettiğini bildiğimiz
Şeyh Sadık Efendi’nin, Ebru Sanatı’nı Buhara’da öğrendiği ve iki oğlu Edhem ve
Nazif Efendilere de öğrettiği bilinir.
Hezârfen ünvanı ile anılan Edhem Efendi
(1829-1904), ebru sanatında oldukça ilerledi; şöhreti saraya kadar ulaştı ve
eserleri devrin padişahı Abdülaziz’i de etkiledi.
Osmanlı döneminde başlı başına bir sanat ve
iş kolu olan ebruculuk, 20. Yüzyıl başlarına gelindiğinde unutulma noktasına
geldi. Bu sanatın tekrar hayat kazanması, ebru sanatına “çiçekli” ebruyu
kazandıran büyük sanatçı Necmeddin Okyay (1883-1976), sayesinde oldu.
Ebru sanatı diğer tüm geleneksel el
sanatları gibi sabır, sevgi ve devamlılık isteyen bir sanattır. Ebru sanatı
senelerce dergâhlarda tasavvuf ehlince itibar gördü ve manevî bir eğitim aracı
olarak kullanıldı. Dolayısıyla yalnızca el becerisine değil tefekkür ve
murakabeye de dayanan bir sanattır.
Osmanlı süsleme sanatlarından olan Ebru,
duygu ve düşüncelerin su üzerinde tecelli ettiği bir renk ve desen
aritmetiğidir. Geleneksel Osmanlı sanatlarının karakteristik yapısı gereği
hoca-talebe zincirinde ve meşk usûlü çalışılan bu sanat, sanatkâra bir yandan
Türk-Osmanlı estetik anlayışını, diğer yandan ahlâkî olgunluğu öğretmeyi hedefler.
Ebru ile uğraşan sanatkâr, asırların birikimi olan desen ve renk düzenlerini
her defasında yeniden yaşayarak keşfeder. Suyun hareketi ve boyaların aldığı
yeni şekiller, kâinatta fasılasız devam eden değişimi insanoğluna öğretir.
Tekrarı asla mümkün olmayan her bir ebru, zaman denen bilinmezi göz ve
gönüllerde dondurur. Her ne kadar su üzerine boyaları serpen sanatkâr ise de,
ona son şeklini veren mutlak iradedir.
Ebru suya atılan bir nakıştır ve bu suya atılan nakışı arkasındaki hayattan bağımsız yorumlamanın imkânı yoktur. O da hat gibi, minyatür gibi, çini, tezhip, nakış gibi soluduğu havanın eseridir.
Ebru suya atılan bir nakıştır ve bu suya atılan nakışı arkasındaki hayattan bağımsız yorumlamanın imkânı yoktur. O da hat gibi, minyatür gibi, çini, tezhip, nakış gibi soluduğu havanın eseridir.
Ebru bir aşktır Ebruzene göre. Tüm kâinatı
ve tüm oluşumu özetler ebru. Ve bir rüyadır ebru. Rüya gibi, birbirinin
tamamen aynı olan iki ebru yoktur çünkü. Her ebru tektir. Biriciktir. Yegânedir.
Tekrarı yapılamaz.
Ebru Sanatının Tasavvufî Yönü
Diğer birçok İslâm sanatı gibi ebru
sanatının da büyük bir kısmı dergâh ve tekkelerde geliştirildi. Tasavvufî
terbiyenin en mühim noktalarından birinin tevazû olması dolayısıyla, benlik
iddiasından vazgeçmiş olan birçok ebru ustasının bu sebeple, eserine imza
atmadığı düşünülür.
Ebru sanatı, tasavvuf ehlinin nezdinde
ayrı bir itibar görür; ebru yapımı, insanın:
1- Bu âlemdeki yaradılış sırlarını ve
edebini idrak etmesi,
2- Nefsinin oyunlarını teşhis ve tespit edebilmesi,
3- Ezel hükmünün edebine riayet edebilmesi,
4- Bu âleme daha Rahmanî bakabilmesi için daima bir
manevî eğitim aracı olarak telakki edilir.
Tasavvufî terbiye ile
yetişen ebru ustalarının, bir boy abdesti alarak ebru teknesinin önünde tekne
başındaki mesaisini Allah’a olan kulluğunun bir nişanesi olarak kabul etmesi
için birtakım dualarda bulunarak ve yaptığı sanatla kendini Halik zannetme
vehminden Allah’a sığındıktan sonra işe başladığı rivayet edilir.
Ayrıca, ebru
türlerinden biri olan battal ebrusunda, ebru ustasının boyaları serpmek dışında
tekneye müdahalesinin mümkün olmayışı ve bir noktadan sonra meydana gelen
şekillere uymak zorunda oluşu; külli ve cüz’i iradenin izahı için arif kişilerce
açıkça kabul edilir. Boyaları serpmek cüz’i iradeye; tekne sathında ortaya
çıkacak olan önceden meçhul görüntü de külli iradeye benzetilir.
Tasavvufî anlayışta,
renksizliğin vahdeti (varlıktaki birliği bütünlüğü), renklerinse kesreti
(çokluğu, birliğin bütünlüğün açılımlarını) temsil ettiği düşüncesi ve her
makamın özel bir renge sahip olduğu düşünülür. Beyaz renginin tüm renkleri
içinde ihtiva etmesi ve siyah renginin yansıtılmış ışınların görünmeyen rengi
olması sebebiyle siyah-beyaz ebrunun toplamda vahdetin sırrını temsil ettiği
düşünülür. Bu sebeple olsa gerektir ki ebru sanatının manevî incelikleri çoğu
zaman, sanatın verimlerinden daha ilgi çekici olur.
Hz. Ali: “Sen kendini küçük bir cisim
sanırsın, hâlbuki bütün âlem sende dürülüp bükülmüştür.” diyerek ne güzel buyurur.
Ayrıca “ilâhi güzellik arayışı” temeline
dayanan tasavvuf düşüncesi ile Osmanlı döneminde birçok tekke, usta- çırak
yöntemiyle öğrenci yetiştiren “sanat atölyeleri” haline geldi.
Ebru
Sanatı batıda Türk Kâğıdı veya Türk Mermer kâğıdı adını aldı.
OSMANLI’DA ÇİNİCİLİK
Osmanlı’da çini bir süsleme
sanatıydı. Kil toprağına şekil verip fırında kurutulması ile çini elde
edilirdi.
Çini, üstün Osmanlı
sanatlarından biriydi. İranlılar’ın “kâşî” dedikleri bu sanata Osmanlı,
porselen tekniği Çin’den geldiği için “çini” dedi. Osmanlı’nın dünyada şöhret
yaptıkları sanatlardan biriydi. Osmanlı ellerinde birçok örnek olmasına rağmen,
Bizans’ın mozaik sanatıyla uğraşmadı, çiniyi tercih etti. Büyük çini
ressamları, hattatları renk cümbüşünün ve ahenginin büyük üstatları yetişti.
