22. BASAMAK; FENA MAKAMI –
RUHUN ALLAH’A TESLİMİ
“Başkalarını Hidayete Çağıran Kimseye,
Kendisine Tâbî Olanların Sevabı Gibi Sevap Verilir; Bununla Beraber, Onların
Sevabından da Hiçbir Şey Eksilmez. Başkalarını Dalâlete Çağıran Kimseye de
Ona İtaat Edenlerin Günahı Kadar Günah Verilir; Bununla Beraber Ona İtaat
Edenlerin Günahlarından Hiçbir Şey Eksilmez.”
|
Nebîler
Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) bu hadîsle (K: İbn Mâce, Sünnet 14) bizlere bir
mesaj vermektedir. Bütün insanlar dalâlettedir. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de,
En’âm Suresinin 77, Şuarâ Suresinin 20 ve de Duhâ Suresinin 7. âyet-i
kerimesinde ulûl’azm peygamberlerinin durumunu bizlere açıklamakta ve onların
da başlangıç noktasında dalâlette olduğunu göstermektedir.
6/EN'ÂM-77: Fe lemmâ reel kamere bâzigan kâle hâzâ
rabbî, fe lemmâ efele kâle le in lem yehdinî rabbî le ekûnenne minel kavmid
dâllîn(dâllîne).
Ay’ı doğarken görünce: “Benim
Rabbim bu.” dedi. Fakat kaybolunca: “Eğer Rabbim beni hidayete erdirmezse,
mutlaka dalâletteki kavimden olurum.” dedi.
26/ŞUARÂ-20: Kâle fealtuhâ izen ve ene mined
dâllîn(dâllîne).
Musa (A.S): “Onu yaptığım
zaman ben, dalâlette olanlardandım.” dedi.
93/DUHÂ-7: Ve vecedeke dâllen fe hedâ.
Ve seni dalâlette buldu sonra
hidayete erdirdi.
Allahû
Tealâ dalâlette olanlara katından hidayetçiler gönderir. Kâinatı yoktan var
eden Rabbimiz, herkes için yaratılış dîni olarak hanif dînini seçmiştir. 7
safha ve 4 teslimden oluşan hanif dîni, 7 safha hidayeti içermektedir. Hidayet,
Allah'ın katından gelen hidayetçilerin hidayeti tebliğ etmesiyle başlar.
ü Hidayete Çağıran İmamlar
Allahû
Tealâ Enbiyâ Suresinde nübüvvetle vazifeli kıldığı bütün nebîlerin, hidayetle
ilgili olan görevini şöyle açıklamaktadır:
21/ENBİYÂ-73: Ve cealnâhum eimmeten yehdûne bi emrinâ
ve evhaynâ ileyhim fi’lel hayrâti ve ikâmes salâti ve îtâez zekâh(zekâti), ve
kânû lenâ âbidîn(âbidîne).
Ve onları, emrimizle hidayete
erdiren (ölmeden önce ruhları Allah’a ulaştıran) imamlar kıldık. Ve onlara,
hayırlar işlemeyi, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Ve onlar, Bize kul
oldular.
Bütün peygamberler Allah
tarafından hidayetle görevli imamlardır. Onlar asâleten devrin imamları
olmaları hasebiyle hidayete erdirenlerdir. Hepsi Allah'ın tasarrufundadır.
Sadece nebîler mi hidayete erdirirler? Hayır. Kur’ân-ı Kerim’e baktığımız zaman
her dönemde, her kavimde nebî yoktur. Allahû Tealâ, “El Hakk” esması gereğince
hakkı hak sahibine teslim ettiğine ve mutlak adaleti yerine getirdiğine göre,
nebîlerin olmadığı zaman dilimi içerisinde de onların mirasını devralan,
birilerinin olması lâzımdır. İşte Kur’ân-ı Kerim buna da cevap vermektedir.
Nebîlerin olmadığı
dönemlerde her kavmin içerisinde, o kavmin ana lisanıyla hidayeti tebliğ eden
Allah'ın veli resûlleri vardır. Ve her dönemde, Allahû Tealâ’nın veli resûller
arasından seçtiği Devrin İmamı vardır. Allahû Tealâ buyuruyor ki:
32/SECDE-24: Ve cealnâ minhum eimmeten yehdûne bi
emrinâ lemmâ saberû ve kânû bi âyâtinâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onlardan, emrimizle hidayete erdiren imamlar kıldık ve sabır
sahibi oldukları ve âyetlerimize (Hakk’ul yakîn seviyesinde) yakîn hasıl etmiş
oldukları için.
Bütün peygamberler
kavimlerine ve diğer bütün insanlara hidayeti tebliğ etmişlerdir. Vazifeli veli
resûller de insanlara, kavimlerine hidayeti tebliğ etmişlerdir. Hidayet dînin
tamamıdır. Hidayet yoksa dîn yoktur.
Hidayete
çağıranların başında Allah'ın nebîleri gelir. Onlardan sonra her kavimde o kavmin
ana lisanıyla âyetleri tebliğ eden, hidayeti tebliğ eden kavim resûlleri gelir.
Onların bulunmadığı yerde yine devrin imamına bağlı Allahû Tealâ’nın vazifeli
kıldığı velî mürşidler vardır. Onlar da hidayetin tebliğcileridir.
