OSMANLI’DA
BİLİM
Günümüzde yaşayan Allah’ın büyük
bir velîsi diyor ki;
“1500'lü yıllarda Pîri Reis
bir harita yapıyor, Grönland'ın üç adadan olduğu kesinlikle anlaşılıyor; aynı
harita Kahire'den 30 km
yükseklikten çekilen fotoğrafla aynı. Pîri Reis nasıl yaptı bu haritayı?
Nasıl oldu da Hasan Celal
bundan beş yüz yıl evvel barutu macun haline getirerek füze yaptı ve onunla
uçmayı başardı?
Nasıl oldu da Hazerfen Ahmet
Çelebi, Galata Kulesi’nden Üsküdar'a kadar uçmayı başardı? Bunların hepsi
Allah'ın yardımıyla gerçekleşti. Osmanlı'da Allah'ın dizaynını görüyoruz, her
devirde Allah'ın dostlarına yardım ettiğini görüyoruz.
Öyleyse, Osmanlı'yı Osmanlı
yapan, Osmanlı'yı tarihe unutulmaz insanlar olarak tanıtan kimdir? Allah.
Osmanlı tüm dünyaya meydan
okuyan bir Allah dostları cennetiydi. Allah dostlarının nelere kaadir olduğunu tüm dünyaya gösterdiler. Onlar Nizam-ı Âlemdi.”
Devlet
kılıçla kalem üzerinde durmaktadır.
Asırlar boyu üç kıtaya
hükmetmiş şanlı bir devlet olan Osmanlı, bünyesinde bir yandan cihangir bir
nesil yetiştirirken bir yandan da ömrünü ilme adayacak şuurda âlimler yetiştirdi.
Bu özelliğiyledir ki “Devlet kılıçla kalem üzerinde durmaktadır” darb-ı meseline
güzel bir misal oldu.
Osmanlı; kuruluşu, idarî yapısı¸ medeniyet
anlayışı¸ sınırlarını kıtalara ve okyanuslara dayandırması, farklı millet ve dînî
topluluklara insanlık¸ adalet ve hoşgörüyle hükmetmesi¸ “Ufukların Efendisi”
sıfatıyla cihanın en kudretli ve uzun ömürlü devleti ve medeniyeti mevkiine
yükselmesi açısından otoritelerce tarihin en orijinal medeniyetlerinden biri
sayılmaktadır.
İslâm Medeniyeti’nin
parıltılarına ayna olan Osmanlı¸ meydana getirdiği medeniyetle çoğu kanaat
sahiplerine göre¸ Asr-ı Saâdet ve Hulefâ-i Râşidîn döneminden sonra İslâmiyet’i
ve İslâm medeniyetini bütün kâide ve müesseseleriyle ikinci kez tatbik etme
imkânına kavuştu. Osmanlı Medeniyeti zamanla¸ insan¸ toplum ve devlet yapısıyla
güzelliklerin her alanda teşhir edildiği; insanlığın¸ adaletin¸ dayanışmanın ve
toplumsal barışın işareti ve ilham kaynağı oldu; Osmanlı ülkesi de adeta bir
“Harikalar Diyarı”¸ “Masallar Ülkesi” haline geldi. “Güneş Ülke”¸ “Rüyalar
Ülkesi”¸ “Selâmet Cenneti” vb sıfatlarla tasvir edilen “Görkemli
Medeniyetimizin” insanlığa vadettiği toplumsal barış ve sükûneti¸ hiçbir etnik¸
dînî ve kültürel ayrım gözetmeksizin üç kıtada asırlar boyunca gerçekleştirmeyi
başardı. Bunu mümkün kılan en büyük sır¸ tesis ettiği “mucizevî medeniyeti”
üstün bir beceri ve hassasiyetle tatbik etmesiydi. Bahsi geçen muhkem dînî
temellere ve sırlarla dolu düzene dayanan Osmanlı¸ kendi medeniyetinin
özelliklerine yaraşır bir toplum ve insan tipini meydana getirmeyi de başardı.
Osmanlı toplumu¸ milletlerin sosyal bünyelerini tehdit eden ve çöküşlerine yol
açan marazlardan arınarak¸ İslâm âdâb-ı muâşereti ve ahlâkî faziletleriyle
donanmış nezih bir insan tabakası teşekkül ettirmeye kadir oldu. Böyle bir
toplumda¸ insan tabakaları arasında derin uçurumlar ve sınıf kavgalarına asla
rastlanamazdı.
Osmanlı Devleti klasik
dönemde her alanda olduğu gibi bilim ve teknoloji alanında da çağdaş olan
Avrupalı devletlerden daha üstündü. Bu üstünlüğü 17. Yüzyıl’a kadar devam etti.
Osmanlı Devleti’nde medreselerde İslâmî bilimler ile pozitif bilimler bir arada
okutulurdu.
Osmanlı bilimsel çalışmaları
daha çok medreselerde olurdu. Tüm padişahlar bilim adamlarına değer verirdi.
Onlara çalışacak ortam sağlar ve maaş bağlarlardı.
MÜSBET
İLİMLER
Osmanlı’nın “riyaziyat” ve
“ilmi riyaziye” dediği matematik ileriydi. Osmanlı cami yapımı, Osmanlı
tekneleri bunun şahitleriydi. Osmanlı topları balistikte (Balistik, mermilerin
hedef üzerindeki etkisini inceleyen bilimdir.) Osmanlı’nın matematikte kesin
üstünlüğünü gösterirdi. İstanbul’da Fatih Medresesi’nde okutulan cebir, XV.
Yüzyıl’ın sonlarından başlayarak sırasıyla Venedik, Padova, Bologna, Floransa
Üniversitelerinde aynen okutulmaya başlandı.
XVI. Yüzyıl duvar ve masa
saatlerinin tekniği, Avrupa’da yapılanlardan üstündü. Padişahtan 9.000 altın
alarak İstanbul’da rasathane kuran Takiyüddin Efendi (1520-1585), “çarklı
saatin” ve “zatü’s-sukbeteyn” dediği astronomi aletinin mucidiydi. Çarklı saati
saniyeyi de gösterirdi.
