OSMANLI’DA ORDU
Sevgili Kardeşlerim,
Osmanlı
Devleti Ordusu’nun resmi adı “Orduyu Hümayundu; kutlu ordu, mübarek ordu
anlamındaydı.
Osmanlı
Devleti, 13. Yüzyıl sonlarından 20. Yüzyıl’ın ilk çeyreğine kadar varlığını
sürdüren Türk Devleti’ydi. Anadolu’da kurulmuş, sınırları tarihi boyunca çok
değişmekle birlikte en geniş döneminde bugünkü Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan,
Yugoslavya, Romanya ye Akdeniz’in doğusundaki adaları, Macaristan ve Rusya’nın
bazı kesimlerini, Kafkasya, Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’ı, Cezayir’e kadar
tüm Kuzey Afrika’yı ve Arabistan’ın bir bölümünü kapsamıştı.
Osmanlı
Ordusu’nun resmi kuruluş tarihi 1363 yılıydı.
YENİÇERİ OCAĞI
Sevgili Kardeşlerim,
Yeniçeri
Ocağı’na bir erin acemi oğlan olarak girebilmesi, mutlaka bir mürşide
tâbiiyetini gerektirirdi. Asker; Yeniçeri Ocağı’nın, Hacı Bektaşî Velî’nin
müntesipleriydi. Bütün savaşlarda “Pîrimiz, Sultanımız Hacı Bektaşî Velî!” diye
yeniçerilerin kösleri vurulurdu. Köslerin yani davulların öyle bir ritimle
vurulmaları söz konusuydu ki; dinleyen yabancıların yürekleri bundan sıkışma
duyardı.
Orhan
Bey, Hacı Bektaşî Velî’den yeni asker için dua etmesini ve bir sancak bir de ad
vermesini istedi. O da “Bu kurduğunuz askere Yeniçeri denilecektir, yüzü ak ve
parlak, pazusu zorlu, kılıcı keskin, oku tiz, dokunaklı olacaktır. Bütün
savaşlarda üstün gelecek ve her zaman zaferle dönecektir” dedi ve kendilerine
bereketi sembolize eden kara kazan hediye etti. Ulufe dedikleri maaşlarını
alırken; kendilerine Pir kabul ettikleri Hacı Bektaşî Velî’nin de adı çekilen
gülbank (Türkçe dua)’da geçerdi.
Yukarıda
da anlattığımız gibi Hacı Bektaşî Velî’nin Anadolu’ya gelişi ile Hz. Muhammed (S.A.V)’den
Hz. Ali’ye, oradan On İki İmamlar’a; Horasan Mektebi’nden Hacı Bektaşî Velî’ye
ulaşan ilâhî nurun feyzi ile mürşidler Anadolu’da irşad etmeye, insanlar
arasındaki husumeti gidermeye başladı. Moğol istilalarından yılgınlığa düşmüş
olan Anadolu’da Hacı Bektaşî Velî’nin himmeti ile Osmanlı İmparatorluğu’nun
temeli atıldı, dünyanın ilk düzenli ordusu olan Yeniçeri Ocağı, Orhan Bey
zamanında bizzat Hacı Bektaşî Velî tarafından, gülbank çekilerek kuruldu.
Yeniçeri Ocağı’nın Bektaşî oluşu, Osmanlı’yı kıl çadırdan çıkardı, Cihângir bir
devlet haline getirdi. Yeniçeri evlenemezdi. Yeniçeri sadece askerdi ve
muhteşem bir kudret gösterisinin sahibiydi.
Yeniçeri
Ocağı için, Rumeli’de ve daha az sayıda da Anadolu’da Müslüman olan ailelerin
çocukları, birkaç yıl Türk dilini, örfünü öğrenmek üzere itibarlı Türk çiftçi
ailelerin yanına verilirdi. Sonra ‘acemi oğlan’ adıyla kışlalara sevk edilirdi,
orada askerî eğitim görüp ‘Yeniçeri Neferi’ olurlardı. ‘Çeri’ Türkçede asker
demektir. Kabiliyet gösteren yeniçeriler subay olurlardı. General de
olabilirlerdi. Ancak generaller tercihen, orta dereceli saray okullarını ve
sonra Enderun Saray Akademisi’ni bitirenlerden seçilirlerdi. Yeniçeri Ocağı’na
hiçbir Acemi Oğlan bir mürşide bağlı olmadan adım atamazdı. Biliyorsunuz ki
Yeniçerilik, Acemi Oğlan denilen bir başlangıç devresinden başlardı. İşte böyle
bir hedefe ulaşabilmek için, mutlaka bir mürşide tâbî olmak gerekirdi. Tâbiî
olmayan asker olamazdı, Allahû Teâlâ’nın velâyet mertebesine ulaşamayan kişi
subay olamazdı. Subay kadrosunda hiçbir zaman Allah’a ulaşamamış olan, evliya
olmamış olan bir subayın olması söz konusu değildi.
Paşalara
gelince onlar daimî zikrin sahipleriydi.
