OSMANLI’DA
DEVLET TEŞKİLATI
OSMANLI DEVLET ARMASI
Sevgili kardeşlerim, bu konumuzda Osmanlı devlet
teşkilâtını öğreneceğiz. Konuya Osmanlı Devlet Armasını inceleyerek başlayalım.
En tepede bir güneş şekli ve
onu çevreleyen güneş ışıkları vardır. Güneş şeklinin ortasında armanın ait
olduğu dönemin hükümdarlarının tuğrası yer almaktadır. Onun altındaki yukarıya
açık hilalin üzerinde, Arapça “Osmanlı
Devleti’nin hükümdarı olan Han’ı Allah’ın başarılı kılması için dua ve padişah,
Allah’ın yardımına dayanır ve öylece hüküm sürer” anlamına gelen bir söz
yazılıdır. Onun altında, armanın tam ortasına gelecek şekilde aynalıklı kalkan
motifi vardır. Bu kalkanın çevresinde yıldızlar bulunur. Bu yıldızların sayısı
çok zaman 12 adet ile sınırlandırılmış olup 12 burcu temsil eder. Böylece
Osmanlı, kâinatın merkezine yerleştirilmiş olur.
Kalkanın hemen üzerinde de
devletin kurucusu Osman Gazi’yi temsil eden bir sorguç vardır ki Osmanlı’nın
köklerine ne kadar bağlı olduğunu anlatır. Kalkanın sağ yanında Osmanlı sancağı
yer alır. Renkli armalarda kırmızı ile gösterilir. Onun karşısında ise Hilafet
sancağı bulunur. Hilafet sancağının rengi aslında siyah iken, arma üzerinde
daima yeşil renkte gösterilmiş ve bazen üzerine üç hilal kondurulmuştur.
Merkezdeki kalkandan Osmanlı
sancağı yönüne doğru uzanan şekiller ise şöyle sıralanmaktadır:
Sancağın üzerinde bir ok
vardır. Sancak âleminin altında Baltacılar Ocağı’nın kullandığı tek taraflı,
bir çift yüzlü teberler (baltalar) bulunur. Sonra mızrak ve altında el
siperlikli tören kılıcı vardır. Sonra ağızdan dolma bir top ve altında savaş
kılıcı yer alır. Hemen altında bozdoğan (gürz) görülür. Top ile bozdoğanı
sancaktan ayıran boynuzdan yapılan boru ise savaş ilanını ve sonra da
mehterhaneyi temsil eder.
Armanın sol yanında, yani
Hilafet sancağı yönünde uzanan semboller yine yukarıdan aşağıya şöyle
sıralanmaktadır.
Sancak âleminin altında
süngü takılmış bir tüfek, altında tek yüzlü teber (balta), sonra toplu tabanca
ve topuz başlı asa mevcuttur. Asanın şeşper (savaş araçlarından altı dilimli
topuz) topuzu kenarına asılı olan terazi adaleti temsil eder. Terazi kitap
şekilleri üzerine oturtulmuş olup, bu kitaplardan üstteki Kur’ân-ı Kerim,
alttaki ise diğer hukuk metinleri yerine geçen kanun kitabıdır.
Hilafet sancağının altındaki
çiçek şekilleri Osmanlı’nın estetik yönünü gösterir. Buket arasında ki güller
hilafet sancağı üzerinde manevî ilhamlar sebebiyle bulundurulur. Buketin hemen
altında bir çapa (gemi demiri) yer alır ki denizciliğin sembolüdür.
Armanın tam ortasındaki
kalkanın hemen alt yanında dik duran bir borazan mızıka takımını; onun altında
çaprazlama duran tirkeş (ok yerleşkesi, sadak) ile meşale de gece donanmalarını
ve ok müsabakalarını hatırlatır.
Armanın alt tarafını boydan
boya süsleyen ince defneyaprakları, çiçek motifleri arasından beş tane madalya
sarkar. Bu madalyaların isimleri şöyledir: İmtiyaz nişanı, Mecidi nişanı,
İftihar nişanı, Osmanlı nişanı ve Şefkat nişanı.
“Ülkeler at üzerinde fethedilir. Ama at üzerinde yönetilemez.”
Osmanlı
Devlet Teşkilâtı
Osmanlı Devlet Teşkilâtı,
1- Merkez Teşkilâtı
2- Eyâlet Teşkilâtı olmak
üzere ikiye ayrılırdı.
1- Merkez
Teşkilâtı
Merkeziyetçi idareye sahip
Osmanlı Devleti’nin başı, Padişah, (Sultan, Hünkâr, Hân, Hakan) denilen hükümdardı. Padişah, bütün
ülkenin hâkimi, idarecisi ve Osmanlı Hanedanı’nın temsilcisiydi. Osmanlı
padişahları Sultan I. Selim Hân (Yavuz Sultan Selim) (1512-1520) zamanında,
1516 tarihinden itibaren Halife sıfatını kazanmalarıyla, Müslümanlar’ın da
liderleri oldular. Padişah, ülkede mutlak hâkim, dünyada da Müslümanlar’ın
temsilcisi olmasına rağmen; yetkileri, vazifeleri kanunnâmedeki şer’i, örfî
hukuka göreydi. Vazife ve yetkileri, Osmanlı Devlet Teşkilâtı’nda müesseseler
ve yüksek kademeli memurlar tarafından da paylaşılırdı.
Padişahlar:
1447’den 1771’e kadar
Dünya’nın en kudretli hükümdarları ve 1517’den 1683’e kadar gerçek bir Cihan
Hükümdarı olan padişahların taşıdığı sıfatlar şunlardır;
1- Türkler’in
büyük hükümdarı olarak Hakan’dır.
2- İslâm
dünyasının lideri ve Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in meşru halefi olarak Halife’dir.
3- Doğu
Roma İmparatoru olarak Kayser’dir.
4- Mısır
hükümdarı olarak Sultan’dır.
Padişahların
diğer ünvanları: Şah, Hüdâvendigâr, Zat-ı şahane…
Halk daha çok “padişah”,
Avrupalılar “Büyük Türk” veya “Sultan”, Saray mensupları “hünkâr” derlerdi.