1734’de açılan Üsküdar
Hendese-hânesi (mühendis okulu) profesörlerinden Yenişehirli Said Efendi,
üçgenlerin açılarını ölçen ve arazi ölçmekte de kullanılan “rub’-ı müceyyib-i
zü’l-kavseyn” adını verdiği aleti icad etti.
1784’de Mühendishane-i
Bahr-i Hümayun’un hocaları arasında Amerika ve Hindistan’a gitmiş, Fransızca,
İspanyolca, İtalyanca bilen Türk kaptanları bulunduğunu Toderini’nin
kayıtlarında görürüz.
1699’da müderris olan
Yanyalı Hoca Mehmed Esad Efendi, Latince ve Yunanca öğrenmiş, bu dillerden
tercümeler yapmış, İbni Sina’nın es-Şifa’sını Arabça’dan çevirmiş, teleskop ve
mikroskopla uğraşmış bir ansiklopedistdi.
Astronomideki seviye, her
boy ve çeşitteki Osmanlı saatlerinde görülürdü. Daha XVI. Yüzyıl’ın ilk
yarısında Matrakçı Nasuh Bey, Güneş Sistemi’ni doğru bir şekilde açıkladı.
3.12.1719’da Haliç’de
yapılan başarılı denizaltı tecrübesinde birçok insanın binip daldığı gemi uzun
müddet deniz altında kalıp yeniden çıktı. Sultan III. Ahmed’in huzurunda
yapılan bu denemenin gemisini Hümayun ser mimarı İbrahim Efendi inşa etti.
1753’de tulumbacı başı yani
itfaiye kumandanı Mehmet Ağa, hortumlu yangın tulumbasını icat etti. Bu tulumba
en derin sarnıç ve kuyulardan su çekebilme özelliğine sahipti. Çeşme bulmak
mecburiyeti ortadan kalktı.
XVIII. Yüzyıl’ın son
yıllarından itibaren İstanbul’a gelen Avrupalılar ve Avrupa’da tahsil eden
Türkler, insan bindirilmiş balon uçurmaya başladılar. 1786 Eylül’ünde topçu
generali İngiliz Mustafa Paşa, İstanbullular’ın gözleri önünde insan taşıyan
balon uçurdu, General Miranda bizzat seyretti.
Ziraat üzerinde de değerli
kitaplar yazıldı. Suni civciv çıkartılması XVII. Yüzyıl’dan önce de bilinen bir
uygulamaydı.
XVII. Yüzyıl’da Türk
haritacılarının çok mükemmel haritalar yaptıklarını Galland kaydetti.
TARİH VE COĞRAFYA
Osmanlı’da tarih ve coğrafya
edebiyatı muazzamdı.
Osmanlı, Dünyanın yuvarlak
olduğunu biliyordu. Rükneddin Ahmed, Çelebi Sultan Mehmed’e (1413-1421) sunduğu
“Acaibül’l-Mahlukat” adlı eserinde “Dünyanın yuvarlak olduğunu” söyledi. Bir
asır sonra Pîri Reis’in eserinde bu husus kesinleşti. Zira Pîri Reis eserini
yazdığı zaman, Kopernikus kitabını yayınlamış ve Kolomb Amerika seyahatlerini
tamamlamış ve Magellan da dünya turuna çıkmak üzereydi. Pîri Reis’den sonraki
Osmanlı coğrafyalarında artık dünyanın yuvarlak olduğu kesinleşti.
Dünyanın kesin şekilde
yuvarlak olduğunu bildiren Pîri Reis’in 1513’de Yavuz Sultan Selim için ceylan
derisi üzerine yaptığı renkli dünya haritasının Amerika-Avrupa paftası bugün
Topkapı Sarayı’ndadır. Hayret verici doğrulukta olup, çağının coğrafya ilminin
ve Batılılar’ın coğrafya bilgisinin kat kat üzerindeydi. Pîri Reis’in Akdeniz’i
yüzlerce harita ve kroki ile kaya kaya, koy koy, akıntı akıntı tasvir eden
Kitab-ı Bahriye’si de muhteşem bir eserdi.
XVI. Yüzyıl sonunda İstanbul
rasathânesi müdürü Takıyeddin Efendi’nin Dünya küresinin Afrika, Avrupa, Güney
Amerika ve kısmen Asya tarafı, zamanında yapılan bir minyatürde görülür ve
yalnız pafta ve atlas üzerinde değil, küre üzerinde de çalışıldığını gösterir.
Osmanlı Devleti’nde tarih ve
coğrafya alanında da çok önemli bilginler yetişti. Önemli bilim adamları
şunlardı:
PÎRİ REİS
Pîri Reis (d. 1465-70, - ö.
1554), Osmanlı denizcisiydi. Amerika’yı gösteren Dünya haritaları ve Kitab-ı
Bahriye adlı denizcilik kitabıyla tanındı.
Pîri Reis eşsiz bir
kartograf (harita çizimi ile uğraşan kişi) ve deniz bilimleri üstadı olmasının
yanı sıra, Osmanlı deniz tarihinde izler bırakmış bir kaptandı. Türk
denizciliği ekolünün Pîri sayılan Karamanlı Kemal Reis’in yiğeniydi. Asıl adı
Muhiddin olan Pîri Reis, 1465 yılında Karaman’da doğdu. O dönemde
Karamanoğulları Osmanlı Devleti’ne katıldı, Fatih Sultan Mehmed’in emriyle,
beyliğin ileri gelenleri İstanbul’a göç ettirildi. Kemal Reis ve ailesi önce
İstanbul’a, bir süre sonra Gelibolu’ya giderek orada yerleşti.
Pîri Reis ve amcası Kemal
Reis, uzun yıllar Akdeniz’de korsanlık yaptılar. 1486’da Granada’nın (Gırnata)
Osmanlı Devleti’nden yardım istemesi üzerine 1487-1493 yılları arasında Pîri Reis
ve amcası, gemilerle Granadalı (Gırnatalı) Müslümanlar’ı İspanya’dan Kuzey
Afrika’ya taşıdılar. Pîri Reis 1499-1502 yıllarında Osmanlı Donanması’nın
Venedik Donanması’na karşı sağlamaya çalıştığı deniz kontrolü mücadelesinde
Osmanlı gemi komutanıydı. Pîri Reis Akdeniz’de yaptığı seyirler sırasında
gördüğü yerleri ve yaşadığı olayları, daha sonra Kitab-ı Bahriye adıyla dünya
denizciliğinin de ilk kılavuz kitabı olma özelliğini taşıyacak olan kitabının
taslağı olarak kaydetti.