Yeniçeri
Ocağı, bir piyade sınıfıydı. Sadece bazı taburları atlıydı. XV. Yüzyıl’ın son
yıllarından itibaren tüfek verildi. Acemi oğlanlar dâhil, bütün Yeniçeriler
maaşlıydı. Maaşlarını gündelik hesabıyla, fakat üç ayda bir askerî törenle
alırlardı. Yeniçeri maaşına ‘ulufe’ denmekteydi. Büyük şehirlerde de Yeniçeri
olmakla beraber, ocağın en büyük kısmı İstanbul’da ki kışlalarındaydı. Disiplin
ve talimleri, eğitimleri sert, belki amansızdı. Subay olamayanlar
evlenemezlerdi. Maaşları çok yüksekti. Bütün hakları kanunî teminat altına
alınmıştı. İşte Kapıkulu Ocakları denen Osmanlı askerî sınıflarının en
ehemmiyetlisi olan Yeniçeri Ocağı böyle bir sınıftı. Buradaki ‘Kapı’ devlet ve
devleti sembolleştiren Hakan’dır, Hakan da Allah’ın kapısına kuldur.
Osmanlı
İmparatorluğu Ordusu’nun Başkomutanlık görevini Hakanlar yapmışlardı. Yaya ve
atlılardan oluşturulan kısıma “yaya”, süvarileri ise “müsellem” şeklinde
adlandırılmıştı.
Müsellem; İnkâr edilemeyen, karşı çıkılamayan, söz
götürmez anlamındadır. Müsellem olan süvariler; Osmanlı Devleti’nin kuruluş
döneminde, barış zamanı tarımla uğraşan, savaş zamanı sefere katılan; Kapıkulu
Ocakları’nın kurulmasından sonra da bir süre geri görevlerde eyalet askeri
olarak kullanılan; buna karşılık kimi vergilerden muaf tutulan bir sınıf atlı
askerdi. Müsellem, Kapıkulu Ocakları’nın kuruluşuna kadar savaşlarda fiili
olarak hizmet gördüler. Harp
zamanlarında ordunun geçeceği yolları temizlemek, köprüleri tamir etmek ve yol
açmak gibi hizmetlerle de mükellef idiler. Buna karşılık barış zamanlarında
bütün vergilerden muaf sayılıyorlardı. Zaten bu ismi bu yüzden almışlardı.
Rumeli'de genellikle Hristiyan tebadan olan müsellemlere karşılık, Anadolu'da
Müslüman teba istihdam olunurdu. Bunlara " Yörük" ismi verilirdi.
Osmanlı
Ordusu başlangıçta aşiretlerden gelen atlı birlikler ile gönüllü yaya
askerlerden oluşurken 14. Yüzyıl’ın ortalarından itibaren büyük bir gelişme
gösterdi. En gelişkin dönem sayılan 16. Yüzyıl’da Osmanlı Ordusu, büyük
çoğunluğu İstanbul’da bulunan kapıkulu askerleriyle, eyaletlerden gelen tımarlı
sipahilerden oluşuyordu. Kapıkulu Ordusu başlıca Yeniçeri Ocağı ve Sipahi Ocağı
olarak ikiye ayrılırdı. Ayrıca Topçu Ocağı başta olmak üzere Cebeci, Humbaracı
ve Lağımcı Ocakları da yardımcı ocaklar olarak Kapıkulu Ordusu’nun öbür
bölümlerini oluştururdu.
Her
yıl Rumeli ve Kafkasya’nın belirli bölgelerinden devşirme denilen bir sistemle
toplanıp Acemi Ocağı’nda yetiştirilen kapıkulu askerleri savaşta Osmanlı Ordusu’nun
vurucu gücü durumundaydı. Eyalet askerleri Osmanlı toprak düzenine göre
örgütlenmiş, yalnızca savaş zamanında göreve çağırılan bir orduydu. Buna göre
kendisine tımar verilmiş olan sipahiler, topraktan elde ettikleri gelire göre,
savaş zamanı orduya belirli sayıda asker getirmekle yükümlüydü. Sistemin iyi
işlediği dönemde sipahiler Osmanlı ordusuna büyük güç katmıştı.
AKINCILAR:
Sevgili Kardeşlerim…
Bu konumuzda AKINCILAR’a önemli bir yer vermek istedik. Nedenini akıncıları
öğrendikçe daha iyi anlayacaksınız… TÜRK GİBİ KUVVETLİ sözünün, kahramanlarının,
İLÂYI KELİMETULLAH için nasıl hayatlarını hiçe saydıklarını öğreneceksiniz…
Akıncı;
Osmanlı Devlet Teşkilâtı içinde sınır bölgelerinde düşman memleketlerine ani
baskınlar tertipleyerek yıpratma harekâtında bulunan hafif süvari gruplarına
verilen isimdi. Akıncılar Avrupa ve Balkan dillerini ana dilleri gibi
bilirlerdi. Akıncılar akın yapmakla kalmayıp, aynı zamanda düşmanın durumunu,
yolları ve kuvveti hakkında bilgi toplamak gibi istihbarat görevini de yerine
getirirlerdi. Bu görevlerini hayata bağlayan kanunları vardı.
Akıncılar,
Türk ırkındandı. Devşirme, Arnavut ve Boşnak gibi Müslüman kavimler alınmazdı.
