OSMANLI’DA
EDEP
“Ey Şems-i Tebriz, suskun ol! Sus ki bu bir ilâhî sırdır. Ancak şu
kadar söylenebilir, dile gelebilir ki, geceleri ve karanlıkları aydınlatan iman
nurunun en parlak ve en üstün aydınlığı edebtir.”
(Mevlâna)
Giriş
Sevgili Kardeşlerim,
Ahlâkın kaynağı ilâhîdir.
Topluma huzur ancak Allah’ın sevgisini kaybetme korkusu ve ahîret inancı ile
yerleşebilir. Edep, Arapça bir kelime olup Türkçe karşılığı saygıdır. Ancak, o
da terbiye mânâsında artık Türkçe’ye mâl olmuş kelimelerden biridir.
Edep, insanın kendi içinde,
diğer insanlarla, mürşidiyle ve özellikle Allah ile ilişkilerinde en saygılı
davranış biçimini sergilemesidir. Bir kişinin makamının
altında davranışı tevâzu, makamı
seviyesinde davranışı vakar,
makamından ötede davranışı kibirdir.
Edep neyi gerektirir?
Yardımı gerektirir, tevâzu gerektirir. Tevâzu, bir kişinin ait olduğu
standartlardan daha aşağıda bir davranışı sergileyebilmesi halidir. Edep de,
tevâzunun ikiz kardeşidir. Kim tevâzu sahibiyse o edebi, Allah’ın emrettiği
biçim ve boyutta yerine getirir. Tevâzu, başkalarını bir insanın kendisinden
üstün kabul etmesi halidir. O zaman o kişinin bütün davranışları Kur’ân-ı Kerim
davranışlarıdır.
Edep, konuştuğun zaman dilini korumak, yalnız kaldığın zaman
kalbini korumak, dışarıya çıktığın zaman gözünü korumak, yediğin zaman boğazını
korumak, uzattığın zaman elini korumak, yürüdüğün zaman ayağını korumak ve bütün
işlerinde vaktini korumaktır.
İslâm’ın başı, sonu edeptir.
Edep, en kısa tarifiyle, hadlere riayet etmektir; sınırları aşmamaktır.
Allah’ın emir ve nehiylerine (yasaklarına) % 100 itaat etmektir. İblis,
Allah’ın emrine itaat etmemek suretiyle edepsizliğin içerisine düşmüş ve şeytan
olmuştur. Âdem (A.S) ise Allah’ın emir ve nehiylerine itaat ederek en üst
seviyedeki edebe riayet etmiş ve Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanmıştır. Ahlâk,
ciddiyet ve sorumluluk duygusunun şahikasıdır.
Osmanlı, Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’in sünnetine harfiyen uymaya çalıştı, en güzel ahlâk örneklerini
asırlarca dünyaya örnek gösterdi. Biz,
insanımızı anlatırken: “Osmanlı terbiyesi görmüş, Osmanlı Beyefendisi ya da tam
bir Osmanlı Kadını” diye onun terbiyesini överiz. Çünkü Osmanlı toplumunda
tanıdığımız birçok kabiliyetli ve büyük insanın kendini anlatırken, nefsin
afetlerinden uzak sözler kullandıklarını görürüz.
Osmanlı İmparatorluğu, İslâm
edebinin gerçekten yaşandığı bir ülkeydi. Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Kendine
yapılmasını istemediğini başkasına yapma!” buyurarak edebi özetlemiştir.
Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’in devri tasavvufu yaşadı ve o devir Asr-ı Saadet adını aldı. Sahâbe
mutluluğu yaşadı. Onlara mutluluğu yaşatan şey adaptı. Osmanlı’da da
ailedekiler tasavvufta, tüccarlar tasavvufta, ordu tasavvufta, saray erkânı tasavvufta
olduğu için herkes, İslâm adabını öğrendi. Bundan dolayı Osmanlı’da 2. Asr-ı Saadeti
yaşadı.
Tasavvuf eşittir edep
demiştik. Tasavvufu yaşayan herkes, edebi öğrenmek ve hayatına geçirmek
durumundadır. Çünkü Kur’an-ı Kerîm, ancak edeple anlaşılır ve pekiştirilir. “Edep öğrenilmeden ilim öğrenilmez.”
sözü bu anlamı taşır.
Mürşidine ulaşan ve
tasavvufu yaşamaya başlayan herkes edebi ile örnek olmalıdır. Bunların başında
da tasavvuftaki kardeşler arasında edebin yerleşmesi asıldır.
Edepli insan, nefsine yan çıkmaz, Hakk’a boyun
eğer. Haklı ve güçlü iken ya affeder ya adaletle davranır.
Osmanlı medeniyeti; altı
asrı üç kıtada kucaklayan, aklıselim, kalbi selim, zevk-i selim sacayağı üzerine
oturmuş bir denge, giyim, kuşam, yeme, içme, aile, mahalle ve şehir hayatıyla,
insana saygı medeniyetiydi. Osmanlı’nın aile, mahalle ve şehir hayatı, hoş bir
özlemin ötesinde, insana insan olmanın zevkini ve keyfini doyasıya yaşatan bir
güzellikler hazinesiydi. Osmanlı medeniyeti kelimeler üzerine bina edilememiş,
güzellikler, hayatın bütün safhalarına işlenmiş ve yaşanmıştı.
Osmanlı Devleti’nin uzun
ömürlü oluşu, toplumun huzur ve barışıyla doğrudan irtibatlıydı. Bu sırları
keşfetmek gerekir. İnsana saygı medeniyeti de diyebileceğimiz, Osmanlı’nın
aile, toplum ve mahalle hayatındaki güzelliklerden küçük bir demet sunarak,
bugün neleri kaybettiğimizi daha iyi anlayabilir ve hiç olmazsa elimizde
kalanları muhafaza adına bir gayret uyandırabiliriz.
Osmanlı’da aile genişti.
Çocukların İslâm ahlâkıyla terbiye edilmesine, geleneklerimize ve manevî
birikimlerimize göre yetiştirilmesine çalışılırdı. Bu geniş ailelerde, Kur’ân-ı
Kerîm okuyan dedeler, Hz. Ali’nin cenklerini anlatan nineler, göz nuruyla hat
çoğaltan amca ve dayılar, zarafet ve nezâketin timsali teyze ve halalar,
çocuklara güzel örnek olurlardı.
Evde çocuklar dahil kimse
ayakta yemek yemezdi, önce eller yıkanır, sofraya birlikte oturulur, evin en
büyüğü başlamadan, yemeğe kimse başlamazdı. Büyük anne veya büyük baba yemeğe
başlarken herkesin hatırlaması için besmeleyi yüksek sesle çeker, sofradan
kalkılırken “hayırların fethi, şerlerin def’i için Fâtiha Suresi okunurdu.
