Osmanlıda Ordu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Osmanlıda Ordu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

1 Şubat 2016 Pazartesi

OSMANLI’DA ORDU

OSMANLI’DA ORDU
Sevgili Kardeşlerim,
Osmanlı Devleti Ordusu’nun resmi adı “Orduyu Hümayundu; kutlu ordu, mübarek ordu anlamındaydı.
Osmanlı Devleti, 13. Yüzyıl sonlarından 20. Yüzyıl’ın ilk çeyreğine kadar varlığını sürdüren Türk Devleti’ydi. Anadolu’da kurulmuş, sınırları tarihi boyunca çok değişmekle birlikte en geniş döneminde bugünkü Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Yugoslavya, Romanya ye Akdeniz’in doğusundaki adaları, Macaristan ve Rusya’nın bazı kesimlerini, Kafkasya, Irak, Suriye, Filistin ve Mısır’ı, Cezayir’e kadar tüm Kuzey Afrika’yı ve Arabistan’ın bir bölümünü kapsamıştı.
Osmanlı Ordusu’nun resmi kuruluş tarihi 1363 yılıydı.

YENİÇERİ OCAĞI
Sevgili Kardeşlerim,
Yeniçeri Ocağı’na bir erin acemi oğlan olarak girebilmesi, mutlaka bir mürşide tâbiiyetini gerektirirdi. Asker; Yeniçeri Ocağı’nın, Hacı Bektaşî Velî’nin müntesipleriydi. Bütün savaşlarda “Pîrimiz, Sultanımız Hacı Bektaşî Velî!” diye yeniçerilerin kösleri vurulurdu. Köslerin yani davulların öyle bir ritimle vurulmaları söz konusuydu ki; dinleyen yabancıların yürekleri bundan sıkışma duyardı.
Orhan Bey, Hacı Bektaşî Velî’den yeni asker için dua etmesini ve bir sancak bir de ad vermesini istedi. O da “Bu kurduğunuz askere Yeniçeri denilecektir, yüzü ak ve parlak, pazusu zorlu, kılıcı keskin, oku tiz, dokunaklı olacaktır. Bütün savaşlarda üstün gelecek ve her zaman zaferle dönecektir” dedi ve kendilerine bereketi sembolize eden kara kazan hediye etti. Ulufe dedikleri maaşlarını alırken; kendilerine Pir kabul ettikleri Hacı Bektaşî Velî’nin de adı çekilen gülbank (Türkçe dua)’da geçerdi.
Yukarıda da anlattığımız gibi Hacı Bektaşî Velî’nin Anadolu’ya gelişi ile Hz. Muhammed (S.A.V)’den Hz. Ali’ye, oradan On İki İmamlar’a; Horasan Mektebi’nden Hacı Bektaşî Velî’ye ulaşan ilâhî nurun feyzi ile mürşidler Anadolu’da irşad etmeye, insanlar arasındaki husumeti gidermeye başladı. Moğol istilalarından yılgınlığa düşmüş olan Anadolu’da Hacı Bektaşî Velî’nin himmeti ile Osmanlı İmparatorluğu’nun temeli atıldı, dünyanın ilk düzenli ordusu olan Yeniçeri Ocağı, Orhan Bey zamanında bizzat Hacı Bektaşî Velî tarafından, gülbank çekilerek kuruldu. Yeniçeri Ocağı’nın Bektaşî oluşu, Osmanlı’yı kıl çadırdan çıkardı, Cihângir bir devlet haline getirdi. Yeniçeri evlenemezdi. Yeniçeri sadece askerdi ve muhteşem bir kudret gösterisinin sahibiydi.
Yeniçeri Ocağı için, Rumeli’de ve daha az sayıda da Anadolu’da Müslüman olan ailelerin çocukları, birkaç yıl Türk dilini, örfünü öğrenmek üzere itibarlı Türk çiftçi ailelerin yanına verilirdi. Sonra ‘acemi oğlan’ adıyla kışlalara sevk edilirdi, orada askerî eğitim görüp ‘Yeniçeri Neferi’ olurlardı. ‘Çeri’ Türkçede asker demektir. Kabiliyet gösteren yeniçeriler subay olurlardı. General de olabilirlerdi. Ancak generaller tercihen, orta dereceli saray okullarını ve sonra Enderun Saray Akademisi’ni bitirenlerden seçilirlerdi. Yeniçeri Ocağı’na hiçbir Acemi Oğlan bir mürşide bağlı olmadan adım atamazdı. Biliyorsunuz ki Yeniçerilik, Acemi Oğlan denilen bir başlangıç devresinden başlardı. İşte böyle bir hedefe ulaşabilmek için, mutlaka bir mürşide tâbî olmak gerekirdi. Tâbiî olmayan asker olamazdı, Allahû Teâlâ’nın velâyet mertebesine ulaşamayan kişi subay olamazdı. Subay kadrosunda hiçbir zaman Allah’a ulaşamamış olan, evliya olmamış olan bir subayın olması söz konusu değildi.