Pîri Reis, 1511’de amcasının
ölümünden sonra, bir süre için açık denizlere açılmadı ve Gelibolu’ya yerleşti.
Burada, önce 1513 tarihli ilk dünya haritasını çizdi. Atlas Okyanusu, İber
Yarımadası, Afrika’nın batısı ile yenidünya Amerika’nın doğu kıyılarını
kapsayan üçte birlik parça, işte bu haritanın elde bulunan bölümüdür. Bu
haritayı dünya ölçeğinde önemli kılan, Kristof Kolomb’un hala bulunamamış olan
Amerika haritasındaki bilgileri içeriyor olmasıdır.
Pîri Reis haritasını, Yavuz
Sultan Selim’in Mısır seferi sırasında, 1517’de padişaha sundu.
Bazı tarihçilere göre,
Osmanlı padişahı Yavuz Sultan Selim dünya haritasına baktı ve “Dünya ne kadar
küçük...” dedi. Sonra da, haritayı ikiye böldü ve “Biz doğu tarafını elimizde
tutacağız…” dedi.
Pîri Reis seferden sonra,
tuttuğu notlardan Bahriye için bir kitap yapmak amacıyla Gelibolu’ya döndü.
Derlediği denizcilik notlarını bir Denizcilik Kitabı (Seyir Kılavuzu) olan
Kitab-ı Bahriye’de bir araya getirdi.
Kanunî Sultan Süleyman’ın
dönemi, büyük fetihler dönemiydi. Pîri Reis, 1523’deki Rodos seferi sırasında
da Osmanlı Donanması’na katıldı. 1524’de Mısır seyrinde kılavuzluğunu yaptığı
sadrazam Pargalı İbrahim Paşa’nın takdiri ve desteğini kazanınca, 1526’da
gözden geçirdiği Kitab-ı Bahriye’sini Kanunî’ye sundu.
Pîri Reis’in 1526’ya kadar
olan yaşamı Kitab-ı Bahriye’den izlenebilir. Pîri Reis, 1528’de de ikinci dünya
haritasını çizdi. Bugün elimizde olan Kuzey Amerika haritası bu haritanın bir
parçasıdır.
Sonraki yıllarda, güney
sularında devlet için çalışan Pîri Reis, bu dönemde, Hint Kaptanlığı yaptı;
Umman Denizi, Kızıl Deniz ve Basra Körfezi’ndeki deniz görevlerinde yaşlandı.
Pîri Reis’in Osmanlı
donanmasında yaptığı son görev, acı olaylarla biten Mısır Kaptanlığı’ydı. 1552’de
çıktığı ikinci seferin son durağı Basra’da, tamire ve dinlenmeye muhtaç
donanmayı bırakıp ganimet yüklü üç gemi ile Mısır’a döndüğü için, burada
hapsedildi. Donanmayı Basra’da bırakması, Basra valisi Kubat Paşa’ya ganimetten
istediği haracı vermemesi, Mısır Beylerbeyi Mehmed Paşa’nın politik hırsı
yüzünden 1554’de hizmette kusurla suçlandı ve idam edildi. Ne var ki, Pîri
Reis, evrensel boyuttaki eserleri olan; iki dünya haritası ve çağdaş
denizciliğin ilk önemli yapıtlarından birisi sayılan Kitab-ı Bahriye ile
günümüzde de halen yaşamaktadır...
Öldüğünde 80 yaşının
üzerinde olan Pîri Reis’in mallarına devletçe el konuldu.
Osmanlı’da gerçek anlamda
haritacılık Pîri Reis’le başladı. Bu acemice, emekleyen bir görüntünün aksine,
mükemmel bir çıkıştı. Pîri Reis’in Kitab-ı Bahriye adlı kitabı bir Türk’ün
meydana getirdiği en önemli denizcilik eseri olarak dünyaca selamlandı. Dünya
haritası ve Kuzey Amerika haritasının çizimlerindeki isabet ve projeksiyon
sistemindeki mükemmellik, tüm dünyada büyük hayranlık ve hayret
uyandırmaktadır.
Pîri Reis Haritası günümüze
kalan, Amerika kıtasını gösteren en eski haritalardan biridir. Osmanlı amirali
Pîri Reis tarafından 1513’de çizilmiş olup, Avrupa ve Afrika’nın batı
kıyılarını ve Güney Amerika’nın doğu kıyılarını gösterir. Aralarında Kristof
Kolomb’a ait bir haritanın da bulunduğu yirmi kaynağı bütünleştirerek
hazırlanmış, 16. Yüzyıl Avrupa ve Müslüman denizcilerinin coğrafya bilgilerini
içeren değerli bir tarihî belgedir.
Pîri Reis 1528’de Amerika’yı
gösteren ikinci bir harita yaptı. Pîri Reis’in dünyanın yuvarlak olduğunu
söylediği yıllarda Macellan’ın henüz dünya turuna çıkmadığı (dünya turu 20
Eylül 1519’da başlamış ve Macellan’ın kaptanları tarafından 6 Eylül 1522’de
tamamlanmıştı) hatırlanırsa, Pîri Reis’in coğrafya ilmi bakımından
Avrupalı’lardan ne kadar ileride olduğu açıkça görülür.
SEYDİ ALİ REİS
Seydi Ali Reis’de Mir’atül
Memalik (Memleketlerin Aynası) adlı eserinde Hint Okyanusu ve çevresi hakkında
engin bilgiler verdi.
SEYDİ ALİ BİN HÜSEYİN
Seydi Ali Bin Hüseyin, birçok deniz seferine, özellikle savaşlara
katılmış, sonra da Barbaros Hayreddin Paşa’nın hizmetinde çalışmış, astronomi
konusunda uzman büyük bir denizciydi.