Resmi lakâbları “şevketlü, azametli, celadetli (yiğit, bahadır)” idi. Kendisine
hitaben en kısa şekilde “zat-ı şahaneleri”, “zat-ı hümayûnları” derdi. Hitap
eden halktan veya samimiyetine girmiş biri ise “padişahım” veya “hünkârım”,
yalnız annesi valide Sultan “arslanım” derdi.
Şevketlü, yalnız Osmanlı
Padişahına mahsus resmî bir lakap olup, başka hiçbir hükümdar için
kullanılamazdı.
Padişah gerek hakan, gerek
halife sıfatlarıyla sayılamayacak kadar çok hükümdarın tâbî olduğu kişiydi. Bu
hükümdarların çoğuna da Padişaha tâbî olmayı Osmanlı devleti kabul ettirmiş
değildi, kendiliğinden padişaha tâbî olmuşlardı. Ancak padişahın şahsına tâbî hükümdarlarla
(ki bazı büyük hükümdarlardır) doğrudan doğruya devlete veya Osmanlı hükümetine
tâbî hükümdarların ayrıldığı görüldü. Hatta beylerbeyi denen Osmanlı eyâlet
valilerine, hatta sancak beyi denen il valilerine tâbî hükümdarcıklar ve küçük
hanedanlarda mevcuttu. Bu hükümdarların hepsi Müslüman değildi. Hristiyan
olmayıp, putperest, Budist, Brahman olanları da oldukça çoktu.
Osmanlı
devletini muvaffak kılan bir diğer husus, Osmanlı toplumunun, padişaha candan,
tavizsiz, samimi bağlılığı ve itaatiydi. Padişah, bayrak gibi
kutsaldı. Gene bayrak gibi devleti temsil ederdi. Bayrak devletin cansız ve
kumaştan, padişah ise canlı sembolleriydi. Padişah öldürülebilir, ama ona
hakaret edilemezdi. Her şey padişahındı, her şey onun adına yapılırdı. Gerçekte
burada padişahın adı, devlet yerine kullanılırdı. Devlet bir mefhum, padişah
yaşayan bir kişi olduğu için bu şekilde sembolleştirildi. Padişah devleti kılıç
kudretiyle kuran ve imparatorluk haline getiren atalarından mülkü devralan
kişiydi.
Padişah, Allah öyle istediği
için tahta otururdu. İradesini doğrudan doğruya Allah’dan alırdı ve Allah’a
karşı mesuldü.
Ancak bu tablo görünen hukuk
bakımından böyleydi. Tatbikatta, padişahın sıkı kayıtlarla bağlı olduğu görülürdü. Onun otoritesinin bir Hitler’in, bir
Stalin’in yanında acınacak kadar mütevâzı kaldığını ise kesin bir şekilde
söylemek mümkündü.
Vâlide Sultan:
“Vâlide
Sultan” Osmanlı Devleti’nde padişah anneleri için kullanılan bir tabirdi.
Vâlide Sultanların resmî ünvânı “Mehd-i ulyâ” (Padişah anası) idi.
Vâlide Sultanların resmî ünvânı “Mehd-i ulyâ” (Padişah anası) idi.
Rivayete
göre “Vâlide Sultan” ünvânı, ilk kez 12. Osmanlı hükümdârı Sultan III. Murad
Han tarafından annesi Nurbanu Vâlide Sultan için kullanılmıştır.
Padişahların validelerine
karşı son derece hürmetkâr davranmaları, padişah validelerinin saraydaki hüküm
ve nüfuzlarını daha da arttırdı. Bunda muhakkak ki, İslâmîyet’in ana hakkı
konusundaki etkili prensiplerinin büyük rolü oldu.
“Cennet anaların ayağı
altındadır.” “Ana babaya iyilik etmek, nafile namaz, oruç ve hac
faziletlerinden daha faziletlidir.” “Allahû Teâla’nın rızası ana ve babanın
rızasındadır.” Hadîs-i şerifleri ana-babaya gösterilecek hizmet ve hürmeti açık
bir biçimde ifade etmektedir.
Nitekim Fatih Sultan Mehmed
kendisini yetiştiren ve Hristiyanlık dîninde kalmaya devam eden üvey annesi
Mara’ya geniş bağışlarda ve temliklerde (mülk olarak verme) bulundu. Yine ona
ölünceye kadar, halini hatırını sormaya ve iyiliklerde bulunmaya devam etti.
Kanunî Sultan Süleyman,
annesi Hafsa Sultan’ı çok sever, bir dediğini iki etmezdi. Hayırları ve iyi
kalpliliğiyle ün kazanan Hafsa Sultan’ın Manisa’da cami, imaret, medrese,
mektep ve hangâhı vardır.
III. Murad, validesi Nurbanu
Sultan’ın ölümünde matem elbisesiyle cenazeyi takip ile Fatih Cami’ne kadar
geldi, orada namazını kıldıktan sonra sarayına dönerek sadakalar dağıttırdı.
III. Mehmed Han da babası
gibi validesine çok riayet gösterirdi.
IV. Mehmed’in annesi Turhan Sultan’a,
III. Selim Han’ın da Mihrişah Sultan’a karşı hürmet ve tazimleri pek fazlaydı.
Bunun neticesi olarak valide
Sultanların saraydaki hüküm ve nüfuzları daha da arttı. Bu durum bazı valide Sultanların,
devlet işlerine karışmasına da yol açtı. Ancak istisnai olarak görülen bu çeşit
olayların daha çok çocuk yaşta tahta çıkan padişahlar döneminde olduğu da
gözden kaçırılmamalıdır.
DİVAN:
Osmanlı’da her türlü devlet
işleri Divan’da görüşülürdü. Divan ilk olarak Orhan Gazi döneminde kuruldu.
Fatih Sultan Mehmed dönemine kadar, divan toplantılarının başkanlığını
padişahlar yaptı. Bu devirden sonra toplantılara veziriazam başkanlık etmeye
başladı.
Divanda alınan kararlar
padişah onayı ile geçerli olurdu. Divan toplantısı genelde sabah namazından
sonra yapılırdı. Divan üyeleri saray içinde bir odada toplanır ve karar
alırlardı. Divan bugünkü kararlar niteliğindeydi. Divan’ın görevleri şöyle
sıralanabilir;
a) Yasalar
hazırlamak. Üst davalara bakmak.
b) Yüksek
devlet memurlarını atamak ya da görevden almak.
c) Fethedilen
yerlerin yazımını yapmak.
d) Para
basılmasına karar vermek.
e) Ödeme
için hazineden para çıkarılmasını sağlamak.
f) Vergilerin
düzenli toplanmasını sağlamak.