Büyük yapılarda kullanılan
çini miktarları muazzamdı. Sultanahmed Cami için 21.043 adet çini pano
kullanıldı.
İznik’te XVI. Yüzyıl’da 300
çini imalathanesi vardı. Osmanlı çiniciliğinin merkezi Kütahya ve İznik’ti.
Osmanlı, çiniyi çok severdi
ve askerî, dînî, sivil her türlü yapılarında kullanmaktan zevk alırdı.
Sarayların, konakların, camilerin bazı bölümleri çiniyle süslenirdi. Çiniyle
süslenen eşyalar da vardı.
Çelebi Mehmed’in yaptırdığı
Yeşil Cami ile Yeşil Türbesi’ni Deli Mehmed adlı çini sanatkârı, cennetten
örnek köşeler haline getirdi. Mimar Sinan’ın İstanbul’da ki (Eminönü) Sadrazam
Rüstem Paşa Cami, gene Mimar Sinan’ın Topkapı Sarayı’nda yaptığı Harem dairesi,
gene onun Ayasofya avlusundaki II. Selim, III. Murad türbelerinin içi Osmanlı
çini sanatının şaheserleriyle doludur.
Çinilerde, Türk mavisi,
Osmanlı domates kırmızısı, mor, sarı, yeşil en çok kullanılan renklerdi.
OSMANLI’DA KUMAŞ VE NAKIŞ
Osmanlı pamuk, keten, yün ve
ipek kumaşları bütün dünyada çok değerliydi. “Sof” denen tiftik (Angora)
dokumacılığının merkezi Ankara’ydı.
İpekli dokumacılığın merkezi ise Bursa’ydı.
Osmanlı
döneminde, 15. Yüzyıl’dan itibaren Bursa kenti, İran’dan ithal edilen ham
ipeğin ticaret ve sanayi merkezi oldu. İpek ticareti hazineye büyük gelir
sağladığı için devlet kontrolünde gelişmesi sağlandı; 1587 tarihinden itibaren
Bursa’da koza üretimine başlandı ve kozacılık teşvik edildi.
Dokumada
kullanılan altın, gümüş ve tel devlet simkeşhanelerinde çekilir, kumaşlar
damgalanarak satışa çıkarılmasına izin verilirdi. Kıymetli madenlerin israfını
önlemek için seraser, zerbaft gibi kumaşlar saraya ait tezgâhlarda belli
miktarda dokunmaktaydı. Dönemin modasına uygun kumaş desenleri saray
nakkaşhanesinde tasarlandığından, desen ve kompozisyonlarda Osmanlı sanatının
üslup bütünlüğü tekrarlanırdı.
Bursa
kenti daha çok “kadife ve çatma”, İstanbul ise 16. Yüzyıl ikinci yarısından
itibaren “kemha ve seraser” kumaşları ile tanındı. Çatma dokunuş tekniği
açısından kadifenin bir çeşidiydi. Genellikle zemin kadife, desen gümüş
klaptanla ya da tam tersi klaptan zemin üzerine desen, kadife ile dokunurdu.
Döşemelik ve kaftan yapımında kullanılan çatma kumaşların yanı sıra, özellikle
dar uçları nişli bordürlü yastık yüzleri çok revaç bulurdu.
Osmanlı
Sarayı’nda değerli kumaşlar hazine eşyası olarak kullanılırdı; yüksek rütbeli
devlet memurlarına, yabancı hükümdar ve elçilere hediye olarak kaftan ve kumaş
gönderilirdi. Kıymetli malzemeden yapılmış başlıca kaftanlık kumaşlar kemha,
seraser ve zerbafttı. Kemhanın çözgüsü ve atkısı ipek, deseni oluşturan takviye
atkıları ipek ve gümüş ya da altın klaptandı. Seraserin çözgüsü ipek, atkısı
gümüş veya altın teldi. Osmanlı kumaşları arasında en değerli olan zerbaft ise
bazı motifleri altın telle dokunan bir brokar türüydü.
16.
Yüzyıl Osmanlı dokumaları, en lüks ve sanat bakımından en değerlileri olarak kabul
edildi.
17.
Yüzyıl’dan itibaren dokumaların kalitesi azaldı. Ekonomik durum bozulmaya
başlayınca kıymetli madenlerin kullanımı yasaklandı. III. Selim devrinde, 1758
yılında Üsküdar Ayazma Cami civarında kurulan atölyede kısa süreli de olsa
kumaş sanatı canlandırılmaya çalışıldı. Dönemin kadın giysilerinde yaygın
olarak kullanılan Selimiye ve savaî kumaşları yollu ve serpme küçük desenliydi.
Bütün
çevreler arasında karşılıklı geçiş sağlayan saray daha geniş bir görüşe sahipti.
Yerli yabancı ustaların sanatçıların çalıştığı saray atölyeleri hükümdarların
desteğiyle işletilirdi. Çarşının en yetenekli sanatçıları, en üst düzeyde
teknik beceri sahibi ustalar bu atölyelerde uğraş verirdi. Ağırlıklı olarak
tören eşyaları üretilen bu atölyelere ordu mensupları da katkıda bulunurdu.
Öte
yandan saray hareminde yaşayan yetiştirilen ya da misafir edilen hanımlar,
kızlar bu etkinliklere amatörce katılırlardı. Özellikle ileri derecedeki paşa
vb. gibi memurların kızları, eşleri sarayda belli bir eğitim görürdü ve saray
gelenek ve göreneklerini gittikleri çevrelere de taşırlardı.
Benzer
bir durum çarşı için söz konusuydu. Sarayda izlediği yenilikleri başka deyişle
moda dinamiğini eve ulaştıran ve bir tür portör işlevi gören çarşı hem evin hem
sarayın kaynağı niteliğindeydi.
Saray
yaşam biçimini dışarıya ulaştıran, bu bağlamda işlemeli tören giysilerini,
aksesuarlarını, çadırlarını, en geniş vizyonda ulusal ve uluslararası platformda
sergileyen orduydu. Gerek törenler, gerek seferler ve gerek hacca gidiş
törenleri bu bağlamda fevkalade önem taşırdı.
Osmanlı
tarihinin her döneminde kurulan çadırlar çevresine oturtulan zukaklar ve giysileriyle
aksesuar niteliği aldı. Savaş silahlarıyla sultanlar ve Türk ordusu mensupları
göz kamaştırırdı.
İşlemelerin
yapıldığı bir merkezde dergâh ve tekkelerdi. Pek çok hücrede yapılmış işlemeler
arasında bir grup Mevlevî örneği bu sanat dalında üretime işaret etmektedir.
Genellikle türbelerde ve Sürre Alayları’nda karşımıza çıkan, hûşû ile izlenen
dînsel işlemeler Allah’a ve dîn büyüklerine duyulan sevgi saygının yanı sıra
imanın ifadesiydi.
