MEVLÂNA’NIN
ESERLERİ ve MESNEVÎ
Hz. Mevlâna’nın
Yolu
Mevlâna
Hz.’lerinin yolu ne idi? Aşk yoluydu. Kur’ân’ın tümüydü; kısaca tasavvuftu.
Bundan 1400
sene evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile sahâbenin yaşadığı o asra “Saadet
Asrı” damgasını vurdurtan Kur’ân ahlâkının bütünüydü. Hz. Mevlâna sadece
İslâm’ı yaşadı.
Ruhlarımızı
Allahû Tealâ’ya yaşarken ulaştıracağımız hakkındaki MİSAKIMIZI, nefsimizi
tezkiye edeceğimiz hakkındaki YEMİNİMİZİ ve fizik bedenimizi şeytana değil,
Allah’a kul edeceğimiz hakkındaki AHDİMİZİ yerine getirdi.
Tasavvuf
Mevlâna’nın sözünde bir bilgi olmaktan çıktı. Bilinmiş oldu. Çünkü nefs-i
emmareden başlayıp yirmi yedinci basamaktaki ihlâsa, kalbin tamamen nurlarla
dolduğu kâmil insan olma noktasına, ahsen-i takvime ulaştı.
Tasavvufu,
Kur’ân’ın emrettiği İslâm’ı bilmeyen yaşamayanın Mevlâna’yı, dolayısıyla
Mesnevî'yi anlaması mümkün olabilir mi? Çünkü o insanı birinci basamaktan alıp
28. basamağa ulaşmasındaki evreleri, güzellikleri, nefsten kurtulmanın
yollarını, mürşid farziyetini, kalbin nurlanışını, vahiy alışını, Hakk’a olan
aşkını, hayranlığını, sevgiyi ve bu basamakları aşışını anlatır.
Şiir, Mevlâna’nın
dilinde güzelliği canlandıran bir ilham güneşi oldu. Etrafına deva ve şifa
saçtı. Kim bu pınara dudak değdirdi ise dünyası da ahireti de mamur oldu,
ışıdı, aydınlandı.
Fakat aşk
neydi? Bir gün bunu O’na sormuşlar da: "Ben
ol da bil" demiş.
Bizler O
olalım. O’nun gibi olabilir miyiz? Evet! diyor, Kur’ân-ı Kerim. Rûm Suresinin
30. âyet-i kerimesinde Yüce Rabbimiz bütün insanları hanif fıtratıyla
yarattığını söylüyor. Rûm Suresinin 31. âyeti kerimesinde ise "Müniy biyne
ileyhi" buyrularak; O’na bu fıtratla dönmemiz emrediliyor.
İşte Hz.
Mevlâna da Koca Yunus gibi tasavvufun 28 basamaklık kademelerini birer birer
aşarak Salâh’a ulaşmış, Şems’in ifadesiyle madde ve mânâ âlemlerinin sarrafı
olmuştu.
MEVLÂNA’NIN ESERLERİ – II –
Giriş:
Mevlâna’nın
ikisi manzum, üçü mensur olmak üzere toplam 5 eseri vardır. Bu eserler dönemin
edebi dili olarak kabul edilen Farsça ile kaleme alınmıştır. Eserlerin
defalarca Türkçe çevirileri ve şerhleri (açıklamaları) yapılmış, bir çok doğu ve batı dillerinde tam metin veya
seçmeler halinde yayınlanmıştır.
1) Mesnevî:
Doğu
edebiyatlarında Mesnevî; her beyti kendi arasında kafiyeli, aynı vezinle
yazılmış manzumelere verilen ortak bir isimdir. Ancak Mevlâna’nın ölümsüz eseri
yazıldıktan sonra, Mesnevî denilince; ilk olarak onun 6 ciltlik bir hazine olan
ve Mesnevî-i Şerif, Mesnevî-i Manevî gibi isimlerle anılan eserî akla gelir.
Eserin
yazılmaya başlanması da enteresandır. Bir gün Mevlâna’nın dostu ve halifesi
Çelebi Hüsameddin; Hakim Senai ve Feridüddin-i Attar’ın eserlerinin büyük
şöhret bulduğunu, insanların bu eserleri zevkle okuduklarını, Mevlâna’nın da
böyle bir eser yazması ve bu eserin hem insanlara faydalı olması, hem de Mevlâna’dan
hatıra kalması arzusunu dile getirir.
Mevlâna,
Hüsameddin Çelebi’den önce bu ilhamı almıştır; sarığının kıvrımları içinden Mesnevî’nin
ilk on sekiz beytinin yazılı olduğu kağıdı çıkarır. Çelebi’ye verir. Eserin
yazılmasına böylece başlanır.
MESNEVİ’den
İlk 18 beyit:
- Şu ney’in nasıl şikâyet etmekte
olduğunu dinle. Onun inleyişi ayrılık hikâyesidir.
- Beni kamışlıktan kestiklerinden beri
feryadımdan erkek, kadın herkes etkilenmekte ve inlemektedir.
- Kavuşma derdini açıklayabilmek için
ayrılık acılarıyla parça parça olmuş bir kalp isterim.
4. Aslından, vatanından uzaklaşmış olan kimse
orada geçirmiş olduğu zamanı tekrar arar.
5. Ben her yerde, her mecliste inledim durdum. Kötülerle de iyilerle de düşüp kalktım.
6. Herkes kendi anlayışına göre benim dostum oldu. İçimdeki sırları araştırmadı.
7. Benim sırrım feryadımdan uzak değildir. Lakin her gözde onu görecek nur, her kulakta onu işitecek kabiliyet yoktur.
8. Beden ruhtan, ruh bedenden gizli değildir. Lakin herkesin ruhu görmesine izin yoktur.
9. Şu ney’in sesi ateştir, hava değildir. Her kimde bu ateş yoksa, o kimse yok olsun.
10. Neydeki ateş ile ilahî şaraptaki kabarış, hep aşk eseridir.
11. Neu. uârinden aurılmıs olanın arkadaşıdır. Onun makam perdeleri bizim nurani ve zulmani perdelerimizi, yani kavuşmaya engel olan perdelerimizi yırtmıştır.
12. Ney gibi hem zehir, hem panzehir; hem hoş sesli, hem çekici bir şeyi kim görmüştür?
13. Ney kanlı bir yoldan bahseder, Mecnunane aşkları hikâye eder.
14. Dile kulaktan başka müşteri olmadığı gibi, maneviyatı idrak etmeye de Allah yolunda
kendinden
geçenden başka alıcı yoktur.
15. Gamlı geçen günlerimiz uzadı ve sona ermesi gecikti. O günler, mahrumiyetten ve ayrılıktan hasıl olan ateşlerle arkadaş oldu. Yani ateşlerle yanmalarla geçti.