Divan Üyeleri kimlerden
teşekkül ederdi;
Veziriazam:
Padişah katılmadığı zaman toplantıya başkanlık ederdi. Padişahtan sonra en
önemli devlet adamıydı. Padişahın mührünü taşıma hakkına sahipti. Padişah
ordunun başında sefere çıkmadığı zaman Serdar-ı Ekrem (Başkomutan) ünvanıyla
sefere çıkardı. Veziriazama Kanunî döneminden sonra Sadrazam denmeye başlandı.
Vezirler: Her
türlü işlerinde sadrazama yardımcı olan kişilerdi.
Kazasker: Büyük
davalara bakar, aynı zamanda kadıların ve müderrislerin (medrese öğretmeni)
atanması ya da görevden alınmasına karar verirdi.
Defterdar: Devletin
her türlü malî işlerine bakar, gelir ve gider hesaplarını tutardı.
Nişancı:
Padişahın mührünü taşırdı. Padişah emirlerinin altına bu mührü basardı. Ayrıca
fethedilen yerlerin kayıtlarını tutardı.
Kaptanı Derya:
Divana her zaman katılmayıp, ihtiyaç duyulduğunda çağrılırdı. Donanma ve
denizler konusunda görüş sorulurdu.
Şeyhülislam: Osmanlı Devleti’nde ilmiye sınıfının
başı olan en yüksek dîn görevlisine verilen ünvandı. Şeyhülislâm ünvanı, İslâm
ülkelerinde fıkıh bilginlerine verilen bir unvandı. Osmanlı
Devleti’nden sonra İstanbul Müftüsü’ne verilmeye başlanmasıyla resmî bir anlam
kazandı. Şeyhülislâm, devletin en yüksek dînsel görevlisiydi. Saltanat vekili
olan sadrazamla eş tutulurdu. Yeni padişahlara kılıç kuşatma törenleri ve
cenaze namazları en önemli görevleri arasındaydı.Yapılan işlerin İslâm dînine
uygun olup olmadığı konusunda görüş belirtirdi.
Divân-ı Hümayun ve Sadrazam
padişahın en büyük yardımcılarıydı. Divân-ı Hümayun günümüzdeki Bakanlar
Kurulu, Sadrazam da günümüzdeki Başbakan mahiyetindeydi. Divân-ı Hümayun’da devletin
birinci derecede önemli mülkî, idarî, şer’i, malî, siyasî, askerî meseleleri
görüşülüp, karara bağlanırdı.
Divân-ı Hümayun;
Padişah adına Sadrazam,
Kubbe vezirleri, Kadı
askerler,
Nişancı ve Defterdarlardan
meydana gelirdi.
XIX. Yüzyılda Osmanlı
kabinesi;
Sadrazam (Başbakan),
Sadaret Kethüdâhgi (İçişleri
Bakanlığı),
Reisülküttaplık (Dışişleri
Bakanlığı),
Defterdarlık (Mâliye
Bakanlığı),
Çavuş Başılık (Adalet
Bakanlığı),
Yeniçeri Ağalığı-1826’da
Seraskerlik (Millî Savunma Bakanlığı),
Kaptan-ı Deryalık (Deniz
Kuvvetleri Komutanlığı) makamı sahiplerinden meydana gelirdi.
2- Eyâlet
Teşkilâtı
Devlet teşkilâtında en büyük
idarî bölümdü. Eyâletler sancak, kaza ve nahiyelere bölündü. Eyâleti
Beylerbeyi, sancağı Sancakbeyi idare ederdi. Eyâletlerin Merkez Teşkilâtı’na
benzer idare tarzı vardı. Şehirler Kadı tarafından idare edilip, belediye
hizmetlerini ve emniyetini sağlamakla Subaşı vazifeliydi.
Taşra Teşkilâtı:
Osmanlı toprakları zamanla
genişleyerek pek çok bölgeye yayıldı. Dolayısıyla tek bir merkezden yönetilmesi
zordu.
Merkez dışında kalan yerler
yani taşra farklı yönetim bölümlerine ayrıldı. Bu yönetim bölümleri büyükten
küçüğe doğru şöyleydi. Eyâlet, sancak ve kaza.
1. Eyâlet:
Sancakların bir araya
gelmesiyle oluşan idari birimdi. Başında beylerbeyi denilen yönetici bulunurdu.
Hem Anadolu, hemde Rumeli’de ki sınırların genişlemesiyle I. Murad döneminde
Anadolu Beylerbeyliği ve Rumeli Beylerbeyliği kuruldu.
Sultan
I. Murad Dönemi Osmanlı Sınırları, henüz Osmanlı yükselme dönemi sınırlarının
yaklaşık dörtte biri olmasına rağmen, I. Murad (Hüdavendigar), Osmanlı Devlet
Teşkilâtı’nın yüzyıllarca etkili olacak temellerini atmış, ileri görüşlülüğü
meziyeti ile Osmanlı Devlet Teşkilâtı’nı ahsen bir sistem üzerine oturtmuştur.
Beylerbeyi bulunduğu bölgede
padişahın vekiliydi. Onun tarafından verilen emirleri ve kanunları uygulardı.
Savaş zamanında ordusuyla padişaha katılırdı. Eyâletler ödedikleri vergiye göre
ikiye ayrılırdı. Birde bunların dışında özerk yönetimine sahip olan beylikler
vardı:
a) Salyaneli
(Yıllıklı) Eyâletler: Bu eyâletler yılda bir defa olmak üzere devlet hazinesine
vergi öderlerdi. Bu vergiye salyane denirdi. Bu eyâletler şunlardı; Tunus,
Cezayir, Yemen, Trablusgarp, Mısır.
b)
Salyanesiz (Yıllıksız) Eyâletler: Bu eyâletler yıllık vergi
ödemezdi. Onun yerine uygulanan tımar sistemi ile askerlerin bakımını
üstlenirlerdi. Bu eyâletler şunlardı: Anadolu, Rumeli, Erzurum, Musul, Bosna,
Sivas, Bağdat, Karaman
c)
Bağlı Beylikler: Bu beyliklerin yöneticileri padişah tarafından
kabul edilirdi. İç işlerinde serbestlerdi. Dış ilişkilerinde ise Osmanlı’ya
bağlılardı. Bu beylikler şunlardı: Eflak, Erdel, Boğdan, Kırım, Hicaz.
