12. BASAMAK; HUŞÛ OLUŞMASI
“Hikmet Sahibi Ulemanın
Meclisinde Bulunmak, Kelâmını İşitmek Üzerinize Farz Kılındı. Muhakkak ki
Allah, Onların Meclisinde Bulunan Ölü Kalpleri Hikmet Nuruyla Diriltir.
Yağmur Suyunun Toprağı Dirilttiği Gibi Ölü Kalpleri Bu Şekilde Diriltir.”
|
ü
Hikmet Sahibi Ulemâ Kimlerdir?
“Hikmet sahibi ulemanın meclisinde bulunmak, kelâmını işitmek üzerinize
farz kılındı. Muhakkak ki Allah onların meclisinde ölü kalpleri hikmet nuruyla
diriltir. Yağmur suyunun toprağı dirilttiği gibi ölü kalpleri bu şekilde Allah
diriltir.” hadîs-i şerifinin, Kur’ân-ı Kerim âyetleri ve
âyetlerle çelişmeyen diğer hadîsler ışığında açıklaması şu şekildedir:
Hadîste geçen “hikmet sahibi ulema” ifadesi; “hikmet
sahibi âlimler” anlamındadır. “Âlim” kelimesi tekildir, “ulema” ise onun
çoğuludur. Hadîste zikredilen hikmet kavramı ile ilgili Kur’ân-ı Kerim’de
Bakara Suresinin 269. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki.
2/BAKARA-269: Yu’til hikmete men
yeşâu, ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ(kesîren), ve mâ
yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse böylece
ona çok hayır verilmiştir, ulûl’elbabtan başkası tezekkür edemez.
Hikmet
kademesi daimî zikre ulaşılan ulûl'elbab ile onu takip eden ihlâs ve salâh
makamlarını içerir. Fakat âyet-i kerimedeki “Allah hikmeti dilediğine verir.”
ifadesinden Allah’ın muradı, Allahû Tealâ’nın hikmeti irşada memur ve mezun
kıldığı kişiye vermesidir. Hikmetin sahibi bu kişilerdir.
Hikmetin
1. kademesi; ulûl'elbab makamıdır, 2. kademesi; ihlâs makamıdır, 3. ve en son
kademesi de; salâh makamıdır. İrşada memur ve mezun kılınan kişi hikmetin
ötesini de öğrenmeye hak sahibi olur. Allahû Tealâ, hikmeti irşad kademesinde
vazifeli kıldığı kişilere verdiğini açıklamaktadır.
3/ÂLİ İMRÂN-81: Ve iz ehazallâhu
mîsâkan nebiyyîne lemâ âteytukum min kitâbin ve hikmetin summe câekum resûlun
musaddikun limâ meakum le tu’minunne bihî ve le tensurunneh(tensurunnehu), kâle
e akrartum ve ehaztum alâ zâlikum ısrî, kâlû akrarnâ, kâle feşhedû ve ene
meakum mineş şâhidîn(şâhidîne).
Ve Allah, nebilerden, "Size kitap ve hikmet verdim. Sonra
size, beraberinizde olanı (Allah'ın size verdiği kitapları) tasdik eden bir
Resûl geldiği zaman, ona mutlaka iman edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeceksiniz"
diye misak aldığı zaman, "İkrar ettiniz mi (kabul ettiniz mi?) ve bu ağır
(ahdimi) üzerinize aldınız mı?" diye buyurdu. (Onlar da): "İkrar
ettik (kabul ettik)" dediler. (Allahu Teâlâ): "Öyleyse şahit olun ve
Ben sizinle beraber şahitlerdenim." buyurdu.
Âyet-i
kerimede “Size kitap ve hikmet verdim.” buyrulmaktadır. Demek ki Allahû Tealâ
sadece kitabı değil, kitapla beraber hikmeti de vermektedir. Yüce Rabbimiz
Lokmân Suresinin 12. âyet-i kerimesinde Lokmân (A.S)’ı zikrederken şöyle
buyuruyor.