OSMANLI’DA GİYİM
Fatih
Sultan Mehmed’in ölümünden sonra sarayda gelişen; ölen sultanların giysilerini
bohçalayarak saklama geleneği Osmanlı İmparatorluğu Dönemi işlemelerini 15. Yüzyıl’da
kısa bir boşluktan sonra 16. Yüzyıl’dan 20. Yüzyıl başlarına kadar kopmadan izlememize
olanak sağlar.
Osmanlı
sultanları giyim-kuşama önem verirdi, kaftanlar giyerlerdi. Onların kalite
arayışları dokumacılığın gelişmesinde önemli bir yer tuttu. Saray kıyafetleri
ve mefruşat için kullanılan kumaşlar saray bünyesindeki atölyelerde “hassa
nakkaşları” tarafından hazırlanan desenlere göre dokunurdu. Bu atölyeler
yeterli olmadığı zamansa İstanbul ve Bursa’daki diğer atölyelere sipariş
verilirdi. İpekliler devlet tarafından kontrol altında tutulur, çözgü
tellerinin sayısından boyasına kadar her detayın esaslarına uygunluğuna
bakılırdı.
Görkemli
giyecekler, kemha (brokar), kadife, çatma (bir kadife türü), seraser (altın ve
gümüş alaşımlı telle dokunmuş ipekli kumaş), diba, atlas, canfes, tafta, vala,
çuha, sof ve şal gibi kumaşlarla oluşturulurdu.
Topkapı Sarayı’nın sayıları 1550’yi bulan
giyim-kuşam koleksiyonu, ölen padişahın üzerinden çıkan ve sahip olduğu diğer
giysilerinin saklanmasıyla oluştu. Padişah elbiseleri hazine eşyası
sayıldığından Hazine’de saklanırdı. Ölen sultanların, hanedan mensubu yüksek
rütbeli devlet memurlarının ve dîn büyüklerinin eşyalarının türbesine konulması
bir gelenekti ve bu türbelerden toplanan giysiler de Saray’daki koleksiyona
katılırdı. Osmanlı sarayındaki ipekli ve pamukluların bir bölümünün menşei
Hint, İran ve Mısır’dı.
OSMANLI’DA HALICILIK
Diğer bir büyük Osmanlı
sanatı, halıcılıktı. Çok eski bir Türk sanatıydı. Minyatür ve Halı, Türkler’den
İranlılar’a geçti. 1918 yılına kadar Osmanlı Devleti, yabancı ülkelere yılda 8
milyon altının üzerinde halı sattı. Bu rakam Osmanlı’da halı sanayinin önemi de
belirtir.
Osmanlı’da Anadolu’nun her
yerinde halı ve kilim dokundu. Türkmen motifleri çok orijinal ve ahenkliydi.
Kök boya, asırlar geçse de solmayan bir sırra sahipti. 1cm²’ye akıl almaz
sıklıkta ilmik atılabilirdi.
Yün halılar yanında ipek
halıda dokundu. İpek halılar Sultan Abdülmecid’in kurduğu Hereke Fabrikası’nda
yapıldı. Bütün Tanzimat Sarayları hereke ile döşendi.
Hereke halılarında, sanatının her dalında
doğayı kucaklayan Osmanlı toplumunun bu özelliklerini gösteren motifleri ve
diğer geleneksel sanatlarımızda olduğu gibi
tasavvuf kültürümüzden gelen sonsuzluk temasını bulmak mümkündür.
Desenler, sonsuzdan gelirmişcesine bordürden halıya girer ve tekrar öteki
bordürden sonsuza doğru gidercesine kaybolur. Hereke halılarında başta lale,
goncagül, yaprak, karanfil, sümbül, badem, çiçek buketleri olmak üzere
ikiyüzden fazla çiçek motifi kullanılır ve bu motifler bir araya gelerek eşsiz
desenler oluşturur. Bir çiçek cümbüşüne dönüşmüş Hereke halılarına her
dokunuşta bir çiçek yumuşaklığı; üzerinde her gezinişte bir gülistan ferahlığı
hissedilir.
Hereke halısının tarihinde;
yedi dağın çiçeği, badegül, kırçiçeği, binbir çiçek, lalezar, kristal,
karpuzlu, zümrüt-ü anka, çeşm-i bülbül ismli desenler en meşhur desenleri
olarak yeraldı. Her desen, her motif bir simge oldu. Örneğin, yedi dağın
çiçeği, yedi tepe üzerinde kurulu İstanbul şehrinin çiçeklerini; lale, sevgi ve
barışı; sümbül, aşkı; beyaz gül, sevgiyi; yabanî gül, hasreti anlatttı. Genç
kızların elleriyle dokudukları bu halılarda…
Kırmızı ve lacivert
renklerinin geleneksel olduğu halılarda motif renkleri olarak çok zengin bir
renk ahengi ilk bakışta göze çarpar. Her halıda otuzu aşkın rengin ahenkle dans
edişinin uyumudur bu...
Diğer halı ve kilimlerde
kullanılan motiflerin kuş, pıtrak, bereket, yıldız ve hayat ağacı gibi isimleri
vardı. Örneğin hayat ağacı motifinin anlamları şunlardı:
Hayat ağacı sürekli
gelişen, cennete yükselen hayatın dikey sembolizmini oluşturdu. Geniş
anlamda sürekli gelişim ve değişim içinde yaşayan evreni sembolize etti. Yeryüzü
ve cennet arasındaki iletişimi sağladı.
Servi, sedir, incir, zeytin, asma, hurma,
palmiye, kayın, nar, meşe vb. ağaçlar toplumlarda hayat ağacının sembolüydü.
Hayat ağacının üzerindeki kuşlar, zamanı gelince uçacak olan can kuşlarıydı.
Servi ağacının devamlı yeşil renkte
olması, uzun ömürlülük, dayanıklılık, güzel şekil ve boyluluk gibi
niteliklerinin olması, hayat ağacı motiflerinde çok kullanılan serviyi iyilik
ve güzellik sembolü haline getirdi.
Ağaçlar, belirli bir bölgede köklenip
yerleşmeleri ve göçememelerinden dolayı yerleşikliği ve kök salmayı sembolize
ettiler. Hayat, güzellik, ebedilik ile evrenin ölümsüzlüğünü ve yerkürenin
eksenini simgeledi.
Hayat ağacı formu, çeşitli stilize
motiflerle taş, tahta, çömlek, çini işleme, dokuma, cam, tezhip,
minyatür, edebiyat ve müzikte de yer aldı.
OSMANLI MİNYATÜR SANATI
İslâm inancının temel
ilkelerinden olan dünyanın fâniliği, âhiretin bakiliği İslâm sanatında tezahür
etti. Sözgelişi, bir minyatürde yer alan figürler adeta dondurulmuş bir rüya
gibiydi. Çoğunlukla, minyatürde resmedilen insanların yüzünden düşüncelerini
veya duygularını anlamak mümkün değildi. Zafer ve eğlenceleri anlatan
minyatürlerde de insanların yüzünde esasen sevinç ifadesi yoktu. Bu keyfiyet,
hep dünya hayatının geçiciliğinin İslâm sanatındaki yansımasıydı.