16/NAHL-43: Ve mâ erselnâ min kablike illâ ricâlen nûhî
ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Ve Biz, senden önce,
kendilerine vahyettiğimiz ricalden (erkeklerden) başkasını (resûl olarak)
göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, o taktirde zikir ehline sorun!
Biz de bu suali zikir
ehline tevcih ediyoruz: “Hidayet nedir?” İki âyet-i kerime net olarak bize
cevap verir.
3/ÂLİ İMRÂN-73: Ve lâ
tu’minû illâ li men tebia dînekum, kul innel hudâ hudallâhi en yu’tâ
ehadun misle mâ ûtîtum ev yuhâccûkum inde rabbikum, kul innel fadla bi
yedillâh(yedillâhi), yu’tîhi men yeşâ’(yeşâu), vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Ve (Ehli Kitap): “Sizin
dîninize tâbî olandan başkasına inanmayın.” (dediler). (Habibim onlara) De
ki: “Muhakkak ki hidayet (insan ruhunun ölmeden önce Allah’a ulaşması),
(Allah’ın kendisine ulaştırması) Allah’ın hidayetidir, size verilenin bir
benzerinin, bir başkasına verilmesidir.”. Yoksa onlar, Rabbinizin huzurunda,
sizinle çekişiyorlar mı? (Onlara) De ki: “Muhakkak ki fazl Allah’ın elindedir.
Onu dilediğine verir.” Ve Allah, Vâsi’dir (ilmi geniştir, herşeyi kapsar),
Alîmdir (en iyi bilendir).
2/BAKARA-120: Ve len
terdâ ankel yahûdu ve len nasârâ hattâ tettebia milletehum kul inne
hudâllâhi huvel hudâ ve leinitteba’te ehvâehum ba’dellezî câeke minel ilmi,
mâ leke minallâhi min veliyyin ve lâ nasîr(nasîrin).
Sen onların dînine tâbî
olmadıkça (uymadıkça) ne yahudiler ve ne de hristiyanlar senden (asla) razı
olmazlar. De ki: “Muhakkak ki Allah’a ulaşmak (var ya) işte o, hidayettir.”
Sana gelen bunca ilimden sonra eğer onların hevalarına uyarsan andolsun ki;
Allah’tan sana ne bir dost ve ne de bir yardımcı olur.
“Hidayet,
Allah'a ulaşmaktır.” Zikir ehli, Allah'ın âyetleriyle Allah'tan aldığı hidayet
tarifini bize ulaştırmaktadır. Hidayetin muhatabı insandır. O zaman akla şu sual gelebilir: “Hidayetin
muhatabı insansa, insan nasıl Allah'a ulaşacak?”
Hanif
fıtratıyla yaratılan kadın-erkek herkes Allah tarafından bir üçlüyle
yaratılmıştır. Zahiri âleme ait olan fizik vücudumuz Hicr Suresinde
açıklanmaktadır:
15/HİCR-26: Ve le kad halaknel insâne min salsâlin min
hamein mesnûn(mesnûnin).
Andolsun ki; Biz insanı,
“hamein mesnûn olan salsalinden” (standart insan şekli verilmiş ve organik
dönüşüme uğramış salsalinden) yarattık.
Berzah âlemine ait olan
nefsimiz, Şems Suresinde ifade edilmektedir.
91/ŞEMS-7: Ve nefsin ve mâ sevvâhâ.
Nefse ve onu (7 kademede
ahsene dönüşecek şekilde) sevva edene (dizayn edene) (andolsun).
Doğarken
Allah'ın bize üfürdüğü ruh ise Secde Suresinde yer almaktadır:
32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi
min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh(efidete), kalîlen mâ
teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn
etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için
sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası)
kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.
Allah'tan
bize üfürülen ruh, bizim ruhumuz değildir, Allah'ın ruhudur. Üfürüldüğü
noktadan itibaren bizde olduğu için Allah'ın bizdeki bir emanetidir. Allahû
Tealâ, Kur’ân-ı Kerim’de bu emanetin Allah'a ulaştırılması halinde hidayetin
gerçekleşebileceğini bize açıklamaktadır.
Ruhun
Allah’a ulaştırılması, Allah'ın ermiş evliyasından olmaktır, Allah'ın dostu
olmaktır. Bu açıdan Allahû
Tealâ’nın nübüvvetle vazifeli kıldığı bütün peygamberler, Allahû Tealâ’nın
hidayetle vazifeli kıldığı bütün kavim resûlleri, bütün velî mürşidler
insanları Allah'a davet ederler, Allah'a çağırırlar.
12/YÛSUF-108: Kul hâzihî sebîlî ed’û
ilallâhi alâ basîretin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi ve mâ ene minel
muşrikîn(muşrikîne).
De ki: “Benim ve bana tâbî olanların, basiret üzere (kalp gözüyle
basar ederek, Allah’ı görerek) Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur. Allah’ı
tenzih ederim. Ve ben, müşriklerden değilim.”
Görülüyor ki
hidayetçiler Allah'a görerek, basiretle yola çağırmaktalar ve bu yol Sıratı
Mustakîm diye ifade edilmektedir. O zaman Sıratı Mustakîm nedir?