16. Günler geçip gittiyse varsın, geçsin. Ey pak ve mübarek olan insan-ı kâmil; hemen sen var ol!
17. Balıktan başkası onun suyuna kandı. Nasipsiz olanın da rızkı gecikti.
18. Ham ruhlular, pişkin ve olgun insanların hâlinden anlamazlar. O hâlde sözü kısa kesmek gerektir vesselam.
Yaklaşık
olarak 1259-1268 tarihleri arasında yazılan Mesnevî altı ciltlik dev bir eser
olur. Beyit sayısı değişik nüshalarda farklı olmasına rağmen 25600
civarındadır.
***
Mesnevî,
Allah'a ulaşmada, tam inanış sırlarını aşmada, dîn temellerinin temelleridir.
“O, Allah'ın en
büyük fıkhıdır. Allah'ın en aydın şeriatıdır. Âlemlerin Rabbinden inmiştir:
batıl, ne önünden gelebilir ne ardından. Allah gözetir, korur Onu”. (Mesnevî Şerhi I. sayfa 3)
Mevlâna Hazretleri, bunu Mesnevî'sinde şöyle belirtmiş.
“O hekimler gıda
verir, meyve sunarlar hastaya; hayvanî can, onlarla güçlenir kuvvetlenir.
Biz ise iş
hekimleriyiz. Söz hekimleri; bize ilham veren ululuk sahibi Allah'ın ışığıdır.
Bu doktorlara
kılavuz sidiktir; bizim kılavuzumuzsa değeri yüce VAHİY'dir. Biz kimseden
tedavi ücreti, emek karşılığı birşey istemeyiz; bizim ücretimiz Hakk'tan gelir
bu da yeter bize"
Tarikatlar Ansiklopedisinin 231. sayfasında Ahmet Güner,
Mevlâna Hz.'lerinin şu sözlerine yer veriyor:
"Ben kafiye
düşünürüm; sevgili bana der ki, "Yüzümden başka hiçbir şey düşünme! Ey
benim kafiye düşünenim, rahatça otur, benim yanımda devlet kafiyesi sensin.
Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin. Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı.
Harfi, sesi, sözü birbirine vurup paramparça edeyim de seninle bu üçü
olmaksızın konuşayım."
Mevlâna Hz.'leri dermansızlıktan yazı yazamadığı için Mesnevî,
Hüsameddin Çelebi tarafından ele alındı. Eser tamamlandığında Mevlâna Hz.'leri
ömrünün son günlerini yaşayan bir insandı.
2) Divan-ı
Kebir
Doğu
edebiyatlarındaki bütün şairler divanlarını oluşturan şiirleri kafiyelere göre
alfabetik sırada düzenlerler. Ancak Mevlâna’nın 40.000 beyite yaklaşan
şiirleri, önce aruz veznindeki, benzer vezinlerin oluşturduğu bahir denilen
gruplara göre ayrıldıktan sonra alfabetik düzenlemeye tabi tutulmuş, neticede
ortaya 21 divandan oluşan dev bir eser çıkmıştır. Bu yüzden esere büyük divan
anlamında Divan-ı Kebir denilir.
Divan-ı
Kebir; Mevlâna’nın kaside, gazel, rubai ve diğer şiirlerini içine alır.
Bu arada
Mevlânâ, basit; fakat düşündürücü ve bilhassa buluş kabiliyetini gösteren
deliller getirir, örnekler verir, anlatmak istediği şeyi apaçık bir hâle koyar,
hatta gülünç hikayeler bile söylemekten çekinmez. Zaten Divan’ındaki bir gazelinde;
“Benim gülünç şeyler söylemem, gülünç şeyler
söylemiş olmak, eğlenmek, eğlendirmek için değil; öğretmek, halkı neşelendirip
anlatmak istediğimi anlatmak içindir.” der.
3) Fihî Mafih
Fihî Mafih;
‘onun içindeki içindedir’ veya ‘içinde içindekiler vardır’ anlamına gelir. Bu
eser Mevlâna’nın çeşitli meclislerdeki sohbetlerinin, oğlu Sultan Veled ya da
müritlerinden biri tarafından notlar halinde yazılması, bu notların da sonradan
bir araya getirilmesiyle meydana gelmiştir.
Altmışbir
bölümden oluşan Fihi Mafih’te Mevlâna’nın tasavvufi düşünceleri ile şiir
telakkisi, dünya, ahiret, velî, nebî, mürşid, mürid, cennet, cehennem, insan,
dîn, iman, aşk, irade, sema ve ibadet gibi konular ele alınmıştır.
Mevlâna Fihî Mafih adlı eserinde şöyle belirtir:
Hz. İsa çok gülerdi, Hz.Yahya çok ağlardı. Hz. Yahya Hz.
İsa'ya;
- Sen
Allah'ın ince hilelerinden güven içinde bulunduğun için mi böyle gülüyorsun?
Deyince
Hz. İsa:
- Sen
de Allah'ın ince, lâtif ve garip LÜTÛF'larından haberin olmadığı için mi bu
kadar ağlıyorsun? dedi.
Allah dostu bir kişi bu konuşmaya şahit oldu. Allah'a
sordu:
- Bu
ikisinden hangisinin makamı yücedir?
El-cevap:
- BANA
İYİ NİYET BESLEYEN DAHA ÜSTÜNDÜR.
4) Mecalis-i
Seb’a
“Yedi Meclis”
anlamında Mevlâna’nın yedi vaazından oluşan bir eserdir. Vaaz sırasında not
edilerek, Sultan Veled veya Çelebi Hüsameddin tarafından yazıya geçirilip,
kitap haline getirilmiştir. Eserde her vaaz bir meclis olarak ele alınmış; her
mecliste bir hadîs konu edilmiş, halkın anlayabileceği örneklerle ve halk
hikayeleriyle o hadîs açıklanmıştır.
5) Mektubat
İnsanlara
rehber olma niteliği taşıyan aydınlar, kaleme aldıkları her eserle, her yazıyla
bu görevlerini sürdürürler. Bu yüzden İslâm edebiyatlarında büyüklerin
mektuplarının bir araya getirilmesi ve bir eser halinde toplanması gelenektir. Mevlâna’nın
Mektubat’ı bu türden, devrinde çeşitli kimselere yazdığı 147 mektuptan oluşur.
Mevlâna,
diğer eserlerinde olduğu gibi; mektuplarını da âyet, hadîs, hikaye ve şiirlerle
süsler.