Bir nesnenin küçük boyutlardaki
örneği anlamına gelen minyatür sözcüğü, zamanla kitap resmi için kullanılan bir
terim halini aldı. Eski Türk kaynakları kitap resmi için nakış, tasvir;
minyatür ressamı için de nakkaş, musavvar gibi sözcüklere yer verdiler.
8. ve 9. Yüzyıl’a ait olan
ve günümüze gelmiş Türk resim sanatının örnekleri arasında, duvar resmi ve
figürlü işlemelerin yanında minyatürler de vardır. Türklerin eski yurtları Orta
Asya’da, Türkistan’da yaşadıkları döneme ait olduğu düşünülen minyatür
örnekleri hala Topkapı Sarayı arşivlerindedir.
Fatih Sultan Mehmed
döneminden, 19. Yüzyıl’a uzanan döneme ait ise çok sayıda minyatür eser
günümüze ulaştı. Fatih Sultan Mehmed döneminde yapılmış birçok minyatürlü eser,
Türkmen minyatürlerinin etkisini gösterdi. Bu eserler dönemin giyim, müzik
aletleri ve eğlence hayatı gibi bazı özelliklerini de yansıttılar.
Kanunî Sultan Süleyman
dönemi, Osmanlı minyatür sanatında pek çok yeniliğin denendiği bir dönemdi. Bu
yenilikler arasında, tarihî olayları saptama anlayışının “şehnamecilik” adıyla
resmi bir görev halini alması da vardı. Bu anlayış içinde tarihî olaylar yazma
olarak kayda geçirilirken, bir yandan da resimlendirildi. İmparatorluğun doğu
ve batısındaki savaşları, fetihler ve seferleri, sultanların tahta geçişleri,
yabancı elçilerin kabulü, bayram kutlamaları gibi önemli olayların yanı sıra,
bazen sultanın yalnızca tek bir seferi de ele alındı.
Sonraki dönemlerde tarihî
olayları gerçekçi bir tavırla saptama anlayışı, artık Türk minyatür sanatının
değişmez bir özelliği olarak gelenek haline geldi.
Sarayda her zaman kitapları minyatürleyen
nakkaşan-i hassa vardı. Fatih’in gül koklayan Topkapı Sarayı’ndaki ünlü profil
portresini yapan Bursalı Sinan Bey, Fatih tarafından resim tahsili için
Venedik’e gönderilerek ders aldı. Seyyid Lokman’ın bağdaş kurup karanfil
koklayan Fatih portreside resme yakın minyatür tarzının şaheserlerindendi.
OSMANLI’DA
RESİM
18. Yüzyıl’ın sonlarından
itibaren minyatürün yerini resim aldı. Bunda Avrupa’nın etkisi vardı. II. Mahmud tüm devlet dairelerine
resmini astırdı. Sultan Abdülaziz ise Avrupalı ressamlara resmini yaptırdı.
Avrupa’ya resim eğitimi alması için öğrenciler gönderildi. Bu kişiler
eğitimlerini tamamlayıp döndüler. Ünlü birer Osmanlı ressamı oldular. Osman
Hamdi Bey, Hoca Ali Rıza, Şeker Ahmed Paşa bu kişilerdendi.
Fatih, Venedikli ressam
Bellini’ye poz vererek yağlı boya tablosunu yaptırdı. Ama Türk ressamlarının
yetişmesi, ilk defa heykelini de yaptıran ve bizzat kendisi de ressam olan
Sultan Abdülaziz’in himayesiyle başladı. En büyük Osmanlı ressamı büyük bir
arkeleog da olan Sadrazam Ethem Paşa’nın oğlu Osman Hamdi Bey’di.
Yavuz’un da ressam olduğunu
ve Çaldıran Muharebesi’ni çizdiğini biliyoruz.
OSMANLI HAT SANATI
“KUR’ÂN-I KERİM HİCAZ’DA NAZİL OLMUŞ,
MISIR’DA OKUNMUŞ,
OSMANLI ÜLKESİNDE YAZILMIŞTIR”
Hat sözlükte “ince, uzun
doğru yol, birçok noktanın birleşerek sıralanmasından oluşan çizgi, satır veya
yazı” gibi anlamlara karşılık gelen Arapça kökenli bir sözcüktür. Bu kelime
özellikle İslâm kültüründe, yazı ve güzel yazı (hüsnü’lhat, elhattu’lhasen)
anlamlarında da kullanıldı. Hüsn-i hat; estetik ve geometrik kurallara bağlı
kalarak, güzel yazı yazma sanatıydı. Ancak, genellikle İslâm dînine has kutsal
metinlerin yazımı için kullanılan bir tabirdi. Dînsel metinleri güzel yazma ve
bunu öğretme yetkinliğine sahip sanatçıya hattat,
bu sanata da hattatlık veya hüsn-i hat dendi.
Osmanlı, tarihin en büyük
yazı sanatkârlarını yetiştirdi. En büyük Osmanlı hattatları Şeyh Hamdullah,
Karahisarî Ahmed Şemseddin Efendi, Tac Mahall’in yazılarını yazmak için
Hindistan’a giden Settar Efendi, Hafız Osman Efendi’ydi.
Padişahlar içinde de büyük
hattatlar çıktı; II. Mahmud, III. Ahmed, I. Abdülmecid gibi…
Hat, sözün veya ruhta
gelişen fikir ve duyguların yazı aracılığı ile resmedilmesidir. Büyük
matematikçi Öklid’in bir sözü bu fikri çok net ifade etmektedir: “Hat, her ne
kadar maddî aletlerle meydana gelirse de o, ruha ait bir çözülümdür.”
Hat sanatı; İslâm’ın ilk
dönemlerinden beri sürekli bir gelişim gösterdi. Modern çağda geldiği noktadaki
soyut anlatım gücü öylesine bir sanat düzeyine yükseldi ki; ünlü ressam Pablo
Picasso, bir gün usta bir hattatın bir istifi karşısında “işte resim” diyerek,
hayranlığını ifade etti. Çünkü karşısında özgün ve somut figür etkileşiminden
uzak, salt estetiğin ipucunu gördü. (İstif: Bir şeyin birbiri üzerine ve sıra ile dizip yığmak anlamına
gelen bu kelime İslâm yazısında kelimeleri satır nizamı dışında birbirini
üzerine çıkarmak yerine kullanılan bir tabirdir.)
Yazıya verilen değer, bütün
İslâm kültürlerinde hat sanatının çok üstünde durulmasına yol açtı. Özellikle
Osmanlı kültürü içinde hat sanatı çok ilerledi, işlevsel görevinin yanı sıra,
estetik bir düzeye yükseldi, adeta batı resim sanatındaki tabloların yerini
tutar oldu. Gerçek bir tablo gibi çerçevelenerek duvara asılan güzel yazı
örneklerinden ünlü hattatların yapıtlarına Osmanlı tarihinde çok büyük paralar
ödendiği bilinir.