6/EN'ÂM-87: Ve min âbâihim ve zurriyyâtihim
ve ihvânihim, vectebeynâhum ve hedeynâhum ilâ sırâtın mustekîm(mustekîmin).
Ve onların babalarından, zürriyetlerinden (nesillerinden) ve
kardeşlerinden onları seçtik. Ve onları Sıratı Mustakîm'e (Allah’a ruhu
ulaştıran yola) hidayet ettik (ulaştırdık).
6/EN'ÂM-88: Zâlike hudallâhi yehdî bihî men
yeşâu min ıbâdih(ıbâdihî), ve lev eşrekû le habita anhum mâ kânû
ya’melûn(ya’melûne).
İşte bu Allah’ın hidayetidir. Kullarından dilediğini onunla
hidayete erdirir. Ve eğer şirk koşsalardı, elbette yapmış oldukları şeyler heba
olurdu (boşa giderdi).
Sıratı Mustakîm, insan
ruhunu Allah'a ulaştıran yolun adıdır, hidayet yoludur. Mu’minûn Suresinde
Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e hitaben şöyle buyurmaktadır:
23/MU'MİNÛN-73: Ve inneke le ted’ûhum ilâ
sırâtın mustakîm(mustakîmin).
Ve muhakkak ki; sen, mutlaka onları Sıratı Mustakîm’e davet ediyorsun.
23 sene boyunca Nebîler
Sultanı Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz ve ona tâbî olan sahâbe
(Yusûf-108’de olduğu gibi) devamlı olarak basiret üzere (Allah’ın Zat’ını
görerek) insanları Allah'a davet etmişler, hidayete çağırmışlardır.
ü Dalâlete Çağıran Kimseler
Allahû Tealâ’nın seçimi
açısından meseleye baktığımız zaman her devirdeki insanlar seçilenler ve
seçilmeyenler olmak üzere iki gruptur. Hadîs-i şerifin ikinci kısmı
seçilmeyenlerle alakalıdır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) şöyle buyurmaktadır: “Dalâlete
çağıran kimseye de ona itaat edenlerin günahı gibi günah verilir; bununla beraber
ona itaat edenlerin günahlarından hiçbir şey eksilmez.” Dalâlete çağıran dalâlettedir. Onlar
aslında ateşe çağıran imamlardır. Ateşe çağıran imamlar, kendileri
Allah'a ulaşmayı dilemedikleri gibi başkalarının dilemesine mani olan
insanlardır.
28/KASAS-41: Ve cealnâhum
eimmeten yed’ûne ilen nâr(nârı), ve yevmel kıyâmeti lâ yunsarûn(yunsarûne).
Ve Biz, onları ateşe davet
eden imamlar (önderler) kıldık. Ve kıyâmet günü onlara yardım olunmaz.
Allahû Tealâ Nisâ Suresinde de ateşe çağıran imamlardan bahsetmektedir.
4/NİSÂ-167: İnnellezîne keferû ve saddû an
sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).
Muhakkak ki inkar edenler ve
Allah'ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları
için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.
4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû
lem yekunillâhu li yagfire lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).
Muhakkak ki inkar edenleri ve
zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah
mağfiret edecek değildir ve yola (Allah'a ulaştıran Sıratı Mustakîm'e) hidayet
edecek değildir.
4/NİSÂ-169: İllâ tarîka cehenneme
hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ(yesîren).
Ancak cehennem yoluna
(hidayet eder,ulaştırır), onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Ve bu,
Allah için kolaydır.
Bu âyet-i kerimelerde
Tarîki Mustakîm var, Tarîki Cehîm var; Sıratı Mustakîm var, Sıratı Cehîm var;
Sebîli Gayy var. Allahû Tealâ her şeyi zıttıyla kaim kılmıştır. Dalâlete
çağıranlar Sebîli Gayy, Tarîki Cehîm üzerinde bulunan kişilerdir, cehenneme
ulaştırmaktadırlar. Kendileri, Allah'a ulaşmayı dilemedikleri gibi başkalarının
dilemesine mani olan insanlardır.
Günümüz dîn tatbikatı
itibariyle konuşmak gerekirse, Mehdi (A.S), Allah’ın hidayetle görevli kıldığı
vekâleten devrin imamıdır, 34 yıldan beri Allah'ın tasarrufunda olup, Allah'tan
aldığı yetkiyle şunu söylemektedir: “Ey insanlar duyduk duymadık demeyin!
Allah'a ulaşmayı dileyin! Allah'ın size üfürdüğü ruh, Allah'ın bir emanetidir.
Allah emanetini ölmeden evvel geri istemektedir. Size düşen sadece basit bir
dilektir. Gerisini Allah sizin adınıza gerçekleştirecek ve size ikramı olarak
3. kat cennet, dünya saadetinin yarısını verecektir!”
30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte
ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin
(Allah’a ulaşmayı dileyin) ve takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin
(namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
31/LOKMÂN-15: Ve in câhedâke alâ en tuşrike bî mâ leyse
leke bihî ilmun fe lâ tutı’humâ ve sâhibhumâ fîd dunyâ magrûfen vettebi’ sebîle
men enâbe ileyy(ileyye), summe ileyye merciukum fe unebbiukum bi mâ kuntum
ta’melûn(ta’melûne).
Ve bilgin olmayan bir şey
hakkında, şirk koşman için seninle mücâdele ederlerse, ikisine de itaat etme!