31/LOKMÂN-12: Ve lekad âteynâ lukmânel
hikmete enişkur lillâh(lillâhi), ve men yeşkur fe innemâ yeşkuru li
nefsih(nefsihî), ve men kefere fe innellâhe ganiyyun hamîd(hamîdun).
Ve andolsun ki Lokmân’a hikmet verdik ki, Allah’a şükretsin. Ve
kim şükrederse, o takdirde sadece kendi nefsi için şükreder. Ve kim küfrederse
(inkâr ederse), o takdirde muhakkak ki Allah; Gani’dir (kimsenin şükrüne
ihtiyacı yoktur), Hamid’dir (hamdedilen).
Allahû
Tealâ’nın irşad kademesinde vazifeli kıldığı devrin imamı, kavim resûlleri ve
velî mürşidlerin hepsi hikmetin sahibidirler.
3/ÂLİ İMRÂN-164: Le kad mennallâhu
alel mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve
yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve in kânû min kablu le
fî dalâlin mubîn(mubînin).
And olsun ki Allah, müminleri, "Onların aralarında (kendi
zamanlarında, kendi kavimleri içinde), kendilerinden bir resul beas ederek
(başlarının üzerine devrin imamının ruhu bir nimet olmak üzere)"
nimetlendirdi (lutufda bulundu). Onlara, O'nun (Allah'ın) ayetlerini tilâvet
eder, onları tezkiye eder, onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel ise
(resule tâbî olmadan evvel), onlar elbette apaçık dalâlet içinde idiler.
Bir
kişinin hikmeti öğretebilmesi için öncelikle hikmet sahibi olması; hikmeti
Allah'tan almış olması gereklidir. Tüm bunları göz önüne aldığımızda şu
neticeye ulaşıyoruz; Peygamber Efendimiz
(S.A.V): “Hikmet sahibi ulemanın
sohbetinde bulunmak üzerinize farz kılındı.” buyurarak aslında, Allah’ın irşada memur ve mezun kıldığı
mürşidlerin sohbetinde bulunmanın üzerimize farz kılındığını vurgulamaktadır.
ü
İnsanın Yaratılış Gayesi Nedir?
21/ENBİYÂ-7: Ve mâ erselnâ kableke
illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn
(ta’lemûne).
Ve senden önce, vahyettiğimiz rical (erkekler)den başkasını
göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (daimî zikrin sahiplerine) sorun.
Öyleyse
bir tarafta Allahû Tealâ’nın irşada memur ve mezun kıldığı, hikmet sahibi
kıldığı Allah’ın mürşidi; diğer tarafta da onun sohbetinde yer alan, dînini
yaşamak isteyen insanlar vardır.
İnsan
3 vücut ve serbest irade ile, hanif fıtratı üzere yaratılmıştır. Allah’ın bize
üfürdüğü ruh ahsendir; Allah’ın bütün emirlerine itaat eden, yasak ettiği
hiçbir fiili işlemeyen bir yapıya sahiptir. Fizik vücut ise böyle değildir.
İnsan emmare standartında dünya hayatına başlar; başlangıçta herkes Nefs-i
Emmare’dedir. Nefs-i Emmare’deki kişi nefsinin emirlerini yerine getiren bir
nefse sahiptir. Rabbimiz, tıpkı ruh gibi, fizik vücudumuzun da ahsen olmasını
emreder. Fizik vücudun ahsen olması; fizik vücudun da ruh gibi Allah’ın bütün
emirlerine itaat etmesi ve yasak ettiği hiçbir fiili işlememesi demektir.
Berzah
âlemine ait olan nefsimiz 19 tane afetin sahibidir; Allah’ın tüm emirlerine
isyan eden, yasak ettiği fiilleri de hep işlemek isteyen bir yapıdadır. Allahû
Tealâ nefsimizi, tezkiye ve tasfiye etmek suretiyle ahsen kılmamızı emreder.
Allahû
Tealâ Tin Suresinin 4 ve 5. âyetlerinde yaratılış gayemizi beyan etmektedir.
95/TÎN-4: Lekad
halaknel insâne fî ahseni takvîm(takvîmin).