Güzel yazı, yalnız
levhalarda değil, bundan başka el yazması kitaplarda, fermanlarda,
diplomalarda, cami iç ve dış duvarlarında, çeşitli yapıların yazıtlarında,
mezar taşlarında, pencere kapağı ya da kapı kanadı gibi mimarlık öğelerinin
üstlerinde, halı bordürlerinde, kutu, vazo, tabak gibi gündelik eşyalarda da
kullanıldı.
Hattatlarımız
tarafından “Besmele”nin dışında en çok istiflenen ve yazılan “Huve’1-Bâki sözünden bahsedelim:
HU: Türkçesi O’dur.
Kur’ân-ı Kerim’de duyan, gücü yeten... gibi Allah’ın sıfatlarını bildiren bir
çok adlar “O” adına dönüştürüldüğü gibi Haşr Suresinin 22. âyet-i kerimesinde “ALLAH”
adı O adına dönüştürülmüştür.
Allahû
Teâla şöyle buyuruyor:
Eûzubillâhimineşşeytânirracîym
– Bismillâhirrahmânirrahîym
59/HAŞR-22: Huvallâhullezî lâ ilâhe illâ
huve, âlimul gaybi veş şehâdeh(şehâdeti), huver rahmânur rahîm(rahîmu).
O Allah ki, O’ndan başka İlâh yoktur. Gaybı (görünmeyeni) ve
görüneni de O bilir. O; Rahmân’dır, Rahîm’dir.
BAKİ: Bir
nesnenin varlık süresi, ilk durumu üzere sürüp gitmesi demektir. Fena’nın tersidir.
Görüp gözetmek bakmak mânâsına da gelir. Buna göre Huve’1-Baki (O KALICIDIR). Yani
yeryüzünde her şey Fanidir, gelip geçidir. Baki olan, yalnız ve ancak ALLAH’dır.
Mezar
taşlarına Huve’l Baki yazmak Osmanlı’da gelenekleşmiş bir anlayıştı. Bu yazı
mezar taşının yazı kısmının en üstünde sarık, fes, çiçek demeti gibi
başlıkların altına isabet eden kısmına yazılırdı.
Sevgili kardeşlerim,
Osmanlı’da
en çok hüsn-i hatta olmak üzere bütün sanat dallarında (ebru, tezhip, çinicilik,
mücevhercilik vbg.) kullanılan bir unsurdan daha söz etmeliyiz. “Vav Harfi”
VAV: Ebced
hesabında altı demektir. İslâm âlimlerine göre Allah kelimesinin tasavvufta
karşılığı “66”
sayısıdır. Birbirine kenetlenmiş iki “vav” harfi, Rabb’imizi temsil eder. “Vav”
tek başına değil de başka bir “vav” ile bir araya gelerek Allah’ı anlatır. İşte
“vav” harfinin bu durumuyla tasavvufta “birlik, dirlik, beraberlik ve haddini
bilmek konularına dikkat çekilir.
Osmanlı döneminde padişahın
namaz kıldığı yeri, hünkâr mahfilini düşünelim. Bu makamın kapısı bir insan
boyundan çok daha kısa olurdu. Kapısının üzerinde ise iki “vav” harfi, 66
ifadesi, yani yüce Allah’ın isminin sembolü muhakkak bulunurdu. Böylece padişah
başını eğer, kul olduğunu sık sık hatırlar, bu âlemi yaratan, sonsuz kudret
sahibi yaratıcısı Allah’a secde ederdi. Aynı zamanda vav harfinin
şekli secde eden insan şeklidir.
Osmanlı Devleti’nin en büyük
hat sanatı ustalarından biri Hafız Osman’dır. Hafız Osman, emekli olduktan
sonra o devrin en sakin semtlerinden biri olan Üsküdar’a yerleşir. Fırtınalı
bir günde kayıkla Beşiktaş’a geçmek ister. Sahilden bir kayığa biner. Yol
bitmek üzereyken kayıkçı ücretleri ister. Fakat Hafız Osman, yanına para almayı
unuttuğunu fark eder. Tabii artık çok geçtir. Bir çare gelir aklına...
Kayıkçıya “Efendi, yanımda param yok, ben sana bir “vav” yazayım; bunu sahaflara
götür, karşılığını alırsın.” der. Kayıkçı, yüzünü ekşitip söylenerek yazıyı
alır. Bir zaman sonra kayıkçının yolu sahaflara düşer. Görür ki yazılar,
levhalar iyi fiyatlara alınıp satılıyor. Cebindeki yazıyı hatırlar ve satıcıya
götürür. Satıcı yazıyı alır almaz: “Hafız Osman Vav’ı” diyerek açık artırmaya
başlar. Sonunda çok iyi bir fiyata satar. Kayıkçı, bir haftalık kazancından
daha fazlasını bu “vav” ile kazanır.
Bir gün Hafız Osman karşıya
geçmek istediğinde yine aynı kayıkçıyla karşılaşır. Yol bitmek üzereyken
ücretler toplanır. Hafız Osman da parayı kayıkçıya uzatır. Kayıkçı: “Efendi,
para istemez; sen bir “vav” yaz yeter.” der. Hafız Osman, tebessüm ederek cevap
verir kayıkçıya: “Efendi, o “vav” her zaman yazılmaz. Sen dua et. Başka bir gün
para kesemi yine evde unutayım...”
Elif
ile Vav
İnsan “vav” şeklinde doğar,
bir ara doğrulunca kendini “elif” sanar.
İnsan iki büklüm yaşar
hayatı boyunca, oysa en doğru olduğu gün ölmüştür.
Kulluğun mânâsı “vav”dadır, “elif”
ise ululuğu simgeler.
O yüzden ilâhî sesler “elif”le
başlar.
“Elif” kainatın anahtarıdır,
“vav” kainattır.
Yaratıcı “vav” gibi mütevazı
olsun ister kulları.
Musa, “vav” olmuştur ama
Firavun’un gözü “Elif”te kalmıştır.
Yunus, “vav” olup balık
karnından zor kurtarmıştır kendini.
İnsan iki büklüm olunca
rahat eder anne karnında,
Boylu boyunca uzansa da kim
rahattır mezarında?
OSMANLI’DA AHŞAP SANATI
Hem mimarî öğelerde hem de
dekoratif amaçlı eşyalarda görülen ahşap sanatı teknik ve üslup açısından en
güzel örneklerini Osmanlı döneminde verdi.
Ahşap işçiliği İslâm
sanatında diğer sanat kollarına paralel bir gelişme ve çeşitli dönemlerde
birçok bölgesel etkileri de içine alarak zenginleşen bir çeşitlilik gösterdi.