Akıncı olmak için Osmanlı Türk’ü olmak şarttı. İlk zamanlar, Akıncı Beyleri’nin
çoğunluğu Osman Gâzi’nin yoldaşları olan kumandanların çocuklarıydı. Akıncı Beyleri,
istediklerini ocağa alır, istediklerini çıkarırlardı. Saraydaki Divan-ı Hümayun
(kutlu divan, mübarek divan) bu işe hiç karışmazdı. Akıncı Beyleri üstün
yetkilere sahip olup, doğrudan doğruya sultandan emir alırlardı. Rütbeleri
sancak beyi derecesindeydi. Akıncı eri, canını yüzlerce defa çekinmeden ortaya
koyduğu için, diğer birçok ocağın subayından imtiyazlıydı. Onun için akıncılara
“fedaî, dalkılıç, serdengeçti, deli”
gibi isimler verilirdi. Akıncılığa kabul
edilmek çok zordu. Doğrudan doğruya Akıncı Beyi’nin rızası gerekliydi. Zira
kötü bir akıncı, birliğin yok olmasına sebep olabilirdi. Çok seri hareket,
harikulade süvarilik, fevkalâde silâhşörlük vasıfları olmayan, akıncılığa kabul
edilmezdi. Şimdiki askerî teşkilâttaki
komando birliklerine benzeyen akıncılık, ekseriya babadan oğula geçerdi.
Akıncılar, düşman arazisini dolaşıp, orduya
yol açarlar ve kurulması muhtemel pusuları ani, süratli hareketleri ile
bozarlardı. Düşman topraklarına girecekleri zaman, arka arkaya kademe hâlinde
bir kaç bölüme ayrılırlardı. İlk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman
kuvveti çıkarsa, arkadaki kuvvet yetişerek ona yardım ederdi. Hücumları pek ani
ve sert olduğundan hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsıp dağıtırlardı.
Ayrıca ordunun yolu üzerindeki hububatın muhafazası, yerli halktan aldıkları
esirler vasıtasıyla düşman hakkında haber toplamak ve köprü, geçit gibi yerleri
emniyet altında tutmak da esas vazifeleri arasındaydı. Akıncılar genellikle ordudan 4-5 günlük mesafede önden giderler, adeta
akarlar ve vazifelerini yerine getirirlerdi. Bindikleri atlar da,
akıncıların bu hızlı hayatlarına uygun, dayanıklı ve süratli olanlardan
seçilirdi. Sefere çıkarken yedekte 4-5 at götürürler ve yorulan atları konak
yerlerinde bırakırlar, dönüşte bıraktıkları atlara ganimetlerini yüklerlerdi.
Akıncı
birliklerinde on akıncıya onbaşı, yüz akıncıya subaşı, bin akıncıya da binbaşı
kumanda ederdi. Bu kumanda zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan Akıncı Bey’i
tamamlardı. Bir harekâtın akın ismini alabilmesi için o sefere akıncı beyinin
katılması gerekirdi. Aksi takdirde bu harekâta akın denmezdi. Akıncılar,
merkezî bir tarzda idare olunmayıp sınır boylarında ocaklar hâlinde teşkilâtlanırlardı.
Her mıntıkanın kumandanı ayrı olup, akıncılar mensup oldukları kumandanların
sülâle ismiyle anılırlardı. Bunların en meşhurları Malkoçoğlu akıncıları, Turhanlı
akıncıları, Mihalli akıncılarıydı. Bunlardan Malkoçoğlu Silistre’de, Turhanlı
Mora’da, Mihalli ise Sofya ve Semendre bölgelerinde bulunurdu.
Osmanlı Devleti’nde ilk akıncı beyi Evrenos Bey’di. Zikredilen
akıncı aileleri ise sonraki akınlarda meşhur olmuşlardı. Murad Hüdavendigar (I.
Murad)’ın ilk akıncı beyi Gazi Evrenos
Bey’e yazdığı mektupta Osmanlı’nın akıncılara verdiği değer ve Osmanlı ruhu
açıkça yansır.
Akıncılar
bir ülkeye girdi mi neredeler, bilinmez olurdu. Nereden çıkacakları
kestirilemezdi. Düşman iline girdiklerinde küçük küçük kollara bölünerek
yollarına devam ederler; ayrılırken birbirlerine “Kızılelma’da buluşuruz.”
derlerdi.
Kızılelma,
Türklerin erişilmesi zor bir idealleriydi. Kızılelma, Türkler tarafından
değişik şekillerde tasvir edilmiş olup bazen bir belde, bazen bir taht, bazen
de dünya hâkimiyetini temsil eden som altından yapılma kızıl renkli bir küre
oldu. Bu altıntop bazen zaferin işareti, bazen hâkimiyetin sembolü, bazen de
fethedilmek üzere hedef seçilen yerin sembolü olarak ifade edildi. Çok eski bir
Türk inanç ve töresi olan Kızılelma hedefi ile Türkler, Türkistan’dan Hazar
Denizi’nin doğusundan gelen Oğuzlar’ın, Hazar Kağanı’nın ipek çadırının
üzerinde hâkimiyetinin ifadesi olarak bulunan altıntopu yani Kızılelma’yı ele
geçirmeyi ülkü edindiler. İstanbul’un Fethi’nden sonra, Kızılelma’nın, Roma’da
bulunan Saint-Pierre Kilisesi’nin mihrabındaki altıntop olduğu ileri sürüldü.