Ve dünyada onlara güzellikle sahip ol. Bana yönelenlerin (ruhunu Allah'a
ulaştırmayı dileyenlerin) yoluna tâbî ol. Sonra dönüşünüz Banadır. O zaman
yaptığınız şeyleri size haber vereceğim.
39/ZUMER-54: Ve enîbû ilâ rabbikum ve eslimû lehu min
kabli en ye’tiyekumul azâbu summe lâ tunsarûn(tunsarûne).
Ve Rabbinize (Allah’a)
yönelin (ruhunuzu Allah’a ulaştırmayı dileyin)! Ve size azap gelmeden önce
O’na (Allah’a) teslim olun (ruhunuzu, vechinizi, nefsinizi, iradenizi Allah’a
teslim edin). (Yoksa) sonra yardım olunmazsınız.
13/RA'D-21: Vellezîne yasılûne mâ emerallâhu bihî en
yûsale ve yahşevne rabbehum ve yehâfûne sûel hisâb(hisâbi).
Ve onlar Allah’ın (ölümden
evvel), Allah’a ulaştırılmasını emrettiği şeyi (ruhlarını), O’na (Allah’a)
ulaştırırlar. Ve Rab’lerine karşı huşû duyarlar ve kötü hesaptan (cehenneme
girmekten) korkarlar.
73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi
tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve
herşeyden kesilerek O’na ulaş.
89/FECR-28: İrciî ilâ rabbiki râdıyeten
mardıyyeh(mardıyyeten).
Rabbine dön (Allah’tan) razı olarak ve
Allah’ın rızasını kazanmış olarak!
51/ZÂRİYÂT-50: Fe firrû ilâllâh(ilâllâhi), innî lekum
minhu nezîrun mubîn(mubînun).
Öyleyse Allah’a firar edin
(kaçın ve sığının). Muhakkak ki ben, sizin için O’ndan (Allah tarafından
gönderilmiş) apaçık bir nezirim.
Babalarından,
dedelerinden dîn öğrenenler de diyorlar ki: “Ruh bize hayat verir. Ruh vücuttan
çıkınca kişi ölür. Ancak ölümle insan ruhu Allah'a ulaşır. Hayattayken insan
ruhunun Allah'a ulaşması yoktur.”
‘Ruh bize hayat
verir’ diyorsa, ruh vücuttan çıkınca öleceğine inanıyorsa o zaman bu insan
hiçbir zaman Allah'a ulaşmayı dilemeyecektir. Buna göre hiçbir zaman dalâletten
kurtulamayacaktır. İnsanoğlu dinamik bir hayatın içerisinde yaratılmıştır. Her
saniye her an ya deracat kazanır, ya da deracat kaybeder. Eğer Allah'a ulaşmayı
dilemiyorsa, o zaman böyle bir kişi devamlı deracat kaybeder.
Başlangıç noktasında
gâyet masumâne bir tavırla dîn öğretmeye kalkışan insanlar, Allah'a ulaşmayı
dilemedikleri için dalâlettedirler. Ama devamlı olarak insanları da
kendileriyle birlikte dalâlete sürüklemekte ve böylece ateşe çağırmaktadırlar.
O zaman hem kendi günahlarını hem de başka insanların günahlarını da
beraberinde yüklenerek ve devamlı irtifa kaybetmektedirler.
Allahû Tealâ Arâf
Suresinde bu konuyu güzel bir şekilde dile getirmektedir:
7/A'RÂF-181: Ve mimmen halâknâ ummetun
yehdûne bil hakkı ve bihî ya’dilûn(ya’dilûne).
Ve yarattıklarımızdan bir ümmet vardır ki, Hakk’a (Allah’a) ulaştırırlar
ve onunla adaletle hükmederler.
Âyet farklı zamanlar içerisindeki devrin imamlarından
bahsetmektedir. O devrin imamlarının ortak görevi; insanları Hakk’a ulaştırmak
ve onlar arasında yaşadıkları dönemlerde adaletle emretmektir.
7/A'RÂF-182: Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ
se nestedricuhum min haysu lâ ya’lemûn(ya’lemûne).
Âyetlerimizi yalanlayanları,
onların derecelerini, bilemeyecekleri bir yerden yavaş yavaş azaltacağız
(böylece yavaş yavaş helâke yaklaştıracağız).
Hidayetçi gelip,
hidayeti tebliğ ettikten sonra bazı kişiler hidayetçiye karşı çıkmış, onu
yalanlamışlardır. Âyet Allahû Tealâ’nın yalanlayanlara cevabıdır.
7/A'RÂF-183: Ve umlî lehum, inne keydî
metîn(metînun) .
Ve onlara mühlet veririm, benim
tuzağım (hilem) metindir (çetindir, katlanması zordur).
Allahû Tealâ’nın,
dünya hayatına getirdiği kadın-erkek herkes için ihsan ettiği bir ömür
sermayesi vardır. Ömür sermayesi içerisinde kesinlikle o kişi serbest iradenin
sahibi, dilediğini yapmakta serbesttir.
7/A'RÂF-184: E ve lem yetefekkerû mâ bi
sâhıbihim min cinneh(cinnetin), in huve illâ nezîrun mubîn(mubînun).