Ahşap sanat ürünleri, bazen
mimarîde sütun ve sütun başlığı, kiriş gibi taşıyıcı bir öğe; bazen kapı ve
pencere kanatları, mihrap, minber, tavan göbeği balkon korkuluğu gibi dekoratif
amaçlı yapı elemanları ya da rahle Kur’ân-ı Kerim ve cüz mahfazası, çekmece, kavukluk,
çeyiz sandığı, sehpa gibi mobilya ve aksesuar olarak karşımıza çıktı.
Ahşap ustaları zanaatkâr
zümresi altında “neccar” olarak
adlandırılırdı. Bu zanaatkârlar özellikle Anadolu’da yapı tasarımına bağlı olarak
gelişen ahşap süsleme tekniklerini büyük bir ustalıkla her çeşit ağaca uyguladılar.
Ahşap ustalarının ağaç
türlerini iyi tanıdıklarını, kullandıkları yer ve tekniklere en uygun malzemeyi
seçtiklerini, ahşabın dayanıksız bir malzeme olmasına karşın günümüze gelebilen
ahşap eserlerden anlarız. Teknik ve işlenişe uygun olarak tercih edilen
hammaddeler ceviz, elma, armut, sedir, meşe, abanoz ve gül ağacıdır.
Oymacılık
Osmanlı’ da Oymacılık sanatı
ile taş, ahşap ve madenler işlenerek değişik ürünler elde edilirdi.
Örneğin ahşap işlenerek
rahle, sehpa, kaşık, taht ve benzerleri yapılırdı. Oymacılıkla camilerin,
evlerin kapılarına ve pencerelerine güzel şekiller verilirdi.
“Kat” denen kağıd
oymacılığında da Osmanlı bir çok üstad yetiştirdi.
Kakmacılıkla ise kılıç, kalkan vb. eşyalar değişik
semboller kazanırdı.
Mobilya
Osmanlı mobilyacılığı, ev ve
mutfak eşyası, bugün tamamen Batı tarzı eşya kabul edildiği için ortadan kalktı.
?Yalnız bakırcılık gibi bir iki branş yaşamakta ve güzel eserler vermeye devam
etmektedir.
Osmanlı sandıkları, sedef
işlemeli rahleleri, masaları, kutuları, makasları, bıçakları, kaşıkları ve daha
akla gelebilecek her türlü ev eşyasından pek de çok olmayan numuneler bugün
müzelerde, saraylarda, özel koleksiyonlarda görülür.
Osmanlı’da Ahşabın Sırrı:
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın UNESCO
Dünya Mirası Geçici Listesine girmesi için başvuru yaptığı 27 merkez arasında
yer alan Konya’nın Beyşehir ilçesindeki, 1299’da ahşaptan yapılan Eşrefoğlu
Cami’sindeki ağaç bölümlerinin nasıl olup da çürümeden bugüne kadar geldiği
hala bilinmiyor.
Cami, taş, tuğla, çini ve renkli boyama
gibi birçok süsleme sanatının bir arada ve yoğun olarak kullanıldığı tek ahşap
cami olması nedeniyle Türk mimarlık tarihinde özel bir yer işgal ediyor.
Eşrefoğlu Süleyman Bey tarafından
1297-1299 yılları arasında yaptırılan Eşrefoğlu Cami, ahşap direkler üzerine
oturtulan düz tavanlı camilerin en büyüğü olarak biliniyor.
Bir Ağaç Nasıl Terbiye Edilir?
Bu geleneğin son
ustalarından Buharalı Mustafa Baytal Usta kendisiyle 1994 yılında 86 yaşında
iken yapılan röportajda zamana meydan okuyan eski yapılardaki ahşap unsurların
beş yıllık zorlu “terbiye” süreci ile ilgili oldukça enteresan şeyler
anlatıyor.
Sevgili kardeşlerim bu ağacın terbiye edilme
sürecinin Allah’ın yardımı ile olduğu açıkça görülmektedir. Diyor ki Mustafa
Baytal Usta;
“Sert ağaç ay karanlığında kesilecek. Ay
karanlığında, dolunayda ağaç kendini sıkar, kesildiğinde de o sıkılıkta kalır…
Aylardan Kasım ve dolunay olacak. Çünkü Kasım ayı ağacın topraktan gelen suyunun
çekilme zamanıdır. Altı ay önceden ağacın tepesi kesilmeli, büyüme olmasın, öz
yürüsün diye. Ağaç kesildikten sonra hemen, toprakla temasını kesmek için
takoza alınacak. Bir buçuk ay böyle kalacak. Gövdedeki su kabukla gövde arasına
girecek, o zaman soyulacak. Sonra tomruk istenilen ebatta kesilecek, şelaleye
atılacak. Ağaç şelalede döndükçe kendi bedeninin suyunu atacaktır çünkü. Ağaç
şelalede bir yıl kaldıktan sonra, gölgede, kaba toprak üzerinde yerden 50 cm kadar yükseklikte olmak
üzere ızgara yapılacak. Her sabah süzgeçle bol bol sulanacak. O kaba topraktan
çıkan buğu ağacın rutubetini alacaktır... Ondan sonra yıllanmış koyun
gübresine gömülecek; üzeri hava almayacak şekilde tamamen kapatılacak. O gübre
içinde iki sene durduktan sonra bademyağı, zeytinyağı ya da başka bir karışım
gibi güzel koku ve dayanıklılık veren maddelerle kullanmaya hazır hale
gelecek.”
OSMANLI’DA TEZHİP SANATI
Osmanlı’da el yazması
değerli kitaplara uygulanan süsleme sanatına tezhip adı verilirdi. Bu işi meslek edinen kişilere de müzehhip denirdi. Müzehhipler
kitapların önemli kısımlarını süslerlerdi.
Tezhip sözcüğü, Arapça’da
altınlamak anlamına gelir. Genelde kâğıt üzerine altın ve çeşitli renklerle
yapılan, çoğunluğu figürsüz olan süslemeler tezhip olarak adlandırıldı. Tezhip
en çok el yazması kitaplarda kullanılmakla birlikte tek levha halindeki
yazıların çevresinin de tezhiplendiği görüldü. Bu süsleme, kitap içinde en çok
baş sayfalarda kullanıldı. Çok özen gösterilen kitaplarda baştaki iki sayfada
yazıya ayrılan küçük bir bölümün dışında, tüm alanın tezhiple kaplandığı da
görülürdü. Özellikle Kur’ân-ı Kerim’in ilk iki sayfasının bu tür bir süsleme
ile doldurulması adeta bir kural haline geldi. Kur’ân-ı Kerim’in dışındaki
kitaplarda ise genellikle metnin başında tezhipli bir besmele bölümü koymak
yeterli oldu. Bu tür baş sayfalarda besmelenin zemini ve çerçevesi de tezhipliydi.
Ayrıca çoğu kez yazının üst kısmında tezhipli bir tepelik bölümü yer aldı.