Paşalara gelince onlar daimî zikrin sahipleriydi.
Yeniçeri Ocağı, bir piyade sınıfıydı. Sadece bazı taburları atlıydı. XV. Yüzyıl’ın son yıllarından itibaren tüfek verildi. Acemi oğlanlar dâhil, bütün Yeniçeriler maaşlıydı. Maaşlarını gündelik hesabıyla, fakat üç ayda bir askerî törenle alırlardı. Yeniçeri maaşına ‘ulufe’ denmekteydi. Büyük şehirlerde de Yeniçeri olmakla beraber, ocağın en büyük kısmı İstanbul’da ki kışlalarındaydı. Disiplin ve talimleri, eğitimleri sert, belki amansızdı. Subay olamayanlar evlenemezlerdi. Maaşları çok yüksekti. Bütün hakları kanunî teminat altına alınmıştı. İşte Kapıkulu Ocakları denen Osmanlı askerî sınıflarının en ehemmiyetlisi olan Yeniçeri Ocağı böyle bir sınıftı. Buradaki ‘Kapı’ devlet ve devleti sembolleştiren Hakan’dır, Hakan da Allah’ın kapısına kuldur.
Osmanlı İmparatorluğu Ordusu’nun Başkomutanlık görevini Hakanlar yapmışlardı. Yaya ve atlılardan oluşturulan kısıma “yaya”, süvarileri ise “müsellem” şeklinde adlandırılmıştı. Müsellem; İnkâr edilemeyen, karşı çıkılamayan, söz götürmez anlamındadır. Müsellem olan süvariler; Osmanlı Devleti’nin kuruluş döneminde, barış zamanı tarımla uğraşan, savaş zamanı sefere katılan; Kapıkulu Ocakları’nın kurulmasından sonra da bir süre geri görevlerde eyalet askeri olarak kullanılan; buna karşılık kimi vergilerden muaf tutulan bir sınıf atlı askerdi. Müsellem, Kapıkulu Ocakları’nın kuruluşuna kadar savaşlarda fiili olarak hizmet gördüler. Harp zamanlarında ordunun geçeceği yolları temizlemek, köprüleri tamir etmek ve yol açmak gibi hizmetlerle de mükellef idiler. Buna karşılık barış zamanlarında bütün vergilerden muaf sayılıyorlardı. Zaten bu ismi bu yüzden almışlardı. Rumeli'de genellikle Hristiyan tebadan olan müsellemlere karşılık, Anadolu'da Müslüman teba istihdam olunurdu. Bunlara " Yörük" ismi verilirdi.
Osmanlı Ordusu başlangıçta aşiretlerden gelen atlı birlikler ile gönüllü yaya askerlerden oluşurken 14. Yüzyıl’ın ortalarından itibaren büyük bir gelişme gösterdi. En gelişkin dönem sayılan 16. Yüzyıl’da Osmanlı Ordusu, büyük çoğunluğu İstanbul’da bulunan kapıkulu askerleriyle, eyaletlerden gelen tımarlı sipahilerden oluşuyordu. Kapıkulu Ordusu başlıca Yeniçeri Ocağı ve Sipahi Ocağı olarak ikiye ayrılırdı. Ayrıca Topçu Ocağı başta olmak üzere Cebeci, Humbaracı ve Lağımcı Ocakları da yardımcı ocaklar olarak Kapıkulu Ordusu’nun öbür bölümlerini oluştururdu.
Her yıl Rumeli ve Kafkasya’nın belirli bölgelerinden devşirme denilen bir sistemle toplanıp Acemi Ocağı’nda yetiştirilen kapıkulu askerleri savaşta Osmanlı Ordusu’nun vurucu gücü durumundaydı. Eyalet askerleri Osmanlı toprak düzenine göre örgütlenmiş, yalnızca savaş zamanında göreve çağırılan bir orduydu. Buna göre kendisine tımar verilmiş olan sipahiler, topraktan elde ettikleri gelire göre, savaş zamanı orduya belirli sayıda asker getirmekle yükümlüydü. Sistemin iyi işlediği dönemde sipahiler Osmanlı ordusuna büyük güç katmıştı.