Bu
beylikler savaş zamanı askerleriyle Osmanlı ordusuna katılırlardı.
2. Sancak:
Kazaların birleşmesiyle oluşurdu.
Başında sancakbeyi denilen yönetici bulunurdu. Tıpkı beylerbeyi gibi bulunduğu
bölgede padişahın emirlerini uygulardı ve savaş zamanı askerleriyle orduya
katılırdı. Sancakların güvenliğinden subaşılar sorumluydu, adalet işlerine
sancak kadısı bakardı.
Osmanlı şehzâdelerinin pek
çoğu yönetimi öğrenmek için padişah olmadan önce sancakbeyliği yapmışlardı.
3. Kaza:
Sancak içindeki kasabaların
bir araya gelmesiyle elde edilen yerlerdi. Başında kadı bulunurdu. Kadıların
görevleri şunlardı:
a) Kazalardaki
vergilerin toplanmasını ve güvenli şekilde başkente ulaşmasını sağlamak,
b) Anlaşmazlıkları
çözümlemek yani davalara bakmak,
c) Evlenen
kişilerin nikâhlarını kıymak,
d) Şikâyeti
ya da isteği olanları dinlemek. Gerekli gördüklerini divanda görüşülmek üzere
göndermek,
e) Başkentten
gelen emirleri halka ilan etmek ve uygulanmasını sağlamak.
Taşradaki Devlet
Görevlileri:
Muhtesip adı verilen kişiler
esnafı denetlemekle görevli olan kimselerdi. Kapan eminleri, şehirlere gelen
tarım ürünlerini kapan adı verilen büyük tartılarda tartan ve vergisini alan,
eşit şekilde pazarlara dağıtan görevlilerdi. Beytülmal eminleri devlet
mallarının korunmasından sorumlu kişilerdi. Gümrük ve vergi (baç) eminleri
esnaftan vergi toplamakla sorumlu olan görevlilerdi.
Siyasî ve Hukukî İdare:
Osmanlı Devleti siyasî ve hukukî
idare bakımından tam mânâsı ile bir İslâm devletiydi. Osmanlı hukuku içinde
(Örfi Hukuk) adı verilen sistem İslâm hukukunun içinde bir mevzuydu. İslâm
hukukunda açıkça belli olmayan hususlar, İslâm prensiplerine aykırı olmamak şartı
ile Şeyhülislâmların fetvaları ve kanun, kanunnâmeler şeklinde düzenlenirdi.
Yasama yetkisi padişahındı ve padişah adına yapılırdı. Medenî hukukta Hanefî
Mezhebi’nin hukuk sistemi tatbik edilirdi. Ceza hukuku ve diğer sahalarda Sultanî
hukuk da denilen örfî hukuk tatbik edilmekteydi.
Osmanlı hukuk düzeni
içerisinde idare, mâliye, ceza ve benzeri konularla ilgili alanlarda padişahın
emir ve fermanlarında bulunan değişik meseleler ile ilgili kanunnâmeler vardı.
Osmanlı Devleti’nde ilk kanunnâme Fatih Sultan Mehmed Hân (1451-1481)
tarafından çıkarıldı. İkinci kanunnâme Sultan Süleyman Hân (1520-1566) Kanunnâmesi’ydi.
Bu kanunnâmelerde saltanatla ilgili konular yanında reaya (karma) ve Müslüman
halkın devlet düzeni içindeki davranışlarını belirleyen hükümler vardı. XVI.
Yüzyıl’da bu konularda Zembilli Âli Efendi ve Ebussuud Efendi’nin
şeyhülislâmlıkları zamanında kanunnâmeler ortaya kondu.
Dünya tarihini incelediğimiz
zaman; büyük ve uzun ömürlü devletlerin üstün adaletle kaim olduğunu görürüz.
Zulüm üzerine kurulmuş devlet ve imparatorluklarda olduğunu ancak ömürlerinin
kısa sürdüğünü de görürüz. Kendisine mahsus hususiyetleri, bilhassa kendi
dışındaki dînlere tanıdığı çok geniş haklar, daha doğru bir ifade ile diğer dînlerin
işlerine, ibadetlerine ve âdetlerine hiç karışmamakla özellik gösteren Türk
adaleti çok yüksek meziyetlere sahip bir adaletti.
FATİH’İN İNSAN HAKLARI AHİDNÂMESİ
Fatih Sultan Mehmed, Bosna’yı
fethettiği zaman Osmanlı devlet politikasının sonucu olarak bölge halkına dînî
serbestiyet getirdi. Fatih Sultan Mehmed’in buradaki Latin papazlarına
verdiği (1478) tarihli ferman suretinde;
“Nişanı-ı hümayun şu ki; Ben ki Sultan Mehmed Han’ım. Üst ve alt tabakada
bulunan bütün halk tarafından şu şekilde bilinsin ki, bu fermanı taşıyan Bosna
rahiplerine lütufta bulunup şu hususları buyurdum: Söz konusu rahiplere ve
kiliselerine hiç kimse tarafından engel olunmayıp rahatsızlık verilmeyecektir.
Bunlardan gerek ihtiyatsızca memleketimde duranlara ve gerekse kaçanlara emn ü
aman olsun ki, memleketimize gelip korkusuzca sakin olsunlar ve kiliselerinde
yerleşsinler; ne ben, ne vezirlerim ne de halkım tarafından hiç kimse bunlara
herhangi bir şekilde karışıp incitmeyecektir. Kendilerine, canlarına,
mallarına, kiliselerine ve dışardan memleketimize getirecekleri kimselere yeri
ve göğü yaratana Allah hakkı için, Peygamberimiz Muhammed Mustafa (S.A.V) hakkı
için, Yedi Mushaf hakkı için, yüz yirmi dört bin peygamber hakkı için ve
kuşandığım kılıç için en ağır yemin ile yemin ederim ki; yukarda belirtilen
hususlara söz konusu rahipler benim hizmetime ve benim emrime itaatkâr
oldukları sürece hiç kimse tarafından muhalefet edilmeyecektir.”