Şems-i
Tebrîzî’nin Eseri: Makalât
Bugünün
diliyle ‘Konuşmalar’ diye
adlandırdığımız bu kitabın aslı, Farsça ve Arapça ile karışık, onüçüncü yüzyılda
yazılmış çok çetin ve arkaik pasajlar ve deyimlerle dolu bir elyazmasıdır.
Eser, çok önemli ve şaşırtıcı tasavvuf konularını içine aldığı gibi, o çağın
belli başlı şahsiyetlerini, zamanın kültür ve bilim hareketlerini yansıtması,
hele Mevlânâ Celâleddin'in karanlıkta kalmış olan bazı yönlerini aydınlatması
bakımından da bir hazine değerindedir.
***
O’nun kendi
beyitlerinde, Mesnevî'de biraz gezinelim.
* Mevlâna, yaşarken ruhu Allah’a ulaştırma misakını şu kısacık cümle
içinde ne güzel belirtir:
Mevlâna’ya yolunuz nedir? diye sormuşlar. Mevlâna:
“Ölmek geçer, akçayı göğe iletmek. Yüce Allah, varlık âlemini yokluktan meydana getirmiştir. Öyleyse, senin de yok olman gerek ki, senden de bir şey meydana gelsin”
* Nefsin tezkiye edilmesinde ise:
“Bağı çöz, hür ol ey oğul. Ney gibi kendi varlığından boşalırsan, şeker kamışı gibi şekerle dopdolu bir hale gelirsin”
* diyen Mevlâna bunun kolay olmadığını da belirtir:
“Şunu bil ki safları yaran aslanla savaşmak kolaydır.
Aslan o'dur ki nefsini alt eder.
İmanını yenile; ama dille söyleyerek değil.
A gizlice dileğini yenileyen kişi.
Dile uyup yenilendikçe, iman yenilenemez;
Çünkü nefsin dileğine uyuş, o kapının
kilididir ancak,
Ruhuna dokunamamış sözü te'vil etmişsin.
Kur’ân-ı değil, kendini tevil et.
Kendi hevana uyuyor ve Kur'ân-ı te'vil
ediyorsun.
Yüce anlam senin yüzünden alçalıyor,
eğriliyor.”
* sözleriyle bugün de olduğu gibi mürşid önünde söylenmemiş bir
kelime-i tevhidin kişiyi iman sahibi etmediğini açıkça vurgular ve Mürşid
farzdır. Hem de farz-ı âyin.
"Eğer şeyhsiz kalsaydım, yolda
kalırdım. Şeyhi olmayanın dîni de yoktur.”
(Ariflerin
Menkıbeleri cilt L, syf. 489.)
“Hakikati görenin huzurunda susmak sana
faydalıdır. Bundan dolayı Kur'ân-ı Kerim'de "Susunuz!" emri varit
oldu, O halde git, itaat etmek üzere bir şeyhin, bir üstadın emri gölgesinde
sus.”
(Mesnevî
Şerhi cilt 4, syf. 784.)
“Nefsi pîrin gölgesinden başka hiç bir şey
öldüremez;
O nefs öldürenin eteğine sımsıkı tutun.
O'nu sımsıkı tuttun mu, bu O'nun başarı
bağışlamasıdır. Sana ne güç kuvvet gelirse, O'nun çekişinden gelir.”
“Attığın vakit sen atmadın’ı” iyi bil;
Can ne ekerse o canında canındandır.
El tutan, yük yüklenen odur. Soluktan soluğa
o soluğu O'ndan um.”
* Herhangi bir mürşide Hacet Namazı kılınmadan gidilebilir mi? Elbette ki Mevlânamız bunun da uyarısını yapar.
"İnsan yüzlü pek çok iblis vardır.
Öyleyse her ele el vermemek gerek.
Çünkü avcı da ıslık çalar, kuşun ötüşünü
taklid eder; o kuş tutan böylece kuşları kandırmak ister.
Aşağılık kişi de dervişlerin sözlerini çalar
da bir bön kişiye o afsunu okuyup üfürerek kandırmak ister."
* Kişi Hacet Namazını kılarak mürşidini gördüğünde onun önünde bir
tövbe olayı vardı ki Mevlâna Hz.leri bu tövbeyi yaptırdığını bakınız ne kadar
açık olarak ifade eder:
"Madem ki Allah'ın eli onların
ellerinin üstündedir."
Bir olan Allah, bizim elimize benim elim
demiştir. Öyleyse benim elim pek uzun, yedinci kat göğü bile aşmış."
* Ancak bu tövbeden sonra, Mücadele Suresinin 22. âyet-i kerimesiyle
"Ve ketebe fiy kulubihim İmane.” Kalplere imân yazılıyor. Nur Suresinin
21. âyet-i kerimesindeki fazilet ve rahmet isimli nurlar kalbine inerek nefs
tezkiyesini başlatıyordu. Yolun başında iken;
“Aşk delidir, biz delinin delisiyiz. Nefs-i
emmaredir. Biz emmarenin emaresiyiz”
* diyen Mevlâna Hz.leri mürşidi Şems'in önünde yaptığı tövbeyi
günahlarının sevaba çevrilişini ise şöyle dile getirir:
“Suçlarım tamamiyle ibadet oldu şükürler
olsun.
Alay geçti gitti, gerçek ispat edildi
şükürler olsun.
Suçlarım Hakk'a vesile kesildi; artık kınama,
yerme suçlarım benim.”
* Ayrıca, Mevlâna kendisini yolda kalmaktan kurtardığı
içindir ki mürşide itaati Allah'a itaat sayar. Mesnevî’de bunu şöyle dile
getirir:
“Şeyhin hükmünü tereddüt etmeden kabul etmeli
ona itaati Allah ve resulüne itaat, muhalefeti de Allah ve resulüne muhalefet
bilmelidir.”
* Mevlâna, müridin manevî midesi olan aklını ve gönlünü
hakiki şeyhin sohbetinden gıdalandırması gerektiğini Mesnevî'de şöyle belirtir:
“ Mideni şu ottan (yavan sözlerden) vazgeçir.
Reyhan ve gül yemeye başla. Ot ve arpa yiyen kurban olur. NUR'a ULAŞMIŞ ŞEYH,
insana yol bildirir, sözünü nurla yoldaş eder. Çalış, çabala da NUR'a ulaş,
sözünden Allah nuru aksın.”
* Ve Vel-Asr Suresinde bildirilen insanı sıfırdan alıp kâmil insan
yapan 28. basamağa ulaşma… Daîmi zikir, nefsin kalbinin nurlarla doluşu ve tüm
sırların kendine açılışı…
“ Sen insan huylarından öldün mü, sırlar
denizi seni başının üzerinde taşır.”