AKINCILAR:
Sevgili Kardeşlerim…
Bu konumuzda AKINCILAR’a önemli bir yer vermek istedik. Nedenini akıncıları öğrendikçe daha iyi anlayacaksınız… TÜRK GİBİ KUVVETLİ sözünün, kahramanlarının, İLÂYI KELİMETULLAH için nasıl hayatlarını hiçe saydıklarını öğreneceksiniz…
Akıncı; Osmanlı Devlet Teşkilâtı içinde sınır bölgelerinde düşman memleketlerine ani baskınlar tertipleyerek yıpratma harekâtında bulunan hafif süvari gruplarına verilen isimdi. Akıncılar Avrupa ve Balkan dillerini ana dilleri gibi bilirlerdi. Akıncılar akın yapmakla kalmayıp, aynı zamanda düşmanın durumunu, yolları ve kuvveti hakkında bilgi toplamak gibi istihbarat görevini de yerine getirirlerdi. Bu görevlerini hayata bağlayan kanunları vardı.
Akıncılar, Türk ırkındandı. Devşirme, Arnavut ve Boşnak gibi Müslüman kavimler alınmazdı. Akıncı olmak için Osmanlı Türk’ü olmak şarttı. İlk zamanlar, Akıncı Beyleri’nin çoğunluğu Osman Gâzi’nin yoldaşları olan kumandanların çocuklarıydı. Akıncı Beyleri, istediklerini ocağa alır, istediklerini çıkarırlardı. Saraydaki Divan-ı Hümayun (kutlu divan, mübarek divan) bu işe hiç karışmazdı. Akıncı Beyleri üstün yetkilere sahip olup, doğrudan doğruya sultandan emir alırlardı. Rütbeleri sancak beyi derecesindeydi. Akıncı eri, canını yüzlerce defa çekinmeden ortaya koyduğu için, diğer birçok ocağın subayından imtiyazlıydı. Onun için akıncılara “fedaî, dalkılıç, serdengeçti, deli” gibi isimler verilirdi. Akıncılığa kabul edilmek çok zordu. Doğrudan doğruya Akıncı Beyi’nin rızası gerekliydi. Zira kötü bir akıncı, birliğin yok olmasına sebep olabilirdi. Çok seri hareket, harikulade süvarilik, fevkalâde silâhşörlük vasıfları olmayan, akıncılığa kabul edilmezdi. Şimdiki askerî teşkilâttaki komando birliklerine benzeyen akıncılık, ekseriya babadan oğula geçerdi.
 Akıncılar, düşman arazisini dolaşıp, orduya yol açarlar ve kurulması muhtemel pusuları ani, süratli hareketleri ile bozarlardı. Düşman topraklarına girecekleri zaman, arka arkaya kademe hâlinde bir kaç bölüme ayrılırlardı. İlk kuvvetin karşısına mukavemet eden bir düşman kuvveti çıkarsa, arkadaki kuvvet yetişerek ona yardım ederdi. Hücumları pek ani ve sert olduğundan hemen her zaman düşman kuvvetlerini sarsıp dağıtırlardı. Ayrıca ordunun yolu üzerindeki hububatın muhafazası, yerli halktan aldıkları esirler vasıtasıyla düşman hakkında haber toplamak ve köprü, geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da esas vazifeleri arasındaydı. Akıncılar genellikle ordudan 4-5 günlük mesafede önden giderler, adeta akarlar ve vazifelerini yerine getirirlerdi. Bindikleri atlar da, akıncıların bu hızlı hayatlarına uygun, dayanıklı ve süratli olanlardan seçilirdi. Sefere çıkarken yedekte 4-5 at götürürler ve yorulan atları konak yerlerinde bırakırlar, dönüşte bıraktıkları atlara ganimetlerini yüklerlerdi.
Akıncı birliklerinde on akıncıya onbaşı, yüz akıncıya subaşı, bin akıncıya da binbaşı kumanda ederdi. Bu kumanda zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan Akıncı Bey’i tamamlardı. Bir harekâtın akın ismini alabilmesi için o sefere akıncı beyinin katılması gerekirdi. Aksi takdirde bu harekâta akın denmezdi. Akıncılar, merkezî bir tarzda idare olunmayıp sınır boylarında ocaklar hâlinde teşkilâtlanırlardı. Her mıntıkanın kumandanı ayrı olup, akıncılar mensup oldukları kumandanların sülâle ismiyle anılırlardı. Bunların en meşhurları Malkoçoğlu akıncıları, Turhanlı akıncıları, Mihalli akıncılarıydı. Bunlardan Malkoçoğlu Silistre’de, Turhanlı Mora’da, Mihalli ise Sofya ve Semendre bölgelerinde bulunurdu.
Osmanlı Devleti’nde ilk akıncı beyi Evrenos Bey’di. Zikredilen akıncı aileleri ise sonraki akınlarda meşhur olmuşlardı. Murad Hüdavendigar (I. Murad)’ın ilk akıncı beyi Gazi Evrenos Bey’e yazdığı mektupta Osmanlı’nın akıncılara verdiği değer ve Osmanlı ruhu açıkça yansır.
Akıncılar bir ülkeye girdi mi neredeler, bilinmez olurdu. Nereden çıkacakları kestirilemezdi. Düşman iline girdiklerinde küçük küçük kollara bölünerek yollarına devam ederler; ayrılırken birbirlerine “Kızılelma’da buluşuruz.” derlerdi.
Kızılelma, Türklerin erişilmesi zor bir idealleriydi. Kızılelma, Türkler tarafından değişik şekillerde tasvir edilmiş olup bazen bir belde, bazen bir taht, bazen de dünya hâkimiyetini temsil eden som altından yapılma kızıl renkli bir küre oldu. Bu altıntop bazen zaferin işareti, bazen hâkimiyetin sembolü, bazen de fethedilmek üzere hedef seçilen yerin sembolü olarak ifade edildi. Çok eski bir Türk inanç ve töresi olan Kızılelma hedefi ile Türkler, Türkistan’dan Hazar Denizi’nin doğusundan gelen Oğuzlar’ın, Hazar Kağanı’nın ipek çadırının üzerinde hâkimiyetinin ifadesi olarak bulunan altıntopu yani Kızılelma’yı ele geçirmeyi ülkü edindiler. İstanbul’un Fethi’nden sonra, Kızılelma’nın, Roma’da bulunan Saint-Pierre Kilisesi’nin mihrabındaki altıntop olduğu ileri sürüldü.
Akıncıların birbirlerine “Kızılelma’da buluşuruz” ifadesi ile veda etmeleri bir daha buluşmak ümitlerinin ne kadar zayıf olduğunu bildiklerinin göstergesiydi. Ayrılırken bu sözü söyleyebilen asker, dünyanın en yüksek millî kültür ve şuurunu almış askeridir. Bu, akıncıları kelle koltukta akına yollayan, fedai, serdengeçti yapan, Allah yolunda ölme şerefinin hayali ile yaşatan; ALLAH AŞKI’ydı. Akıncıyı evinden ocağından çıkarıp; ülkesinden kilometrelerce öteye taşıyan şey; her gün biraz daha fazla insanı hidayete ulaştırabilmek için, İLÂYI KELİMETULLAH için, Allah için cihad etmekti. Osmanlı’da herkes başkaları için Allah için bir şeyler vakfederdi. Kimi cami, kimi hastane, kimi bu kuruluşlara para getirecek işyerleri, kimi kervansaraylar vakfederdi.
