21. BASAMAK – 3. SAFHA; NEFS-İ
TEZKİYE
“Allah’a ve Ahiret Gününe Îmân Eden Kimse,
Komşusuna Eziyet Etmesin. Allah’a ve Ahiret Gününe Îmân Eden, Misafirine İkramda
Bulunsun. Allah’a ve Ahiret Gününe Îmân Eden Kimse, Ya Hayır Söylesin Veya
Sussun.”
|
“Allah’a ve ahiret gününe îmân eden kimse, komşusuna
eziyet etmesin. Allah’a ve ahiret gününe îmân eden, misafirine ikramda bulunsun.
Allah’a ve ahiret gününe îmân eden kimse, ya hayır söylesin veya sussun.” (K: Buhârî, Edeb, 31, 85; Müslim, Îmân, 74, 75) Hadîs-i şerifinde dikkat ederseniz çarpıcı iki esas
vardır:
1-
Allah’a
ve yevm’il âhire îmân etmek.
2-
Başkaları
için yaşamaktır.
Bunu belki ilk etapta
görmeyebilirsiniz ama hadîse dikkatle bakarsanız, Allah’a ve ahiret gününe îmân
eden bir kimse var ve burada Allah’ın Resûl’ü onun sosyal hayat içerisindeki
davranış biçimlerini ifade buyuruyor.
ü Allah’a ve Ahiret Gününe Îmân Etmek Ne Demektir?
Mürşidimize tâbî olduğumuz
gün yevm’il evvelse, ruhun Allah’a ulaşma günü yevm’il âhirdir. Eğer fizik
vücudumuzu teslim etme talebinde bulunduğumuz gün yevm’il evvelse, fizik
vücudumuzu teslim ettiğimiz gün yevm’il âhirdir. Eğer nefsimizin teslimi için
talepte bulunduğumuz gün yevm’il evvelse, nefsin tesliminin gerçekleştiği an
yevm’il âhirdir.
Nebîler Sultanı Peygamber
Efendimiz başka bir hadîs-i şerifinde buyuruyor ki: “Mü’mine eziyet etme, kâfire de komşuluk etme.”
Kimdir mü’min? Kur’ân-ı
Kerim’e baktığımız zaman âyetlerde Allahû Tealâ, salt Allah’a inancı sebebiyle
mü’min olup da kurtuluşa eremeyenlerden bahsediyor. Bir de hadîste zikredildiği
gibi Allah’a inanmayla birlikte yevm’il âhire îmân eden yani Allah’a ulaşmayı
dileyen hak mü’minlerden de bahsediliyor. Öyleyse Allah’a ve ahiret gününe îmân
eden kimse, hak mü’minlerdendir.
Hak mü’minlere Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’in hadîsteki öğüdü, komşuya eziyet etmemektir. Hak
mü’minlerin içinde yer aldığı topluluk elbette hak mü’minlerdir. Yani hadîs-i
şerifte Peygamber Efendimiz (S.A.V) kardeşlerimize eziyet etmememizi emir
buyuruyor.
3/ÂLİ İMRÂN-103: Va’tasımû bihablillâhi cemîân ve lâ
teferrekû, vezkurû ni’metallâhi aleykum iz kuntum a’dâen fe ellefe beyne
kulûbikum fe asbahtum bi ni’metihî ihvânâ(ihvânen), ve kuntum alâ şefâ hufretin
minen nâri fe enkazekum minhâ, kezâlike yubeyyinullâhu lekum âyâtihî leallekum
tehtedûn(tehtedûne).
Ve hepiniz, Allah’ın ipine sımsıkı tutunun, fırkalara ayrılmayın!
Ve Allah’ın sizin üzerinizdeki ni’metini hatırlayın; siz (birbirinize) düşman olmuştunuz.
Sonra sizin kalplerinizin arasını birleştirdi, böylece Allah’ın
ni’meti ile kardeşler oldunuz. Ve siz ateşten bir çukurun kenarında iken
sizi ondan kurtardı. İşte Allah, âyetlerini size böyle açıklıyor. Umulur ki
böylece siz hidayete erersiniz.
ü Topluma Eziyet Etmemek ve İkramda Bulunmak
İşte Allah’ın ni’metiyle,
Allah’ın kalplerimizi birleştirmesiyle biz mü’minler kardeşiz. İlk etapta
bizimle diğer kardeşlerimiz arasında kesinlikle üzerinde durmamız gereken şey;
bizden onlara zarar ulaşmamasıdır. Biz onlara eziyet etmemeliyiz, davranışlarımızla
onları mutsuz kılmamalıyız. Mutsuz kılmazsak görevimiz burada biter mi? Hayır!