Bu ferman suretinde de
görüldüğü gibi azınlıklar tam bir hürriyet ortamı içinde hayatlarını sürdürdüler.
XVI. Yüzyıl için Dowey şöyle
dedi; “Birçok Hristiyan, adaleti ağır ve kararsız olan Hristiyan ülkelerindeki
yurtlarını bırakarak, Osmanlı ülkelerine gelip yerleşiyorlardı.”
XV. Yüzyıl için Babinger
ise; “Osmanlı padişahının ülkesinde herkes kendi hâlinde ve mutluydu. Mutlak
bir dînî hürriyet hüküm sürerdi ve kimse şu veya bu inanca sahip olduğundan
dolayı bir güçlükle karşılaşmazdı.” dedi.
Bizzat padişah adalete itaat
ederdi. III. Sultan Mustafa Han (1757-1774) Beylerbeyi Sarayı’nı genişletmek
istedi. Bunun için civardaki bir dul kadının arsasını almak gerekliydi. Kadın
arsasını satmak istemeyince, padişah zorla arsayı almayı aklından bile
geçirmedi. Fakat sarayın eskiyen bir kısmını yıktırdı ve halka mahsus bir bahçe
hâline getirdi.
Osmanlı’da bir hizmet
karşılığı vazife gören devlet memurları vardı. Yaptıkları iş karşılığında
kendilerine bir ödemede bulunulurdu. Bir de şehirlerde oturan esnaf ve
tüccarlar, nihayet devletin temelini teşkil eden çoğu üretici köylü vardı. Müslüman
olsun, gayri Müsliman olsun bu üretici köylülere “reaya” denirdi. Vergi
vermeleri, nüfusun büyük kısmını meydana getirmeleri bakımından köylü, devlet
için halkın ve tebaanın esas kesimi sayıldılar. Sultan I. Süleyman Han
reayanın, yani köylünün, devletin efendisi olduğunu söyledi. Üretici güç,
büyük ölçüde köylülerin elindeydi. Bu güç olmaksızın ordu ve devlet olması mümkün
değildi.
Şehirlerin dışında kalan ve
köylerde yaşayan kalabalık halk topluluğu daha çok tarım, hayvancılık ve
değişik toprak işçilikleriyle uğraşırdı. Müslüman halk, devletin İslâm Dîni
esaslarına dayanan umumî kaidelere göre yönetilir, asker alınır, kabiliyetli
olanlar ise daha başka devlet görevlerine yükselirlerdi. Köylerde yaşayan halk
topluluğundan zanaat sahibi olan veya olmak isteyenler şehir ve kasabalara
gidip kendileri için elverişli olan işlere girerdi. Gayri Müslim halk
genellikle Hristiyan ve Yahudi topluluklarından meydana gelirdi ve bu toplulukların
hepsine reaya denirdi. Sonradan gayr-i Müslimlere ekalliyet, yani azınlık
denilmeye başlandı.
Osmanlı Devleti’nde
kuruluşundan itibaren devlet idaresinde yürütme ve yargılama gücü ayrı olarak
düşünüldü ve tatbik edildi. Eyâlet yöneticileri; padişahın yürütme yetkisini,
kadılar da yargılama yetkisini temsil etmekteydiler. Osmanlı, bu iki kuvvet
ayırımını adil bir devlet idaresi için esas kabul etmekteydi.
Osmanlı, bütün
müesseselerini kendinden önceki İslâm ve Türk devletlerinden aldı ve devrin
şartlarına göre geliştirdi. Esasen ilk Osmanlı yöneticilerinin Anadolu
Selçukluları, Karaman, Germiyan gibi esas itibariyle İslâm ve Türk sisteminden
gelmiş kimseler olduğu, Osmanlı Devleti’nin bu sistemin, meydana getirdiği bir
siyasî ve hukukî düzene sahip bulunduğu ortadaydı.
Osmanlı Devleti’nin siyasî
ve hukukî rejiminin belli başlı unsuru bütün gelişmelere rağmen, İslâm Dîni
esasları oldu. Bu esaslara göre, temel; adaletti, İslâmiyet bu bakımdan
devletin temelini meydana getirirdi. Padişah dînin koruyucusu, halk onun
tebaasıydı. Padişah’a bütün yetkilerin verilmesinin sebebi, onun adaleti gerçekleştirmesi
içindi. Osmanlı Medenî Hukuku’nda evlenme ve boşanma işlemlerinde tamamen İslâm
Hukuku’na göre Hanefi mezhebi hükmü tatbik edilmekteydi. Birden fazla ve dört
kadınla kadar evlenmek sanıldığı kadar kolay ve yaygın değildi. Miras
Hukuku’nda da İslâmî hükümler tatbik edilirdi. Esası Hanefi Hukuku olup, bunu
sonradan Cevdet Paşa, Mecelle adı verilen bir eserde topladı. Osmanlı, İlay-i
Kelimetullah (Allah’ın Emirleri’nin üstün tutulması, uygulanması) uğruna
mücadele edip, fetihlerde bulunup, Nizam-ı Âlem için çalışarak devleti idare
etti.
SARAY TEŞKİLATI
Saray hem padişahın konağı
hem de devletin yönetildiği çok işlevli bir merkezdi. Osmanlı Padişahları
İstanbul’un fethine kadar Edirne Sarayı’nda kalmışlardı. İstanbul’un fethinden
sonra Fatih Sultan Mehmed tarafından Topkapı Sarayı yaptırılmaya başlandı. Daha
sonra aşama aşama diğer padişahlar tarafından büyütüldü. O dönemdeki başka
ülkelerin sarayları ile karşılaştırılınca, Topkapı Sarayı fazlasıyla sade ve
gösterişsizdi.
Osmanlı’nın son dönemlerinde
Topkapı Sarayı önemini kaybetti ve yeni yaptırılan Dolmabahçe, Çırağan, Yıldız,
Beylerbeyi gibi saraylar önem kazandılar.
Saraylarda Birun, Enderun ve Harem olmak üzere
üç ana bölüm bulunurdu.