KİMİLERİ İSE AKINCILAR GİBİ HAYATLAR vakfederdi.
Akıncıların en önemlileri dalkılıç ve serdengeçti adı ile anılırdı. Bunlar akıncıların fedaî kısmıydı. Bunların düşman içine dalmak ve mahsur bulunan bir kaleye girmek gibi çok zor görevleri vardı ve geri dönme ihtimâlleri çok azdı. Onları bu işi yapmaya sevk eden Allah yolunda cihad yapma arzusuydu. Bir düşman ordusuna dalmak gerektiği zaman bu vazifeyi yapanlar ordudan ayrılır, düşmanı sağ, sol ve arka yanından vurmak üzere icap eden yere kadar giderler ve şiddetli şekilde düşman saflarına girince, düşman şaşkınlıktan bozguna uğrar, manevîyatı bozulurdu.
Napolyon bu konu hakkında şöyle demektedir: “Osmanlı askerini dalkılıç olmağa mecbur edecek kadar sıkıştırmak elvermez, bir kere dalkılıç olmayı göze almış bir kaç yüz adam meydana çıkarsa, mağlup olmamak mümkün değildir.”
Kalelere girmek gerektiği zaman dalkılıçlar gece vakti merdiven kurarak kaleye girerler ve bu sayede fethine muvaffak olunmayan bir kalenin ele geçirilmesini sağlarlardı.
Düşmanın maddî ve manevî yapısını alt üst ederek, savaşın kazanılmasında önemli rol oynayan akıncıların akın tekniği şöyleydi: Akıncı ordusu, belirli bölümlere ayrılır, onlar da gene belirli yerlerde daha küçük birliklere bölünerek yollarına devam ederlerdi. Her birliğin ele geçireceği şehir ve kasabalar önceden kararlaştırılırdı. Dönüşte birlikler gene belirli yerlerde fakat daha önce ayrıldıkları bölgelerde olmamak üzere birleşirler ve tekrar tek bir ordu hâline gelip Türk topraklarına dönerlerdi. Bu durum, düşman ülkesini korku içinde bırakırdı. Yıldırımlar ve kasırgalar gibi esip geçen akıncıların nerede ve ne zaman bulundukları ve bulunacakları hakkında yüzlerce söylenti çıkardı.
Devlet tarafından akıncıların isimleri, eşkâlleri ve içlerinde tımara sahip olanların listelerine ait defterler tutulurdu. Defterler iki nüsha olarak tanzim edilir, biri merkezdeki defterhanede, diğeri akıncıların bulundukları eyalet veya sancak kadılıklarında muhafaza edilir, böylece herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akın sonunda şehit ve malul olanların yerine çevik, iyi süvari ve kuvvetli gençler akıncı kaydedilirdi.
Akıncılara tahsis edilen belirli bir maaş yoktu. Elde ettikleri ganimetin 1/5’ini pençik olarak devlet hazinesine (Beyt’ül Mal’e) verdikten sonra kalanla geçimlerini temin ederlerdi. “Beşte bir” mânâsına gelen humus, bir fıkıh terimi olarak, elde edilen ganimetlerden 1/5’inin kamu yararına kullanılmak üzere hazineye alınmasını ifade etmektedir.
Kur’an-ı Kerîm’de Enfâl-41’de,
Bismillâhirrahmânirrahîm
8/ENFÂL-41:Va'lemû ennemâ ganimtum min şey'in fe enne lillâhi humusehu ve lir resûli ve li zîl kurbâ vel yetâmâ vel mesâkîni vebnis sebîli in kuntum âmentum billâhi ve mâ enzelnâ alâ abdinâ yevmel furkâni yevmettekal cem'ân(cem'âni), vallâhu alâ kulli şey'in kadîr(kadîrun).
Eğer Allah’a ve iki ordunun karşılaştığı gün, furkan günü (hak ve bâtılın ayrıldığı gün) kulumuza indirdiğimiz şeye inandıysanız, ganimet olarak bir şey aldığınız zaman artık onun beşte birinin muhakkak ki Allah’ın ve Resûl’ün ve yakınlarının ve yetimlerin ve miskinlerin ve yolculukta olanların olduğunu biliniz. Ve Allah, her şeye kaadirdir (gücü yetendir).
Akıncıların, bazılarına sefere çıkarlarken düşman hududuna kadar yetecek yiyecek verilirdi, daha sonrasını kılıçlarıyla temin ederlerdi. Akıncılar arasında kıdemli ve seferlerde yararlılık gösteren Tımarlı ve Tavcılar grubu bulunurdu. Tavcılar aynı zamanda kazalarda çerilerin başıydılar. Bunlara sefer emri gelince, emirleri altındakileri toplayıp, akına katılırlardı.
Osmanlı Devleti’ndeki akıncıların sayısı kat’i olarak ortaya konulamamakla beraber, XV. Yüzyıl ortalarına kadar sayılarının 40.000 olduğunu tarihî kaynaklar yazmaktadır. Birinci Kosova Savaşı’nda akıncı mevcudunun 20.000 olduğu kayıtlıdır.
Türk tarihinin en büyük akınlarından biri olan, 1479 tarihli Erdel akınına 43.000 akıncı katıldı. Bölgedeki altın ve gümüş madenlerinin ele geçirilmesini hedef alan bu akında, akıncıların başında tam on iki akıncı beyi bulundu. Bu akında, 43.000 akıncıdan 20.000’i Macar Ovası’nda şehîd oldu.
1559 tarihindeki bir yoklamaya göre Turhanlı akıncılarının sayısı 7.000 civarında tespit edildi. Kanûnî Sultan Süleyman Han’ın Budin ve Avusturya seferlerinde Mihallı akıncılarının sayısı 50.000 olarak devrin tarihî kaynaklarına geçti.
Akıncı kanununa göre, eğer bir akıncı beyi bir şehri fethederse, buradaki gayrimenkuller padişaha (devlete) ait olurdu. Beylere de bu bölgenin köyleri tımar olarak dağıtılırdı. Umumiyetle akıncı beyleri de tımardan elde ettikleri gelirleri, hayır müesseseleri kurarak buralara vakfederlerdi.
Akıncıların kullandıkları silâhlar da süratle hareket etmelerine mâni olmayacak şekildeydi. En çok kullandıkları silâhlar, kılıç, kalkan, pala, mızrak ve bozdoğan denilen başı yuvarlak kısa saplı bir cins topuzdu. Bunların zırh kullananları oldukça azdı.
 Çünkü en büyük emelleri ŞEHİD olmaktı.
Allahû Teâla, Nisâ-69’da diyor ki:

Bismillâhirrahmânirrahîm
4/NİSÂ-69:Ve men yutiıllâhe ver resûle fe ulâike meallezîne en’amellâhu aleyhim minen nebiyyîne ves sıddîkîne veş şuhedâi ves sâlihîn(sâlihîne), ve hasune ulâike rafîkâ(rafîkan).
Ve kim, Allah’a ve Resûl’e itaat ederse, o taktirde işte onlar, Allah’ın kendilerine ni’met verdiği nebîlerle (peygamberlerle) ve sıddîklerle ve şehitlerle ve salihlerle beraberdirler. Ve işte onlar ne güzel arkadaştır.
En büyük emelleri şehid olmaktı. Çünkü bu âyet-i kerimeye göre şehitlerin, peygamberlerle, sıddîklerle ve Salihlerle beraber olacaklarının üst boyutta farkındaydılar.

Sevgili Kardeşlerim, yeri gelmişken zamanımızdan bir büyük evliyanın şehitlerle ilgili verdiği bilgiyi sizlerle paylaşmak isterim; “Osmanlı’da Şehit olmak gerekince hiç tereddüt edilmemiştir. Çünkü bütün şehidler, göklerin ordularının yeni elemanlarını oluşturur.”
Allahû Teâla, Âli İmran-169’da diyor ki:
Bismillâhirrahmânirrahîm
3/ÂLİ İMRAN-169: Ve lâ tahsebennellezîne kutilû fî sebîlillâhi emvâtâ(emvâten), bel ahyâun inde rabbihim yurzekûn(yurzekûne).
Ve Allah’ın yolunda öldürülenleri, sakın ölüler sanmayın. Hayır, (onlar) hayydırlar (canlıdırlar), Rab’lerinin katında rızıklandırılırlar.
Allahû Teâlâ şehitleri enerjiyle rızıklandırır. Allah’ın dostlarıyla düşmanları arasında yapılan hangi çarpışma olursa olsun, hangi standartlar içinde olursa olsun; Allah’ın dostu Allah’a ulaşmayı dilemiş, mürşidine ulaşmış ruhu Allah’a doğru yola çıkmış olan herkes; Allah’a ulaşmayı dilediği andan itibaren ister Allah’ın düşmanları tarafından sıcak bir savaşın dışında öldürülsün, ister sıcak bir savaşta öldürülsün gene şehittir.
Kim Allah’a ulaşmayı dilemişse o, kurtuluşa ulaşacak olan bir insandır. Yaşayabilirse mutlaka evliya olacaktır. Onun için Allahû Teâla, Allah’a ulaşmayı dileyen herkese evliya namzedi olarak bakar. Bir sıcak savaşta, bunlardan birisi şehit olursa mutlaka cenneti görür, Allah’a da şahit olur; işte o şehittir. Şehit olduğu zaman mutlaka sırtüstü döner; yani yüzü göklere doğrudur. Kalp gözü açık olanlar, onun canlandığını ve göklerin ordularına katıldığını görürler. Arkadaşları, göklerin ordularından olanlar, onu almaya gelirler.
Göklerin orduları her devirde var olmuştur.
Allahû Teâla Fetih-7’de diyor ki: “Allah yerlerin ve göklerin ordularının sahibidir.”