* İşte
Mevlâna’nın ‘insan huylarından ölmesi’ yani,; nefsini nasıl tezkiye ve tasfiye
ettiğinin sırrını da şu menkıbeler verir:
Mevlâna
Hz.lerine sorarlar:
- Siz
Efendimizin zikri nedir? Bunun üzerine Mevlâna: “Bizim zikrimiz (Allah, Allah,
Allah...dır. Çünkü biz Allah’a aidiz. Allah’tan geliyor ve Allah’a gidiyoruz.”
buyurur.
Oğlu
Bahaaddin Veled ise şöyle söyler:
- Babam daima Allah’tan işitiyor ve Allah’tan söylüyordu.
Allah’ı zikredi-ci idi. Çünkü Allah, peygamberlerin ve velîlerin hepsine hususî
bir isimle tecelli etmiştir. Biz Muhammed’e ait olanların tecellisi ise
“Allah!” ismi iledir. Çünkü o hepsine camîdir. (A.Menkıbeleri cilt I
syf.274.)
Bir gece
babam namazla meşguldü. Ben onun yanma oturmuştum. Babam kıyam halinde: “Allah,
Allah...” diyordu. Biraz sonra mübarek ağzının açık kaldığını ve dudağının
oynamadığını gördüm. Fakat göğsünden yine “Allah, Allah...” sesi geliyordu.
(A.
Menkıbeleri cilt I syf 341.)
* Ve Mevlâna Hz.leri 13. asırdan günümüze bize Hakk'ın sesini
ulaştıracak kişilerin varlığını da şöyle müjdeler:
“Her devirde peygamber yerine bir eren
vardır. Kıyamete dek bu böyle sürer gider.
Kimin huyu güzelse kurtuldu; kimin gönlü
sırçaysa kırıldı gitti.
Şu halde diri olan; her solukta işte güçte
bulunan imam.
O erendir; ister Ömer soyundan olsun, ister
Ali soyundan.
A yol arayan, MEHDİ de O'dur. HÂDÎ de O.
Hem gizlidir, hem de yüzüne karşı oturup
durur O.
O ışık gibidir; akıl Cebrailidir.
O'nun ondan aşağı derecede bulunan ereni de
(vezirleri de) kandilidir O'nun.
Bu kandilden aşağı derecede bulunan eren de
kandilliğimiz bizim.
Işığın mertebe bakımından dereceleri var.
Çünkü Allah'ın ışığının yediyüz perdesi
vardır; ışık perdelerini bu kadar kat bil.
Her perdenin ardında bir toplum var. Bunlar
imama dek saf safür.
En sondaki safta bulunanların gözleri,
zayıflık yüzünden ön saftakilerin ışığına dayanamaz.
Ön saftakilere yaşayış kesilen o aydınlık,
bu şaşıya can zahmetidir, sınamadır.
Fakat şaşılık azar azar azalır yediyüz
perdeyi aştı mı deniz kesilir gider.
Bir damla bir ummanı... Bir yok, bir varı
nasıl anlatabilir?
************
Mevlâna ile Kıssadan
Hisseler:
Hz. Mevlâna bir gün dostlarıyla birlikte şehir dışında
dolaşıyordu. Bir harabe önünden geçerken orada sarmaş dolaş uyuyan birkaç köpek
gördüler. Dervişlerden biri dedi ki, - “Şunlara bakın, aralarında ne güzel de
dirlik, birlik ve beraberlik kurmuşlar, nasılda kucak kucağa uyuyorlar..”
Hz. Mevlâna’nın bunun üzerine söyledikleri dünya
kanunlarının belki de en müthişini dile getiriyordu:
- Sen, derviş, bunlar arasındaki dirlik ve birliğin ne
kadar değeri olduğunu anlamak istiyorsan, ortalarına bir leş veya bir miktar
ciğer at, o zaman bu dostluğun nasıl olduğunu görürsün. Dünya malına tapanların
aralarındaki dostluk böyledir. Aralarında bir çıkar ve karşılık olmadıkça
birbirlerinin dostudurlar. Araya dünyalık bir şey girince nice yıllık namus ve
şereflerini havaya verirler ve aralarındaki bütün hukuku unuturlar. İşte
bunların birleşmesinin gerçekte bir kıymeti yoktur.
Hz. Mevlâna’nın bu eşsiz tesbiti, Kur’ân’da, beraberlikleri
bazı çıkarlara dayanan dünya perestlerin durumu Haşr Suresi 14. âyet-i kerime
ile anlatılmaktadır:
59/HAŞR-14:
Onlar, korunmuş şehir içinde veya duvarlar arkasında (surlar içinde) olmadıkça, sizinle toplu olarak savaşamazlar. Onların kendi aralarındaki çarpışmaları şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın, (oysa) onların kalpleri dağınıktır. Bu, onların akıl etmez bir kavim olmaları sebebiyledir.
Onlar, korunmuş şehir içinde veya duvarlar arkasında (surlar içinde) olmadıkça, sizinle toplu olarak savaşamazlar. Onların kendi aralarındaki çarpışmaları şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın, (oysa) onların kalpleri dağınıktır. Bu, onların akıl etmez bir kavim olmaları sebebiyledir.
Mevlâna ve Kur’ân-ı Kerim âyetleri, dünya düzeyinde, nefsleriyle
ahenk içinde olan insanların, her ne kadar dost görünseler de, menfaatlerine
ters düşecek küçük bir olayın, görüntüde var olan dostluğu, düşmanlığa ve çıkar
çatışmasına çevirmesinin ne kadar acı olduğunu göstermektedir. Bu küçücük olay
bunu ne güze! anlatıyor. En ideal değerleri sergileyen bir şeklin arkasında en
sefil niyetlerin saklanabileceğini unutmamak gerek.
***
Kılıç kendini kesmez:
Mevlâna Celaleddin,
Tebrizli Şems’in aşkından o kadar ağladı ki; gözleri rahatsızlandı ve hiçbir
ilaç fayda vermedi. O günlerde Mevlâna’nın öğrencilerinden birinin oğlu göz
hastalığına yakalanmıştı. Oğlunu Mevlâna’ya getirip şifa bulmak istedi. Çocuk Mevlâna’nın
hasta gözlerini görünce; içinden şüphe ile;
“Kendi derdine çare bulamayan, kimse başkasının derdine çare nasıl bulur
diye?” geçirdi.
Mevlâna,
delikanlıya; “Bana biraz daha yaklaş, gözlerime bak.” Dedi. Çocuk bakamaz. Mevlâna
çocuğa; “Oğul! Kılıç kendini kesmez, fakat kendinden başka her yerde
‘Zülfikarlık’ yapar. Hakk’ın adeti ve yasası budur.” Der.