Akıncıların
birbirlerine “Kızılelma’da buluşuruz” ifadesi ile veda etmeleri bir daha
buluşmak ümitlerinin ne kadar zayıf olduğunu bildiklerinin göstergesiydi.
Ayrılırken bu sözü söyleyebilen asker, dünyanın en yüksek millî kültür ve şuurunu almış askeridir. Bu, akıncıları kelle
koltukta akına yollayan, fedai, serdengeçti yapan, Allah yolunda ölme şerefinin
hayali ile yaşatan; ALLAH AŞKI’ydı. Akıncıyı evinden ocağından çıkarıp;
ülkesinden kilometrelerce öteye taşıyan şey; her gün biraz daha fazla insanı
hidayete ulaştırabilmek için, İLÂYI KELİMETULLAH
için, Allah için cihad etmekti. Osmanlı’da
herkes başkaları için Allah için bir şeyler vakfederdi. Kimi cami, kimi
hastane, kimi bu kuruluşlara para getirecek işyerleri, kimi kervansaraylar
vakfederdi.
KİMİLERİ İSE AKINCILAR GİBİ HAYATLAR vakfederdi.
Akıncıların
en önemlileri dalkılıç ve serdengeçti adı ile anılırdı. Bunlar akıncıların
fedaî kısmıydı. Bunların düşman içine dalmak ve mahsur bulunan bir kaleye
girmek gibi çok zor görevleri vardı ve geri dönme ihtimâlleri çok azdı. Onları bu işi yapmaya sevk eden Allah
yolunda cihad yapma arzusuydu. Bir düşman ordusuna dalmak gerektiği zaman
bu vazifeyi yapanlar ordudan ayrılır, düşmanı sağ, sol ve arka yanından vurmak
üzere icap eden yere kadar giderler ve şiddetli şekilde düşman saflarına
girince, düşman şaşkınlıktan bozguna uğrar, manevîyatı bozulurdu.
Napolyon bu konu hakkında şöyle demektedir: “Osmanlı askerini dalkılıç olmağa mecbur
edecek kadar sıkıştırmak elvermez, bir kere dalkılıç olmayı göze almış bir kaç
yüz adam meydana çıkarsa, mağlup olmamak mümkün değildir.”
Kalelere
girmek gerektiği zaman dalkılıçlar gece vakti merdiven kurarak kaleye girerler
ve bu sayede fethine muvaffak olunmayan bir kalenin ele geçirilmesini
sağlarlardı.
Düşmanın
maddî ve manevî yapısını alt üst ederek, savaşın kazanılmasında önemli rol
oynayan akıncıların akın tekniği şöyleydi: Akıncı ordusu, belirli bölümlere
ayrılır, onlar da gene belirli yerlerde daha küçük birliklere bölünerek
yollarına devam ederlerdi. Her birliğin ele geçireceği şehir ve kasabalar
önceden kararlaştırılırdı. Dönüşte birlikler gene belirli yerlerde fakat daha
önce ayrıldıkları bölgelerde olmamak üzere birleşirler ve tekrar tek bir ordu
hâline gelip Türk topraklarına dönerlerdi. Bu durum, düşman ülkesini korku
içinde bırakırdı. Yıldırımlar ve
kasırgalar gibi esip geçen akıncıların nerede ve ne zaman bulundukları ve
bulunacakları hakkında yüzlerce söylenti çıkardı.
Devlet
tarafından akıncıların isimleri, eşkâlleri ve içlerinde tımara sahip olanların
listelerine ait defterler tutulurdu. Defterler iki nüsha olarak tanzim edilir,
biri merkezdeki defterhanede, diğeri akıncıların bulundukları eyalet veya
sancak kadılıklarında muhafaza edilir, böylece herhangi bir yolsuzluğa meydan
verilmezdi. Her akın sonunda şehit ve malul olanların yerine çevik, iyi süvari
ve kuvvetli gençler akıncı kaydedilirdi.
Akıncılara
tahsis edilen belirli bir maaş yoktu. Elde ettikleri ganimetin 1/5’ini pençik
olarak devlet hazinesine (Beyt’ül Mal’e) verdikten sonra kalanla geçimlerini temin
ederlerdi. “Beşte bir” mânâsına gelen humus, bir fıkıh terimi olarak, elde
edilen ganimetlerden 1/5’inin kamu yararına kullanılmak üzere hazineye
alınmasını ifade etmektedir.
Kur’an-ı
Kerîm’de Enfâl-41’de,
Bismillâhirrahmânirrahîm
8/ENFÂL-41:Va'lemû ennemâ ganimtum min
şey'in fe enne lillâhi humusehu ve lir resûli ve li zîl kurbâ vel yetâmâ vel
mesâkîni vebnis sebîli in kuntum âmentum billâhi ve mâ enzelnâ alâ abdinâ
yevmel furkâni yevmettekal cem'ân(cem'âni), vallâhu alâ kulli şey'in
kadîr(kadîrun).
Eğer
Allah’a ve iki ordunun karşılaştığı gün, furkan günü (hak ve bâtılın ayrıldığı
gün) kulumuza indirdiğimiz şeye inandıysanız, ganimet olarak bir şey aldığınız
zaman artık onun beşte birinin muhakkak ki Allah’ın ve Resûl’ün ve yakınlarının
ve yetimlerin ve miskinlerin ve yolculukta olanların olduğunu biliniz. Ve
Allah, her şeye kaadirdir (gücü yetendir).