Bismillâhirrahmânirrahîm
48/FETİH-7: Ve lillâhi cunûdus semâvâti vel ard(ardı), ve kânallâhu azîzen hakîmâ(hakîmen).
Ve göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Ve Allah; Azîz’dir, Hakîm’dir.
Öyleyse; sadece yerlerin orduları yok, göklerin de orduları var. Her an şehit olan herkesin ruhu, bir fizik vücut hüviyetinde göklerin ordularına katılır; manevî rızık görür onlar.”
 İşte sevgili öğrenciler Osmanlı’yı; bir aşiretten dünyaya bir imparatorluk hediye ettiren Padişahları, Allah’ın padişahı yapan, askerlerini de Allah’ın askerleri yapan bu manevîyattı.
Sevgili öğrenciler, Osmanlı, dünya üzerinde Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahabeden sonra İslam’ı gerçek anlamda yaşayan ikinci topluluktu.
Osmanlı’yı Osmanlı yapan Allah’ın dînidir! Bu dînin temeli 14 asır evvel yaşanan Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in ve sahâbenin yaşadığı Kur’an-ı Kerim’de ki İslâm’dır.

TIMARLI SİPAHİLER:
Tımarlı sipahiler, Eyalet askerlerinin dolayısıyla Osmanlı ordusunun en önemli kesimiydi. Türkler’den oluşurdu. Tımarlı sipahiler tımar sahiplerinden ve bunların beslemekle yükümlü oldukları askerlerden meydana gelirdi. Bir sefere gitmeden 2-3 ay önce tımarlı sipahilere hazır olmaları emredilirdi. Bütün sipahilerin sefere katılması zorunluydu. Sipahilerin subaylarına Alaybeyi denirdi. Her alaybeyi 1000 sipahiye kumanda ederdi. Silahları kılıç, ok, kalkan, mızrakdı. Her sipahiye birde at verilirdi. Başlarında miğfer, üstlerinde zırh bulunurdu. Tımarlı sipahiler atlı olduklarından hızlı hareket edebiliyorlardı. Bu nedenle düşmanı çember içine almak ve kaçan düşmanı kovalamak onların göreviydi. Akıncılar sınır boylarında oturur, seferde ordunun güvenliğini sağlardı. Bir kaç dil bilen tımarlı sipahiler istihbarat görevi yaparlardı.
20 yıl Türkiye’de diplomat olarak kalan (1661-1681) Lord Paul Rycault (Ricaut), Tımarlı Sipahiler için şöyle der:
 “Tımarlı Sipahisi, Türk Ordusu’nun en iyi kısmıdır. Arz’ın (Yeryüzünün) o derecede büyük bir kısmını fetheden, işte bu süvari askeridir.”
Tımarlı Sipahiler, Osmanlı Devleti ordusunun temel taşı niteliğindeydiler. Devletin büyümesinde birinci derecede tesirli olan topraklı süvari teşkilâtıydı. Tımarlı Sipahi ordusunun kuruluş ve gelişmesi, esas olarak tımar rejimine dayanmaktaydı. Tımar rejimini tarihî şartlara göre Osmanlı geliştirdi ve evrensel devletini bu temel üzerinde kurdu. Tımar, Osmanlı İmparatorluğu’nda kamu arazisi (mirî) dâhilinde, yönetimi sipahiye bırakılmış olan verimli topraklara verilen addı.
Tımarlı sipahilerin kaynağı, daha kuruluştan itibaren tamamıyla devletin fetih politikasına dayanırdı. Tımar almak ve Sipahi sınıfına girmek için, padişah seferlerine, gazâya katılmak ve yararlık göstermek şarttı. Tımar tevcihleri, daha ziyade fethedilen topraklar üzerinde yapılırdı. Böylece Rumeli’de ve Orta Avrupa harp meydanlarında Anadolu’dan gelen binlerce Türk gönüllü veya akıncı, büyük yararlıklar karşılığında fethedilen topraklarda tımarlı sipâhî olarak yerleşirlerdi. Büyük seferler sırasında padişah, Anadolu’ya fermanlar göndererek meydanlarda okuturdu, gönüllü gençleri gazâya çağırırdı ve yararlık göstereceklere tımar vadinde bulunurdu. Bu usûlün Osmanlı Devleti’nin başlangıcından itibaren kullanıldığı anlaşılmaktadır. Nitekim 1301’de Baphaeon (Koyun Hisar) Savaşı’nda Osman Gazi’nin kuvvetlerinin bir kısmı süvariydi. Bu Gaziler, gazâ yapmak ve dirlik sahibi olmak için onun bayrağı altına koşan gönüllü Türkler’di.
Osmanlı Devleti’nin vergi sistemi ve toprak siyâseti yanında eyâlet idaresinin temeli de tımar rejimiydi. Osmanlı, evrensel bir politika güttüğü için Hristiyan Avrupa’nın en büyük ordularıyla savaşmak mecburiyetinde bulunduklarından, devletin bütün kaynaklarını bu mücadeleler için seferber edecek şekilde teşkilatlanmıştı.
Cebeci Ocağı: Ordu donatım sınıfıydı. 7 Kapıkulu ocağının sonuncusuydu. Görevi yeniçeri ocağının silahlarını seferden sonra toplamak, tamir ve muhafaza etmekti. Seferde silahlara bakarlar, tevzi ederler, aynı zamanda savaşırlardı. Yalnız Yeniçeri silahlarıyla uğraşırlar, diğer sınıflar kendi silahlarını kendileri muhafaza ederlerdi. Onun için yeniçeri ocağı ile sıkı irtibatı olan bir ocaktı. ‘Cebe’ eski Türkçe ’de ‘zırh’ demektir. Sonradan Türkçe ‘de ‘ateşli silah malzemesi’ mânâsında “Cebe hâne”/cephâne şeklinde kullanıldı.
Topçu Ocağı: Top dökmek ve topçuluğa gerekli malzemeleri hazırlamak görevini yerine getirirdi.
Top Arabacıları: Top arabalarını yapar ve topları taşırlardı.
Humbaracılar: Havan denilen topları ve humbara adı verilen el bombalarını yapar ve kullanırlardı.
Lağımcılar: Kale kuşatmalarında fitil döşeyerek kaleyi yıkma işini yaparlardı. Lağımcı Ocağı İstihkâm sınıfıydı. Çok değerli mühendis subaylar, Osmanlı istihkâm sınıfında hizmet ettiler.