Kimsenin yüksek sesle
konuşmadığı, huzur ve sükûnun hâkim olduğu bu evlerde; edep, cömertlik, âdeta
gözle görülürdü. Bunların çoğu tasavvuf terbiyesinin evlere nakış nakış
işlenmesiydi. Akşamları huzur sohbetleri yapılırdı, Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i
Şerifler okunurdu. Hele Ramazan ayında evler sanki birer cennet köşesiydi.
İftarlar beraber yapılır, bu iftarlara gayrimüslim komşular da çağrılırdı.
Cumbalı, kafesli, payandalı
evler… Bu evlerin içi ve duvarları birer aile terbiyecisiydi. Duvarın bir
yerinde “Yâ Hafîz” bir başka yerinde “Yâ Mâlike’l-Mülk” yazısı görünürdü. Diğer
odalar da farklı değildi. Her oda, her duvar dünyanın fâni olduğunu hatırlatır,
şu üç günlük dünya hayatının hiçbir insanı kırmaya ve incitmeye değmeyeceğini
ifade ederdi.
Dadıların bile çok mutlu
olduğu böyle bir ortamda, anne, baba ve diğer aile fertlerinin mutsuzluğu
düşünülemezdi. Onlardan herhangi birinin huzur evlerine gönderilmesi asla söz
konusu değildi.
Evlerin bir kısmının çatal
kapısında ay ve yıldız görülür ve bu evden birisinin hacca gittiği anlaşılır,
arkadan da “Allah gitmeyenlere de nasip etsin” duaları edilirdi. Osmanlı
sokaklarında dolaşırken o güzelim cumbalı ahşap evlerin pencerelerinde çiçekler
görülürdü. Çiçeklere de çeşitli mânâlar yüklenmişti. Meselâ pencerenin önündeki
sarıçiçek; “Bu evde bir hasta var, lütfen gürültü yapmadan mümkün olduğunca
sessiz geçin” mânâsına gelmekteydi. Çiçek kırmızı ise; “Bu evde evlenme çağına
gelmiş genç bir kızımız var, sakın ola kötü bir söz edip de, onun kalbini
incitmeyin.” demekti.
Evlerin kapı tokmakları,
penceredeki çiçeklerin gösterdiği mânâdan geri değildi. Kapı tokmakları çift
halkadan müteşekkildi. Bunlardan, aslan başı motifli ve büyük olanı kalın,
çiçek motifli ve küçük olanı da ince ses çıkartırdı. Eğer eve bir erkek misafir
gelmiş ise, kalın sesli tokmağı tıklatır, içerdeki ev sahibi gelenin beyefendi
olduğunu anlar, kapıyı evin beyi açar, bey yoksa mahremiyete uygun olarak kapı
açılırdı. İnce sesli tokmağın sesi duyulmuş ise, gelenin bir hanım olduğu
anlaşılır, kapıyı evin hanımı açardı.
Hayatın sadeliği mahalleye
de damgasını vururdu. Gözü tırmalayıcı hiçbir şey görülmez, insanlar birbirine
hürmet eder, selâm verirdi.
“SAADET SADELİKTE GİZLİDİR”
derlerdi.
İnsana saygı medeniyeti,
bütün mahalleyi sarmıştı. Herkes birbirini tanır, zengin fakiri korur, fakir de
zenginin malına göz dikmezdi.
Mahalleli arasında bir
ihtilâf çıkarsa, kadıya gitmeden önce imama gidilir, imam da meseleyi hukukî
olarak çözmeden önce, sulh yolunu tavsiye eder ve yapılan tavsiyeye de
ekseriyetle uyulurdu.
Komşu hanımlarca, mahalleye
yeni taşınan bir aileye, ‘Hoş geldiniz’e gidilir, çocukların başı okşanır,
ebeveynlerine de “Allah size ne güzel güller vermiş.” diye iltifat edilirdi.
Evin çocukları büyük ise, el işlemeli tablo götürülürdü. Bu tablolarda el işi
ile işlenmiş âyetler, Yunus’tan Mevlâna’dan ibret alınacak sözler yazılıydı.
“Her an, her şey değişir, istikrar
Cenâb-ı Hakk’a mahsustur” demekten, kendinizi alamazdınız. Misafirin rızkı ile
geldiğine ve ev sahibinin günahlarının affına vesile olduğuna inanılırdı.
Misafir uğurlamada da ayrı bir zarafet vardı. Kalkış vakti geldiğinde “Hakkınızı
helâl ediniz, zahmet verdik.” denir, ev sahibi ise; “Yine buyurunuz, misafirliğinizden
memnun kaldık.” derdi. Evden çıkanların ayakkabılarının uç kısmı, evin içine
dönük hâle getirilir, böylece misafirlerden memnun kalındığı, onların tekrar
davet edildiği ve ziyaretten duyulan memnuniyet belirtilirdi. Hem bu şekilde
ayakkabı giyilirken misafirin sırtının ev sahibine doğru dönmesi de
engellenirdi.
Mahallede birisi öldüğünde,
cenaze evine ilk önce kıble istikâmetindeki komşusundan olmak üzere, bir hafta,
on gün yemek yollanır, kimse onlara işittirecek tarzda gülüp, eğlenmezdi.
Böylece komşunun acısına ortak olunurdu.
Bayramlarda mahalle
kabristanına topluca gidilir, burada ziyaretler yapılır ve dualar edilirdi.
Kabristandan bir ot bile koparmak hoş
karşılanmazdı. Osmanlı mezar taşı mimarisi bile, insana saygı üzerine inşa
edilmişti. Yaşayanlara verilen değer ölüye de verilmişti. Mezar taşları, edep
ve zarafetin bütün inceliklerini gösteren birer sanat ve edebiyat şaheseriydi.
Tasavvufta olan herkes
ilgili benzer örneklerden etkilenerek elde edilen güzel ve olumlu davranışlar
sergilemeli, eğilip bükülmeden, böbürlenmeden, şımarmadan, mütevazı ve
ağırbaşlı olmalı, yapmacık hareketlerden kaçınmalı yani edeple bütünleşmelidir.
Edep, nefsimizdeki 19 afetin
19 haslete çevrilmesidir. Ancak bir mürşide tâbî olanlar nefslerini tezkiye ve
tasfiye edebilirler.
Osmanlı dünyaya edebi
öğreten imparatorluktur. Osmanlı sevgi, saygı ve kâmil insanların olduğu,
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den ve sahâbeden sonra edebin yaşandığı ülkedir.
Birkaç örnekle daha Osmanlı’da edebin nasıl yaşandığını görelim;
Kul hakkından korkmayan
insanların yaşadığı cemiyette kimse kimsenin “elinden, dilinden ve belinden”
emin olamaz. Osmanlı döneminde sokakların başında sadaka taşları vardı.