Andolsun ki Biz, insanı
(nefsini), ahseni takvim içinde (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparak en güzele
ulaşabilecek özellikte) yarattık.
95/TÎN-5: Summe
redednâhu esfele sâfîlîn(sâfîlîne).
Sonra onu, esfeli
sâfilîne (en sefil hale, nefsinin karanlıklarına) iade ettik (çevirdik).
Dünya
hayatına gelen herkesin, belli bir zaman dilimi içerisinde ahsene ulaşması Allahû Tealâ’nın tüm insanlar için belirlediği bir
hedeftir ve bu hepimizin yaratılış gayesidir.
51/ZÂRİYÂT-56: Ve mâ
halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûn(ya'budûni).
Ve Ben, insanları ve
cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım.
Allah’ın,
insan dışındaki yarattığı her şey insana hizmet etmektedir; güneş, ay, hava,
su, toprak, yıldızlar ve daha sayılamayacak kadar çok ni’met... Allah sonsuz
ni'metlerini önümüze sermiştir ve bunların hepsi insana hizmet etmektedir.
Öyleyse, her şeyin uğruna yaratıldığı insanın boşuna yaratılmış olduğu
düşünülemez. Nasıl her şey insana hizmet
ediyorsa, insan da sahibi olan Allah'a hizmet etmekle vazifelidir. Zaten
yaratılış gayemiz de budur.
İnsan
ile Allah arasındaki dizaynda hikmetin bir başlangıcının, bir de en üst
seviyedeki noktada olma halinin bulunduğunu görüyoruz. İşte bu geniş yelpaze
içinde, başlangıç noktasından en üst noktaya ulaşabilmek 7 safhalık bir Allah’a
kul olma, hizmet etme muhtevası içinde gerçekleşir. Yaratılış gayemiz Allah’a
kul olmaktır. Başlangıç noktasında herkes şeytana kuldur. Allahû Tealâ katından
hikmet sahibi âlimleri göndermek suretiyle, insanları şeytana kul olmaktan
kurtarıp Allah’a kul etmek ister. Rabbimizin muradı ve yaratılış hedefimiz
budur.
Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz
buyuruyor ki: “Allahû Tealâ’yı verdiği
ni’metlerinden dolayı seviniz.” Dikkatli bir şekilde düşünüp bakıldığı
zaman, her şeyin Allah'tan bize bir ni’met olduğu açıkça görülmektedir.
Allah’ın halk ettiği ve bize verdiği fizik beden, nefs, serbest irade,
çevremiz, toprak, hava, su; kısacası düşünebileceğiniz her şey insana hizmet
etmektedir. Tüm bunlar insanlar için yaratılmıştır.
2/BAKARA-29: Huvellezî
halaka lekum mâ fîl ardı cemîan summestevâ iles semâi fe sevvâhunne seb’a
semâvât(semâvâtin), ve huve bi kulli şey’in alîm(alîmun).
O (Allah) ki;
yeryüzündeki şeylerin hepsini sizin için yarattı. Sonra (kudret ve iradesiyle)
göğe yönelip, onları da yedi (kat) gök olarak düzenledi. Ve O, her şeyi en iyi
bilen (Alîm)’dir.
45/CÂSİYE-13: Ve
sahhare lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minh(minhu), inne fî zâlike
le âyâtin li kavmin yetefekkerûn(yetefekkerûne).
Ve göklerde ve yerde
olanların hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size musahhar (emre amade)
kıldı. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için mutlaka âyetler
(ibretler) vardır.
Allahû
Tealâ her şeyi 7 safha ve 4 teslim sürecinden geçerek kendisini bütünüyle Allah
için kılan, Allah'a teslim eden insan için yarattığını bildiriyor. Bakara
Suresinin 156. âyet-i kerimesi yaratılış gayesini idrak eden herkes için çok
mânidardır.
2/BAKARA-156: Ellezîne
izâ esâbethum musîbetun, kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar ki; kendilerine
bir musîbet isabet ettiği zaman: “Biz muhakkak ki Allah içiniz (O’na ulaşmak ve
teslim olmak için yaratıldık) ve muhakkak O’na döneceğiz (ulaşacağız).”
dediler.