Akıncıların,
bazılarına sefere çıkarlarken düşman hududuna kadar yetecek yiyecek verilirdi,
daha sonrasını kılıçlarıyla temin ederlerdi. Akıncılar arasında kıdemli ve
seferlerde yararlılık gösteren Tımarlı ve Tavcılar grubu bulunurdu. Tavcılar
aynı zamanda kazalarda çerilerin başıydılar. Bunlara sefer emri gelince,
emirleri altındakileri toplayıp, akına katılırlardı.
Osmanlı
Devleti’ndeki akıncıların sayısı kat’i olarak ortaya konulamamakla beraber, XV.
Yüzyıl ortalarına kadar sayılarının 40.000 olduğunu tarihî kaynaklar
yazmaktadır. Birinci Kosova Savaşı’nda akıncı mevcudunun 20.000 olduğu
kayıtlıdır.
Türk
tarihinin en büyük akınlarından biri olan, 1479 tarihli Erdel akınına 43.000
akıncı katıldı. Bölgedeki altın ve gümüş madenlerinin ele geçirilmesini hedef
alan bu akında, akıncıların başında tam on iki akıncı beyi bulundu. Bu akında,
43.000 akıncıdan 20.000’i Macar Ovası’nda şehîd oldu.
1559
tarihindeki bir yoklamaya göre Turhanlı akıncılarının sayısı 7.000 civarında tespit
edildi. Kanûnî Sultan Süleyman Han’ın Budin ve Avusturya seferlerinde Mihallı
akıncılarının sayısı 50.000 olarak devrin tarihî kaynaklarına geçti.
Akıncı
kanununa göre, eğer bir akıncı beyi bir şehri fethederse, buradaki
gayrimenkuller padişaha (devlete) ait olurdu. Beylere de bu bölgenin köyleri
tımar olarak dağıtılırdı. Umumiyetle akıncı beyleri de tımardan elde ettikleri
gelirleri, hayır müesseseleri kurarak buralara vakfederlerdi.
Akıncıların
kullandıkları silâhlar da süratle hareket etmelerine mâni olmayacak şekildeydi.
En çok kullandıkları silâhlar, kılıç, kalkan, pala, mızrak ve bozdoğan denilen
başı yuvarlak kısa saplı bir cins topuzdu. Bunların zırh kullananları oldukça
azdı.
Çünkü en
büyük emelleri ŞEHİD olmaktı.
Allahû Teâla, Nisâ-69’da diyor ki:
Bismillâhirrahmânirrahîm
4/NİSÂ-69:Ve men yutiıllâhe
ver resûle fe ulâike meallezîne en’amellâhu aleyhim minen nebiyyîne ves
sıddîkîne veş şuhedâi ves sâlihîn(sâlihîne), ve hasune ulâike rafîkâ(rafîkan).
Ve
kim, Allah’a ve Resûl’e itaat ederse, o taktirde işte onlar, Allah’ın
kendilerine ni’met verdiği nebîlerle (peygamberlerle) ve sıddîklerle ve
şehitlerle ve salihlerle beraberdirler. Ve işte onlar ne güzel arkadaştır.
En büyük emelleri şehid olmaktı. Çünkü
bu âyet-i kerimeye göre şehitlerin, peygamberlerle, sıddîklerle ve Salihlerle
beraber olacaklarının üst boyutta farkındaydılar.
Sevgili Kardeşlerim, yeri gelmişken zamanımızdan bir büyük evliyanın şehitlerle ilgili
verdiği bilgiyi sizlerle paylaşmak isterim; “Osmanlı’da Şehit olmak gerekince
hiç tereddüt edilmemiştir. Çünkü bütün şehidler, göklerin ordularının yeni
elemanlarını oluşturur.”
Allahû Teâla, Âli İmran-169’da diyor ki:
Bismillâhirrahmânirrahîm
3/ÂLİ İMRAN-169: Ve lâ tahsebennellezîne
kutilû fî sebîlillâhi emvâtâ(emvâten), bel ahyâun inde rabbihim
yurzekûn(yurzekûne).
Ve
Allah’ın yolunda öldürülenleri, sakın ölüler sanmayın. Hayır, (onlar)
hayydırlar (canlıdırlar), Rab’lerinin katında rızıklandırılırlar.
Allahû
Teâlâ şehitleri enerjiyle rızıklandırır. Allah’ın dostlarıyla düşmanları
arasında yapılan hangi çarpışma olursa olsun, hangi standartlar içinde olursa
olsun; Allah’ın dostu Allah’a ulaşmayı dilemiş, mürşidine ulaşmış ruhu Allah’a
doğru yola çıkmış olan herkes; Allah’a ulaşmayı dilediği andan itibaren ister
Allah’ın düşmanları tarafından sıcak bir savaşın dışında öldürülsün, ister
sıcak bir savaşta öldürülsün gene şehittir.
Kim
Allah’a ulaşmayı dilemişse o, kurtuluşa ulaşacak olan bir insandır.