İhtiyacı olan sadaka taşının üzerindeki keseden, yabancı elçilerin de şaşkın
bakışları arasında sadece ihtiyacı kadarını alırdı. Aynı şey yolların üzerinde
vakıflar tarafından kurulan yolcu konaklarında da uygulanırdı; yolcular, eğer
ihtiyaçları varsa yatağının başucundaki keseden alabilirdi. Yolcuların atına da
ücretsiz bakılır, ücretsiz üç gün yemek verilirdi. Onlar da ihtiyaçlarının
dışında bir kuruş fazla almazlardı.
Osmanlı beyefendileri ve
hanımefendileri: “Kapıyı kapat!” demezlerdi; “Kapıyı ört, ya da sırla”
derlerdi. Kapının kapanmadan yavaşça örtülmesi edeptendi.
Osmanlı’da uyuyan birisi
uyandırılmak için sarsılmaz veya adı ile çağırılmazdı. “Agâh ol erenler!”
derlerdi. “Agâh olmak” Allah’ın has sevgili bir kulunun, yani mürşidin
gölgesine girmek demektir.
Osmanlı’da nezaket, incelik, edep her işin
başıydı. Allah’a ruhunu ulaştıran, Allah’a eren, uyanık olurdu. İnsanların sözü
kesilmez, işaret edilmez, gizli konuşmalar hoş karşılanmazdı.
Hanımlar eşlerine: “Efendi”
ya da “siz” derlerdi. Ya da Ahmet Bey, Mehmet Bey diye hitap ederlerdi. Beyler
de eşlerinden Ayşe Hanım, Fatma Hanım diye bahseder ya da hitap ederlerdi.
Gezerken yere yumuşak basılır, ses çıkarmamaya çalışılırdı. Yerdeki haşerata
basmamaya özen gösterdiği için, adı “Karınca Ezmez Efendi” ye çıkan insanlar
vardı.
Kapıdan çıkarken arkasını
dönmemek, geri geri çıkmak edeptendi. Kapı eşiğindeki ayakkabılar, dışarıya
doğru değil, içeriye doğru çevrilirdi.
Osmanlı’da canlı cansız her şeyin bir hatırı
vardı. Osmanlı Allah’ı görüyor gibi yaşamaya çalışırdı. Allah’ın huzurunda
nasıl hareket edilmesi gerekiyorsa öyle hareket etmek isterlerdi.
Sevgili Kardeşlerim, İnsan nerede olursa olsun Allah’ın huzurunda değil
midir?
Osmanlı’nın edep, nezaket ve
terbiye hususunda ulaştıkları seviyeyi, hiçbir milletin seviyesiyle mukayese
etmek mümkün değildi. Bu, misli görülmemiş bir mükemmellik ve incelik arz
ederdi. Osmanlı, ırk, dîn ayrımı yapılmaksızın bütün insanlara karşı aynı
değerleri uygulardı. Dolayısıyla Osmanlı insanı demek, imrenilecek edep ve
nezaket timsali kimse demekti.
Osmanlı’da insanlar, gönülden
bağlı bulundukları İslâmîyet’in kin ve garazı yasaklaması sebebiyle her Cuma ve
Bayram günlerini, birtakım küskünlük ve kırgınlıkları kaldırmaya ve
aralarındaki kusurları af edip, barışmaya vesile etmişlerdi.
Tarihçi İsmail Hâmi
Danişmend, Avrupalı gezginlerin ve yazarların Osmanlı için söyledikleri sözlere
yer verdiği bir kitabında;
“Osmanlı’da insanlar arasında yere tükürerek edepsizlik eden bir
Müslüman’ın şahitliği kabul edilmezdi.” cümlesini kullanıyor.
Meşhur İtalyan yazar Edmondo
de Amicis’in İstanbul sokaklarında karşılaştığı bir manzarayı şöyle naklediyor:
“Şurası bir gerçektir ki, İstanbul’un Türk halkı, Avrupa’nın en
nazik ve en kibar topluluğudur. İstanbul’un en ıssız sokaklarında bile bir
yabancı için hiçbir hakarete uğramak tehlikesi yoktur. Hatta namaz vakitlerinde
bile camileri gezmek mümkündür. O vaziyette bir ecnebi, bizim kiliseleri
ziyaret eden bir Türk’ten daha çok hürmet ve riayet göreceğinden emin olabilir.
Halk arasında küstahça bir bakış şöyle dursun; fazla mütecessis (meraklı) bir
nazara bile tesadüf edilemez. Kahkaha sesleri gayet nadirdir. Sokakta kavga
eden ayak takımı da enderdir. Kapılardan, pencerelerden, dükkânlardan hiçbir
yüksek ses aksetmez. Hiçbir münasebetsiz hareketten eser görülmez. Çarşının
kutsiyeti de camiden aşağı değildir. El ve kol hareketleriyle karşılaşmadığınız
gibi, lüzumsuz lâkırdılarla kulaklarınız da rahatsız edilmez. Halk arasında
kahkahadan, bağırıp çağırmadan eser yoktur. Sokakları tıkayarak herkesi
rahatsız eden toplanmalar görülmez”
Osmanlı, “Edeb Ya Hu!”
derlerdi, Allah’ı görüyor gibi yaşamaya çalışırlardı. “Bizi takip eden, her
halimizi perdesiz, engelsiz gören, şu anda bizim durumumuza bakan Allah var!” mânâsını
hatırlatmak için her yere “Edeb Ya Hu!” yazarlardı.
Ne demek anlamını öğrenelim;
“Allah’ın huzurundasın edepli ol!”
İnsan nerede olursa olsun
Allah’ın huzurunda değil midir?
İnsan ilişkilerinin
şekillenmesinde önemli bir özellik olan edep, kişinin kendisini ve
çevresindekileri sevmesi, herkese lâyık olduğu ölçüde değer vermesidir. Edep
hem kalp, hem dil hem de hareket ve tavırlarımız da olmalıdır. Kalbin edebi;
niyet -ihlas- samimiyettir, dilin edebi ise, sözde ve özde bir olup, yalan
söylememektir. Davranışlarımızın ve fiillerimizin edebi ise, her işin ilme
uygun olacak tarzda yapılmasıdır, yani işin hakkının verilmesidir.
Burada bir kıssa girelim, Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’in mübarek torunları Hasan ile Hüseyin cami avlusunda durmuş,
şadırvandan abdest alan yaşlıca bir adamı seyrediyorlardı.
Hasan bir ara kardeşi
Hüseyin’e:
- Bak, bu yaşlı amca abdesti doğru almadı. Hadi
gidip kendisine söyleyelim. Dedi
Hüseyin:
-
Bir dakika, diye kardeşini durdurdu. O bizden çok yaşlı. Söylersek
utanabilir. Yahut çocuk olduğumuz için bizi dinlemeyebilir. Onu kırmadan,
yanlışını anlatmanın bir yolunu bulmalıyız… derken birden aklına geldi:
-
Tamam dedi sevinçle, buldum! Adama yaklaştı. Saygı dolu bir sesle:
-
Efendim, sizden bir dileğimiz var.
-
Söyleyin bakalım çocuklar.