***
Konya
çarşısında Zerkubi’nin dükkanı; Mevlâna’nın ve aşıklarının toplantı yeriydi.
Yine bir gün dostlar Mevlâna’yı dinliyorlardı. Birden bir adam ağlayarak, Mevlâna’nın
ayaklarına kapanıp; “Sultanım! Yedi yaşında bir çocuğum var. Kayıp ve
bulamıyorum. Himmet et, kerem et.” Dedi. Mevlâna hiçbir cevap vermiyor, sadece
düşünüyordu. Sonra gözlerini etrafındaki kalabalığın üzerinde gezdirdi.
“Tuhaf şey! Çok tuhaf şey! Bütün varlıklar
Allah’ı kaybetmişler, onu hiç aramıyorlar, onun için bir istekte
bulunmuyorlar. Ne göğüslerini ve ne de
başlarını dövüyorlar. Sende kendi çocuğunun hasreti ile harap oluyorsun? Neden
bir an Hakk’ı aramıyor ve ondan imdat istemiyorsun ki; kaybolmuş Yusuf’unu
Yakup gibi bulasın?” dedi.
***
İki dost vardı.
Birbirlerini çok seviyorlardı. Bu dünya dostluklarıydı. Bir gün hiç yüzünden
araları bozuldu ve kimse onları uzlaştırıp, barıştıramadı. Mevlâna şöyle dedi:
“İki türlü insan vardır: Toprak gibi donmuş
ve ağırlığı yüzünden hareketsiz kalmış insanlar. Bir de su gibi akan ve
harekette olanlar. Bu akan su toprak üzerinden aktığı zaman toprakla olan
komşuluğu sayesinde , binlerce gül bahçesi yeşertir.”
Yani; iki dargın
dosttan, birinin toprak birinin su gibi olması ve su gibi aziz olanın, toprak
gibi ağır ve sert olana akarak onu yeşertmesi ve barış çiçekleri, vefa ve neşe
güllerini açtırması gereklidir.
Mevlâna şöyle
devam eder: “ Bana bak! Nurettin kardeşin
toprak hükmünü aldı, yerinden kımıldamıyor. Seninle barışmıyor. Öyleyse sen su
niteliğini al, kerem et, onun tarafına git de, dostlarının içi rahat etsin.”
***
Konya’da Mecdeddini
Cendi isimli bir imam Mevlâna’ya inanmaz, ondan nefret eder ve onu her fırsatta
yalanlamak ister. Bir mecliste konuşulup, ‘Az sonra meclise Mevlâna’nın da
geleceği söylenir. Mecdeddini; “Bugün Mevlâna ne söylerse karşı geleceğim ve
kabul etmeyeceğim.” der. Az sonra kapı açılır ve Mevlâna içeri girer. “La İlâhe
İllallah ve Muhammeden Resûlullah.” Der. Duyanların hepsi feryat eder. Bu söz
nasıl inkar edilebilirdi. Mecdeddin Mevlâna’ dan öyle bir cevap almıştır ki;
imana gelir, secde eder ve onun müridi olur.
***
Mevlâna, bütün
suçların yıkanıp arındığı, bütün günahların temizlendiği bir af ve anlayış
kapısıdır. Bir gün Mevlâna’ya: “Filan kimse, hiç günah işlememişti.” demişler
de esefle dudak bükmüş; “Keşke işleseydi de, sonra pişman olsaydı.” demiş.
Kıssadan Hisseler:
Fakir çoban, kırlarda koyunları ile dolaşırken çevreyi
inceliyor ve her gördüğü bitkide, hayvanda Allah’ı hissediyordu. Öylesine
Allah’ı SEVİYORDU ki, O’na HİZMET etmek istiyordu.
Çok fakirdi, üstündeki giyeceklerden başka hiçbir şeyi
yoktu. Herkesten uzak dağlarda yaşadığı için, başka bir yaşam tarzı olduğunu da
düşünemiyordu. Herkesi kendi gibi zannediyordu. ALLAH’I da. Aklına Allah’ın
elbiselerini yıkayıp, saçlarındaki bitleri kırmak geldi!.. Başladı Allah’la
konuşmaya;
- Ey Allah'ım! Ne olur bana elbiselerini ver yıkayayım...
Getir saçlarındaki bitleri kırayım...
O sırada
bu konuşmayı oradan geçmekte olan Hz. Musa duydu. Fakir çobanı uyardı;
- Ey çoban! Hiç Allah’ın elbisesi, saçları olur mu? Ne
biçim konuşuyorsun sen?
Çoban
mahçup, sustu... Hz. Musa da ilerledi. Tam yola koyulmuştu ki, Allah’tan gelen
bir vahiyle durakladı:
-
EY MUSA!.. ARAMIZDAN
ÇIKSANA! NE GÜZEL KONUŞUYORDUK ÇOBANLA...
***
Bir padişah
vardı. Devlet büyüklerini bir araya topladı ve vezirine çok değerli bir taş
gösterip onu kırmasını söyledi. O da taşın çok değerli olduğunu ve
kıramayacağını söyledi. Padişah da vezirine ‘aferin’ deyip, onu paraya boğdu.
Halk tüm olanları duydu.
Birkaç gün
sonra halktan birini çağırıp ona da taşı kırmasını söyledi. O vatandaş da
önceden olanları bildiğinden taşı kırmadı. Padişah onu da paraya boğdu. Sonra
Eyaz isminde bir kişiyi çağırdı. Eyaz aldı ve değerli taşı acımadan kırdı.
Padişah şaşkın vaziyette: “Sen neden kırmamazlık etmedin öncekiler gibi? Eğer
öyle yapsaydın seni de mala paraya boğardım.” dedi. Bunun üzerine Eyaz: “Ben
yüzümü Allah’tan ayırıp da müşrik gibi taşa mala yüz tutmam” dedi. “Aman ha
sizler de mala yüz vermeyin. Zira mal mülk bez gibi, hırs ise yara. Eğer bir
eşeğin yarasına bez bağlarsanız o bez yapışır, çekerken eşek tekme atar. Kimin
hırsı fazlaysa yarası da fazladır.”
Mevlâna da bu konuda şöyle der: “Ekmek için kendimde hırs görseydim karnımı,
deşerdim.”
MESNEVİ’den
Diğer Beyitler:
* Göklerin kadehine uzanabilen el, yeryüzünün kadehine tenezzül eder
mi?
Bir dilenci
gibi her kapıyı çalma, her kapıya başvurma. Sen üstün bir varlıksın. Güçlüsün,
elin göklerin kapısına ulaşabilir. Sen o kapıyı, göklerin kapısını çal.