Allah
için olmak, Allah’a teslim-i küllî ile teslim olmaktır. Allah için olmak
ruhumuzu, fizik vücudumuzu, nefsimizi ve irademizi Allah'a teslim etmektir; bir
bütün olarak Allah için olmaktır. Allah ile insanlar arasındaki ilişkide
evrensel kanun, liyâkat ve ihsan
kanunudur. Bu kanun gereğince kişi neye lâyıksa Allahû Tealâ onu o kişiye
teslim eder. Allahû Tealâ’nın bizden istediği 7 safha ve 4 teslimi
gerçekleştirerek Allah için olabilmektir. 7
safha ve 4 teslimi gerçekleştirebilmenin yolu ise Allah için olanlarla beraber
olmaktan geçer.
9/TEVBE–119: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe ve kûnû meas sâdikîn (sâdikîne).
Ey âmenû olanlar
(ölmeden önce Allah'a ulaşmayı dileyen kimseler)! Allah'a karşı takva sahibi
olun ve sadıklarla beraber olun.
Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’in hadîsinde belirttiği hikmet sahibi âlim;
·
1. safhada; 3. basamakta Allah'a ulaşmayı dilemiştir.
·
2. safhada; 14. basamakta mürşidine tâbî olmuştur.
·
3. safhada; 22. basamakta ruhunu Allah'a teslim etmiştir.
·
4. safhada; 25. basamakta fizik vücudunu Allah'a teslim etmiştir.
·
5. safhada; 26. basamakta nefsini Allah'a teslim etmiştir.
·
6. safhada; 27. basamakta irşada ulaşmıştır, ihlâsa ulaşmıştır.
·
7. safhada; 28. basamağın 4. mertebesinde iradesini de Allah'a
teslim etmiştir.
Peygamber
Efendimiz (S.A.V) “Hikmet sahibi ulemanın sohbetinde bulunmak üzerinize farz
kılındı.” sözü ile mürşid-i kâmilin; Allah’ın irşada memur ve mezun kıldığı
mürşidin sohbetinde bulunmanın üzerimize farz kılındığını belirtmektedir.
Mürşid-i kâmil en üst seviyede devrin imamıdır. Devrin imamının görevlerini
Allahû Tealâ’nın şu âyet-i kerimelerle açıkladığını görüyoruz:
2/BAKARA-151: Kemâ
erselnâ fîkum resûlen minkum yetlû aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve
yuallimukumul kitâbe vel hikmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû
ta’lemûn(ta’lemûne).
Nitekim size içinizde
(görev yapmak üzere) sizden bir Resûl (Peygamber) gönderdik ki; âyetlerimizi
size tilâvet etsin (okuyup açıklasın) ve sizi (nefsinizi) tezkiye etsin, size
kitap ve hikmet öğretsin ve (hikmetin de ötesinde) bilmediğiniz şeyleri
öğretsin.
Hikmet
sahibi âlim âyetleri tilâvet eder. Âyetlerin muhtevasına baktığımızda, hikmet
sahibi âlimin âyetleri tilâvet ederken Allah’a davet ettiği; Allah'a ulaşmayı
dilemeye çağırdığı net olarak görülmektedir. Bakara Suresinin 156. âyet-i
kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyordu ki: “Onlara bir musîbet isabet ettiği
zaman derler ki, biz Allah içiniz ve mutlaka Allah'a döneceğiz.” Öyleyse burada
Allah için olma bilincine, şuuruna ulaşan kişi Allah'a ulaşmaya çağırıyor,
Allah'a davet ediyor.
3.
safhada ruhun Allah’a 1. teslimle teslim olabilmesi için Allahû Tealâ’ya
ulaşmayı dilemek gerekir. Hikmet sahibi âlimin sohbetinin giriş kapısı Allah’a
ulaşmayı dilemektir. “Muhakkak ki Allah onların meclisinde ölü kalpleri hikmet
nuruyla diriltir.”
27/NEML-80: İnneke
lâ tusmiul mevtâ ve lâ tusmius summed duâe izâ vellev mudbirîn(mudbirîne).