-
Biz henüz çocuk sayılırız. Şuradan abdest alırken başımızda
dursanız da yanlışlıklarımızı söyleseniz.
Adam memnun memnun güldü:
-
Tabiî, dedi. Başlayın bakalım:
İki kardeş abdest almaya
başladılar. Adam dikkatle bakıyor, bir yanlış bulmaya çalışıyor, ama
bulamıyordu. Kendi abdestini düşündü. Hasan ile Hüseyin gibi dikkat
göstermediğini anladı.
Abdestleri bitince saçlarını
okşadı:
- Yanlış sizde değil
çocuklar bende, dedi. Kusurlu benim, Yanlışımı yüzüme vurmadan bu kadar nazikçe
düzelttiğiniz için çok teşekkür ederim. Artık ben de sizler gibi abdest
alacağım. İşte başlıyorum.
Yeniden suyun başına çöktü
ve bir güzel abdest aldı.
Sevgili kardeşlerim, Demek
ki, bir şeyin doğrusunu bilmek yeterli olmuyor. O doğruyu başkalarını kırmadan,
darıltmadan anlatabilmek de lâzımdır. Bu da edeptir.
Adap, ise edebin çoğuludur.
Edep, bir kulun kulluk sanatını icra etmekte kullandığı alet ve edevat gibidir.
Onlarsız sağlam ve takvaya uygun bir kalbî hayat düşünülemez bile. Adabın bir
kısmı dış hayatımızı şekillendirirken, asıl önemli olan manevî kısmı da
kalbimizi, Allah’ın razı olacağı ahlâk ve sahih niyetle süslememizi sağlar. Bu
incelikli adabın dışında bir de uygulanması gereken günlük adap vardır. Yemek
adabı, yolculuk adabı, komşuluk adabı, temizlik adabı, tanışma adabı,
selamlaşma adabı, konuşma adabı, alış veriş adabı, oturma adabı gibi
çeşitlendirirsek hepsine birden “Adab-ı Muaşeret” dendiğini hatırlarız.
Osmanlı İmparatorluğu
döneminde elçilere ve Avrupalı krallara bile padişahın huzurunda nasıl
davranmaları gerektiği, Adab-ı Muaşeret olarak verilirdi ve bu eğitim tam bir
hafta sürerdi. Osmanlı cihana edebi öğretti.
Edebin dostları; hayâ (utanma
duygusu), samimiyet, teslimiyet, itaât, sohbet, gayret ve tevâzudur. Peygamber
Efendimiz (S.A.V) buyurmuşlardır ki “Utanmadıktan sonra dilediğini yap!”
Edep, Allah’la beraberliği
hissetmektir. Edep her an davranışlarımızın Allah’ın istediği gibi olmasına
gayret etmek ve olmasını sağlamaktır.
“Rabbin her an
gözetlemektedir” (Fecr-14).
“Şüphesiz Allah sizin
üzerinizde gözetleyicidir” (Nisâ-1).
Allahû Teâla’nın
yarattıkları içinde en çok insanı sevdiğini biliyoruz. Allahû Teâla her an bizi
gözetlediğine göre Allah’ın sevgisine lâyık olmak zorundayız.
Edebe riayet edenler,
haddini bilenlerdir.
Hz. Ali savaşta düşmanı
mağlup edip, altına aldığında düşman onun yüzüne tükürdü. Bu davranışından dolayı
düşmanı serbest bıraktı. Düşman şaşırıp: “Yüzüne tükürdüğüm halde beni niçin
serbest bıraktın?” dediğinde, Hz. Ali: “Biz savaşı Allah için yaparız, senin bu
davranışın nefsî duygularımı kabarttı, eğer seni öldürseydim bu Allah için
değil nefsim için olacaktı” dedi. İşte bunun üzerine İslâm düşmanı, bu ince
davranıştan dolayı iman edip erenler safına katıldı. Hz. Ali’nin bu davranışı
ihlâs ehlinin savaştaki edebinin en güzel örneğiydi.
Hz. Ali: “Akıl gibi mal, iyi
huy gibi dost, edep gibi miras, ilim gibi şeref olmaz.”
Hz. Ömer: “Edep, ilimden
önce gelir.” buyurmuştur.
Hz. Ömer, çok heybetli
olmasına rağmen; edebinden, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in huzurunda çok yavaş
konuşurdu.
Dîn bilginlerinden bazıları,
edebi şöyle tanımlar:
İmam Kuşeyri: “Edep, bir insanda iyi ve güzel
huyların tamamının meydana geldiğinin görülmesidir.”
Mevlâna Celâleddin-î Rûmî: “Eğer âdemoğlunun edebi
yoksa âdem değildir. İnsan ile hayvan arasındaki fark edeptir. Göz gezdir ve
Allah’ın kelâmına, Kur’ân’a, âyet âyet tamamına bak! Kur’ân’ın anlamı edeptir.”
“Akıla sordum, nedir iman? Akıl, kalp kulağıma eğilip dedi ki ‘iman, edebtir’.”
“Eğer şeytanı ayaklarınızın
altında görmek istiyorsanız gözünüzü açın ve biliniz ki şeytanın katili
edeptir.”
Hasan Basri: “Edep, dînin gerçeklerini bilmedeki
ince anlayış, dünyanın geçici ve aldatıcı zevklerine aldanmadan Allah’ ı
hatırlatan bilgiler edinmek için yapılan eğitimdir.”
İbnûl Kayyim El Cevzi: “Kişi kendisini ve
sevdiklerini ateşten korumak istiyor ise edebi öğrensin, edebi öğretsin.”
Sehl B. Abdullah: “Edep, ihlas ve kulluk ile
azgın nefsi uslandırmaktır.”
İmam Suhreverdi: “İlim ve bilginin yüceliği
edep ile anlaşılır. Davranışlar, ilim ve irfan ile kabul görür ve insan, güzel
edep ve ahlâkı ile dünya ve ahîret muradına ulaşır.”
İmam Gazali: “Ahlâkın en mükemmeli, edebin en
üstünü, Dîn’de edeptir. Dînde yücelmek, Allah’ın emirlerine itaat edip,
peygamberimizin edeplerini bilmek ve uymak ile mümkündür.”
Lokman Hekim: “Ben edebi edepsizlerden öğrendim.
Onlarda gördüğüm bütün fenalıkları terk ettim, böylece bu edebi elde ettim.”
Yunus Emre: “Girdim ilim meclisine eyledim ilmi
talep. İlmi en geride gördüm. İlle edep, ille edep...”
Sevgili Kardeşlerim,
Edep, Allah’a giden yolun en
kıymetli azığıdır. İnsan hem dîndar hem de kaba, geçimsiz ve nezaketsiz olamaz.
Zira İslâm’ın özü; tevhid inancıdır; amelde ise edep, Allah’a istikamet ve
merhamettir. Bundan dolayı denilebilir ki, bütün esaslarıyla İslâm dîni, baştan
sona nezâket, zarafet ölçülerinden, yani ‘güzel edep’ten ibarettir.