Hadîsin devamında başka bir şey daha söylenmektedir: “Allah’a ve ahiret gününe îmân eden, misafirine ikramda bulunsun.”
Öyleyse birincisinde
içinde yer aldığımız hak mü’minlerden oluşan topluma, her birisine eziyet
etmememiz emrediliyor. İkincisinde onlara ikramda bulunmamız emrediliyor. Yani
onlara devamlı vereceğiz, onların mutluluğu için bir gayret içerisinde
olacağız.
Nebîler Sultanı Peygamber
Efendimiz buyuruyor ki: “Îmân etmedikçe
cennete giremezsiniz, birbirinizi sevmedikçe de mü’min olamazsınız.”
Öyleyse mü’minin yani Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin esas vasfı kardeşini
seven kişi olmasıdır. Seven sevdiğine devamlı verendir, ikramda bulunandır.
Sevgi fedakârlıktır, sevgi hediyeleşmedir, sevgi yardımlaşmadır. O halde
Allah’a ve ahiret gününe îmân eden mü’minsen hep ikramda bulun, ver,
başkalarıyla yardımlaş.
Allah’a ulaşmayı dilemenin
akabinde Allah’ın yardımı ve garantisi ile birinci emanet olan ruh Allah’a
teslim edilir. Ancak fizik vücut teslimi hedefine giden yol, mü’min kardeşimize
ikram etmekten geçer. Mü’min kardeşimizi sevmekten geçer. Hem seveceğiz, hem de
sevginin bir belirtisi (işareti) olacak. O da nedir? İkram etmek.
Onun için Peygamber
Efendimiz (S.A.V) buyuruyor: “Allah’a ve ahiret gününe îmân eden kişi
misafirine ikramda bulunsun.” Aslında hepimiz bir diğeri için bir misafir
hükmündedir. Allahû Tealâ’nın ni’metleri açısından meseleye baktığımız zaman
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz buyuruyor ki: “Mü’minler Allah’ın ni’metlerine karşı birer konuktur, misafirdir.” Öyleyse
biz hepimiz Allahû Tealâ’nın misafirleriysek, dışımızdaki insanlar da bizim
misafirimiz oluyor. Bu gözle baktığımız zaman herkese kesinlikle yardım etmemiz
gerekiyor. Allahû Tealâ net olarak bunu ifade buyuruyor.
ü Allah Muhsinleri Sever
Kur’ân-ı Kerim’de bu
konuda Allahû Tealâ’nın bir çok emirleri vardır. Allahû Tealâ özellikle İsrailoğullarına,
İsrailoğulları kavminin şahsında aslında bize de nasihat etmektedir.
4/NİSÂ-36: Va’budûllâhe ve lâ tuşrikû bihî şeyen ve bil
vâlideyni ihsânen ve bizil kurbâ vel yetâmâ vel mesâkîni vel câri zil kurbâ vel
câril cunubi ves sâhıbi bil cenbi vebnis sebîli ve mâ meleket eymânukum,
innallâhe lâ yuhıbbu men kâne muhtâlen fehûrâ(fehûren).
Ve Allah'a kul olun. O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın. Ve
ana-babaya, akrabaya, yetimlere, miskinlere, yakın komşuya, uzak komşuya,
yanınızdaki arkadaşa (eşlere), yolda kalmışa ve elinizin altında sahip
olduklarınıza (köleye, cariyeye, işçilere) ihsanla davranın. Muhakkak ki Allah,
kibirli olan ve övünen kimseleri sevmez.
İhsanla davranmak sevmeyi
gerektirir. Allahû Tealâ etrafımızdaki herkese vermemizi emreder. Allahû Tealâ
kibirli olan ve övünen kimseleri sevmez ama muhsinleri sever. Âli İmrân
Suresinin 134. âyet-i kerimesinde, fizik vücudunu Allah’a teslim eden
muhsinlerden bahsedilmektedir:
3/ÂLİ İMRÂN-134: Ellezîne yunfikûne fîs serrâi ved
darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu yuhibbul
muhsinîn(muhsinîne).
Onlar (muttekîler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infâk
ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir.