Ve onların sahibinde
cinnetten (delilikten) yana bir şey olmadığını tefekkür etmezler mi? O ancak
apaçık bir nezirdir.
Nezirin uyarısı: “Ey
insanlar duyduk duymadık demeyin Allah'a ulaşmayı dileyin. Bu sizin için cennet
müjdesidir. Dilemediğiniz takdirde gideceğiniz yer cehennemdir.” şeklindedir.
7/A'RÂF-185: E ve lem yanzurû fî melekûtis
semâvâti vel ardı ve mâ halakallâhu min şey’in ve en asâ en yekûne kadıkterebe
eceluhum, fe bi eyyi hadîsin ba’dehu yu’minûn(yu’minûne).
Onlar yerlerin, göklerin
hükümranlığına (sünnetullaha, idaresine) ve Allah’ın yarattığı şeylere ve
ecellerinin yaklaşmış olması ihtimaline bakmıyorlar mı? Ondan sonra artık hangi
söze inanırlar (mü’min olurlar).
7/A'RÂF-186: Men yudlilillâhu fe lâ hâdiye leh(lehu),
ve yezeruhum fî tugyânihim ya’mehûn(ya’mehûne).
Allah kimi dalâlette
bırakırsa, artık onun için bir hidayetçi (hidayete erdiren) yoktur. Ve onları
azgınlıkları (isyanları) içinde şaşkın (bir halde) terkeder (bırakır).
Allahû Tealâ bütüne göz
atmamızı isteyerek; “Bütün bunlardan gerekli dersi alarak hâlâ kendilerine
düşeni yapmayacaklar mı? Mü’min olmayacaklar mı?” diye sormaktadır.
13/RA'D-27: Ve yekûlullezîne keferû lev lâ unzile
aleyhi âyetun min rabbih(rabbihi), kul innallâhe yudillu men yeşâu ve yehdî
ileyhi men enâb(enâbe).
Ve kâfirler: “Ona, Rabbinden
bir âyet (mucize) indirilse olmaz mı?” derler. De ki: “Muhakkak ki Allah,
dilediği kimseyi dalâlette bırakır ve O’na yönelen kimseyi Kendine ulaştırır
(hidayete erdirir).”
Hidayetçinin olması o
kişinin hidayeti dilemesine bağlıdır. Hidayeti dileyenler için hidayetçi
vardır. Hidayeti dilemeyen için hidayetçi yoktur.
Peygamber Efendimiz (S.A.V) bu açıdan
buyuruyor ki: “İsteyen cennete gider istemeyen gitmez. Beni istemeyen
cenneti istememiştir.” Allah'a ulaşmayı dilemeyenler için hidayetçi yoktur.
O zaman Allah'a ulaşmayı dilemeyen aynı zamanda cenneti istememiştir. Cenneti
isteyen kişi, hidayeti dileyen insandır.
Bunların hepsi Allahû Tealâ’dan müjde ama aynı
zamanda bir uyarıdır. İncil’in bir ismi müjdedir. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’in getirdiği Kur’ân-ı Kerim’in bir ismi müjdedir. Kur'ân Allahû Tealâ’nın
bize ikramıdır. Neden? İnsanların bir basit kalbi dileğinin karşılığında 1. kat
cenneti, ömür sermayesi yeterse 3. kat cennet ve dünya saadetinin yarısını da
bir hiç karşılığında hibe etmesindendir.
Sahâbeyi göz önüne aldığımız zaman hepsi 7
safha 4 teslimi yaşayan, 7 safha hidayeti gerçekleştiren, Allah'ın hidayetle
vazifeli kıldığı hidayetçilerdir. Sahâbe soruyor: “Ey Allah'ın Resûl’ü biz
dînimizi senden öğrendik. Bizden sonra insanlar dîni kimden öğrenecekler?”
deyince Resûlullah (S.A.V) Efendimiz’in cevabı çok manidar: “Benim sahâbem
gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine tâbî olursanız hidayete erersiniz.”
Hidayetçiye tâbî olan, hidayeti dileyen
kişidir. Hidayeti dileyen kişiyi hidayete erdiren Allah’tır. Allahû Tealâ farz
bir temel üzerine onlara hidayetçiyi gösterir, tâbiiyetini gerçekleştirir. “Hidayeti
dilemeyenler için ise hidayetçi yoktur.” buyurmaktadır.
Günümüzde hidayet kaybolmuştur. Nebîler
Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîs-i şerifinde buyuruyor ki: “Bir
zamanlar gelecek Kur’ân-ı Kerim’in resmi, İslâm'ın ismi kalacak. İnsanlar
İslâmî isimlerle anılacaklardır ama İslâm’dan en uzak kişiler olacaklardır.
Mescitleri dışardan mamur, ama içindeki insanların kalbinde hidayetten eser
olmayacak. O gün yaşayan âlimler gökkubbenin altında yaşayan insanların en
şerrlileridir. Fitne onlardan çıkmıştır. Tekrar onlara dönecektir.”
Resûlullah’ın beyan
ettiği o gün yaşayan âlimlerle bugün açıklamak istediğimiz hadîs arasında bir
illiyet rabıtası vardır. “Dalâlete çağıran kimseye de ona itaat edenlerin
günahı kadar günah verilir.” Günümüzdeki âlimler, hidayetin ihtiva etmeyen
bir dîn öğretiminin sahipleri, insanları dalâlete, ateşe çağıran imamlardır.