1- Birun:
Dış saray olarak da
bilinirdi. Sarayın çalışanlarının bulunduğu bölümdü. Yeniçeriler, doktorlar,
terziler, bekçiler bu görevlilerden bazılarıydı. Bu kişiler çalışma saatleri
bitince sarayın dışında bulunan evlerine dönerlerdi.
2- Enderun:
Enderun,
bir şeyin iç kısmı, iç yüzü, dâhili, harem dairesi gibi anlamlara gelmekte olup
Enderun Mektebi ise Osmanlı Devleti’nde mülkî, idarî, diplomatik ve diğer önemli
kadronun yetiştirildiği yerdi. Bu bağlamda Enderun Mektebi, dünyanın ilk “kamu
yönetimi okulu” olarak da nitelendirilebilir. Osmanlı’yı cihan devleti yapan
kurumların en başında bu Enderun Mektebi gelir ki, Osmanlı Devleti’nin ihtiyaç
duyduğu devlet adamı kadrosu bu mektepten yetişirdi. Osmanlı’nın gittiği her yere adalet
götürmesine hayran olan Batı, “Bu çocukları Enderun’da okutun, sizin gibi
adaleti öğrensinler” diyerek çocuklarını getirip Osmanlı’ya teslim ederdi.
Bu
okuldaki öğrenciler, üstün zekâlılara ve çeşitli yeteneklere yönelik
programlarla ve testlerle, ortalama 15 yıllık bir eğitimden geçirildikten sonra
bu öğrencilerden devletin ihtiyaç duyduğu üst düzey idarî, bürokratik ve askerî
personelin yetişmesi sağlandı.
3- Harem:
Osmanlı sarayında, padişahın
annesinin nezaretinde, sarayın hanımlarının, çocuklarının ve hizmetlilerinin
kaldığı bölümdü.
Bütün Müslüman devlet
başkanlarının evlerinde bulunan harem, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve Hulefâ-i
Râşidîn devirlerinden sonra Emevîler, Abbasîler, Selçuklular ile diğer İslâm
devletleri ve nihâyet Osmanlı saraylarında da ama daha ayrıntılı ve teşkilâtlı
bir hâle geldi.
Osmanlı’da padişah haremine
“Harem-i Hümayun” adı verildi. Osmanlı Devleti’nin gelişmesine paralel olarak,
padişahların oturduğu saraylar da büyüdü. Bursa’daki mütevazı Osmanlı sarayına
karşılık, Edirne’de daha teşkilâtlı saraylar yapıldı. Fatih’in İstanbul’u
fethinden sonra ise bugünkü Bayezid’de üniversitenin bulunduğu sahada bir saray
yaptırıldı. Daha sonra bu sarayın yerine Sarayburnu’nda bugünkü Topkapı Sarayı
imar edildi. Fetihten sonra harem, III. Murad’a kadar eski sarayda, Dolmabahçe
Sarayı yapılıncaya kadar da Topkapı Sarayı’ndaydı.
Saraylarda padişahların
yakınlarının bulunduğu ve günlük hayatlarını geçirdiği kısım olan harem, gayet
itinalı bir şekilde inşa, tezyin ve tefriş edilirdi. İki bölümden meydana gelen
haremin birinci kısmına bazı görevliler, şehzâdelere ders veren hocalar girip
çıkabilirdi.
Haremin ikinci kısmı sâdece kadınlara
mahsustu. Buraya padişaha haram olan
kadınlar giremediği gibi, yabancı hiçbir erkek de giremezdi. Bu yüzden Osmanlı
haremini kimse girip görememiş, sonradan, yazıp söylenenler ise hayâl mahsulü uydurmalardan
ibaret kalmıştır.
Topkapı Sarayı’nda Harem-i
Hümayun’un giriş kapısı, etrafı dolaplarla çevrili olan dolaplı kubbeye açılır,
buradan fıskiyeli avlu veya fıskiyeli şadırvan denen dikdörtgen avluya
çıkılırdı. Avlunun sağında kule kapısı, solunda ise perde kapısı vardı. Perde
kapısından sonra dar sokağa benzeyen bir geçit başlardı. İki kısımdan meydana
gelen haremin birinci bölümü ve haremağalarına mahsus hamam ile kızlar ağası
köşkü buradaydı. İkinci bölümde ise harem ağalarına mahsus daireler, şehzâdeler
mektebi, baş muhasip ağa ve baş hazinedar ağa daireleri yer alırdı.
Haremağaları dairesi birçok oda ve koğuştan meydana gelirdi.
Şehzâdeler mektebinde
padişahın çocukları, yeğenleri ve amcaoğulları eğitim görürlerdi. Burada ders
görenler küçük yaştakiler olup, yetişkinlere hocaları dairelerine giderek özel
ders verirlerdi.
Şehzâdeler mektebi
geçildikten sonra ileride sağda bulunan kuşhane kapısından girilince, harem
ağalarının nöbet tuttukları yere gelinirdi. Haremle ilgisi olanlar bu kapıdan girip
çıkarlardı. Buranın sağ tarafında uzun bir koridor olup, buraya altın yol
denilirdi. Burası Hırka-i Saadet dairesine kadar uzardı. Ortadaki kapı, Vâlide Sultan
taşlığına açılırdı. Valide Sultan
Taşlığı nöbet yerinin yanında yer alırdı. Valide Sultan Dairesi ve Taşlığı,
Osmanlı padişahlarının annesi olan Valide Sultanların ve misafirlerinin
ihtiyaçları göz önünde bulundurulacak şekilde inşa edildi.
Solda cariyeler dairesine
ait olan üçüncü bir kapı daha vardı. Bu alana harem ağalarının nöbet yeri denilirdi.
Burada harem ağaları sıra ile nöbet tutarlardı. Harem-i hümayun ağalarının en
büyüğü “kızlar ağası” da denilen “dârüssaâde ağası” idi. Haremin dış ile
ilgisini bunlar sağlardı. Bu bölümden sonra haremin ikinci bölümü başlardı.
Harem-i Hümayun’un bu iç kesiminde sırasıyla, çeşmeli sofa denilen yer, hünkâr
sofası, hünkâr hamamı, valide Sultan dairesi, asma bahçe ve daha birkaç tane
padişah odası yer alırdı. Harem-i Hümayun’da ayrıca birkaç tane de mescit
vardı.