Muhakkak ki sen, ölülere
işittiremezsin ve arkasını dönüp kaçan sağırlara da (Allah’ın) davetini
işittiremezsin.
27/NEML-81: Ve mâ ente bi hâdîl umyi
an dalâletihim, in tusmiu illâ men yu’minu bi âyâtinâ fe hum
muslimûn(muslimûne).
Ve sen, körleri dalâletlerinden (çevirip) hidayete erdirecek
değilsin. Sen, ancak âyetlerimize inananlara işittirebilirsin. İşte onlar,
teslim olanlardır.
27/NEML-82: Ve izâ vakaal kavlu
aleyhim ahracnâ lehum dâbbeten minel ardı tukellimuhum ennen nâse kânû bi
âyâtinâ lâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onların üzerine (Allah’ın Kitap’ta söylediği) söz vuku bulunca,
onlara arzdan dabbe çıkardık (çıkarırız). İnsanların (Kitap’taki) âyetlerimize
yakîn hasıl etmediklerini söyleyecek.
Allahû
Tealâ âyetleri tilâvet ederken hikmet sahibi âlimin kalbine şunu söylüyor: “Sen davetini ölülere ve âyetleri tilâvet
ederken arkalarını dönüp giden sağırlara da işittiremezsin. Ve sen âyetleri
tilâvet ederken o âmâ olanları da hidayete erdiremezsin. Sen sadece tilâvet
ettiğin âyetlerimize îmân edenlere işittirebilirsin.” Burada son derece
güzel bir illiyet rabıtası söz konusu; hikmet sahibi âlim âyetleri tilâvet
ediyor ve ancak o âyetlere îmân edenlerin kalpleri hikmet nuru ile diriliyor. Diğer
bir ifadeyle, hikmet sahibi âlim âyetleri tilâvet ederken Allah’a davet ediyor.
Allahû Tealâ da daveti kabul edenlerin kalplerini ölüyken diriltiyor. Allahû
Tealâ Yusuf Suresinin 108. âyet-i kerimesinde davet konusunda şöyle buyuruyor:
12/YÛSUF-108: Kul
hâzihî sebîlî ed’û ilallâhi alâ basîretin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi
ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne).
De ki: “Benim ve bana
tâbî olanların, basiret üzere (kalp gözüyle basar ederek, Allah’ı görerek)
Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur. Allah’ı tenzih ederim. Ve ben,
müşriklerden değilim.”
Hikmet
sahibi âlim devamlı Allah'a çağırmaktadır.
41/FUSSİLET-33: Ve men ahsenu kavlen
mimmen deâ ilâllâhi ve amile sâlihan ve kâle innenî minel muslimîn(muslimîne).
Allah’a davet eden ve sâlih amel (nefs tasfiyesi) yapan ve: “Muhakkak ki ben teslim
olanlardanım.” diyenden daha güzel sözlü kim vardır?
Görüldüğü
gibi hikmet sahibi âlim, âyetleri tilâvet etmekle Allah'a davet ediyor. Hikmet
sahibi âlim âyetleri tilâvet etmekle Allah'a davet ettiğine göre, âyetlere îmân
eden, daveti kabul eden demektir. Sonuç olarak, Allahû Tealâ daveti kabul
edenlerin ölü kalplerini hikmet nuru ile diriltir.