İşte bu bakımdan Resûlullah (S.A.V) Efendimiz: “Onlar gökkubbenin altında
yaşayan insanların en şerrlileridir.” buyuruyor. İnsanların en şerrlileri,
kendileri dalâlette iken başkalarının da hidayetine mani olan, dalâlete çağıran,
hidayetten men eden, ateşe çağıran imamlardır.
Allahû Tealâ bu ateşe çağıran imamların bir
başka özelliğini de Ahzâb Suresinin 67-68. âyet-i kerimelerinde dile
getirmektedir.
33/AHZÂB-67: Ve kâlû rabbenâ innâ ata’nâ
sâdetenâ ve kuberâenâ fe edallûnes sebîl(sebîlâ).
Ve cehennemde olanlar derler
ki: "Yarabbi, muhakkak ki biz, sâdatlarımıza (dînde ileri gidenlerimize)
ve küberamıza (büyüklerimize) itaat ettik. Ve böylece Senin yolundan (Sıratı
Mustakîmi’nden) saptık."
33/AHZÂB-68: Rabbenâ âtihim dı’feyni minel
azâbi vel anhum la’nen kebîrâ(kebîren).
Rabbimiz, onlara iki kat azap
ver ve onları büyük bir lânetle lânetle.
İnsanlar devrin
sâdatlarına itaat etmişler. Devrin sâdatları, dîn büyükleri dîn öğreticileri
olup bunlar seçilmeyen, başkalarının da hidayetine mani olan insanlardır.
Onları da kendileriyle birlikte ateşe götürmektedirler.
7/A'RÂF-146: Seasrifu an âyâtiyellezîne
yetekebberûne fîl ardı bi gayril hakkı ve in yerev kulle âyetin lâ yu’minu bihâ
ve in yerev sebîler ruşdi lâ yettehızûhu sebîlen ve in yerev sebilel gayyi
yettehızûhu sebîl(sebîlen), zâlike bi ennehum kezzebû bi âyâtinâ ve kânû anhâ
gâfilîn(gâfilîne).
Yeryüzünde haksız yere
kibirlenen kimseleri, âyetlerimizden çevireceğim. Bütün âyetleri görseler, ona
inanmazlar. Eğer rüşd yolunu görseler, onu yol edinmezler. Ve gayy yolunu
görseler, onu yol edinirler. Bu; onların, âyetlerimizi yalanlamaları ve ondan gâfil
olmaları sebebiyledir.
7/A'RÂF-147: Vellezîne kezzebû bi âyâtinâ
ve likâil âhireti habitat a’mâluhum, hel yuczevne illâ mâ kânû
ya’melûn(ya’melûne).
Ve âyetlerimizi ve ahirete
ulaşmayı (hayatta iken ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr eden kimselerin amelleri,
heba oldu (boşa gitti). Onlar, yaptıklarından başka bir şeyle mi cezalandırılır
(karşılık verilir)?
Âyetleri onlara
tilâvet eden, Allah'ın veli resûlleridir. Onları Allah'a çağırmakta, Allah'a
davet etmektelerdir ama onlar inanmamaktadırlar. O zaman inanmayanlar
kimlerdir? İnanmayanlar hidayeti dilemeyenlerdir. Neml Suresinde Allahû Tealâ
bize çok güzel bir mesaj vermektedir:
27/NEML-80: İnneke lâ tusmiul mevtâ ve lâ
tusmius summed
duâe izâ vellev mudbirîn(mudbirîne).
Muhakkak ki sen, ölülere işittiremezsin
ve arkasını dönüp kaçan sağırlara da (Allah’ın) davetini işittiremezsin.
27/NEML-81: Ve mâ ente bi hâdîl umyi an dalâletihim, in
tusmiu illâ men yu’minu bi âyâtinâ fe hum muslimûn(muslimûne).
Ve sen, körleri
dalâletlerinden (çevirip) hidayete erdirecek değilsin. Sen, ancak âyetlerimize
inananlara işittirebilirsin. İşte onlar, teslim olanlardır.
27/NEML-82: Ve izâ vakaal kavlu aleyhim ahracnâ lehum
dâbbeten minel ardı tukellimuhum ennen nâse kânû bi âyâtinâ lâ
yûkınûn(yûkınûne).
Ve onların üzerine (Allah’ın
Kitap’ta söylediği) söz vuku bulunca, onlara arzdan dabbe çıkardık (çıkarırız).
İnsanların (Kitap’taki) âyetlerimize yakîn hasıl etmediklerini söyleyecek.
Hidayet kendisine tebliğ edildiği zaman kişi
hidayete ilgisiz kalırsa, Allahû Tealâ hassalarına engeller koyar. Hassalarına
engel konan bir insan, bütün âyetleri görse asla îmân etmez. Eğer kişi hidayetçiyi
yalanlarsa, karşı çıkarsa o zaman uzuvlarına engeller konur. Ondan sonra da
bütün âyetleri görse îmân etmez. Kavga ederse, cedelleşirse o zaman her ikisine
birden Allahû Tealâ engel koyar ve kalbini de tab eder.