Harem-i Hümayun’da padişah,
padişah zevceleri, çocukları, hanedan üyelerinden bazı akrabaları yanında
yüzlerce görevli yaşamaktaydı.
Harem-i
Hümayun’da Hırka-i Saadet Dairesi, Fatih döneminde padişahın özel dairesi (Has
Oda) olarak inşa edildi. Padişahlar burada ikamet ederler, devlet işlerinin bir
kısmını ve ibadetlerini yerine getirirlerdi. Yanı başlarında ise Cenab-ı
Peygamber’in (Sas) hâtıraları durur, yakın zamana kadar 24 saat Kur’ân-ı Kerim
bu bölümde okunurdu.
Osmanlı hareminin en yüksek
makamı Valide Sultanlık’tı.
Dolayısıyla haremin fahrî başı padişahın annesiydi. Haremde hünkâr sofasından
sonra en geniş daire de valide Sultanınkiydi. Valide Sultanın geniş bir cariye
(hizmetçi) kadrosu vardı. Haremi, hazinedar usta vâsıtasıyla idare ederdi.
Bütün kadınlar, Sultanlar, ustalar ve cariyeler kendisinden çekinirler ve
sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı.
Haremde valide Sultandan
sonra söz sâhibi kadın efendiydi. Osmanlı padişahlarının hanımlarına “kadın,
kadın efendi” denilirdi. Padişahın ilk hanımına “başkadın” denirdi. Başkadın
diğerlerine göre üstündü. Dairesinde hizmet eden cariyeler ve kalfaları
diğerlerinden fazla olurdu. Padişahın hanımlarına 16. Yüzyıl’dan itibaren
“haseki” de denilmeye başlandı.
Başlangıcından itibaren
padişahların evlilikleri özellik gösterir. İlk Osmanlı padişahları, 16. Yüzyıl
başlarına kadar, etrafındaki Anadolu beylerinin, Bizans İmparatoru’nun, Sırp ve
Bulgar krallarının kızlarıyla evlendiler. Bunlarla evlenmeleri hissî olmayıp,
akrabalık yoluyla kuvvetlenmek veya miras yoluyla toprak elde etmek gibi siyasî
amaçlıydı. Nitekim Germiyanoğulları’ndan Yıldırım Bayezid Han’a gelin gelen
Devlet Hatun’la bu beylik topraklarından bir kısmı da çeyiz olarak verildi.
Yıldırım’ın ve II. Murad’ın Sırp prensesi olan eşleri ünlüydü. Bunların
Sırbistan’daki Osmanlı siyasetinin desteklenmesi hususunda büyük rolleri oldu.
Hatta Fatih Sultan Mehmed Han, validem diye hitap ettiği Sırplı üvey annesinden
Balkanlar’daki siyasî meselelerde çok faydalandı.
Bununla beraber 16. Yüzyıl
ortalarına kadar padişahların bu hanımları yanında cariyelerden de zevceleri
vardı. Ancak Kanunî’den itibaren etrafta padişahların evleneceği hükümdar ve
krallık aileleri kalmadığı veya lüzum görülmediğinden, bazı istisnaları dışında
artık daimî olarak cariyelerle evlenme usulü devam etti. İslâm hukukuna göre
hür kadınlarla olan evlilikteki sınır, cariyelerle evlilikte konulmadı. Buna
rağmen padişahların cariyelerle evliliği de hep belli sayıdaydı. Söylendiği
gibi padişahların onlarca cariye ile evlilik yaptığı doğru değildi. Hatta 16.
Yüzyıl sonuna kadar ömürleri seferlerde geçen padişahların, normal hayatlarını
yaşayabildikleri bile söylenemez.
Bunlardan başka padişahlar, tanınmış ve asil bir ailenin kızıyla
evlenme imkânları olduğu hâlde, bazı mahsurlarından dolayı bu
tarz evlilikleri tercih etmediler. Çünkü; padişahın annesi veya zevcesi
tarafından İstanbul’da veya taşrada akrabasının bulunmasının bazı sakıncaları
vardı. Zamanla ana tarafından akrabalar saraya dolacaklar, şahsî ve siyasî
birtakım isteklerde bulunacaklar, arzuları yerine getirilmeyenler, padişah ile
akrabalığına güvenerek birtakım entrikalara teşebbüs edecekler, neticede, o
devir Avrupa devletlerinde olduğu gibi, kanlı hâdiseler yüzünden devlet
güvenliği sarsılabilecekti.
Padişahların haremdeki diğer aile
fertleri şunlardı:
Harem Ağaları: Bilindiği üzere Osmanlı’da devlet yönetiminde ve haremde görev
alan
ağalar vardı. Onlar köle tüccarlarının eline geçtiklerinde
hadım edilen, bu şekilde dünyaları karartılan çocuklardı.
İslâmiyet, insanları hadım etmeyi yasak ettiğinden, genellikle Habeşistan ve
Orta Afrika’da daha çocuk yaşta iken çeşitli yollarla esir tüccarlarından
alınırlardı. Bu çocuklar, esir tüccarlarının elinde insanlık dışı bir muamele
görürlerdi. Osmanlı onları alıp, cihan devletinin sarayına getirdi ve Ağalar
Ocağı’nda tam bir görev adamı olarak yetiştirdi. Padişaha en yakın, seçkin ve
yüksek mevkide görevlere tayin etti; her birini topluma kazandırdı. Kültürlü,
saray ve devlet adabı bilen birer insan olarak yaşamalarını sağladı. İşte
Osmanlı, bütün insanlığa hayran bıraktıracak sosyal bir çalışmayı bu şekilde
ortaya koydu. İncitilen ve acımasızca muamele
gören bu hadım edilmiş çocuklar-gençler, Osmanlı’nın onları alıp yetiştirmesi
ile bir büyük imparatorluğun emin ve yetkin üyeleri oldular. Bazıları idarecilik,
bazıları illerde valilik yaptılar. Bazıları kumandan oldu. Seferlere katılarak
orduları, donanmaları sevk ve idare ettiler. Osmanlı sarayına gelenler ise ağa
namıyla anıldılar. Haremin asırlarca bir sır olarak kalmasını sağlayanlar
onlardı... Bunlara Türkçe öğretilir; daha ziyade çiçek isimli adlar verilirdi.