28
basamaklık İslâm merdiveni açısından konuya bakacak olursak; 3. basamakta her
kim Allah'a ulaşmayı dilerse, Allahû Tealâ 4. basamakta o kişiye 99 esmasından
biri olan Rahmân esması ile tecelli eder. 5. basamakta varsa hassalardaki ve
uzuvlardaki engelleri sırasıyla kaldırır. Bu basamakta Allahû Tealâ, baş
gözündeki hicab-ı mestureyi ve basar hassasındaki gışavet adlı perdeyi
kaldırır. Daha evvel o kişi körken, artık görmeye başlar. Bu kişinin baş
gözleri zaten dünyayı ve çevresindekileri görüyordu. Ama Allahû Tealâ’nın
engelleri kaldırarak kişiyi kurtardığı körlük, Allah’ın irşada memur ve mezun
kıldığı mürşide karşı körlüktür. O kişi mürşidini alelâde bir insan olarak
görmekteyken Allahû Tealâ engelleri kaldırdığı zaman artık irşad kademesi onun
için alelâde bir insan olmaz. O da bir beşerdir ama Allah’ın vahyine mazhar
kıldığı bir beşerdir. Bu sebeple Allahû Tealâ Kehf Suresi 110. âyet-i kerimede
buyuruyor ki:
18/KEHF-110: Kul
innemâ ene beşerun mislukum yûhâ ileyye ennemâ ilâhukum ilâhun vâhid(vâhidun),
fe men kâne yercû likâe rabbihî fel ya’mel amelen sâlihan ve lâ yuşrik bi
ıbâdeti rabbihî ehadâ (ehaden).
De ki: “Ben sizin gibi
sadece bir beşerim. Bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. O
takdirde kim Rabbine mülâki olmayı (ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı) dilerse, o
zaman sâlih amel (nefs tezkiyesi) yapsın ve Rabbinin ibadetine başka birini
(bir şeyi) ortak koşmasın.”
Bu
âyet-i kerimede Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in de bir beşer olduğu fakat Allahû
Tealâ’nın vahyine mazhar kılındığı belirtilmiştir. “Kim Allah’a ulaşmayı
dilerse (ki burada da hikmet sahibi âlimin nereye davet ettiği bir kere daha
ortaya çıkıyor) sâlih amel işlesin; tâbiiyetini gerçekleştirsin ve Allahû
Tealâ’yı zikretmeye başlasın” emri verilmiştir. Bu veriler dikkate alındığında,
hikmet sahibi âlimin sohbetinde bulunmanın bize kazandırdıkları âyetlerin ve
hadîslerin ışığında net olarak ortaya çıkmaktadır.
Allahû
Tealâ, Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin kalbindeki dileği görür, bilir, işitir
ve Rahmân esmasıyla tecelli ettiğinde 6. basamakta kulaklarındaki vakrayı alır
ve sem’î hassasının mührünü açar. O kişi artık irşad kademesinin sözlerini
alelâde sözler olarak değerlendirmez. Kişi o sözlerin mânâsına varır; işitir.
Ardından, Allahû Tealâ 7. basamakta kalpteki idrake mâni olan engeli; ekinneti
alır, ihbatı koyar ve kişinin fıkıh hassasını açar. Bu sayede kişi artık irşad makamının
sözlerini idrak eder ve bunları kendisine mâl eder.
Günümüzde
ne yazık ki dîn öğreticileri dînlerini hikmet sahibi ulemanın sohbetlerinden
öğrenmemektedir. 14 asır evvel en güzide topluluk, Nebîler Sultanı Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’in yetiştirdiği topluluk olan sahâbenin standartları ise çok
farklıydı. Sahâbe kelimesi Arapça’da “arkadaş” anlamına geldiği gibi aynı
zamanda “sohbet ehli” yani “Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sohbetinde bulunan
insanlar” anlamına da gelmektedir. Âli İmrân Suresinin 81. âyet-i kerimesinde
Allahû Tealâ’nın “Size kitap ve hikmet verdim.” buyurduğu Ulûl’azm Nebîler
arasında Peygamber Efendimiz (S.A.V) de vardı. Bu sebeple Peygamber Efendimiz
(S.A.V) bizzat kendisi hikmet sahibi ulemadandır. Sahâbe de O’nun sohbetinde
yetişmişti; O’nu işitenler sahâbe oldular. Münâfıklar da O’nun sohbetinde
bulunuyorlardı ama münâfıklar O’nun sözünü işitemediler.
47/MUHAMMED-16: Ve
minhum men yestemiu ileyke, hattâ izâ harecû min indike kâlû lillezîne ûtûl
ilme mâzâ kâle ânifâ(ânifen), ulâikellezîne tabaallâhu alâ kulûbihim vettebeû
ehvâehum.