Osmanlı’da duvarlara ya da
camilerdeki yazı tahtalarına Cuma günleri aşağıdaki cümleler yazılırdı ve
gelecek cumaya kadar da silinmezdi.
Halk öğrendiğini hayata
geçirmekte yarışırdı. Bunlardan bazılarını sayalım;
“Edep şeytanı öldüren
sanattır.
Edebi berk et, gerisini terk
et!..
EDEP, BAŞTAN SONA MÜRŞİDE
UYMAKTIR.
Hakiki EDEP, nefsi terk
etmektir.
Babası olmayan değil, ilmi
ve edebi olmayan yetimdir.”
ALLAHÛ TEÂLA’YA KARŞI EDEP:
Osmanlı’da ki edep, nezaket
ve terbiye kuralları sayılamayacak kadar çoktu.
Unutmamak gerekir ki, şeytan
Allah’ın huzurundan, ilim veya amel noksanlığı sebebiyle değil, edepsizliği
yüzünden kovuldu. Bu yüzden şeytanı mahveden en güzel fazilet, edeptir. Mevlânâ bunu şöyle izah eder:
“İblis, Hazret-i Âdem’e
secde etmeyip, Allah’ın emrine karşı gelince:
Benim zatım ateşten, onun ki
çamurdandır. Yüksek olanın aşağı olana secde etmesi nasıl yakışık alır? Dedi.
İşte İblis, Allah’a
edepsizce karşılık vermesi yüzünden lânete uğradı ve Huzur-û İlâhî’den kovuldu.
Üstelik bir de küstahlık edip, kendisini halk edenle (yaratanla) savaşa kalkıştı.”
(Fîhi Mâ Fîh, s.159)
Allahû Teâla’nın Kur’ân-ı
Kerim’de edeple ilgili verdiği emirleri aklımızdan çıkarmamalıyız.
Bismillâhirrahmânirrahîm
31/LOKMÂN-19: Vaksid fî
meşyike vagdud min savtik(savtike), inne enkerel asvâti le savtul
hamîr(hamîri).
Ve yürüyüşünde mütevazi (alçakgönüllü) ol ve sesini alçalt (alçak
sesle konuş). Muhakkak ki seslerin en çirkini, elbette hamirin (merkebin)
sesidir.
Bismillâhirrahmânirrahîm
24/NÛR-28: Fe in lem
tecidû fîhâ ehaden fe lâ tedhulûhâ hattâ yu’zene lekum ve in kîle lekumurciû
ferciû huve ezkâ lekum, vallâhu bimâ ta’melûne alîm(alîmun).
Eğer orada kimseyi bulamazsanız, size izin verilinceye kadar oraya
girmeyin. Ve eğer size “geri dönün” denirse o taktirde geri dönün. O, sizin
için daha temizdir (uygundur). Ve Allah, yaptığınız şeyleri en iyi bilendir.
Bismillâhirrahmânirrahîm
17/İSRÂ-37: Ve
lâ temşi fîl ardı merehâ(merehan), inneke len tahrikal arda ve len teblugal
cibâle tûlâ(tûlen).
Ve yeryüzünde azametle (gururla) yürüme! Muhakkak ki sen, yeryüzünü asla tahrik edemezsin (hareket ettiremezsin). Ve asla dağların boyuna erişemezsin (dağ kadar yüksek olamazsın).
Ve yeryüzünde azametle (gururla) yürüme! Muhakkak ki sen, yeryüzünü asla tahrik edemezsin (hareket ettiremezsin). Ve asla dağların boyuna erişemezsin (dağ kadar yüksek olamazsın).
Bismillâhirrahmânirrahîm
58/MUCÂDELE-11: Yâ eyyuhâllezîne
âmenû izâ kîle lekum tefessehû fîl mecâlisi fefsehû yefsehıllâhu lekum, ve izâ
kîlenşuzû fenşuzû yerfeillahullezîne âmenû minkum vellezîne ûtûl ilme
derecât(derecâtin), vallâhu bi mâ ta’melûne habîr(habîrun).
Ey âmenû olanlar! Meclislerde size: “(Oturmak için) yer açın!”
denildiği zaman, o taktirde yer açın. Allah da size yer açar (genişlik verir).
Ve: “Kalkın!” denildiği zaman hemen kalkın! Allah, sizden âmenû olanların ve
ilim verilmiş olanların derecelerini yükseltir. Ve Allah, yaptıklarınızdan
haberdardır.
PEYGAMBER EFENDİMİZ (S.A.V)’E VE RESÛL’E EDEP:
Sahâbe, Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’in sohbetlerinde büründükleri huşû ve edep hâlini:
“Allah’ın Resûlü’nü
dinlerken sanki başımızın üzerinde bir kuş var da kıpırdasak uçuverecek
zannederdik… “ Şeklinde ifade etmişlerdir.
Sahâbenin, Allah’ın Resûlü’ne
karşı edebi öyle bir derecedeydi ki, çoğu zaman O’na sual sormayı bile cüret telakki
ederlerdi. Bu yüzden çölden bir bedevî gelip sualler sorarak sohbete vesile
olsa da, biz de Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sohbetinden feyiz alsak, diye
beklerlerdi.
Resûl’e gösterilen edep, Allah’a gösterilmiş demektir:
Mürşid, sohbetinde bizim
liyâkatimize paralel olarak konuşmayı gerçekleştirir. Yani O, Allahû Teâla’nın
bizzat dilidir, Allahû Teâla’nın bizzat tercümanıdır ve kalbimizde ihtiyacımız
olan suallerin mutlaka cevabını verir. Bu istikamette edebe aykırı hareket
ederek, O’na ileri-geri, haddi aşan, sual sorduğumuz zaman muhtemeldir ki, o da
bizim amelimizi beyhude kılar, amelimizin boşa gitmesine sebebiyet verir. Yüce
Rabbimiz Kur’ân-ı Kerîm’de bu mesajı bize verdikten sonra, özellikle tasavvufu
yaşayan insanlar olarak, her daim olarak Allah’ın bizim için vazifeli kıldığı
mürşidi her şeyin önünde tutmamız gerekir. Hayatımızdaki her şeyin önüne
mürşidimizi getirmedikten sonra, asla itaat etmiş olamayız. “Biz” yokuz, daim
olarak mürşidimiz vardır. Gerçekten onu sevmek, akıllının işaretidir. O, seni
severse onun gözünde olursun. Beş duyu organıyla sevmek geçicidir. Batınî
sevgiyle sevmek; O, ölümsüz ve ebedîdir. Mürşidi batınî sevgiyle sevmek lâzımdır
ve hiçbir noktada onun önüne geçmemek lâzımdır. Uzman olduğumuz alanda bizimle
istişare ederse, istişare ettiği konularda asla mürşidin önüne geçmemeliyiz.