HARAM YEMEYEN ORDU
Osmanlı Ordusu, Yavuz Sultan Selim Han’ın kumandasında Mısır seferine çıkdığında,  yol üstünde bir bağ vardı ve onun yanında geçilecekti. Bağ salkım salkım üzümlerle, kırmızı kırmızı elmalarla doluydu.
Yavuz Sultan Selim Han endişeliydi. İçini bir düşünce kapladı: “Acaba askerim, sahibinden izinsiz üzüm ve elma koparıp yer mi?” Sonra yeniçeri ağasını huzuruna çağırdı ve bir emir verdi:
“Ağa! Fermanımızdır. Bütün yeniçeri, sipahi, azap askerlerinin heybeleri yoklansın. Heybesinden bir elma veya üzüm salkımı çıkan asker, derhal huzuruma getirilsin.”
Bu emir üzerine her bohça, çıkın, torba arandı. Ama bir tek kişide bile elma veya üzüm çıkmadı.
Bunu işiten mübarek padişah sevindi. Ellerini açarak: “Allah’ım, sana sonsuz hamd-ü senâlar ederim. Bana haram yemeyen bir ordu ihsân eyledin. Eğer askerlerimin içinden bir tek kimse, sahibinden izinsiz meyve koparıp yeseydi, Mısır seferinden vazgeçerdim.” dedi.
Sonra yeniçeri ağasına dönerek:
“Çünkü ağa! Haram yiyen bir orduyla beldelerin fethi mümkün olmaz.” dedi.


OSMANLI’DA DONANMA
Osmanlı’nın denize kıyısı olunca donanması da oldu. Bu Orhan Bey’in Karesi Beyliği’ni almasıyla gerçekleşti. Saruhan, Aydın, Menteşeoğulları’nın Osmanlı’ya bağlanması ile Osmanlı’da denizcilik faaliyetleri ilerledi. İlk deniz üssünü de yine Orhan Bey açtı. İlk tersaneyi Yıldırım Bayezid, Gelibolu’da açtı. İlk büyük tersane ise Yavuz zamanında Haliç’de açıldı. Zaman içinde Sinop, Süveyş ve Cezayir’de tersaneler açıldı. Donanma ve tersanelerin başında Kaptan-ı Derya bulunurdu. Bu kişi direk sadrazama ve divana sorumluydu. Donanma askerleri genelde Batı Anadolu’daki gençlerden oluşurdu ve “levent” denirdi. Donanma en büyük gelişmeyi Fatih zamanında gerçekleştirdi. Fatih’in İstanbul’un fethi için yaptırdığı 400 parça donanma sonradan Osmanlı’nın işine çok yaradı. II. Beyazıd zamanında ilk ciddi zaferler kazanıldı. Yavuz’un ardından Kanunî döneminde Barbaros’un katılımı ile donanma en muhteşem çağını yaşadı.
Osmanlı Ordusu deryada da yani denizde de kara ordusunda olduğu gibi yüksek standartlardaydı. Donanmada bütün reisler mutlaka mürşidlerine bağlı Allah’ın yolunda olan, Allah için savaş veren insanlardı.
Reis kelimesi başkan, lider anlamında kullanılırdı. Türkçe, Farsça ve İtalyanca’da ayrı ayrı mânâlara gelen kelime aslen İtalyanca olup, levantino “doğulu” anlamına gelir; Venedik’e göre ‘doğulu asker’ demektir.  Farsça, ‘nefsin arzu ve isteklerine uyan’ demektir. Türkçe’de ise, tekil olarak; “delikanlı, boylu poslu, yiğit, çevik” demektir. Levendât şeklindeki çoğulunda, kara ve deniz askerleri ifade edilir.