Kitapta metin kısmından önce gelen bir ya da iki sayfa daha fazla tezhipli
olabilirdi. Bu tür sayfalarda genellikle yazı bulunmaz, figürsüz süsleme tüm
sayfayı kaplardı. Ortasında yalnızca madalyon biçiminde bir süslemenin yer
aldığı örnekler de vardır.
Tezhip sanatının uygulandığı
alanlara başka bir örnek olarak da cami kubbe ve minareleri üzerindeki “alem”
denen hilallerin kalın yaldızla kaplanmasını örnek verebiliriz.
CİLT
Osmanlı’da çok sayıda el
yazması eser yazılırdı. Bunların dağılmaması için ciltlenmesi gerekirdi. Bu işi
yapan kişilere mücellit dendi.
DERİCİLİK
Deri işleme; Türkler’in
tarihin fecrinden beri üstünlük gösterdikleri bir sahaydı. Türk çizmesi, eyeri,
ayakkabısı, terliği, at koşumuna ait her türlü deri eşya, Osmanlı döneminde de
üstünlüğünü korudu. XVIII. Yüzyıl’a kadar deri sanayi, Anadolu ve Rumeli’nin
inhisarında gibiydi. İngiltere ve Fransa Osmanlı Devleti’ne ustalar göndererek
bu sanatın inceliklerini öğrendiler.
Osmanlı nalınları (na’lin)
da çok meşhurdu ve birer sanat eseriydi.
PORSELEN, CAM, MÜCEVHER
Osmanlı camcılığı ve renkli
camcılığı da çok üstündü. Süleymaniye’nin renkli camlarını bu sanatın en büyük
üstadı yaptı. XIX. Yüzıl’ın 2. yarısında Osmanlı porselen ve cam sanatının lüks
imalat olarak canlandığı görüldü. Nihayet Yıldız Fabrika-i Hümayunu ve Paşabahçe
Cam fabrikası kuruldu.
Çok üstün değerde porselen,
çini, cam eşya ve bugün aynısı yapılamayan çeşm-i bülbül denen Osmanlı’ya has
cam vazo, kase ve benzeri eşyalar müzelere konma niteliğindeydi.
Kehribar, tesbihçilik,
çubukçuluk, ağızlıkçılık bugün tamamen ölmüş çok büyük Osmanlı küçük sanat
dallarıydı. İnci ve zümrütten tesbih yapılırdı.
Osmanlı kuyumculuğu da
meşhurdu. Zaten hemen hemen hepsi değerli taş mütehassısı olan padişahlardan bazıları
kuyumculukla da uğraştı. Kuyumculuk bir ölçüde bugün de devam etmektedir.
Fabrika mürekkebi çıkınca
ortadan kalkan Osmanlı’da Mürekkepçilik’i de bunlara ilave edilebilir.
SİLAHÇILIK
Osmanlı silahları, aynı
zamanda derin bir sanat endişesi ile yapılmış nesnelerdi. En basitinde bile
estetik hemen göze çarpardı. Demir üstün bir işçilikle imal edilir ve
şekillendirilirdi.
Devlet büyükleri için
yapılmış olanları paha biçilmez değerdeydi. Kesici silahlar da, ateşli silahlar
da böyleydi. En güzel örnekleri Topkapı Sarayı Hazine ve Silahlar dairelerinde,
İstanbul’da Askerî Müze’de ve çeşitli yabancı koleksiyoncularda görülür.
Bir çoğunun üzerinde güzel
yazılar, âyetler yazılıdır. Bir çoğu murassaydı (mücevherliydi). Kın, sadak
gibi silahları muhafazaya yarayan deri ve kumaş eşyada böyleydi. Mücevherle
örtülmüş sadaklar (ok muhafazaları) Topkapı Hazinesi’nde hayretle seyredilir. Zırh,
miğfer, kalkan gibi koruyucular büyük sanat eserleriydi ve XIII. Yüzyıl’dan bu
yana elimizde zengin örnekleri mevcuddur. Ateşli silahlardan piştovlar ve tüfekler boy boy, çeşit
çeşittir. Mizrak, harbe (kısa mızrak), balta, teber (mızraklı balta) gibi
dürtücü ve vurucu silahlarda çok çeşitlidir. Bunlara şeşber, topuz gibi
örnekleri de eklemek gerekir. Pala, yatağan, kama, bıçak, çakı numuneleri
merakla seyredilir.
Ancak üstün sanat eserleri, birer
yakın savaş aleti olan hançer (ucu kıvrık ve kısa bıçak) ve kılıç denen bu iki
kesici alette görülür. Murassa hançer ve kılıçlar Topkapı Hazinesi’ndedir.
SANDALCILIK
Osmanlı tekne, gemi ve
sandalları da birer sanat eseriydi. Osmanlı saltanat ve makam kayıkları, pek
çok çifte kürekle çekilen Boğaziçi sandalları, zarafetleriyle bütün seyyahların
dikkatlerini çekmeyi başardı. Nadir örnekleri İstanbul Deniz Müzesi’nde
saklanabildi. Osmanlı Boğaziçi tipi sandal asrımızda kullanılır.
OSMANLI’DA TİYATRO
Türk Tiyatrosu, Türkler’in Orta Asya’da yaşadıkları dönemlerin birtakım
törenlerle ve taklit gösterileriyle başlayan tiyatro etkinliklerini ifade eder. Tiyatro
sanatının gelişmesi Türkler’in Anadolu’ya gelmeleri,
özellikle de İstanbul’u fethetmeleri (1453)
ve burayı başkent yapmaları ile daha da hızlandı. Osmanlı’da tiyatro geleneksel
tiyatro başlığı altında ele alınabilir.
Osmanlı’da geleneksel
tiyatro başlığı altında ise genellikle kukla,
meddah, Karagöz ve Hacivat gölge oyunu, ortaoyunu ve köy seyirlik oyunu gibi gösteri
türleri yer alır. Şarkı, dans ve söz oyunlarına dayanan geleneksel tiyatro
yazılı bir metne dayanmaz. Geleneksel tiyatroda güldürü öğesi ön plandadır.
Bunlardan seyirlik köy oyunlarının kökeni tarih öncesi bolluk törenlerine ve
ilkel inançlara uzanır. Bunlarda Türkler’in Orta Asya’dan getirdikleri inançların
izleri olduğu gibi, Anadolu’da daha önce yaşamış olan toplulukların
kültürlerinin de katkısı vardır. Bu oyunların başlangıçta amaçları zamanla
değişmiş olsa bile, Türk köylüsünün bu geleneği sürdürdüğü görülür. Seyirlik
köy oyunlarının başlıca türleri şunlardır: Ölüp dirilme, esnaf oyunları, çoban
oyunları, günlük hayattan sahneler, hayvan benzetmeleri, kız kaçırma, efsane ve
masallardan oyunlar.