Allahû Tealâ buyuruyor ki:
Bismillâhirrahmânirrahîm
49/HUCURÂT-1: Yâ
eyyuhâllezîne âmenû lâ tukaddimû beyne yedeyillâhi ve resûlihî
vettekûllâh(vettekûllâhe), innallâhe semîun alîm(alîmun).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler)! Allah’ın ve O’nun
Resûl’ünün önüne geçmeyin. Ve Allah’a karşı takva sahibi olun. Muhakkak ki
Allah; en iyi işiten, en iyi bilendir.
49/HUCURÂT-2: Ya
eyyuhâllezîne âmenû lâ terfeû asvâtekum fevka savtin nebiyyi ve lâ techerû lehu
bil kavli ke cehri ba’dıkum li ba’dın en tahbeta a’mâlukum ve entum lâ
teş’urûn(teş’urûne).
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler)! Seslerinizi peygamber’in sesi’nden fazla yükseltmeyin. Ve o’na sözü, birbirinize bağırdığınız gibi bağırarak söylemeyin. Siz farkında olmadan amelleriniz heba olur.
Ey âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler)! Seslerinizi peygamber’in sesi’nden fazla yükseltmeyin. Ve o’na sözü, birbirinize bağırdığınız gibi bağırarak söylemeyin. Siz farkında olmadan amelleriniz heba olur.
49/HUCURÂT-3: İnnellezîne
yeguddûne asvâtehum inde resûlillâhi ulâikel lezînemtehanallâhu kulûbehum lit
takvâ lehum magfiretun ve ecrun azîm(azîmun).
Allah’ın Resûl’ünün yanında seslerini alçaltanlar; işte onlar,
Allah’ın takva için kalplerini imtihan ettiği kimselerdir. Onlar için mağfiret
ve büyük ecir vardır.
49/HUCURÂT-4: İnnellezîne
yunâdûneke min verâil hucurâti ekseruhum lâ ya’kılûn(ya’kılûne).
Muhakkak ki sana odaların dışından seslenenlerin çoğu akıl
etmezler.
Fatih Sultan Mehmed’in (Bir Padişahın) Mürşidine Saygısı:
29 Mayıs 1453 sabahı, son hücum emri ile
birlikte İstanbul Osmanlı’ya teslim oldu. Fatih, mürşidi Akşemseddin ile
birlikte, coşkulu bir törenle İstanbul’a girdi. Bizans halkı ve kadınlar
yollara dökülmüş, genç Fatih’i selamlıyor, üzerine çiçekler atarak onu tebrik
ediyorlardı. Fatih İstanbul’a girerken, o kadar gençti ki zaman zaman Bizans
halkı öndeki mürşidi “Akşemsddin’i” padişah zannediyor, ona doğru koşuyordu.
Akşemseddin onlara “hükümdar arkada”
işaretini yapınca, Fatih Sultan Mehmed bütün edep, terbiye ve inceliği ile
şöyle karşılık verdi.
- Gidiniz yine O’na gidiniz…
Evet Ben Sultan Mehmed’im ancak o benim HOCAM’ dır. Dedi.
***
Fatih Sultan Mehmed, yine bir
gün veziri Mahmud Paşa’yı yanına alarak mürşidi Akşemseddin’i ziyarete gitti.
Akşemseddin, Padişah içeri girdiği halde ayağa kalkmadı. Bir süre geçtikten
sonra Akşemseddin, Fatih’in huzuruna gitti. Padişahın yanında Mahmud Paşa’da
bulunuyordu. Fatih hemen ayağa kalkarak mürşidine yer gösterdi. İki olayı
kıyaslayan Mahmud Paşa dayanamayıp sordu: “Hünkârım, hocanız geldiğinde siz
ayağa kalktınız. Hâlbuki siz onun yanına gittiğinizde o ayağa kalkmadı. Sebebi
ne ola? Fatih şöyle cevap verdi: “Hocam Akşemseddin’e saygı göstermemek elimde
değil. O yanıma geldiğinde içimi gayri ihtiyari bir heyecan kaplar ve farkında
olmadan kendimi ayakta bulurum. O ise, ilmin izzetini korumak için ayağa
kalkmaz” buyurdu.
Görülüyor ki, her halükârda
mürşidin edebiyle edeplenmek ve Allah’ın ahlâkıyla ahlaklanmak lâzımdır. Allah’ın
ahlâkıyla ahlaklanmak, her halükârda mürşidin arkasından yürümeyi gerektiriyor.
Hiçbir noktada mürşidin önüne geçmemek lâzımdır. Özellikle mürşidin bizlere
sunduğu emirlerde, aklı devreden çıkartarak, mutlaka anında itaat etmemiz ve o
emri zaman geçirmeden yerine getirmemiz gerekir.
Bismillâhirrahmânirrahîm
4/NİSÂ-80: Men yutiır
resûle fe kad atâallâh(atâallâhe), ve men tevellâ fe mâ erselnâke aleyhim
hafîzâ(hafîzen).
Kim Resûl'e itaat ederse, böylece andolsun ki Allah'a itaat etmiş
olur. Ve kim yüz çevirirse, o taktirde Biz seni, onların üzerine muhafız olarak
göndermedik.
Kur’ân-ı Kerim’le söylenip,
hadîslerle açıklanan bu yüce ahlâkı ve ilâhî edebi, Allahû Teâla Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’in zatında gerçekleştirerek âlemlere sundu.
Bismillâhirrahmânirrahîm
68/KALEM-4: Ve inneke le alâ hulukın
azîm(azîmin).
Ve muhakkak ki sen, mutlaka çok büyük bir ahlâk üzeresin.
Diyerek ilân etti.
OKUMA PARÇASI
Çocukluğum benim için çok
kıymetli anılarla dolu. Ucundan da olsa Osmanlı ailesinin yaşam tarzını
yakalamış bir kuşak olarak çok mutlu günler yaşadık. Sevgili babam kendisi bir
öğretmendi, ancak aile içerisindeki hal ve tavırları okulda bir öğretmenin
öğrencilerine bilgi vermesi gibi olmazdı. Babam bizlere sevgi ve şefkatle
yaklaşır, fırsat buldukça dîn büyüklerinin hayat hikâyelerini ve çeşitli dînî
hikâyeler anlatırdı. Sevgili babamın dedesi Sarı İbrahim Velî adlı devrinin bir
Allah dostu, evliyasıydı. Babam büyük dedemin İslâmî terbiyesi ile büyümüş tam
bir Osmanlı Beyefendisiydi. Bazen kendimi babamın hitap şekliyle konuşurken ve
onun insanlara yaklaşımındaki incelikleri taklit ederken yakalıyorum. Babamdan
ve onun aldığı Osmanlı terbiyesinden çok etkilendiğimi fark ediyorum.