Deniz ve kara leventleri olmak üzere iki kısımdı.
Deniz leventleri: XVI. Yüzyıl’da Akdeniz’de gemileri ile faaliyette bulunan gözü pek, güçlü kuvvetli Türk denizcileriydi. Leventler, Osmanlı Devleti hizmetine girmelerinden sonra, bulundukları yerin disiplini ve nizamını sağlarlardı ve donanma sefere çıktığı zaman, asker olarak sefere katılırlardı. Bunlar, Levent-i Türkî ve Levent-i Rûmî diye ikiye ayrılırdı. “Levanda” adını taşıyan Rum leventleri, adalardan toplanırdı. Kara leventleri unutulduğu hâlde, deniz leventleri muhteşem hâtıraları ile hâlâ yaşamaktadır. Levent denince akla Osmanlı devri Türk denizcisi gelmektedir. Pek çok dehâ sâhibi Osmanlı amirali leventlikten yetişmişlerdir. Leventler, Osmanlı Devleti’ne unutulmaz deniz zaferleri kazandırmışlardır.
Okuma Parçası
FİLEK KALESİ’NİN FETHİ
Macaristan’ın Osmanlı idaresinde kaldığı yüz elli sene içindeki Budin valilerinin en meşhuru, Sokullu Mehmed Paşa’nın amcasının oğlu olan Mustafa Paşa’ydı. Kale ve palangaların akıncı yiğitleri arasında Paşa Baba diye meşhur olmuştu. Kapısında bine yakın yiğit beslerdi. Bir bora, bir kasırgaya benzeyen bu serdengeçtiler, birçok kale ve palanga fethetmişlerdi. Bunların içinde Filek Kalesi’nin fethi ise, eşsiz bir kahramanlık destanıdır.
Filek Kalesi, yüksek ve kayalık bir tepenin üstünde kartal yuvası gibiydi. Bu kaleyi top ile yıkmak, taarruz ederek almak mümkün değildi. Mustafa Paşa’nın akıncılarının arasında Demirbaş Hasan isimli yirmi beş yaşlarında tığ gibi bir delikanlı vardı. Bir gün Demirbaş Hasan, yanına kırk seçme akıncı alarak Filek Kalesi’ni feth etmek için yola çıktı. Gece vakti kale önlerine varan kırk akıncı, kalenin karşısındaki bir kayanın tepesine tırmandılar. Üç-dört merdiveni kuşakları ve iplerle sıkıca bağlayarak bulundukları yerden bir mazgal deliğine uzattılar. En önde Demirbaş Hasan vardı.
Mazgal deliği bir insan geçebilecek genişlikteydi. Fakat tunç bir topun namlusu bu mazgalı tıkamıştı. Topun ağırlığı sekiz yüz okka kadardı. Demirbaş Hasan hiç tereddüt etmeden, Allahû Teâla’ya sığınarak, besmele çekti. Geniş pençeleri ile mazgal deliğinin iki kenarına yapıştı, çelik kaburgalı göğsünü topun namlusuna dayadı. Altı, yalçın kayalık ve uçurumdu. Ayaklarını merdivene basıp, kollarını gerince sekiz yüz okkalık topu geriye doğru ittirdi. Birinci hamlede, topun namlusunun ağzı kalenin dış duvarı hizasına kadar içeri girmişti. Demirbaş Hasan bu sefer, namluya başını dayayarak, ikinci hamlede koca topu mazgalın ağzından uzaklaştırdı. Açılan mazgal deliğinden başta Demirbaş Hasan olmak üzere kırk akıncı kaleye girdiler.
Türk akıncılarını birden karşısında gören kaledekiler, uzun süre kendilerine gelemediler. Bu fırsattan yararlanan akıncılar, “Allah Allah!” nidaları ile kısa zamanda kaleyi fethettiler. Bu, dünya tarihinde eşine rastlanmayan bir kahramanlık olayıdır.
Şiir
AKINCILAR

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik;
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik!

Ak tolgalı beylerbeyi haykırdı: İlerle!
Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle...

Şimşek gibi bir semte atıldık yedi koldan;
Şimşek gibi Türk atlarının geçtiği yoldan.

Bir gün dolu dizgin boşanan atlarımızla,
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla.

Cennet’te bugün gülleri açmış görürüz de,
Hâlâ o kızıl hâtıra titrer gözümüzde.

Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik,
Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik.


Yahyâ Kemâl Beyatlı