Sarayın ve haremin adabı hem nazarî hem de amelî olarak öğretilirdi. Tıpkı
Enderun okulunda olduğu gibi, ağalar ocağında da, hadımların sıkı bir disiplin
içinde yetiştirilmelerine çok dikkat edilirdi.
Sultanlar:
Osmanlı’nın ilk devirlerinde, padişah kızlarına Selçuklular’da olduğu gibi,
“hâtun” denildi. Fatih devrinden sonra Sultan denildi. Osmanlı padişahları
kızlarına daha çok Ayşe, Hatice, Fatma, Esma, Emine gibi isimler verdiler.
Erkek evlâda Sultan tabiri isimden önce söylendiği hâlde, kızlarda, isimden
sonra söylenirdi. Ayşe Sultan, Fatma Sultan gibi… Sultan tabiri yalnız olarak
söylendiğinde de kız evlat anlaşılmaktaydı.
Sultanlar, doğar doğmaz
kendilerine bir daire ayrılır, emrine dadı, sütnine, kalfa ve cariyeler
verilirdi. Çocuğun eğitimiyle kendi anneleri, dadı ve kalfaları uğraşırdı. Sultanlar
okuma çağına gelince, derse merasimle başlarlardı. Ekseriyetle merasimlere
padişah da katılır ve “Besmeleyi” bizzat kendisi çektirirdi. Bundan sonra hususi
hocalar tarafından okutulurlardı. Sultanların Kur’ân-ı Kerim’i doğru okumaları
hususunda titizlikle durulurdu. Sultanlara Kur’ân-ı Kerim’den sonra gerekli dîn
ve dünya bilgileri de öğretilirdi.
Şehzâdeler:
Osmanlı hanedanının erkek çocuklarına şehzâde denirdi. 5-6 yaşına geldiklerinde
kendilerine hoca tayin edilerek törenle derse başlarlardı. İlk dersi
şeyhülislâm verirdi. Sonra hususi hocalar okuturdu.
Osmanlı fetih geleneğinin en
önemli özelliklerinden biri, fethedilen yerlere hukuku temsilen bir Kadı’nın,
idareyi temsilen bir beyin (Subaşı’nın) tayin edilmesiydi. Orhan Gazi, I. Murad
ve Yıldırım Bayezid zamanlarında gerçekleştirilen fetih hareketleri ile
devletin sınırları bir hayli genişlediği gibi, teşkilâtlanma da o ölçüde
hızlandı. Zamanla sınırları genişleyip büyüyen Osmanlı Devleti’nin merkezden
idare edilmesi zorlaşmaya başladı. Bu güçlüğü gidermek ve halkının
ihtiyaçlarına cevap verebilmek için, yabancıların hâlâ hayran oldukları ve
adına “Osmanlı Düzeni” dedikleri devlet nizamı geliştirildi. İşte bu nizam
sayesinde Osmanlı, altı asırdan daha fazla bir süre idarede kalmayı başardı.
Osmanlı Devleti’nde taşra
idaresi, aşağıdan yukarıya köy, kaza, sancak ve beylerbeylik olmak üzere idarî
ve askerî taksimata tâbî tutuldu. Reaya denilen köy halkı da “dirlik”, “vakıf”
ve “mülk” reayası olmak üzere üç sınıfa ayrıldı. Köylerin birleşmesiyle
kazalar, kazaların birleşmesinden sancaklar, sancakların birleşmesinden de
eyâletler ortaya çıktı. Bununla beraber Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinde eyâlet,
vilayet, liva, kaza ve nahiye gibi tabirlerin, birbirlerinin yerine
kullanıldığı da oldu. Nitekim Eyâlet-i Rûm (Sivas-Amasya) yerine “Nahiye-i Rûm”
tabiri kullanıldığı gibi eyâlet tabiri de o zamanlar için pek açık ve belli bir
anlamı ifade etmiyordu. XV. Yüzyıl ortalarında eyâlet kelimesi, beylerbeylikten
ziyade, küçük mıntıkaları gösterirdi. İdarî teşkilâtta en fazla öneme sahip
birimler, kaza ve sancaklardı. Kazalarda yönetici sınıf olarak kadı, alaybeyi
ve subaşılar bulunurdu. Bunlardan kadılar, askerî olmayan şer’î ve hukukî
hususlardan sorumlu oldukları gibi kazanın iaşesinin temini, belediye, adliye,
devlet tarafından merkezden istenilen şeylerin temin ve tedariki ile de
sorumluydular. Subaşılar, kazanın genel güvenliğini (asayişini) sağlamakla
vazifeliydiler. Askerî meseleler de alaybeyinin yetkisindeydi. Beylerbeyine
bağlı kazalarda ise inzibat ve askerî idare, tımar subaşına aitti.
Osmanlı taşra teşkilâtı,
uzun ve çeşitli aşamalardan geçtikten sonra XVI. Yüzyıl’da Rumeli, Anadolu,
Arabistan ve Kuzey Afrika’da en gelişmiş şekline ulaştı. Osmanlı eyâlet
idaresi, kendinden önceki Türk ve Müslüman devletlerine ait idarelerden birçok
temel unsuru almış olmakla birlikte bu teşkilâtı hayli geliştirdi. Taşra
teşkilâtı bakımından yönetici olarak dikkatleri çeken iki görevli
bulunmaktaydı. Bunlar: Beylerbeyi ile Sancakbeyi isimlerini taşıyan kimselerdi.
Donanma, Kaptan Paşa’nın
emir ve komutasında olarak denize açıldığı zaman onu meydana getiren fırka ve
filoların emir ve komutası beylerbeyleri ve sancakbeylerine aitti. Başlangıçta
bu gibi komutanların başkaca adları yoktu.
Sonraları fırka ve filo
komutanlarına “patrona” (tümamiral) ve “piyale” (tuğamiral) denilmeye başlandı.
Bu adlar da denizcilikte rütbe sırasına geçmiştir ki, bugün birincisine “Ferik”
(tümgeneral), ikincisine “Liva” ( Tuğgeneral) denilmektedir.