Hüseyin’in deniz astronomisi ve coğrafyayı gerçekten çok
iyi bilen bir bilgin olduğunu gösteren en önemli eseri Muhit’dir. Eserin
içinde; yön bulma, zaman hesabı, takvim, güneş ve ay zamanlamaları, pusula
bölümleri, çeşitli adaların ve meşhur limanların kutup yıldızına yükseltileri,
astronomiye ait bazı bilgiler, rüzgarlar, ulaşım yolları, büyük fırtınalar ve
bunlara karşı alınacak tedbirler gibi önemli konular yer almaktadır. Konulardan
da anlaşıldığı kadarıyla Muhit, son derece ilmi ve önemli bir eserdi.
Hüseyin aynı zamanda Ali Kuşçu’nun Fethiye’sini çevirdi ve
eklemeler de yaptı. Gökleri sayarken astronomi terimleri kattı, alemin
merkezinin yerin merkezi olduğunu ve ağır cisimlerin yerin merkezine doğru
düştüklerini ilave etti.
Yazar, bir diğer eseri Mir’at-i Kainat’da ise güneşin
yükseltisi ve yıldızların yerleri, kıblenin ve öğle vaktinin belirtilmesi,
daire çemberlerinin bulunması, sinüs, kiriş ve tanjantların bulunması ve karşı
tarafa geçilemeyen bir nehrin genişliğini ölçmek usulü gibi konularda bilgi
vermektedir. Konusunda çok önemli bilgiler vermiş ve geride çok değerli eserler
bırakmış üstün bir denizci ve astronomdur.
KÂTİP ÇELEBİ
Asırlar boyu üç kıtaya hükmetmiş şanlı
bir devlet olan Osmanlı, bünyesinde bir yandan cihangir bir nesil yetiştirirken
bir yandan da ömrünü ilme adayacak şuurda âlimler yetiştirdi. Bu özelliğiyledir
ki “Devlet kılıçla kalem üzerinde durmaktadır” darb-ı meseline güzel bir misal
oldu.
Ömrünü ilme vakfederek, gelecek nesillere çok
değerli eserler bırakan, vatan sathını ilim nuruyla aydınlatan talebeler
yetiştiren âlimlerimizden birisi de Kâtip Çelebi’ydi. Asıl adı Mustafa olan, ûlemanın
andığı isimle Kâtip Çelebi (veya Hacı Halife) Şubat 1609’da İstanbul’da doğdu.
Babası Abdullah Efendi Enderun’a dâhildi. Kâmil
bir mü’min olan Abdullah Efendi oğlunun da İslâm’ı mükemmel bir şekilde öğrenip
vatanına, milletine hizmet etmesini istedi. Kâtip Çelebi beş yaşına geldiği
zaman babası Kırımlı İmam İsa Halife’yi oğluna hoca tuttu.
Kâtip Çelebi, İsa Halife nezaretinde Kur’ân-ı
Kerim, Arapça ve diğer temel dînî ilimleri okudu. Henüz yedi yaşlarındayken
Kur’ân-ı Kerim’in yarısını ezberledi. Kâtip Çelebi 14 yaşına geldiğinde Arapça
ve Farsça’yı mükemmel derecede bilmekteydi. Ayrıca hat sanatında da hayli
maharet kazanmıştı.
Oğlundaki ilim aşkını fark eden babası kendi
aylığından 14 dirhem harçlık bağlayarak Kâtip Çelebi’yi yanına aldı. Bu suretle
Kâtip Çelebi Divan Kalemleri’nden Anadolu Muhasebesi Kalemi’ne talebe oldu
(1623). Bu vazifede iken hesap kaidelerini ve siyakat (sözdeki uygunluk)
yazısını da mükemmel surette öğrendi.
Babasının yanında devlet hizmetine başlayan
Kâtip Çelebi yirmi seneden fazla bu hizmetini devam ettirdi.
Orduda mukabele defteri tutan Kâtip Çelebi bu
vesileyle birçok sefere iştirak etti. 1623’de babasıyla birlikte Tercan
seferine gitti, ordunun Abaza isyanını bastırma hareketini yakından takip etti.
1626 yılında da Bağdat seferine iştirak etti. Kâtip Çelebi’nin babası 1626’da
vefat etti. İstanbul’da bulunduğu esnada devamlı ilim tahsil eden Kâtip Çelebi
devrin meşhur âlimlerinin önünde diz çökerek ders almaktaydı. Ayrıca
İstanbul’un tanınmış âlimlerinden istifade etti. Kadızade Efendi’den de ders
aldı.
On sene orduda hizmet görüp gazalara iştirak
eden Kâtip Çelebi Hacca da gittikten sonra İstanbul’a dönerek kendisini ilme
verdi.
Kâtip Çelebi kendisine bir yakınından miras
kalan 300 akça ile kitap alarak geceli gündüzlü değerli eserleri incelemeye
koyuldu. Öyle ki bazı günler güneş batışından doğuşuna kadar başını kitaplardan
kaldırmamakta, güneş hayli yükseldikten sonra sabah olduğunu fark etmekteydi.
Dînî ilimlerin yanı sıra Matematik ve astronomi
de tahsil eden Kâtip Çelebi, Fransızca ve Latince de öğrendi. En fazla tarih ve
coğrafya ilimlerine merak sardı.
Kâtip Çelebi gayesini şöyle anlatmaktadır:
“İnsan için en yüksek mertebe ve en büyük saadet, Allah’ı tanımaktır; bilhassa
nereden gelip nereye gittiğimizi bilmektir”.
Kâtip Çelebi’ye göre ilim Allah’ı tanımanın bir
vasıtasıydı ve bu ölçüler içerisindeki ilim, cemiyetin ayakta durmasına ve
devamına bir vasıtaydı. İnsanda kalp ne ise, cemiyette de âlimler aynı
ehemmiyete hâizdi.
Kâtip Çelebi’nin söyledikleri, ihlâsı nedeniyle
devlet idarecileri ve halk üzerinde çok tesir yaptı.
Kâtip Çelebi’nin 20 dolayındaki eseri arasında belki de en
önemlisi Keşfü’z-Zünün an esami’l-Kütüb ve ‘l-Fünün’dur. Eserde, 300’e yakın
müstakil ilimin konuları ve amaçları hakkında bilgi verilmekte çeşitli
araştırmalara yer verilmektedir.