Yaşayabilirse mutlaka evliya olacaktır. Onun için Allahû Teâla, Allah’a
ulaşmayı dileyen herkese evliya namzedi olarak bakar. Bir sıcak savaşta,
bunlardan birisi şehit olursa mutlaka cenneti görür, Allah’a da şahit olur;
işte o şehittir. Şehit olduğu zaman mutlaka sırtüstü döner; yani yüzü göklere
doğrudur. Kalp gözü açık olanlar, onun canlandığını ve göklerin ordularına
katıldığını görürler. Arkadaşları, göklerin ordularından olanlar, onu almaya
gelirler.
Göklerin orduları her
devirde var olmuştur.
Allahû Teâla Fetih-7’de diyor ki: “Allah
yerlerin ve göklerin ordularının sahibidir.”
Bismillâhirrahmânirrahîm
48/FETİH-7: Ve
lillâhi cunûdus semâvâti vel ard(ardı), ve kânallâhu azîzen hakîmâ(hakîmen).
Ve göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Ve Allah; Azîz’dir, Hakîm’dir.
Ve göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Ve Allah; Azîz’dir, Hakîm’dir.
Öyleyse;
sadece yerlerin orduları yok, göklerin de orduları var. Her an şehit olan
herkesin ruhu, bir fizik vücut hüviyetinde göklerin ordularına katılır; manevî
rızık görür onlar.”
İşte sevgili öğrenciler Osmanlı’yı; bir
aşiretten dünyaya bir imparatorluk hediye ettiren Padişahları, Allah’ın
padişahı yapan, askerlerini de Allah’ın askerleri yapan bu manevîyattı.
Sevgili öğrenciler, Osmanlı,
dünya üzerinde Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahabeden sonra İslam’ı gerçek anlamda
yaşayan ikinci topluluktu.
Osmanlı’yı Osmanlı yapan
Allah’ın dînidir! Bu dînin temeli 14 asır evvel yaşanan Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’in ve sahâbenin yaşadığı Kur’an-ı Kerim’de ki İslâm’dır.
TIMARLI SİPAHİLER:
Tımarlı sipahiler, Eyalet
askerlerinin dolayısıyla Osmanlı ordusunun en önemli kesimiydi. Türkler’den
oluşurdu. Tımarlı sipahiler tımar sahiplerinden ve bunların beslemekle yükümlü
oldukları askerlerden meydana gelirdi. Bir sefere gitmeden 2-3 ay önce tımarlı
sipahilere hazır olmaları emredilirdi. Bütün sipahilerin sefere katılması
zorunluydu. Sipahilerin subaylarına Alaybeyi denirdi. Her alaybeyi 1000
sipahiye kumanda ederdi. Silahları kılıç, ok, kalkan, mızrakdı. Her sipahiye
birde at verilirdi. Başlarında miğfer, üstlerinde zırh bulunurdu. Tımarlı
sipahiler atlı olduklarından hızlı hareket edebiliyorlardı. Bu nedenle düşmanı
çember içine almak ve kaçan düşmanı kovalamak onların göreviydi. Akıncılar
sınır boylarında oturur, seferde ordunun güvenliğini sağlardı. Bir kaç dil
bilen tımarlı sipahiler istihbarat görevi yaparlardı.
20
yıl Türkiye’de diplomat olarak kalan (1661-1681) Lord Paul Rycault (Ricaut),
Tımarlı Sipahiler için şöyle der:
“Tımarlı Sipahisi, Türk
Ordusu’nun en iyi kısmıdır. Arz’ın (Yeryüzünün) o derecede büyük bir kısmını
fetheden, işte bu süvari askeridir.”
Tımarlı
Sipahiler, Osmanlı Devleti ordusunun temel taşı niteliğindeydiler. Devletin
büyümesinde birinci derecede tesirli olan topraklı
süvari teşkilâtıydı. Tımarlı Sipahi ordusunun kuruluş ve gelişmesi, esas
olarak tımar rejimine dayanmaktaydı. Tımar rejimini tarihî şartlara göre Osmanlı
geliştirdi ve evrensel devletini bu temel üzerinde kurdu. Tımar, Osmanlı İmparatorluğu’nda kamu arazisi (mirî) dâhilinde,
yönetimi sipahiye bırakılmış olan verimli topraklara verilen addı.
Tımarlı
sipahilerin kaynağı, daha kuruluştan itibaren tamamıyla devletin fetih
politikasına dayanırdı. Tımar almak ve Sipahi sınıfına girmek için, padişah
seferlerine, gazâya katılmak ve yararlık göstermek şarttı. Tımar tevcihleri,
daha ziyade fethedilen topraklar üzerinde yapılırdı. Böylece Rumeli’de ve Orta
Avrupa harp meydanlarında Anadolu’dan gelen binlerce Türk gönüllü veya akıncı,
büyük yararlıklar karşılığında fethedilen topraklarda tımarlı sipâhî olarak
yerleşirlerdi. Büyük seferler sırasında padişah, Anadolu’ya fermanlar
göndererek meydanlarda okuturdu, gönüllü gençleri gazâya çağırırdı ve yararlık
göstereceklere tımar vadinde bulunurdu. Bu usûlün Osmanlı Devleti’nin
başlangıcından itibaren kullanıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim 1301’de Baphaeon
(Koyun Hisar) Savaşı’nda Osman Gazi’nin kuvvetlerinin bir kısmı süvariydi. Bu Gaziler,
gazâ yapmak ve dirlik sahibi olmak için onun bayrağı altına koşan gönüllü
Türkler’di.
