Hz.
Âdem (A.S)
Kur’an-ı Kerim’de anlatılan peygamber
kıssalarının birincisi, şüphesiz, ilk peygamber ve ilk insan olan Âdem (A.S)’ın
kıssasıdır. Âdem (A.S) beşeriyetin atasıdır, bütün insanlık onun soyundan
türemiştir. Dolayısıyla ona, Ebu’l-beşer
/İnsanlığın atası künyesi verilmiştir. Bir unvanı da, peygamberlerin
insanlar arasından seçilmiş olduklarını ifade eden Safiyullah’tır.
Allahû Teâlâ,
insanı, kâinatın en üstün varlığı olarak,
kendi katında yaratmıştır. Kur'an-ı Kerim'inde buyuruyor ki;
38/SÂD-71: İz
kâle rabbuke lil melâiketi innî hâlikun beşeren min tîn(tînin).
Rabbin meleklere:
"Muhakkak ki Ben, tînden (nemli topraktan, balçıktan) bir insan yaratacağım."
demişti.
32/SECDE-7: Ellezî ahsene kulle şey’in halakahu ve bedee halkal insâni min tîn(tînin). Ki O, herşeyin yaratılışını en güzel yapan ve insanı yaratmaya, ilk defa tînden (nemli topraktan) başlayandır.
15/HİCR-26: Ve
le kad halaknel insâne min salsâlin min hamein mesnûn(mesnûnin). Andolsun ki; Biz insanı, “hamein mesnûn olan salsalinden”
(standart insan şekli verilmiş ve organik dönüşüme uğramış salsalinden)
yarattık.
Görülüyor ki insan “indi ilâhi”de,
tiyn veya salsalin adı verilen bir balçıktan yaratılmıştır. Önce Allahû Teâlâ
ona şekil verdi, sonra o'nu insan olarak dizayn etti. Bütün uzuvlarıyla dizayn
edilen insan, kendisine nefs ve ruh verilerek, yeryüzünün halifesi olarak canlandırıldı.
Allah, Âdem (A.S)'a esma-ül hüsna'yı öğretmiş fakat meleklere
öğretmemiştir. Ademoğulları, Allah'ın evliyası, Allah'ın dostu olmakla kâinatın
en büyük şerefine sahip olanlardır. Bu dostluk, Allah'ın her türlü standardında
vardır. Hz. Âdem, Allah'ın isimlerinin arkasında yatan sırlardan, Allah'ın izin
verdiği kadarını meleklere açıklıyor. Melekler, esmaların sırlarını ve
kendilerinin bilmediği şeyleri Hz. Âdem'in bildiğini anlamışlardır.
2/BAKARA-30: Ve iz kâle
rabbuke lil melâiketi innî câilun fîl ardı halîfeh(halîfeten), kâlû e tec’alu
fîhâ men yufsidu fîhâ ve yesfikud dimâ(dimâe), ve nahnu nusebbihu bi hamdike ve
nukaddisu lek(leke), kâle innî a’lemu mâ lâ tâ’lemûn(tâ’lemûne).
Ve Rabbin meleklere: “Muhakkak ki Ben yeryüzünde bir halife
kılacağım.” demişti. (Melekler de): “Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek
birisini mi yaratacaksın? Biz Seni, hamd ile tesbih ve seni takdis ediyoruz.”
dediler. (Rabbin de): “Muhakkak ki ben, sizin bilmediklerinizi bilirim.”
buyurdu.
2/BAKARA-31: Ve
alleme âdemel esmâe kullehâ summe aradahum alel melâiketi fe kâle enbiûnî bi
esmâi hâulâi in kuntum sadikîn(sadikîne).
Ve (Allah), Âdem’e,
(Allah’ın) isimlerinin hepsini (bu isimlerdeki hikmetleri) öğretti. Sonra
onları meleklere arz ederek dedi ki: “Haydi sadıklardan iseniz bunları isimleri
ile bana haber verin (söyleyin).”
2/BAKARA-32: Kâlû
subhâneke lâ ilme lenâ illâ mâ allemtenâ inneke entel alîmul hakîm(hakîmu).
(Melekler): “Seni tenzih ederiz.” dediler. “Senin bize öğrettiğinden başka (hiç) bir ilmimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, Alîm’sin (en iyi bilensin), Hakîm’sin (hikmet sahibisin).”