İkinci önemli eseri ise cihannümadır. Coğrafya ve
kozmografyaya (kozmografya; gök biliminin, matematik ve fiziğin yalnız temel
kavramlarından yararlanarak en belli başlı olaylarını ele alan dalı.) ait olan
eserde yazar, dünya üzerindeki 5 kıtayı 6’ya bölmüş ve hepsi hakkında genel
bilgi vermiştir. (Avrupa, Asya, Afrika, Amerika, Macellenike/Avusturalya ve
Kutup bölgeleri). Eserde yeryüzünün yuvarlaklığını ispat için çeşitli deliller
verilmiş ve Japonya’dan Erzurum’a kadar mevcut olan bütün bitkiler ve hayvanlar
tanıtılmıştır. Cihannüma aynı zamanda Osmanlı’nın üç kıtadaki hâkimiyeti, şehir
ve kasabaları hakkında hiçbir yerde bulunmayan değerli bilgileri de ihtiva eden
ilk ve yegâne sistematik coğrafya kitabıdır.
Kâtip Çelebi dönemin durgunlaşmış havası içinde Osmanlı
toplumunda büyük atılımlar yapan bir aydındı. Batı’daki astronomi eserlerini
çevirmeye yönelmiş bir âlimdi. Çelebi, döneminin koşullarını aşan bir bilim
anlayışının ilk mimarlarından biri olarak kabul edildi.
EVLİYA ÇELEBİ
17. Yüzyıl’da yaşayan Evliya
Çelebi tam 50 yıl at üstünde Osmanlı topraklarını dolaşmış ve gördüklerini 10
ciltlik kitabı Seyahatname ’de toplamıştı.
HUKUK
Kanunî döneminde yaşayan Zembilli Ali Cemali,
Kemal Paşazâde ve Ebussûud Efendi önemli İslâm ve hukuk bilginlerindendi.
TARİH
Önemli Osmanlı tarihçileri Enverî, Neşrî, Hoca
Saadeddin ve Kemal Paşazâde’ydi. Kemal Paşazâde’nin Tarih-i Ali Osmani adlı
eseri ünlüydü.
MATEMATİK
VE ASTRONOMİ
Fatih Sultan Mehmed
zamanında kurulan Sahn-ı Seman medresesinde pek çok bilim adamı ders verdi.
Matematikçi Ali Kuşçu bunlardan biriydi.
ALİ KUŞÇU
Verdiği eserlerle Astronomi
ve Matematik ilminde dünya çapında şöhrete ulaşan âlimimiz Ali Kuşçu, 1410
yılında Semerkand’da doğdu. Babası, Muhammed, Türkistan ve Maverâünnehir emiri
Uluğ Bey’in Doğancıbaşısı’ydı. Alâeddin Ali İbni Muhammed’in “Kuşçu” lakabı
buradan ileri gelmekteydi.
Genç yaşında matematik ve
astronomiye merak salan Ali Kuşçu, ilk eğitimini Semerkand’da yaptı. Bizzat
Uluğ Bey’den astronomi ve riyaziye okudu. Ayrıca devrin meşhur âlimlerinden
Bursalı Kadızâde Rumî’den ders aldı.
Semerkand’dan sonra yine
devrin ilim merkezlerinden Kirman’a giden Ali Kuşçu, burada tahsilini
ilerletti. Kirman’da bulunduğu esnada, Nasırüddin-i Tûsi’nin “Tecrid’ül-Kelâm”
isimli eserini şerh etti. Ali Kuşçu’nun bu çalışması “Şerh-i Cedid” diye meşhur
oldu ve uzun müddet medreselerde okutuldu. Yine Kirman’da ayın şekillerini
gösteren “Eşkâl-i Kamer” isimli eseri yazdı.
Kirman’da tahsilini ikmal
ettikten sonra tekrar Semerkand’a dönen Ali Kuşçu burada Uluğ Bey’in kurmuş
olduğu rasathâneye (gözlemevi) müdür oldu. Rasathânenin iyi bir şekilde
işlemesini sağlayan Ali Kuşçu aynı zamanda Uluğ Bey’in yıldızların yerlerini ve
hareketlerini gösteren cetvel olan “Zîc” adlı eserine yardım etti. Daha sonra
da Uluğ Bey’in bu meşhur eserini tamamladı. Uluğ Bey’in 1450’de vefatı üzerine,
Tebriz’e giden Ali Kuşçu orada Uzun Hasan’ın talebi üzerine bir müddet kaldı.
İlme ve âlime büyük değer
verildiği 15. Yüzyıl’da yaşamanın verdiği imkânlarla değerli eserler üreten Ali
Kuşçu aynı zamanda her gittiği yerde etrafına toplanan talebelere verdiği
derslerle de şöhret buldu. Uzun Hasan da bu değerli âlime büyük değer verdi,
kendisine çok itibar etti. Fakat Ali Kuşçu’nun en büyük talihi Fatih Sultan
Mehmed Han’la karşılaşması oldu.
Uzun Hasan, Osmanlı
Devleti’yle barış görüşmelerini yürütmek üzere Ali Kuşçu’yu Fatih’e elçi olarak
gönderdi. Bu vesileyle Ali Kuşçu’yu yakinen tanıyan ilme âşık idareci, Ali Kuşçu’dan
İstanbul’da kalmasını istedi. Ali Kuşçu padişahın bu teklifini şeref vesilesi
bildiğini ve memnuniyetle kabul ettiğini bildirdi. Ancak İstanbul’a bir
vazifeyle geldiğini ve bu vazifeyi tamamlayacağına dair Uzun Hasan’a söz
verdiğini, bu yüzden üzerine aldığı elçilik vazifesini yerine getirip,
görüşmelerin neticesini Uzun Hasan’a bildirdikten sonra ailesini de alarak
İstanbul’a geleceğini söyledi.
Fatih’le görüştükten sonra
Tebriz’e dönen Ali Kuşçu, ailesini de alarak İstanbul’a doğru yola çıktı. Fatih,
Ali Kuşçu’ya İstanbul’a gelinceye kadar, şimdiki değer ölçüsüyle bir servet
olan günlük bin akça harcama tahsis etti. Ayrıca Ali Kuşçu Osmanlı-Akkoyunlu
hududunda büyük bir merasimle karşılandı ve İstanbul’a getirildi. Bu durum,
devre hâkim zihniyeti gösteren bir misaldir...