Ve seni dinleyenlerden bir kısmı, senin yanından çıktıkları zaman,
kendilerine ilim verilenlere: “Biraz önce (O) ne dedi?” dediler. İşte onlar,
Allah’ın, kalplerini mühürledikleri kişilerdir ve onlar hevalarına tâbî
olanlardır.
Kişilerin
kalplerinin mühürlenmesi ve o kişilerin hevalarına tâbî olmalarının mânâsı
şudur; hikmet sahibi âlim âyetleri tilâvet ile o kişileri Allahû Tealâ’ya davet
etmiştir. Buna rağmen o kalpleri mühürlenenler ve hevalarına tâbî olanlar
daveti kabul etmemişlerdir.
Hikmet
sahibi ulemanın sohbetinde bulunmak ve kelâmını işitmek farz olmasına rağmen
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in yaşadığı dönemde münâfıklar O’nun sohbetlerine
tamamen farklı niyetlerle katılmışlardı. Sahâbenin arasına katılmalarının
nedeni, ruhlarını Allah’ın Zat’ına ulaştırmak değil mallarını ve canlarını
korumaktı. Kişi İslâm’ı kabul etmese, küfürde kalsa, İslâm ülkesinde yaşaması
hasebiyle bir vergi ödemek durumundaydı. Münâfıklar bu vergiden kurtulmak ve
canlarını korumak için İslâm görünmüşlerdir. Bu münâfıklar İslâm’ın ilk
yıllarında mü’minlere çok eziyet eden kişilerdi. Eğer onlardan olmazsak onlar
da bize çok eziyet ederler diye korkuyorlardı. Canlarını korumak üzere İslâm’ı
kabul eder görünmüşler ama hikmet sahibi âlim olan Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’i asla işitmemişlerdir.
Bugün
içinde bulunduğumuz âhir zamanda, Hidayet Çağı’nda da durum farksızdır. Hikmet
sahibi Allah’ın Resûl’ünün açıkladığı gerçek; bir dilek karşılığında, Allah’ın,
Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin ruhunu, 6-7 aylık süre içerisinde teslim
alacağıdır. 3. kat cennete ve dünya saadetinin yarısına sahip olan, günbegün
cehd ve gayret ile zikrini arttırmaya çalışan gerçek Allah dostları olduğu gibi
bunların içerisinde çürük elmalar da vardır. Bu kişiler hikmet sahibi olan
Resûl’ün sözlerini işitmeyenlerdir. Dolayısıyla onlar kalpleri hikmet nuru ile
dirilmeyenlerdir. Kalben Allah’a ulaşmayı dilemedikleri ve sadakatle mürşide
itaat etmedikleri takdirde, Allahû Tealâ zikirle Allah’ın katından onların
göğsüne gelen nuru asla onların kalplerine ulaştırmaz. Bu sebeple kalpleri ölü
olarak kalır; dirilmez. Kuru toprak nasıl suyla dirilirse ölü kalpler de zikir
ve Allah’ın katından gelen rahmetle dirilir.
Allah
ve Resûl’ünün bizi davet ettiği şey Allah’ın Zat’ıdır. Bizim dirilebilmemiz
için de Allah’a ulaşmayı dilememiz şarttır. Dilediğimiz takdirde Allahû Tealâ 7
tane furkanı bize verir ve ihsanlarla bizi destekler. Bu sayede Allahû
Tealâ’nın katından göğsümüze gelen, salâvât nurunun taşıdığı rahmet nuru,
kalbimize ulaşır ve biz nurun sahibi oluruz. İşte bu Allahû Tealâ’nın hikmet
nuruyla kalbimizi diriltmesidir.
39/ZUMER-22: E fe
men şerehallâhu sadrehu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbih(rabbihi), fe
veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâh(zikrillâhi), ulâike fî dalâlin
mubîn(mubînin).
Allah kimin göğsünü
İslâm için (Allah’a teslim için) yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere
olur, değil mi? Allah’ın zikrinden kalpleri kasiyet bağlayanların vay haline!
İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler.