Rahmetli babam, bizi yaz
tatillerinde İstanbul’da dînî ve tarihî mekânlara götürürdü. Bize Mimar
Sinan’ın şaheserlerini, camileri, kervansarayları, su bentlerini gezdirir,
Osmanlı’yı anlatırdı. Onun özellikle Osmanlı’yı anlatışında gizlediği duyguyu
ben hep hissederdim. O bir Osmanlı hayranıydı ve bunun onurunu taşıyordu. Bize
öğrettiği şiirlerle de her fırsatta vatan, millet, bayrak sevgisini işlerdi.
Babacığım, uygun ortamlar
oluşturur dinî konularda da bilgi eksikliğimizi gidermeye çalışırdı. Meselâ
neden ibadet etmemiz gerektiğini sorduğumuzda, “Allah’a ulaşabilmek için”
derdi.
Ben ilk namazımı ilkokul 4.
sınıftayken kıldım. Hep babamın sözü kulağımda çınlıyordu. “Allah’a ulaşabilmek
için!” O namazımı hiç unutamıyorum. Hem ağlıyordum, hem de içimden “Allah’ım
seni istiyorum.” diyordum. Tabiî tahmin ettiğiniz gibi mânâsını da bilmiyordum.
Bugün Allah’a ruhen
ulaştığımın bilinci ile o günlerden kalan anılarım arasında en çok Ramazan’ı ve
bayram günlerini hatırlıyorum. Ramazan’da mis gibi kokularla sahura kalkmak
doyulmaz bir mutluluktu. Sadece radyo ve gazetenin bulunduğu bu dönemde ramazan
davulcusunun manilerinin ardından hemen radyoyu açardık. O saatte Karagöz ile
Hacivat’ın maceraları yayınlanır, neşe içinde ertesi günkü oruca hazırlanırdık.
Bütün bir ramazan babamın arkasında namaz kılardım. İftarın o huşû dolu
saatlerinde ezanın arkasından orucumuzu açarken mutlaka radyodan Türk Sanat
Müziği dinlerdik. Her gün, bayrama ne kadar kaldığını hesap ederdim. Çünkü
Ramazan bayramı öncesi mutlaka yeni bir elbise kumaşı ve ayakkabı alınırdı.
Biz üç kız kardeş olmamıza
rağmen babam memur bütçesi ile bizi bu hediyelerden asla mahrum bırakmazdı.
Giysilerimizi annemiz kendi göz nuru ile dikerdi, ama biz bayrama kadar
üzerimize giymezdik. Bayram sabahının o muhteşem huşûsu ile hazırlanırdık.
Kurban Bayramı öncesi alınan
kurbanlığı evimizin bahçesinde beslemek kardeşimle benim görevimdi. Bayramın
ilk günü sevgili babam erkenden kalkar, abdest alır, bayram namazına giderdi.
Biz kahvaltıda kurban eti yiyeceğimiz için değişik duygular yaşardık. O gün
evimizde hep Hz. İbrahim’den ve Hz. İsmail’den bahsedilirdi. Sevgili babam
kurbanı mutlaka kendisi keserdi. Biz kurbanı, ağaca asılı ve derisi yüzülmüş
halinde iken görürdük. Babacığım, ALLAHÛ EKBER! Nidaları ile tepsilere etleri
ayırırken, akşamdan yaptığı ihtiyaç sahiplerinin ve komşularımızın listesine
göre dağıtılmasını isterdi. Bu görev de bizimdi. Önce ablam sonra ben sonra
kardeşim sırayla komşulara et dağıtırdık. Onların “Allah Kabul etsin!” sözleri
beni çok mutlu ederdi.
Sıra günün en önemli
saatlerine gelirdi. Kurban Bayramı’nın ilk gününün kahvaltısı mutlaka babamın
hazırladığı kurban etinden yapılan kavurmaydı. Sevgili babacığım sofraya
misafir davet etmeden oturmazdı. Mutlaka soframızda bir değil birkaç misafir
olurdu. Dualarla başlayan kahvaltı neşe içinde devam ederdi. Sonra bayramlaşma
ve gelen misafirlere ikram faslı başlardı. Kahve yapıp, ikram etmek ablamın
göreviydi. Biz kardeşimle şeker ya da tatlı ikram ederdik. Misafirleri babam
kapıda karşılardı ve dış kapıya kadar geçirirdi. Gelen çocuklara mutlaka bayram
harçlığı verirdi.
Babamdan öğrendiğim pek çok
davranışı tasavvufa girdikten sonra pekiştirdim. Bugünkü nesil tarafından
anlaşılmasam da ben sevgili babamı her gün Fâtiha’larla anıyorum. Çünkü tasavvufa
girmemde onun bana anlattıklarının, beni yetiştirirken verdiği nasihatlerin çok
etkisi vardı.
Peygamber mesleği olan
öğretmenliği de baba mesleği olarak tanıdım ve çok sevdim. Şimdi tasavvuftaki
öğrencilerime bu duyguları yaşatmak için çabalıyorum. Onların Osmanlı edebi ile
birer beyefendi ve hanımefendi olarak yetişmelerini istiyorum. Onların da
anlatacakları nezih anıları olmalı. Sevgiyi, saygıyı diğerkâmlığı öğrenmeliler.
İtaati ve kanâati bilmeliler. Tasavvufu yaşayıp bu dünyada ve ahîrette mutlu
olmalılar. Allah’ın istediği nesiller yetiştirmeliler.
OKUMA PARÇASI
Çocukluğumda İstanbul ne kadar
sakin, ne kadar huzurluydu. O günleri hatırladıkça büyük, cumbalı, bahçeli,
birbirine yakın, kalabalık, dost, komşularla dolu evler gözümün önüne geliyor.
Ben de öyle kalabalık büyük
bir evde ailemin ilk çocuğu olarak dünyaya gelmişim. Birbirine bağlı, saygının
önde geldiği, neşeli ve mutlu bir ailenin içinde yetiştim. Babam, tam bir Osmanlı
terbiyesi almış, İstanbullu’ydu. Annem, saygı ve hürmet abidesiydi. Tabiî beni
de bu kurallar içinde yetiştirdiler.
Kararları ailede her zaman
en büyükler verirdi. Yemek vaktinde, fazla konuşulmadan yenir, büyükler
sofradan kalkmadan asla küçükler yerinden kımıldamazdı bile.
İnsanların birbirine güveni
vardı. Ben annemin bir yere ziyarete giderken paspasın altına evin anahtarını
koyduğunu hatırlıyorum.
Daha sonra kız kardeşim
dünyaya geldiğinde daha küçük ama bahçeli bir eve taşınmıştık. Babam anneme:
“Kız olduğu için terbiyesi sana ait.” dedi. Annemin bir bakışından ne yapmamız
gerektiğini bilirdik. Meselâ büyüklerin yanında annem bize kızsa bile hiç tepki
vermezdi. Onun için misafir olmasını veya hep büyüklerin yanında olmayı
kardeşimle çok isterdik.