İstanbul’a gelen Ali Kuşçu
devrin en büyük ve yüksek tahsil müessesesi olan Ayasofya Medresesi’ne günde
iki yüz akça ile müderris tayin edildi. Medresede kelam, dilbilgisi, riyaziye
ve heyet (Astronomi) dersleri veren Ali Kuşçu bir taraftan da eserler yazmağa
devam etti.
Ali Kuşçu’nun devrinde
İstanbul medreselerinde matematik ve astronomi çok gelişti. Verdiği eserler
uzun müddet medreselerde ders kitabı olarak okutuldu.
Bilimsel tartışmalarda bulunan, Fatih Külliyesi’nde bir
güneş saati yapan Ali Kuşçu, İstanbul’un enlem ve boylam derecesini belirledi.
Ay’ın ilk haritasını çıkaran Ali Kuşçu’nun adı bugün Ay’ın bir bölgesine
verildi. Ali Kuşçu’nun çalışmaları başlıca iki bölüme ayrılabilir. Bunlardan
ilki dîn ve filoloji ile ilgilidir. Diğeri ise matematik ve astronomi ile
ilgili eserlerdir. Bu eserler arasında en önemlisi Risale fi’l-hey’e’dir. Zafer
günü tamamlandığı için Fethiye adıyla Fatih’e takdim edilmiştir. Matematik ve
astronomi alanında büyük bir çığır açan bu eser içinde gök cisimlerinin
dünyamızdan uzaklıklarına kadar tüm bilimsel detaylar bulunmaktadır. Farsça
yazılmış daha sonra Arapça’ya çevrilmiş, Batı ilminin Türkiye’ye girmesinden
sonra bile astronomi alanında tercih edilen bir kitap olmuştur.
TAKİYÜDDİN MEHMED
1578 yılında yıldızları incelemek için İstanbul’da bir rasathane
(gözlemevi) kurdu.
16. Yüzyıl’ın en önemli astronomlarından biriydi. Devletten
görev almak üzere Kahire’den İstanbul’a geldi ve matematik bilimindeki ustalığı
nedeniyle hoş karşılanıp Sultan’a tanıtıldı ve onun yüksek yardımlarıyla
rasathane hazırlandı. Kurduğu rasathane o zaman için dönemin en önemli
astronomi aletleriyle donatıldı. Yapılan gözlem, kullanılan araçlar ve çalışan
astronomları ile son derece önemli bir mekândı.
Takiyüddin’in en önemli eseri Sidretü’l-Münteha’dır. Bu
eserde güneş parametreleri üç gözlem noktası yöntemi uygulanarak hesaplandı.
Takiyüddin, Tycho Brahe ve Copernicus dışında dünyada bu yöntemi kullanan
üçüncü kişiydi. Benzer sonuçlara ulaşmalarına rağmen, Takiyüddin’in güneş
parametreleri konusunda yaptığı hesaplamalar 16. Yüzyıl’da en doğru
hesaplamalar olarak tarihe geçti.
Takiyüddin, eserlerinde “saatlerden” bir astronomik araç
gibi bahsetti. Bu saatlerin en önemli özelliği dakik olarak, dakika ve saniyeyi
verebilmesiydi. Avrupa’da dakika ve saniye bulunan bir saatin yapılma tarihi
ile Takiyüddin’in bu mekanizmadan bahsetmesi aynı döneme rastlar.
Takiyüddin, Haridetü’d-Dürer ve Feridetü’l-Fikr adlı küçük
bir zic’inde (Zic: astronomi cetvelleri yıldızların yerini ve büyüklüğünü
göstermek üzere astronomların hazırladıkları cetveller) ondalık kesirleri
kullanmış ve bu konu hakkında bilgi vermiştir. Bir başka deyişle, ondalık
kesirler Avrupa’da tanınmasından çok daha önce Takiyüddin tarafından sadece
tanıtılmamış, kullanılmıştır da. Bütün bunlara bakarak, Takiyüddin’in, dünyada
“ilk”leri gerçekleştiren bilginlerden biri olduğu açıkça görülmektedir.
FEN
FATİH SULTAN MEHMED
İstanbul’un fethi sırasında
şâhi adı verilen topları geliştirdi. Aynı zamanda havan topunu buldu.
Havan Topunu, icat
eden padişah FATİH SULTAN MEHMED’di.
Osmanlı, eskiden beri kendi
silahlarını kendileri yapardı. Sultan Murad bunu kanun haline getirdi.
Osmanlı’nın topçulukta ilerlemelerinin başlangıcı da onun zamanına rastlar.
Fatih, top döktürmekle de meşhurdu.
Edirne’nin dışında büyük bir tophane yaptırdı. Etrafını yüksek surlarla
çevirtti.
Yapılacak topların
planlarını bizzat kendisi çizdi. Mimar Muslihiddin Ağa kaleme aldı. Saruca
Sekban ise döktü. Top döküm işleri günümüzün atom çalışmaları gibi tamamen
gizli bir çalışma içerisinde yürütüldü.
Dökülen büyük toplara “Şahi”
adı verildi. 300 kadar (yaklaşık 17 ton) bakırdan döküldü. Bu toplar 1200 akka
(1.5 ton) ağırlığındaki mermileri 1000 metrelik uzaklığa atabilecek güçteydi.
Fatih toplam 3 tane şahi, 127 tane de diğer toplardan döktürdü.
Şahi toplarını yüz öküz
ancak çekebildi. Topların taşınması için ayrıca 700 de asker kullanıldı. İki
ayda Edirne’den İstanbul surları önüne gelindi. Bu toplar, dünyada yapılan
topların en büyükleriydi.
Fatih’in tophanesi
Edirne’deydi. Küçük demir ve büyük tunç toplar burada dökülürdü. Fetihten sonra
da Galata’da şimdi “Tophane” adını taşıyan yerde bir dökümhane inşa ettirdi.
Fatih’in İstanbul muhasarasında kullandığı top sayısı hakkındaki görüşler
değişik değişiktir. Büyüklerin yanı sıra, 10.000 küçük demir top kullanıldığını yazanlar vardır
ki, bu, mübalağalı bir rakam olmasa gerektir.