(Melekler): “Seni tenzih ederiz.” dediler. “Senin bize öğrettiğinden başka (hiç) bir ilmimiz yoktur. Muhakkak ki Sen, Alîm’sin (en iyi bilensin), Hakîm’sin (hikmet sahibisin).”
2/BAKARA-33: Kâle
yâ âdemu enbi’hum bi esmâihim, fe lemmâ enbeehum bi esmâihim, kâle e lem ekul
lekum innî a’lemu gaybes semâvâti vel ardı ve a’lemu mâ tubdûne ve mâ kuntum
tektumûn(tektumûne).
(Allah): “Ey Âdem! Bunları
onlara, isimleriyle haber ver (bildir).” dedi. Âdem onları isimleriyle onlara
bildirdiği zaman (Allah, meleklere): “Ben size demedim mi, muhakkak ki Ben,
göklerin ve yerin bilinmeyenlerini bilirim.Ve sizin açıkladığınız ve (içinizde)
gizlemiş olduğunuz şeyleri de bilirim ?” dedi.
Ve bütün meleklere ve cinlere Âdem (A.S)'a
secde etmesi emredildi.
15/HİCR-29: Fe izâ sevveytuhu ve
nefahtu fîhi min rûhî fekaû lehu sâcidîn(sâcidîne). Artık
onu dizayn edip, içine ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona secde ederek yere
kapanın!
Allahû Tealâ, insanlara, kendi ruhundan üfürüyor.
Bu ruh, Allah’a aittir. Her ne kadar biz insanlar: “Bizim ruhumuz” desek de
realite odur ki; söz konusu olan Allah’ın ruhudur. Allahû Tealâ ruhunu geri
istiyor. Onu Allah’a iade etmek zorundayız.
32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve
ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh(efidete), kalîlen mâ
teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine
(vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme
hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az
şükrediyorsunuz.
Âyet-i kerimelerde
açıklandığı gibi Rabbimiz yaratış zincirinin son halkasında ve kendi katında en
çok sevdiği mahlûku olan insanı yaratmıştır. Her şey insan için yaratılmıştır. Bütün gökler bütün yerler her şey insanın emrine verilmiş,
hasredilmiş. Her şeyden önce, bütün mahlûkattan önce insan geliyor ki; bütün
gökler, yerler insan için yaratılmış. Allahû Tealâ eğer başka bir mahlûkunu
insandan daha fazla sevseydi, daha önde tutsaydı o zaman diyecekti ki: “Ey
insan! Seni şu mahlûkum için yarattım.” Ama öyle demiyor. Bütün gökleri, bütün
yerleri ve bütün göklerde ve yerde olanları insan için yarattığını söylüyor Allahû
Tealâ.
Nitekim Rabbimiz
daha evvel yarattığı Cin ve Meleklere Âdem'e secde edin diye emir buyuruyor. Allahû Tealâ, Âdem (A.S)’a verdiği ruh sebebiyle Âdem (A.S)’a
secde edilmesini emrediyor. Âdem (A.S)’da Allah’ın ruhu var. O ruh, onu diğer
bütün meleklerden, cinlerden, şeytanlardan üstün kılar. Onun için Allahû Tealâ,
Âdem (A.S)’a secde edilmesini emretmiştir. Aslında insan, Allah’ın ruhunu
kendisinde taşıdığı için Allah’ın kâinattaki temsilcisidir. Öyleyse secde
olayı, Âdem (A.S)’ın Allah’ın ondan evvel yarattığı bütün mahlûkata üstün
olduğunu gösteren kesin bir belgedir.
İnsan,
Allah’tan bir emaneti, “ruh” adı verilen bir emaneti mutlaka beraberimizde
taşıyan varlıklarız. Onun için Allah’ı, kâinatı temsil etmeye en ehil olan
insanoğludur. Çünkü Allahû Tealâ bu şerefi, Allah’ın ruhunu taşıma şerefini
başka hiçbir mahlûkuna vermemiştir. Sadece insan Allah’tan bir emaneti
üstlenmiştir. Ne meleklerde, ne
cinlerde, ne de hayvanlarda ve
bitkilerde, hiçbir canlı mahlûkta, insandan başka hiçbir canlı mahlûkta, ruh
mevcut değildir.