Kukla
Kukla
ise Türkler’in Anadolu’ya geldiklerinde birlikte getirdikleri bir gösteri
sanatıdır. İstanbul’da Osmanlı döneminde el
kuklası, ipli kukla, sopalı kukla, araba kuklası, yer kuklası, ayak
kuklası, iskemle kuklası gibi değişik türde kukla gösterileri 19. Yüzyıl’a kadar
geliştirilerek sürdürüldü. Ama kukla sanatı, ondan daha eski bir gösteri olan
meddahlık ve İstanbul’a 16. Yüzyıl’da geldiği sanılan Karagöz kadar yaygın
olmadı.
Meddahlık
Meddahlık,
bir konuyu oynayarak anlatma sanatıydı ve İslâm ülkelerinde oldukça yaygın bir
gelişme alanı buldu. Öbür gösteri türlerinde güldürüye ağırlık verilmesine
karşılık meddahlıkta acıklı, duygusal, dînsel ve kahramanlıkla ilgili konulara
da rahatlıkla yer verildi. Aynı zamanda kıssahan
diye anılan meddahlar, sarayda
olduğu gibi halk arasında da büyük ilgi gördü, özellikle kahvehanelerde İstanbullular’ın
eğlence gereksinimini yüzyıllar boyunca karşıladı.
Gölge Oyunu
Geleneksel olarak hayvan derilerinden kesilerek hazırlanmış insan, hayvan, eşya
gibi figürlerin bir ışık kaynağı önünde oynatılarak, gölgelerinin gerdirilmiş,
beyaz bir perdeye düşürüldüğü gösteri sanatıdır.
Karagöz ve Hacivat
Türkler’in
toplumsal yaşamında önemli bir yeri olan bir başka geleneksel gösteri türü de,
bir çeşit gölge oyunu olan Karagöz ve Hacivat’dır. Gölge oyununun kökeni
konusunda değişik görüşler ileri sürülür. Cava,
Endonezya ya da Çin
gibi Uzakdoğu ülkelerinde ortaya çıkmış ve Hindistan üzerinden Ortadoğu’ya gelmiş olması akla yakındır. Bazı
kaynaklar Karagöz’ün 14. Yüzyıl’da Orhan Gazi zamanında Bursa’da
ortaya çıktığını ileri sürdüler. Günümüzde daha yaygın bir görüşe göre Türkler
gölge oyunu tekniğini 16. Yüzyıl’da Mısır’dan aldılar ve bu oyun türüne Karagöz adı
altında kesin biçimini 17. Yüzyıl’da kazandırdılar.
Zamanla bu oyuna Osmanlı kendi yaratıcılıklarını kattı; ona çok
daha renkli, hareketli, özgün bir biçim verdi. Öyle ki, 19. Yüzyıl’da Mısır’ı
ziyaret eden gezginler, orada izledikleri oyunun Karagöz ve Hacivat olduğunu ve gölge oyununun Mısır’a
Türkler tarafından getirildiğini düşündüler.
İlk başlarda 28 farklı
oyundan oluşan Hacivat-Karagöz oyunları zamanla türedi. Ramazan ayında Kadir
Gecesi hariç her akşam bir oyun oynanırdı. Farklı yörelere ait insanlar, Zenne,
Karagöz’ün karısı, vbg. kişiler oyunda yer alırdı.
Pîri, Şeyh Küşterî olarak
bilinir. Öyle ki oyunun oynandığı perdeye Küşteri Meydanı da denilir.
Karagöz
de meddahlık gibi, bir kişinin yaratıcılığına dayanan bir gösteri türüdür. Hayali
ya da hayalbaz denilen karagözcünün bir de yardak
adı verilen yardımcısı vardır. Klasik bir Karagöz oyunu genellikle dört
bölümden oluşur:
· Hacivat’ın
semai söyleyerek perdeye geldiği ve perde gazelini okuduktan sonra dua edip
Karagöz’ü perdeye çağırdığı mukkadime (giriş) bölümü.
· Hacivat’la Karagöz arasında geçen ve
doğrudan konuyla ilgisi olmayıp daha çok Karagöz’ün yanlış anlamalarından
ortaya çıkan güldürücü muhavere (karşılıklı konuşma-atışma)
bölümü.
· Başka
kişilerin de katıldığı ve oyuna adını veren olayların yer aldığı, asıl amacın,
oyunun sergilendiği fasıl bölümü.
· Karagöz’le
Hacivat arasında geçen kısa bir uzlaşma konuşmasıyla noktalanan, yapılam hatalar
için özür dilenilen ve bir sonraki oyun hakkında bilgi verilen bitiş bölümü.
Ortaoyunu
Geleneksel
Türk tiyatrosunun birçok bakımdan Karagöz’e benzeyen, ama canlı oyuncularla
sergilenen bir türü de ortaoyunuydu. 16. ve 17. yüzyıllardaki kol oyunu,
taklit oyunu, meydan oyunu ve zuhurî gibi oyuncu kollarının gösterilerinden kaynaklanan bu
gösteri türü kesin biçimini ve ortaoyunu adını 19. Yüzyıl’da aldı. Karagöz’de
ve İtalyanlar’ın Commedia Dell’arte’sinde
(komedi sanatında) olduğu gibi ortaoyununda da yazılı bir oyun metni yoktu. Ana
çizgileri bilinen bir konu ele alınarak, oyuncuların doğaçlama, yani tuluat
yoluyla geliştirdikleri olaylar dizisi, gene Karagöz’dekine benzer konular ve
ondakine benzer oyun kişileriyle sahneye getirilirdi. Oyun yeri seyircilerin
çevrelediği hemen hemen boş bir alandı. Erkek seyirciler ve kadın seyirciler
ayrı ayrı yerlerde otururlardı. Ortaoyununda Karagöz’ün karşılığı Kavuklu,
Hacivat’ın karşılığı ise Pişekâr’dı.
Öbür oyun kişileri Karagöz’deki kişilerle büyük benzerlik gösteren kalıplaşmış
tiplerdi. Ortaoyunu da Karagöz gibi dört bölümden oluşurdu. Ama burada perde
gazeli yerine Pişekâr’ın seyirciyi selamlaması ve zurnacıyla konuşarak oyunu
açması, muhavere bölümünde ise Pişekâr ile Kavuklu’nun tanışma konuşmaları
(arzbâr) ve Kavuklu’nun sonunda rüya olduğu anlaşılan bir olayı anlatması (tekerleme)
gibi özellikler ortaoyununun Karagöz’den ayrıldığı bazı ayrıntılardı.
Ortaoyunu
günümüzdeki epik tiyatroyu andıran açık biçimiyle her türlü yeniliği özümleyebilecek
bir yapıya sahipti. Günümüzde bu türden yararlanarak çağdaş ve yerli bir
tiyatro yaratma çabaları da sürüp gitmektedir.
Kur’ân-ı Kerim her dönemde insanlık için bir mutluluk davetiyesi,
reçetesi ve garantisidir.
Osmanlı’da yaşanan ve yaşatılan en önemli sanat ise Mutluluk
Sanatı’ydı.