Havan Toplarının Doğuşu:
Fatih Sultan Mehmed,
İstanbul’un fethi sırasında 21 yaşındaydı. Büyük bir dehaya sahipti. Zekâsıyla,
emir ve komutasıyla eşine az rastlanan bir komutandı. 170.000 kişilik ordusuyla
karargâhını Topkapı surları karşısına kurdu. Anadolu askerini sağ kanada,
Rumeli askerlerini de sol kanada koydu. Çeşitli önemli mevkilere de
komutanlarını yerleştirdi.
130 parçadan meydana gelen
Osmanlı donanması, Baltaoğlu Süleyman Bey kumandasında Balta Limanı’na girdi.
Fakat Rumlar Galata ile İstanbul arasına bir zincir gerdikleri için Haliç’e
inemedi.
Fatih, kara tarafına topçu
bataryalarını yerleştirdi. Topçu ateşini bizzat kendisi idare etmekteydi. Şahi
topları Topkapı surlarına muazzam gülleler yağdırıyordu.
Düşman donanması Galata
kulesi önünde bulunuyordu. Gemileri batırmak ancak toplarla mümkündü. Fakat
Osmanlı toplarının donanmayı dövmesine büyük bir engel vardı. Toplar ancak Beyoğlu
sırtlarından atılabilir, bunlar da Galatalılar’ın evlerini yıkabilirdi. Halbuki
Galatalılar’la Osmanlı
arasında bir dostluk anlaşması vardı.
Buna bir çözüm bulmak
gerekiyordu. Toplar Galatalılar’a zarar vermeden düşman donanmasını tahrip
edebilmeliydi. Dahi Fatih, bunu halletmek için bütün bilgi ve zekâsını
kullandı. Sonunda çözümü buldu. İnce hesap ve düzenlemeler sonucunda, gülle
aşırabilen toplar yapmayı planladı. Planını bizzat kendisi çizdi. Tarif ederek
topları döktürdü. Birinin başına geçti. Bizzat kendisi nişan alarak bir düşman
gemisini batırdı.
İşte bu, topçuluk tarihinde
daha sonra “Havan” adını alan topların ilk şekliydi. Bunun içindir ki Fatih’i,
havan topunu icad eden bir ilim adamı olarak da selâmlamak lâzımdır.
Fatih’in açtığı bu yol
sonradan topçuluğun bir kolu olan “Humbara” metodunun temelini de teşkil
etti. Askerlikte çok önemli bir yer işgal eden havancılığın çekirdeği oldu.
Zırhlı
gemiler, kullanmanın ilk şekli de Fatih’e aitti. O, İstanbul kuşatması
esnasında gemileri bakır levhalarla döşettirdi.
LAGÂRİ HASAN ÇELEBİ
17. Yüzyıl’da Lagari ilk roket
sayılabilecek buluşu yapan bilgindi.
Lagâri
Hasan Çelebi roketle dikey uçuşu başarıyla gerçekleştiren
ilk insan oldu.
Füzeciliğin
atası olan ünlü Türk bilim adamı Lagari Hasan Çelebi, 17. Yüzyıl’ın
başlarında barut dolu haznesi bulunan bir basit hava roketi ile ilk kez
havalanmayı başardı. Uçuş 1633 yılında dönemin Osmanlı
Padişahı IV.
Murad’ın kızının doğum günü kutlamalarında
sergilendi. Lagâri Hasan Çelebi’nin
yaklaşık 300 metre
kadar havalandığı ve 20 saniye boyunca havada kaldığı ölçüldü. Kendisine bağlı
bulunan kanatlar sayesinde Boğaziçi’ne oldukça yumuşak bir iniş yaptı.
HAZARFEN AHMET ÇELEBİ
Osmanlı
Devleti zamanında yetişen ve dünyada ilk olarak uçmayı başaran Türk bilginidir.
Ne zaman ve nerede doğduğu bilinmeyen Ahmed Çelebi’nin hayatı hakkında malûmat
yok denecek kadar azdır. Padişah IV. Murad döneminde İstanbul’da
yaşadı; ama yaşamı hakkında yeterli bilgi
yoktur. Evinde çeşitli konularda deneyler
yaptığı, geniş bilgi sahibi olduğu, bu
yüzden de halk tarafından kendisine “bin
fenli” anlamına gelen Hazarfen şanı
verildiği bilinmektedir. İşte bu Türk mucidi, teknik ilimlerdeki bilgisi yüzünden, bin fene, bin teknik
bilgiye sahip “Hazarfene” lakabını kazandı. 1623-1640
yılları arasında saltanat süren Sultan IV. Murad zamanında yaşayan Hazarfen
Ahmet Çelebi, meşhur gösterisini yine bu Sultan huzurunda yaptı.
Fen
alanındaki geniş bilgi ve tecrübesi ile halk arasında “Hazarfen” yani bin fenli
diye bilinen Ahmet Çelebi; araştırma yapmaktan yılmayan, yiğit, akıllı ve
bilgili bir kişiydi. Hazarfen Ahmet Çelebi’den önce havacılık tarihinde ilk
olarak ünlü bir Türk bilgini olan İsmail Cevheri; kollarına kanat takarak ilk
uçma denemesini yapmışsa da bu deneme ölümle sonuçlanmıştı. İlk uçan Hazarfen
Ahmet Çelebi, bu Türk bilgininin hayatını ve neden başarısızlığa uğradığını
iyice inceledikten sonra aynı düşünceyi gerçekleştirmek için harekete geçti.
Bilhassa hava akımları ve kuşların uçuşunu inceleyerek çalışmalarını
geliştirdi.
Nihayet
tarihî uçuşunu yapmak üzere Okmeydanı’na gelen Ahmet Çelebi’yi seyreden
Sultan Murad Han da Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa Köşkü’nde yerini aldı.
Hazarfen Ahmet Çelebi Galata Kulesi’nin en yüksek noktasına çıktı ve kendini
boşluğa bırakıverdi. Halk dehşet içinde manzarayı seyretti.
Sultan Murad Han Sarayburnu’nda Sinan Paşa
Köşkü’nden seyrederken, Ahmet Çelebi Galata Kulesi’nin zirvesinden lodos
rüzgârlarıyla uçarak Üsküdar’da Doğancılar Meydanı’na indi. Tarihin mühim planör tecrübelerinden sayıldı.