İşte bu açıdan Allahû Tealâ’nın dizaynına
baktığımız zaman net mesajlarla karşılaşıyoruz. Dört grup insan:
1-
Hidayete ilgisiz olanlar
2-
Hidayetçiyi yalanlayanlar,
3-
Kalbi tab edilenler olmak üzere
cehenneme doğru yol alan insanlar
4-
Hidayet kendisine tebliğ edildiği an
anında Allah'a ulaşmayı dileyen ve âyetlere îmân eden kişiler.
Allahû Tealâ’nın engeller
koyduğu insanlar için Allah'ın Resûl’ü buyuruyor ki: “Onlar Kur'ân okurlar ama Kur'ân kursaklarından geçmez.” Yani
mânâsına nüfuz edemezler. Kalbin yer almadığı bir dizaynda, âyetlere nüfuz
edebilmek mümkün değildir.
Günümüz dîn tatbikatına
göre insan 3 vücudun sahibi değildir. Onlara göre iki vücuttur: O vücutlardan
bir tanesi iyi olursa ruh, kötü olursa nefs (habis ruh) diye bir ayrımın
içerisindedirler. Dolayısıyla ruhun devrede olmadığı bir dîn tatbikatıyla
iblise karşı gâlip gelmek mümkün değildir. Galip gelebilmek için mutlaka ruhun
devrede olması lâzımdır.
İnsan için şeytanın etkisiz
olduğu zaman, kişinin ruhun talebine uyduğu zamandır. Yani bu noktada şeytana
galiptir. Ama ruhun talebinin devrede olmadığı her olayda insan iblise
mağluptur, çünkü o zaman nefsinin talebine uymaktadır. Nefs, şeytanın vücuda
giriş melceidir, şeytanın maşasıdır. Nefsin afetleri iblisin isteklerini ister.
İş olup bittikten sonra da şeytan der ki:
14/İBRÂHÎM-22: Ve kâleş şeytânu lemmâ
kudıyel emru innallâhe veadekum va’del hakkı ve veadtukum fe ahleftukum, ve mâ
kâne liye aleykum min sultânin illâ en deavtukum festecebtum lî, fe lâ telûmûnî
ve lûmû enfusekum, mâ ene bi musrihikum ve mâ entum bi musrıhıyy(musrıhıyye),
innî kefertu bi mâ eşrektumûni min kabl(kablu), innaz zâlimîne lehum azâbun
elîm(elîmun).
Şeytan, emir yerine
getirildiği zaman şöyle dedi: “Muhakkak ki; Allah, size “hak olan vaadini”
vaadetti. Ve ben de size vaadettim. Fakat ben, vaadimden döndüm. Ve ben, sizin
üzerinizde bir güce (sultanlığa, yaptırım gücüne) sahip değilim. Sadece sizi
davet ettim. Böylece siz, bana icabet ettiniz. Artık beni kınamayın! Kendinizi
kınayın! Ve ben, sizin yardımcınız değilim. Siz de, benim yardımcım değilsiniz.
Gerçekten ben, sizin beni ortak koşmanızı daha önce de inkâr ettim. Muhakkak
ki; zalimlere acı azap vardır.”
İblise
galip gelmenin yolu, ruhun talebine uymak, iblisin maşası durumunda olan
nefsimizi tezkiye ve tasfiye etmektir. Bu sebeple Nebîler Sultanı Peygamber
Efendimiz (S.A.V) bir hadîs-i şerifinde: “Allah şüphesiz ki bu dîni
nefsinizi ihlâsa ulaştırmanız için var etti.” buyurmaktadır.
Sakın ha sevgili kardeşlerim! Siz de ihlâsı
dîn adamlarının zannettiği gibi zannetmeyin: “Gelin ihlâs, aşk ve şevkle bir
namaz kılalım. Gelin ihlâsla bir Tövbe-i nasuh edelim.” Böyle bir şey söz
konusu değildir! Hanif dîninin 7 safhasından 6. safhası İhlâs’tır ve bir
insanın muhlislerden olabilmesi için Allahû Tealâ’nın o kişide muktesebat
olarak görmek istediği şey, kalbinin 14 kademede müzeyyen olmasıdır. Yani
muhlis olan kul, yerin göğün melekûtuna yakîn sahibidir. Ama o insanlar, devrin
imamının ana dergahından, mürşide tâbî olmaktan, Allah’a ulaşmayı dilemekten,
gök katlarından, bunların hiç birisinden haberdar değildirler. Onlara göre
sadece İslâm'ın 5 şartı var ve bunları tatbik etmeleri halinde de gerçekten
muhlis olacaklarını zannediyorlar. 14 asır evvel Nebîler Sultanı Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’le birlikte sahâbe, böyle bir dîn yaşantısı yaşamadı. Onların
yaşadığı hanif dîni, 7 safha 4 teslimden oluşur.
v Sahâbenin
hepsi Allah'a ulaşmayı dilemiştir:
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en
ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi).
Ve onlar ki; taguta (insan ve
cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini
kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler).
Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
v Sahâbenin
hepsi mürşide tâbî olmuştur:
48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ
yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ
yenkusu alâ nefsih(nefsihî), ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi
ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana
tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde
(Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş
olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde
sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine
getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine
vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük
mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine
erdirilecektir).
v Hepsi
ruhlarını Allah'a teslim etmişlerdir:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne
ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler,
böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete
erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin
sahipleri).
v Hepsinin fizik
vücutlarını Allah'a teslim etmiştir:
3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye
lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel
ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ
aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle
tartışırlarsa o zaman onlara de ki: "Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi
(fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik. O kitab verilenlere ve ümmîlere:
"Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?"
de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz
çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi
görendir.
v Hepsi
ulûl’elbab olmuştur:
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne
ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl
elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler,
böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete
erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin
sahipleri).
v Hepsi irşada
ulaşmış, muhlis kul olmuştur:
49/HUCURÂT-7: Va’lemû enne fîkum
resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve
lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum ve kerrehe
ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne).
Ve aranızda Allah’ın Resûlü
olduğunu biliniz. Eğer işlerin çoğunda size itaat etseydi, mutlaka sıkıntıya
düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi ve onu kalplerinizde müzeyyen
kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı size kerih gösterdi. İşte onlar, onlar irşad
olanlardır.
v Hepsi de
salihlerden oldular. Çünkü tâbiîn ve tebe-i tâbiînin hepsi sahabeye tâbî
olmuştur:
9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne
vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve
eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel
fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki
hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada
memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye
göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da
onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına
sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da
O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler
hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
Âyetler açık bir şekilde
sahâbenin hayatını açıklamaktadır. Sahâbe nasıl 7 safha 4 teslimi yaşamışsa
günümüzde de ana dergâhın başında Devrin İmamı vardır. Allah'tan aldığı hidayet
göreviyle devamlı âyetlerle tebliğ etmektedir ve “Allah'a ulaşmayı dileyin”
demektedir. İnsanlara bu dileğin akabinde kısa zamanda sonsuz huzur ve
mutluluğu yaşayacağını, 3. kat cennet ve dünya saadetini yarısına sahip
olacağını beyan etmektedir. Tatbik edenler bu neticeye ulaşmışlardır. Allah'a
ulaşmayı dilemeleri hasebiyle Allah'ın yaşattığı huzur ve mutluluk, zifiri
karanlık bir gecenin arkasından güneşin doğması gibidir. Bu mutluluğu yaşayan
kişi, durumunu evvelki (cahiliyye) hayatıyla mukayese ettiği zaman, Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’in söylediği: “Sağ
elime güneşi verseniz, sol elime ayı verseniz, ben Rabbimin beni ulaştırdığı bu
hidayet yolundan, Sıratı Mustakîm yolundan asla başka bir yere adımımı atmam.”
sözünü idrak etmekte ve yaşamaktadır.
Elbette Allah'ın
tasarrufunda olan resûl bu sözü söyleyebilir. O, Allah'ın kopmaz ipi olduğu
için, o Allah'ın tasarrufunda olduğu için, o bu sözü söylemeye en evvelde hak
sahibidir. Ama ona îmân eden, Allah'ın ipine Urvetul Vuska’ya sımsıkı yapışan
bir insan da onun izinden gittiği için bu sözü söyleyip Allah'ın hidayetle
vazifeli kıldığı devrin imamına tutunmalıdır.
Allah, Resûl’ü ile nurunu
tamamlayacaktır. O nurun tamamlandığı dönemin içerisindeyiz. Vakti geldiği
zaman o nurun tamamlandığı bir asr-ı saadeti tüm dünya insanı yaşayacaktır.
Dînler birleşecek ve dînler birleştiği zaman bir tek hanif dînin varlığını
insanlar idrak edeceklerdir ve hanif dînini, dünya saadetinin yarısını, 3. kat
cenneti yaşayabilmenin basit bir dilekle olduğunu insanlar idrak ettiği zaman,
hiç kimse bu dînin dışında yer almayacaktır. O zaman üstlerinden ve ayaklarının
altından Allah bereketler verecektir. İnsanlar zekâtlarını vermek üzere fellik
fellik insan arayacaklardır. İnsanlık bu altın çağı, Devrin İmamı, Mehdi (A.S)
ile yaşayacaktır.
Kur’ân-ı Kerim’de herşey
net olarak açıklanmaktadır. Konumuz olan; “Başkalarını
hidayete çağıran kimseye, kendisine tâbî olanların sevabı gibi sevap verilir;
bununla beraber, onların sevabından da hiçbir şey eksilmez. Başkalarını
dalâlete çağıran kimseye de ona itaat edenlerin günahı kadar günah verilir;
bununla beraber ona itaat edenlerin günahlarından hiçbir şey eksilmez.”
hadîs-i şerifi Nisa Suresi 85. âyet-i kerimesinde açıklanmaktadır:
4/NİSÂ-85: Men yeşfa’ şefâaten haseneten yekun lehû
nasîbun minhâ ve men yeşfa’ şefâaten seyyieten yekun lehu kiflun minh(minhâ) ve
kânallâhu alâ kulli şey’in mukîtâ(mukîten).
Kim güzel bir şefaatle(iyilik
yapılmasına) yardım ederse, ondan (o iyilikten) onun bir nasibi olur. Ve kim
kötü bir şefaatle (günah işlenmesine) yardım ederse onun da ondan (o şerrden)
bir payı olur. Ve Allah, herşeye mukayyet olandır (gözetendir).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.