Gökyüzünün, ötelerin aşk kadehi, seni ne hale getirdi, mest ettiyse, kendinden
geçebildinse, şu dünyadan, şu fani alemden de vazgeç, düşünme.
***
* Bizim mest olmamız için şaraba ihtiyacımız yoktur. Meclisimizin
renklenmesi için çenk ve rebab da istemeyiz. Biz gönül alıcı bir güzelin yüzünü
görmeden, hoş sesli çalgıyı dinlemeden, sakinin elinden yeryüzü şarabı içmeden
mest olmuşuz, kendimizden geçmişiz.
***
Cenabı Hak; “Ey
kulum! Sen nerede olursan ol, Ben seninle beraberim.” diyor.
* Mevlâna diyor
ki; “Şunu anladık ki; biz görünen şu
tenden, bedenden ibaret değiliz. Biz görünen bedenin ötesinde Allah ile beraber
yaşıyoruz.”
Hz. Ali diyor
ki; “Sen kendini küçük bir varlık sanıyorsun. Oysa ki; sen büyük bir âlimsin.
Biz burada kaç kişiyiz? Her birimiz burada birer âlemiz.”
* Mevlâna da; “Sen
şu bedeninden gelen sesi, orada çalışanların sesini duyuyor musun? Duysan, sen büyük
bir şehirsin. Hayır! Binlerce büyük şehirsin.” diyor.
***
Her
gün bir yerden göçmek ne iyi.
Her
gün bir yere konmak ne güzel.
Bulanmadan,
donmadan akmak ne hoş.
Dünle
beraber gitti, cancağızım,
Ne
kadar söz varsa düne ait.
Şimdi
yeni şeyler söylemek lazım.
Kul
ol da yeryüzünde at gibi hür yürü,
Cenaze gibi omuzda götürmesinler seni.
Yükleme,
kendin yüklen,
Baş
olmayı az iste,
Yoksulluk
daha iyi
***
Evrenin en
değerli varlığı olan insan; üzerindeki Allah’ın tecellisi ile O’nun aynasıdır.
Bu nedenle aynayı temiz tutmakla, kirden pastan arındırmakla sorumluyuz.
Birbirimizin aynasını da kirletmemekle, temiz tutmakla sorumluyuz.
Ey
can, sakın aynaya hoh deme.
Ona
ziyan verip buğulandırma
Yani
birbirimizi incitmemek, başkalarını kötüleyip, üzerlerine kara çalmamak,
herkesi sevip saymak, öfkelenmemek, sabırlı olmak, insanların kötü yanlarını
değil iyi yanlarını öne çıkarmak, onları yüceltmek ve alçak gönüllü olmak…
Eğer onda kendi çirkinliğini görüyorsan,
aynaya kızma
Sen görüş sahibi ol da dikeni de gül gör.
Dikensiz gülü herkes görür.
Sen mekan alemindesin , aslın ise
mekansızlık alemin de.
Bu dükkanı kapat da o dükkanı aç
Fazla şey
isteme ve kimseden daha fazla olma,
Merhem ve mum
gibi ol, iğne gibi olma
Eğer fenalık
görmek istemiyorsan,
Kötüleyici,
kötülük öğretici, kötü düşünceli olma.
***
Mesnevî’den Hikayeler
Mevlâna’nın Mesnevî’sinin
içinde toplumsal, felsefî, ahlakî, dînî ve aşk ile ilgili binlerce ibret verici
hikâye bulunmaktadır. Mesnevî; hem hayalî hem de realist hikayeler içerir. İnsanlar
arasında olduğu kadar hayvanlar arasında da geçen olaylarla da mesajlar veren bir
eserdir.
Onun hikâyeleri günümüzde de bize ibret olmaya devam
ediyor.
Mevlâna’nın “fil” hikâyesi, kör, sağır ve dilsizlerin
durumunu ne güzel anlatıyor.
Fil:
Fillerinden çok gururlanan Hintliler, hayatlarında hiç fil
görmemiş olan bir grup insana fil göstermek istediler.
Fili karanlık bir ahıra koydular, görmek isteyenleri
çağırdılar. Bir sürü insan küçük ahıra doluştu. Ama ahır öyle karanlıktı ki,
kimse doğru dürüst bir şey göremiyordu.
Bu yüzden insanlar ellerini filin orasına burasına sürmeye, dokunarak tanımaya çalıştılar.
Bu yüzden insanlar ellerini filin orasına burasına sürmeye, dokunarak tanımaya çalıştılar.
Dışarı çıkanlar da fil hakkında öğrendiklerini anlattılar.
Biri, filin hortumuna dokunmuştu. “Bu fil dedikleri, kocaman bir hortuma benziyor.”
diye anlattı. Birisi filin kulağına dokunmuştu. “Fil, yelpaze gibi bir hayvan.”
dedi.
Bir başkası sadece bacağına ulaşabilmişti. “Kalın bir
direk.” Dedi
Aralarında biri daha meraklı çıkmış, filin gövdesinin büyük
bir bölümünde elini dolaştırmıştı. “Büyük bir kayaya benziyor.” dedi.
Mevlâna hikâyeyi şöyle bitiriyor. “Herkes filin neresine
dokunduysa fili öyle bir şey olarak anlattı. Ama ellerinde onlara kılavuzluk
edecek bir ışık olsaydı, filin bütününü görebilir, doğru bilgi sahibi
olabilirlerdi.”
Tüccar ile Papağanı:
Bir tüccarın,
kafese kapattığı çok güzel bir papağanı vardı. Bir gün Hindistan’a gitmesi icap
etti. Herkesten ne istediğini sordu. Sıra papağana gelince, dedi ki: “Oradaki
papağanlara söyle, siz serbestçe gezip dolaşırken, benim kafeslerde kapalı
olmam, doğru mudur? Bir sabah vakti beni de hatırlayın da, birazcık mutlu
olayım…”
Tüccar,
Hindistan’a vardı. Gördüğü papağanlara kendisini tanıtarak, papağanının
söylediklerini nakletti. Ancak, sözü biter bitmez, papağanlardan biri anında
düşüp öldü…
Tüccar, memleketine döndü. Olanları kendi papağanına da anlattı. Papağan da kafesin içinde önce titredi, sonra hareketsiz kalıp öldü. Tüccar çok üzüldü. Kafesi açıp, ölü papağanı alıp pencerenin kenarına bıraktı. Bırakır bırakmaz, papağan canlanıp uçtu. Tüccara da dedi ki:
“O Hindistan’daki papağan, selamımı alınca, ölmüş gibi yaptı.