Osmanlı
Devleti’nin vergi sistemi ve toprak siyâseti yanında eyâlet idaresinin temeli
de tımar rejimiydi. Osmanlı, evrensel bir politika güttüğü için Hristiyan
Avrupa’nın en büyük ordularıyla savaşmak mecburiyetinde bulunduklarından,
devletin bütün kaynaklarını bu mücadeleler için seferber edecek şekilde teşkilatlanmıştı.
Cebeci Ocağı: Ordu donatım sınıfıydı. 7 Kapıkulu
ocağının sonuncusuydu. Görevi yeniçeri ocağının silahlarını seferden sonra
toplamak, tamir ve muhafaza etmekti. Seferde silahlara bakarlar, tevzi ederler,
aynı zamanda savaşırlardı. Yalnız Yeniçeri silahlarıyla uğraşırlar, diğer
sınıflar kendi silahlarını kendileri muhafaza ederlerdi. Onun için yeniçeri
ocağı ile sıkı irtibatı olan bir ocaktı. ‘Cebe’ eski Türkçe ’de ‘zırh’
demektir. Sonradan Türkçe ‘de ‘ateşli silah malzemesi’ mânâsında “Cebe hâne”/cephâne
şeklinde kullanıldı.
Topçu Ocağı: Top dökmek ve topçuluğa gerekli
malzemeleri hazırlamak görevini yerine getirirdi.
Top Arabacıları: Top arabalarını yapar ve
topları taşırlardı.
Humbaracılar: Havan denilen topları ve humbara adı
verilen el bombalarını yapar ve kullanırlardı.
Lağımcılar: Kale kuşatmalarında fitil döşeyerek
kaleyi yıkma işini yaparlardı. Lağımcı Ocağı İstihkâm sınıfıydı. Çok değerli
mühendis subaylar, Osmanlı istihkâm sınıfında hizmet ettiler.
HARAM YEMEYEN ORDU
Osmanlı Ordusu, Yavuz Sultan Selim Han’ın kumandasında
Mısır seferine çıkdığında, yol üstünde
bir bağ vardı ve onun yanında geçilecekti. Bağ salkım salkım üzümlerle, kırmızı
kırmızı elmalarla doluydu.
Yavuz Sultan Selim Han endişeliydi. İçini bir düşünce
kapladı: “Acaba askerim, sahibinden izinsiz üzüm ve elma koparıp yer mi?” Sonra
yeniçeri ağasını huzuruna çağırdı ve bir emir verdi:
“Ağa! Fermanımızdır. Bütün yeniçeri, sipahi, azap
askerlerinin heybeleri yoklansın. Heybesinden bir elma veya üzüm salkımı çıkan
asker, derhal huzuruma getirilsin.”
Bu emir üzerine her bohça, çıkın, torba arandı. Ama bir tek kişide bile elma veya üzüm çıkmadı.
Bu emir üzerine her bohça, çıkın, torba arandı. Ama bir tek kişide bile elma veya üzüm çıkmadı.
Bunu işiten mübarek padişah sevindi. Ellerini açarak: “Allah’ım,
sana sonsuz hamd-ü senâlar ederim. Bana haram yemeyen bir ordu ihsân eyledin.
Eğer askerlerimin içinden bir tek kimse, sahibinden izinsiz meyve koparıp
yeseydi, Mısır seferinden vazgeçerdim.” dedi.
Sonra yeniçeri ağasına dönerek:
“Çünkü ağa! Haram yiyen bir orduyla beldelerin fethi mümkün
olmaz.” dedi.
OSMANLI’DA DONANMA
Osmanlı’nın denize kıyısı
olunca donanması da oldu. Bu Orhan Bey’in Karesi Beyliği’ni almasıyla
gerçekleşti. Saruhan, Aydın, Menteşeoğulları’nın Osmanlı’ya bağlanması ile
Osmanlı’da denizcilik faaliyetleri ilerledi. İlk deniz üssünü de yine Orhan Bey
açtı. İlk tersaneyi Yıldırım Bayezid, Gelibolu’da açtı. İlk büyük tersane ise
Yavuz zamanında Haliç’de açıldı. Zaman içinde Sinop, Süveyş ve Cezayir’de
tersaneler açıldı. Donanma ve tersanelerin başında Kaptan-ı Derya bulunurdu. Bu
kişi direk sadrazama ve divana sorumluydu. Donanma askerleri genelde Batı
Anadolu’daki gençlerden oluşurdu ve “levent” denirdi. Donanma en büyük
gelişmeyi Fatih zamanında gerçekleştirdi. Fatih’in İstanbul’un fethi için
yaptırdığı 400 parça donanma sonradan Osmanlı’nın işine çok yaradı. II. Beyazıd
zamanında ilk ciddi zaferler kazanıldı. Yavuz’un ardından Kanunî döneminde
Barbaros’un katılımı ile donanma en muhteşem çağını yaşadı.