Bu başarısından dolayı IV. Murad Han kendisine
bir kese altın ihsan etti. Ama elinden her iş
gelebilen ve uçabilen bu adamın korkulacak
bir kişi olduğu yargısına vararak da
onu Cezayir’e sürdü. Hazarfen Ahmet
Çelebi yaşamının geri kalan bölümünü
burada geçirdi.
TIP
Yıldırım Bayezid, Bursa’da doktor yetiştirmek
için bir medrese kurdu. Kanunî Sultan Süleyman’ın kurduğu Süleymaniye Medresesi’nde
tıp bölümü vardı.
Fatih’in Mürşidi Doktor Ak Şemseddin,
Maddetül-Hayatı’nda aynen şöyle yazmaktaydı. “Cümle hastalıkların çeşitleri
bakımından, bitki ve hayvanlarda olduğu gibi, tohumları ve asılları vardır, ot
tohumu ve ot kökü gibi, bunlar gözle görülmez.” 1450 yılında mikroskobun
olmadığı, Pasteur’dan 4 asır öncesinde olduğu unutulmamalıdır. Pasteur’un da
mikroskopu olmasaydı, daha fazlasını söyleyemezdi.
Çiçek aşısı da Türk icadıydı. 1695’de
İstanbul’da çocuklara çiçek aşısı yapıldığını biliyoruz. 1721’de Lady Montague, İstanbul’da İngiltere sefiresi iken bu aşının
nasıl yapıldığını gördü ve İngiltere’ye dönünce anlattı. Türkler’in asırlarca
uyguladıkları çiçek aşısına Avrupa uzun müddet direndi. Ancak 1764’de Fransız
Tıp Akademisi bu aşının faydalı olabileceğini kabul etti. Ama XV. Louis, 1774’de
çiçeğe yakalandı ve aşı yapılması teklifini reddetti ve öldü. Avrupa’da ilk aşı
ancak 1796’da İngiltere’de yapıldı. Keşfin Türkler’den gelmesi Avrupa’yı çok
uzun müddet tereddütte bıraktı. Rahipleri bu aşıyı yaptıranın dînden sapacağını
ilan ettiler. Hâlbuki Lady Montague, İstanbul’da çocuğunu aşılatmıştı. 1759’da
Voltaire çiçek aşısını savundu. Ama uzun müddet hekimler, Kilise’den
çekindiler. Avrupa’da dînsiz olarak şöhret yapmış olan Voltaire’i kimse
dinlemedi. Lady Montague, Osmanlı’da aşılanıp da ölen tek kişinin olmadığını
yazıp söylemesine rağmen inandırıcı olamadı.
Osmanlı’da bilimle ilgili olarak iki noktayı
vurgulamakta fayda vardır:
Birinci nokta; Osmanlı, Osmanlıca’yı
bilim dili haline getirdi. Önceki Türk devletleri bunu yapamadılar. Osmanlıca,
devrinin bir bilim dili olarak Arapça ve Farsça’nın önüne geçti. Osmanlı Batı
bilimini İslâm dünyasına aktarmaya giriştiklerinde, bunu Osmanlıca yaptı.
Araplar ve Farslar bilim dili olarak önce Osmanlıca’yı gördüler.
İkinci nokta, ileri sürüldüğünün aksine Osmanlı ile Batı
bilimi arasında bir duvar bulunmadığıdır. Osmanlı bilime set çekmedi. Batı
bilimi ile 16. Yüzyıl’dan itibaren temasa geçti; selektif bir transfer
yaptılar. Çünkü kendilerine yeterli bir gelenekleri, literatürleri vardı.
Kendilerinde olmayanı aldılar. Coğrafyada Piri Reis, hem İslâmî kaynaklardan,
hem kendi gözlemlerinden hem de Batı kaynaklarından yararlandı. Osmanlı ihtiyaç
duyduğunu, işine yarayanı aldı.
MİMAR SİNAN
Mimar Sinan’ın dünya
tarihinin en büyük mimarlarından biri, belki birincisi olduğunda görüş birliği
vardır. Bir asır yaşayan ve son yarım asrını mimarbaşı olarak geçiren Sinan şu
eserleri yaptı. 81 cami, 50 mescid, 55 medrese, 19 türbe, 14 imaret, 3 hastane,
7 su bendi (baraj), 8 köprü, 16 kervansaray, 33 saray, 32 hamam, 6 mahzen, 7
dârülkurâ (Kur’ân-ı Kerim okunan yer).
Aynı planı iki eserinde
tekrarlamayan Mimar Sinan’ın toplam 441 eseri bütün imparatorluğa dağıldı.
Süleymaniye Cami, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki en muhteşem eseriydi. Kendi
tabiriyle “kalfalık döneminde”, 1550-1557 yılları arasında yapıldı. Mimar
Sinan’ın en büyük eseri ise, 86 yaşında yaptığı ve “ustalık eserim” diye takdim
ettiği, Edirne’deki Selimiye Cami’ydi (1575).
OSMANLI’DA MATBAA
Matbaa
Osmanlı’ya Geç mi Geldi?
Bilinenin
aksine matbaa Osmanlı’ya geç gelmemiş; Gutenberg’in kurduğu ilk modern
matbaadan 33 yıl sonra 1488’de İstanbul’a girmiştir. Çünkü Yahudiler 1488’de,
Ermeniler 1567’de ve Rumlar da 1627’de İstanbul’da matbaalarını kurmuş
bulunuyorlardı. Hatta II. Bayezid zamanında 19, Yavuz Sultan Selim zamanında 33
kitap basılmıştır. III. Murad, Arap harfleriyle basılan geometriye dair
“Usul’ül-Oklidis” kitabının serbestçe satılması için 1588’de ferman vermiştir.
IV. Murad zamanında İstanbul’da bir matbaa kurulması için istenen iznin verildiğini
Mustafa Nuri Paşa kaydederken; Enderun Tarihçisi Atâ ise, “ilk resmî matbaa
teşebbüslerinin” IV. Mehmed zamanında başladığını, ancak harfler intizamlı bir
şekilde düzenlenemediğinden dolayı neticeye 1727 yılında ulaşıldığını
anlatmaktadır.