Tüccar, memleketine döndü. Olanları kendi papağanına da anlattı. Papağan da kafesin içinde önce titredi, sonra hareketsiz kalıp öldü. Tüccar çok üzüldü. Kafesi açıp, ölü papağanı alıp pencerenin kenarına bıraktı. Bırakır bırakmaz, papağan canlanıp uçtu. Tüccara da dedi ki:
“O Hindistan’daki papağan, selamımı alınca, ölmüş gibi yaptı.
Yani bana dedi ki, ‘Kafesten kurtulmak istiyorsan, öl’ Ben de onun dediğini yaparak
kurtuldum.”
Serçe’nin Avcı’ya Verdiği Öğüt:
Bir gün,
avcının biri, bir serçeyi yakalar. Serçe ona der ki: “Benim bir lokma etimden
ne olacak ki? Sen beni serbest bırak, ben de sana hayatta her zaman gerekli
olacak, üç tane öğüt vereyim.” Avcının aklı yatar ve kuşu serbest bırakır. Kuş
uçup yüksekçe bir dala konduktan sonra başlar: “Olmayacak şeye, kim söylerse
söylesin, inanma,” bu birinci öğüdüdür.
İkinci Öğüt: “Geçmiş
gitmiş şeyler için üzülme; bir şey senden gittikten sonra, onun özlemini
çekme,” dedikten sonra, “Benim karnımda on dirhem inci vardı, beni
bırakınca, inciden oldun” diye devam etti. Bunu duyan avcı başladı, “ah aptal
kafam” diyerek dövünmeye.
Kuş bunun üzerine, “Hani geçmiş gitmiş şeyler
için üzülmeyecektin…” der.
Avcı “haklısın” deyip, Üçüncü
Öğüdü de vermesini ister. Lakin kuş, “Diğer öğütlerimi tuttun mu ki, üçüncüsünü
de tutasın” diyerek uçup gider.
Uykuya dalmış, bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum
saçmaktır. Aptallık ve bilgisizlik yırtığı, yama kabul etmez.
Hırsız:
Bir gün
hırsızın biri, bir bahçeye girip, meyve ağacının üstüne çıktı. Bir yandan
yiyor, bir yandan da yerlere döküyordu. Bahçe sahibi bu durumu görünce: “Behey
Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz, bu ne densizliktir” diye seslendi. Hırsız,
büyük bir pişkinlikle: “Ne bağırıyorsun, bahçe Allah’ın, meyve Allah’ın, sana
ne oluyor?” dedi. Mal sahibi, “öyle mi?” diye kafasını salladı. Sonra da
adamlarına, hırsızı falakaya yatırmalarını söyledi. Hırsız sopayı yedikçe:
“Yapmayın, etmeyin. Allah’tan korkun” diye yalvarmaya başlayınca, bahçe sahibi:
“Ne bağırıp duruyorsun? Sopa Allah’ın sopası, vuran da Allah’ın kulu…”
Namazda Konuşan Hintliler:
Dört Hintli
birlikte namaza durmuşlardı. Biri, namazda iken, müezzine sordu: “Ezan okundu
mu?” Yanında ki atıldı: “Ezan okunmasa idi, şimdi namazda olur muyduk?”
Üçüncüsü, “konuştuğunuz için namazınız bozuldu, susun” dedi. Dördüncüsü de:
“Şükürler olsun ki, ben boşu boşuna konuşup da namazımı bozmadım” dedi. Ancak
şurası kesin ki, dördünün de namazı bozulmuştu.
Ne mutlu o kişiye ki, kendi ayıbını görür;
kim birinin ayıbını görürse, o ayıbı kendisinde bulur. Sende o ayıp yoksa da,
yine emin olma; çünkü o ayıbı bir gün sen de yapabilirsin; o ayıp seni de
bulur.
Aslan’ın Payı:
Aslan, kurt ve
tilki ormanda avlanıyorlardı. Akşama kadar bir öküz, bir keçi, bir de tavşan
avladılar. Sıra bölüşmeye gelmişti. Aslan, Kurt’a pay etmesini söyledi. Kurt,
öküzü aslana, keçiyi kendisine, tavşanı da tilkiye verdi. Aslan buna
sinirlenerek, bir pençede kurdu yere serdi. Sonra da, tilkiye aynı işlemi
yapmasını söyledi. Tilki, “Ey büyük sultan, pay etmek ne haddime. Şu küçük
tavşan sabah kahvaltınız, keçi öğlen yemeğiniz, öküz de akşam yemeğiniz
olmalıdır” deyince, aslanın ağzı kulaklarına vararak tilkiye sordu: “Bu kadar
adaletli paylaşımı nereden öğrendiniz?” Tilki: “Şu haddini bilmez kurdun
halinden” diyerek cevap verdi…
Akıllı o kişidir ki, dostlarının başına
gelenlerden ders alır.
****
Çok eski
zamanlarda bir padişah vardı. En son aldığı cariyeye aşık olmuştu. Ancak, gel
gelelim cariye hastalanmasın mı? Bütün hekimler seferber olup, “Kolay,
hallederiz” dediler. Hiçbiri “Allah isterse” demediği için, cariye bir türlü
iyileşmedi. Bilakis günden güne, hastalığı daha da arttı.
Padişah
hekimlerin başarısızlıklarını görünce, ağlayarak Allah’a yalvarmaya başladı:
“Yarabbim, sen varken tuttuk bir ölümlü cariyeye gönül verdik. Hastalandı,
medeti Senden değil, hekimlerden bekledik, bağışla beni…”
Bu yalvarma,
Allah’a hoş geldi. Gece padişah uyurken, rüyasında aksakallı bir ihtiyar
göründü ve “Yarın yanına bir garip kişi gelecek. Bu ki o bizdendir. Hastanı
iyileştirecek.” dedi.
Ertesi gün, beklenen kişi gelince, padişah herkesten önce koşup, kapıyı açtı. İzzet, ikramda bulundu. Sonra, kişi hastayı muayene etti. Anladı ki, kızın derdi, gönül derdidir. Bulmak için, kızın nabzını tutup, hayat hikâyesini anlattırmaya başladı. Niyeti, hangi isim geçtiğinde, kızın nabzının atışı artıyorsa, böylelikle sevdiği kişiyi öğrenmekti. Kız anlattı, hekim dinledi. Amaç, kişiyi öğrenmekti. Kız anlattı, hekim dinledi. Ta ki, Semerkand’a gelinceye kadar. Sonunda, kızın Semerkand’lı bir kuyumcuya aşık olduğunu öğrendi. Kızı muayene eden hekim, kızı bu üzüntüden kurtarmak için, kuyumcuyu bulmaya karar verdi. Yalnız, kızdan bundan sonra neşelenip gülmesini, padişaha da bir şey söylememesini tembih etti. Sonra da padişahın huzuruna çıkıp, “Kızın iyileşmesi için, bu kuyumcunun bulunması gerekir” dedi.