Osmanlı Ordusu deryada da
yani denizde de kara ordusunda olduğu gibi yüksek standartlardaydı. Donanmada bütün
reisler mutlaka mürşidlerine bağlı Allah’ın yolunda olan, Allah için savaş
veren insanlardı.
Reis kelimesi başkan, lider
anlamında kullanılırdı. Türkçe, Farsça ve İtalyanca’da ayrı ayrı mânâlara gelen
kelime aslen İtalyanca olup, levantino “doğulu” anlamına gelir; Venedik’e göre ‘doğulu
asker’ demektir. Farsça, ‘nefsin arzu ve
isteklerine uyan’ demektir. Türkçe’de ise, tekil olarak; “delikanlı, boylu poslu,
yiğit, çevik” demektir. Levendât şeklindeki çoğulunda, kara ve deniz askerleri ifade
edilir.
Deniz ve kara leventleri
olmak üzere iki kısımdı.
Deniz leventleri: XVI. Yüzyıl’da Akdeniz’de
gemileri ile faaliyette bulunan gözü pek, güçlü kuvvetli Türk denizcileriydi.
Leventler, Osmanlı Devleti hizmetine girmelerinden sonra, bulundukları yerin
disiplini ve nizamını sağlarlardı ve donanma sefere çıktığı zaman, asker olarak
sefere katılırlardı. Bunlar, Levent-i Türkî ve Levent-i Rûmî diye ikiye
ayrılırdı. “Levanda” adını taşıyan Rum leventleri,
adalardan toplanırdı. Kara leventleri unutulduğu hâlde, deniz leventleri
muhteşem hâtıraları ile hâlâ yaşamaktadır. Levent denince akla Osmanlı devri
Türk denizcisi gelmektedir. Pek çok dehâ sâhibi Osmanlı amirali leventlikten
yetişmişlerdir. Leventler, Osmanlı Devleti’ne unutulmaz deniz zaferleri
kazandırmışlardır.
Okuma Parçası
FİLEK
KALESİ’NİN FETHİ
Macaristan’ın
Osmanlı idaresinde kaldığı yüz elli sene içindeki Budin valilerinin en meşhuru,
Sokullu Mehmed Paşa’nın amcasının oğlu olan Mustafa Paşa’ydı. Kale ve
palangaların akıncı yiğitleri arasında Paşa Baba diye meşhur olmuştu. Kapısında
bine yakın yiğit beslerdi. Bir bora, bir kasırgaya benzeyen bu serdengeçtiler, birçok
kale ve palanga fethetmişlerdi. Bunların içinde Filek Kalesi’nin fethi ise,
eşsiz bir kahramanlık destanıdır.
Filek
Kalesi, yüksek ve kayalık bir tepenin üstünde kartal yuvası gibiydi. Bu kaleyi
top ile yıkmak, taarruz ederek almak mümkün değildi. Mustafa Paşa’nın
akıncılarının arasında Demirbaş Hasan isimli yirmi beş yaşlarında tığ gibi bir
delikanlı vardı. Bir gün Demirbaş Hasan, yanına kırk seçme akıncı alarak Filek
Kalesi’ni feth etmek için yola çıktı. Gece vakti kale önlerine varan kırk
akıncı, kalenin karşısındaki bir kayanın tepesine tırmandılar. Üç-dört
merdiveni kuşakları ve iplerle sıkıca bağlayarak bulundukları yerden bir mazgal
deliğine uzattılar. En önde Demirbaş Hasan vardı.
Mazgal
deliği bir insan geçebilecek genişlikteydi. Fakat tunç bir topun namlusu bu
mazgalı tıkamıştı. Topun ağırlığı sekiz yüz okka kadardı. Demirbaş Hasan hiç tereddüt
etmeden, Allahû Teâla’ya sığınarak, besmele çekti. Geniş pençeleri ile mazgal
deliğinin iki kenarına yapıştı, çelik kaburgalı göğsünü topun namlusuna dayadı.
Altı, yalçın kayalık ve uçurumdu. Ayaklarını merdivene basıp, kollarını gerince
sekiz yüz okkalık topu geriye doğru ittirdi. Birinci hamlede, topun namlusunun
ağzı kalenin dış duvarı hizasına kadar içeri girmişti. Demirbaş Hasan bu sefer,
namluya başını dayayarak, ikinci hamlede koca topu mazgalın ağzından
uzaklaştırdı. Açılan mazgal deliğinden başta Demirbaş Hasan olmak üzere kırk
akıncı kaleye girdiler.
Türk
akıncılarını birden karşısında gören kaledekiler, uzun süre kendilerine
gelemediler. Bu fırsattan yararlanan akıncılar, “Allah Allah!” nidaları ile
kısa zamanda kaleyi fethettiler. Bu, dünya tarihinde eşine rastlanmayan bir
kahramanlık olayıdır.
Şiir
AKINCILAR
Bin
atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin
atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!
Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir
yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle...
Şimşek
gibi bir semte atıldık yedi koldan;
Şimşek
gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.
Bir
gün dolu dizgin boşanan atlarımızla,
Yerden
yedi kat arşa kanatlandık o hızla.
Cennet’te
bugün gülleri açmış görürüz de,
Hâlâ
o kızıl hâtıra titrer gözümüzde.
Bin
atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin
atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.
Yahyâ Kemâl Beyatlı