Babam bizi Gülhane Parkı’na
ve evimize çok yakın olan deniz kenarına götürürdü. Kesinlikle sokakta bir şey
alınmayacağını, bir şey yenmeyeceğini bildiğimizden zaten istemekte aklımıza
gelmezdi. Her şeyi babam alır ve evde oturarak yememizi isterdi.
Kardeşim doğduğunda biraz
şaşırdım ama onu çok sevdim. Kardeşimle çok güzel oynardık. Ben büyük olduğum
için sözümü dinlerdi ve bana hizmet ederdi. Öyle öğretilmişti ve bu da benim
çok hoşuma gidiyordu.
Bize, küçük yaştan itibaren:
- Büyüklerin lafına
karışmamak,
- Kapıyı bir kere çalınıp, geri çekilerek beklemek, en fazla 2 kere
çalmak ve gidilen bir yerde fazla kalmamak
- Habersiz hiçbir yere gitmemek,
- Eve gelen kim olursa olsun güler yüzle karşılamak ve yolcu etmek;
uzaktan gelen olursa veya yemek saati ise muhakkak yemek yedirmek veya ne varsa
ikram etmek,
- Evde misafir varken bırakıp hiçbir yere gitmemek,
- Büyüklerin karşısında edepli oturup, kalkmak,
- Hatamız olduğunda tüm büyüklerin bize karışabileceği
öğretildi.
Ayrıca hem evde hem de
ziyarete gittiğimiz yerlerde daima yardıma hazır olup, hep hizmete koşmak
durumundaydık. Hele büyükler ayakta iken küçüklerin oturması çok ayıptı.
Bayramlarda, bütün aile
toplanır beraber yemek yenirdi, mezarlıklar ziyaret edilirdi ve tüm komşularla
bayramlaşılırdı. Sonra bize verilen mendillerle beraber şekerler ve harçlıklarımızı
alırdık. Bütün mahalle çocukları bir büyüğümüzle at arabasına bindirilerek
bayram yerine giderdik. Çok eğlenirdik. Ne güzel komşularımız vardı. Hepsi bizi
sahiplenirler, gerektiğinde ceza da verirlerdi.
Babam bize “Ben size haram
yedirmedim. Sakın siz de yemeyin!” derdi.
Bunların anlamını çok ilerde
anladım.
Hiçbir zaman tek taraflı
düşünmemeyi, hatayı kendimizde aramamız lâzım geldiğini, kendimize yapılmasını
istemediğimiz şeyi başkalarına da yapmamamız ve hep kendimizi başkalarının
yerine koymamız gerektiğini öğrendim.
Hata yapınca hemen özür
dilemeyi, aynı hatayı tekrar yapmamayı ve yorulmanın gençlere yakışmadığını,
hiç boş oturmamayı öğrendim.
Kalp kırmanın çok kolay, ama
kazanmanın incelik olduğunu söylerlerdi. Büyüklerin, haksız bile olsalar tenkit
edilemeyeceğini duyarak büyüdük.
Annem ve babam tüm canlılara
sevgi göstermemizi devamlı söylerlerdi.
Babam ekmeğe çok değer verirdi. Her yemekten
sonra muhakkak masanın altı da temizlenirdi, kırıntılar toplanırdı. Babam
askerde süpürge tohumu yediklerinden bahsederdi.
O zamanlar evde fırın,
buzdolabı vs. olmadığından annemin yaptığı kurabiyeleri, poğaçaları köşedeki
fırına götürmek benim işimdi. Ama bunu zevkle yapardım.
Babamın her gün erkenden
sabah ezanı ile kalktığını hatırlıyorum. Hemen çay koyardı. Çayı çok
sevdiğinden özellikle kendi demlerdi.
Annem devamlı yanan sobadan
alınan koru mangala koyar, bize ekmek kızartırdı. Bize kokusu gelince
uyanırdık. Bu kokuya kardeşim bayılırdı. Bir de annemin yıkadığı bembeyaz
çarşafların kokusu çok hoşuma giderdi.
Benim hayatta en çok
etkilendiğim kişi “cici babam” dediğim eniştemdi. Dînine çok bağlı fakat o
kadar da aydın biri olan eniştem, benim en çok sevdiğim kişiydi. Bana Kur’ân-ı
Kerim okumasını, namaz kılmasını, duaları o öğretti: “Evlâdım, her baktığın
kişiye evliya olabilir diye bak, kimseyi kendinden aşağı görme!” derdi.
Peygamberlerin, evliyaların
hayatını hep ondan öğrendim. Benim sırdaşım ve hocamdı. Onunla doğduğumdan beri
hep beraberdim ama hiç kızdığını, yüzünü bir gün bile ekşittiğini görmemiştim.
O hep mutlu, huzurlu hoşgörülü bir insandı. Herkes onu ziyarete gelir, akıl
danışır ve hürmet gösterirdi. Çocuklar da çok severdi. Mahalle camimizin imamı
da çoğunlukla ona namaz kıldırtırdı. Her sabah beni de namaza kaldırır, öyle
camiye giderdi. Onunla olmak bana çok mutluluk verirdi. Her şeyi ona
sorabiliyordum. Ben onsuz bir hayat düşünemezdim: “Cici babam yaşlı, ölürse ben
ne yaparım” diye hüzünlenirdim. Eniştemi kaybettiğimde çok büyük bir boşluk
hissettim.
Ailede ve çevrede en çok
benim dîndar olduğum söylenirdi.
Babamı da hiç hasta olup
yatarken görmedim. Çok çalışkandı ve neşeliydi. Ağzından bir kötü söz işitmedik
ve bizi hiç cezalandırmadı. Daima annemle muhataptık. Hastalığını bizden
sakladı. Ne yazık ki, onu kaybettikten sonra öğrendik.
EDEBLE İLGİLİ ÖZLÜ SÖZLER
* Edeble süslenmeyen akıl, silâhsız
kahramandır.
* Edeb, aklın dıştan görünüşüdür.
* Edeb, eline, diline ve beline sahip
olmaktır.
* Edeb, şeytanı öldüren bir silahtır.
* Edeb, en hayırlı sanattır. Hakk’a
giden yolun azığıdır.
* Edeb, olgunlaşmanın ilk şartıdır.
* Hakiki edeb, nefsi terketmektir.
* Ayıplarınızı edeble örtünüz.
* Hakiki güzellik, ilim ve edeb
güzelliğidir.
* İnsanın ziyneti, edebin tamamıdır.
* Evlâdına edeb öğretmeyen, düşmanlarını
sevindirir.
* Ruhen yükselmek, ancak edeble
mümkündür.
* Akıllı, edebi edebsizden öğrenir.
* Her şey çoğaldıkça ucuzlar. Fakat edeb
çoğaldıkça, değeri artar.
* Edeb, kendisinden yükseğini çok
görmemek, kendisinden aşağısını
da hor görmemektir.
* İlim elde etmek isteyen, edebli olsun.