Âyet-i kerimede belirtildiği gibi, ancak
(Allah’a ulaşmayı dileyen ve) Allahû Tealâ’nın göğüslerini şerh edip İslâm’a
açtığı kişi, Allah’tan bir nur üzeredir.
Münâfıklar,
Allah’a ulaşmayı dilemedikleri ve furkanlara sahip olmadıkları için Allah’ın
sohbetinde bulunsalar da nur üzere olamazlar, kalpleri kararır. Kendilerine
ilim verilenlere, “O ne söyledi?” diyerek mürşidin anlattıklarını sorarlar,
çünkü anlatılanların mânâsına varamamışlardır. Bu şekilde soru soranlar,
Muhammed Suresinin 16. âyet-i kerimesine göre Allah’ın, kalplerini
mühürledikleri kişilerdir ve onlar hevalarına tâbî olanlardır.
Hikmet
sahibi ulemanın sohbetinde bulunmak farzdır. Çünkü Peygamber Efendimiz (S.A.V):
“Mü’min kulağından sulanır.”
buyurmuştur. Dîni Kur’ân-ı Kerim’den öğrenmeyen ve öğretmeyen insanlara
baktığımızda görüyoruz ki onlar kulaklarından değil, insanların yazdığı
kitapları okuyarak ilim sahibi olmuşlar. Bu kişiler şeytanın iç dünyalarına
verdiği vesvese ile hikmet sahibi ulemanın meclisine katılmayı, mürşide tâbî
olmayı şirk addediyorlar. Kendileri çukurun içerisindeyken başkalarını da
kendileri ile birlikte o çukura doğru çekmeye çalışıyorlar; ateşe çağırıyorlar.
Bu kişilerin sahip olduğu ilim kurtuluşu ihtiva etmiyor, bu nedenle faydasız
ilim olmaya mahkûmdur. Bu zavallı kardeşlerimiz bunun farkında değiller. Allahû
Tealâ da bu kişilere bilmediklerini öğretmiyor.
Allahû
Tealâ ilmi ile amel edenlere bilmediklerini öğretir. Bir kişinin ilmi ile amel
etmesi kesinlikle Allah’ın yardımına bağlıdır; olmazsa olmaz şartı Allah'a
ulaşmayı dilemektir. Allah’a ulaşmayı dilediğiniz an Allahû Tealâ size
furkanları verir, sizi 12 tane ihsanla destekler, size mürşidinizi (hikmet
sahibi âlimi) gösterir, mürşide tâbî olduğunuz an 7 ni’metle sizi destekler ve
size vasıta emirleri sevdirir.
Bunların
mânâsı Allah’ın size hayırları sevdirmesi, şerrleri de kerih göstermesidir. Bu
da bildiğimizle amel etmenin ta kendisidir. Allahû Tealâ bir yaprağın ağaçtan
düşmesini isterse, önce o yaprağın köküne giden suyu keser. Bir müddet su alamayınca
yaprak sararır. Akabinde de Allahû Tealâ rüzgârını estirir ve yaprak ağaçtan
düşer; böylece olay 2 kademeli olarak gerçekleşir.
İşte
Allahû Tealâ’nın dizaynı da budur. Rabbimiz evvelâ o afetlere giden şeytanın
fücurunun kanalını keser. Ardından da zikirle afetleri oradan alıp götürür.
Kişi ancak Allah’ın yardımıyla bildiklerini yaşamaya başlayabilir. İnsanın
annesinden ve babasından öğrendiği ilk şey yalan söylemenin çok kötü bir şey
olduğu ve asla yalan söylememesi gerektiğidir. Ama bu kişi oturduğu yerde
menfaati için yüz binlerce yalan uydurabilmektedir. Bu, kişinin bildiğini
yaşamayan birisi olduğunu gösterir. Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona
bilmediğini öğretir. Bildiği ile amel eden; evvelinde Allah’a ulaşmayı
dileyen, mürşidine (hikmet sahibi âlime) tâbî olan kişidir. Bildiğiyle amel
eden kişiyi Allahû Tealâ mutlaka Kendisine ulaştırır ve 3. kat cennet ile
birlikte dünya saadetinin yarısını mükâfat olarak ona verir.