Ertesi gün, beklenen kişi gelince, padişah herkesten önce koşup, kapıyı açtı. İzzet, ikramda bulundu. Sonra, kişi hastayı muayene etti. Anladı ki, kızın derdi, gönül derdidir. Bulmak için, kızın nabzını tutup, hayat hikâyesini anlattırmaya başladı. Niyeti, hangi isim geçtiğinde, kızın nabzının atışı artıyorsa, böylelikle sevdiği kişiyi öğrenmekti. Kız anlattı, hekim dinledi. Amaç, kişiyi öğrenmekti. Kız anlattı, hekim dinledi. Ta ki, Semerkand’a gelinceye kadar. Sonunda, kızın Semerkand’lı bir kuyumcuya aşık olduğunu öğrendi. Kızı muayene eden hekim, kızı bu üzüntüden kurtarmak için, kuyumcuyu bulmaya karar verdi. Yalnız, kızdan bundan sonra neşelenip gülmesini, padişaha da bir şey söylememesini tembih etti. Sonra da padişahın huzuruna çıkıp, “Kızın iyileşmesi için, bu kuyumcunun bulunması gerekir” dedi.
Padişah,
kuyumcuyu buldurtup, sarayına getirtti. Onu Kuyumcubaşı yaptı. Cariyeyi de
kuyumcuya verdi. Aradan altı ay geçmeden, cariye sapasağlam oldu. Bu sefer,
bizim hekim bir şurup yapıp kuyumcuya içirdi. Çok geçmeden kuyumcu eriyip
solmaya başladı. Bu çirkin halini gören kız ondan soğudu. Bir müddet sonra da
kuyumcu öldü.
Ölmeden önce de şunları söyledi: “Bu dünya
bir dağa benzer. Yaptıklarımız dağa seslenmek gibidir. Sesimiz, güzel de olsa
çirkin de olsa, dağa çarpıp geri dönerek, gelir bizi bulur.”
Padişahın Yeni Köleleri:
Padişah’ın biri
iki tane köle satın aldı. Huzuruna teker teker çağırdı, konuştu. Biri,
diğerinin hakkında çok güzel şeyler söylemişken, diğeri onun hakkında olmadık
ağır sözler sarf etti. Padişahta diğerini huzurundan kovdu, Öbürünün de
hayatını bağışladı.
İnsanoğlu dilinin altında gizlidir. Bu dil
can kapısına perdedir. Güzel ve iyi görünüş, güzel bir huyla birleşmezse beş
para dahi etmez.
Hz. Mevlâna’dan Hoşgörü
Sözleri
“Gel, gel, ne olursan ol yine gel

İster kafir, ister mecusi, ister
puta tapan ol yine gel
Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı
değildir
Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel

"
"Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün,





"Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün,
ya göründüğün gibi ol
"

“Kardeşim
sen düşünceden ibaretsin,
Geriye
kalan et ve kemiksin.
Gül
düşünür, gülistan olursun,
Diken
düşünür, dikenlik olursun”
Hz. Mevlâna’dan Güzel
Sözler
Nice
insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok
Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok
Herkes aynı fikirdeyse, hiç kimse yeterince düşünmüyor demektir.


Herkes aynı fikirdeyse, hiç kimse yeterince düşünmüyor demektir.
Mücevherler vakitle alınabilir ama vakitler mücevherle alınamaz.[3]
Aynı
dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.
Akıllı insan
düşündüğü herşeyi söylemez, fakat söylediği herşeyi düşünür.
Ağzından bir defa çıkan söz , yaydan fırlayan ok gibidir.
Bulutlar ağlamasa yeşillikler nasıl güler?
Bülbüllerin
güzel sesleri beğenilir de bu yüzden kafes çeker onları. Ama kuzgunla baykuşu
kim kor kafese?
Denizde
inciler derinde olur. Çerçöp sahilde olur.
Irmak
suyunu tümden içmenin imkanı yok ama susuzluğu giderecek kadar içmemenin de
imkanı yok.
Herşeyi,
aramadıkça bulamazsın; fakat bu dost başka; bunu bulmadan arayamazsın.
İçteki
kiri su değil, ancak gözyaşı temizler.
Testide
ne varsa dışına o sızar.
Hz. Mevlâna’dan Öğütler
Açlık,
ilaçların padişahıdır. Hekimler niye perhiz verir düşünsene.
Her
zaman doğruyu söyle, ama her zaman her doğruyu değil.
Başta
dönüp koşan nice bilgiler, nice hünerler vardır ki, insan onunla baş olmak
isterse, baş elden gider. Başının gitmesini istemiyorsan ayak ol.
Geceleri az uyuyanlardan, seher çağlarında istiğfar edenlerden ol.
Din ehlini kin ehlinden ayırt et. Hakk ile oturanı ara, onunla otur.
Manasız söz su üstüne yazılan yazıdır. Kalemin rüzgardan kağıdın sudan
olmasın.
Hiçbir viraneyi definesiz bilme. Ağrı, sızı
ve hastalık hazinedir, rahmet ondadır. Allah hükmedicidir. Derdin ta
kendisinden deva yaratır.
Her yelden oynayıp duran samandır. Dağ hiç yele ehemmiyet verir mi ? Onun için ki saman gibi değil dağ gibi olun.
Özellikle iyilik ettiğin kişinin şerrinden sakın.
Korkusu olmayan adamdan kork. Ve Allah sana Hakk korkusu verdi mi bunu korkma hitabı say.
Aynanın berraklığını yüzüne karşı översen nefesinden
ayna çabucak buğulanır, göstermez olur. Ancak mümin müminin aynası olursa yüzü
buğulanmadan kurtulur.
Unutma! Her zaman sana PADİŞAHLARIN SÖVMESİ,
SAPIKLARIN ÖVMESİNDEN İYİDİR.
Cevap vermemek cevapların en güzelidir.
Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci, mercan da nedir bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye
feda edilmedikten sonra.
Ehil
olmayanlara sabretmek ehil olanları parlatır.
Ey İnsan Kaf
Dağı kadar yüksekte olsanda, kefene sığacak kadar küçüksün. Unutma herşeyin bir
hesabı var üzdüğün kadar üzülürsün.
Her birimiz tek
kanatlı melekleriz ve bizler ancak birbirimizi kucaklayarak uçabiliriz.
Secde
ve rükû, varlık tokmağını, Allah kapısına vurmaktır. Çok vur, mutlaka açılır
kapı.
Zulüm demiriyle taşını birbirine
vurma! Çünkü bu ikisi, erkek ve kadın gibi çocuk meydana getirirler.