Ve Allah, muhsinleri sever.
Dikkat ederseniz devamlı
bir infâk olayı söz konusudur. Dışımızdaki insanlara karşı öfkemizi yutmak, onların
bize karşı olan davranışlarını affetmek ve bizim onlara karşı nefsani
davranışlarımızı frenlemekle gerçekleşir. Allahû Tealâ böyle bir davranış
sergilememizi emreder. Nefs afetleri bir ikram mıdır? Elbette! Bir hatalı durum
söz konusu olduğunda siz Rabbinizden bir imtihan olduğunu kabul ediyorsunuz ve
de o yanlış davranışı affediyorsunuz. O halde hepimizin kesinlikle böyle olması
gerekir. Muhsinlerin temel vasfı ikramda bulunmaktır. Devamlı ikram Allahû
Tealâ’nın kesin emridir ve Rabbimiz bunu Kur’ân âyetlerinde dile getirmiştir.
Bir üçüncü olay daha var
ki; “Allah’a ve yevmil âhire îmân eden
kimse ya hayır söylesin veya sussun.” deniyor. İnsanla Allah arasında
Allahû Tealâ’nın dizayn ettiği 28 basamaklık İslâm merdiveninin 22. basamağında
ruh Allah’a teslim olur. Allahû Tealâ’nın bize verdiği görev, biz ve diğer
insanlar arasındaki davranış biçimleri açısından Hakkı tavsiye etmektir. Hakk’a
ulaşınca Hakk’ı tavsiye edeceğiz. Hakk’ı tavsiye etmek hayır mıdır? Elbette.
İnsanların hidayetine vesile olmak, insanları hidayete çağırmak ve o
istikamette hayır kazanmak… Öyleyse devamlı olarak insanları Allah’a ulaşmayı
dilemeye çağırmalıyız. Bunu yapmıyorsak susmalıyız zira dilimizi hayırda
kullanmak durumundayız.
Hayatımızda hayır ve şerr
vardır. Eğer Peygamber Efendimiz (S.A.V) “Hayrı
konuşun veya susun.” diyorsa bunun mânâsı dil ile şerr işlemememizdir. Dil
ile şerr işleme olayı devreye girdiği zaman bunun başında en büyük afet olarak
dedikodu vardır.
Dedikodu insanlardan
bahsetmektir, onları küçültmektir, onlara karşı böbürlenmektir ve onların
kusurlarını orada burada anlatmaktır. Dedikodu bir hastalıktır, Allah’tan
bahsetmek ise şifadır. Öyleyse Allah’tan bahsetmek, insanları Allah’a çağırmak,
Allah’ın zikrini konuşmak hayırdır ve şifadır, ama insanlardan bahsetmek ise
kesinlikle hastalıktır. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz buyuruyor: “Dilinizi hayırda kullanın, şerr
istikametinde kullanmayın!”
Hayır; bize derecat
kazandıran herşeydir. Şerr; bize derecat kaybettiren herşeydir. Öyleyse
dedikodu yapmayın, Allah’ın yasak ettiği şeyleri söylemeyin, başkalarının
kusurlarını araştırmayın. Şerr işlediğimiz an derecat kaybediyoruz. Derecat
kaybetmek, derecat kazanmak çok mu önemlidir? Elbette.
Dünya hayatı bir imtihan
yeridir. Dünya, ahiret için bir tarladır. Dolayısıyla asıl ahiret için hazırlık
yapmak zorundayız. Ahirette kurtuluşun en alt seviyesi hayırların şerrlerden
fazla olmasıyla mümkündür. Ancak hayırları şerrlerinden fazla olan insanlar,
cennete gidebilir ve bu açıdan derecat kazanmak çok önemli bir olaydır. Hayır
işlediğimiz zaman derecat kazanırız, şerr işlediğimiz zaman derecat kaybederiz.
Hayırlı bir niyet kuvveden fiile çıkmadığı taktirde bile Allahû Tealâ bir
pozitif derecat yazar. Bir şerr fiili niyet edip de yapmadığınız taktirde Allahû
Tealâ ona da derecat yazar.
O halde Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’in hadîs-i şerifine göre, hak mü’minlerden olduktan sonra
başkaları için yaşamak hedefiyle hep bir hizmetin içerisinde olmamız lâzımdır. Herşeyden
evvel insanlara eziyet etmeyeceğiz, başkalarının mutluluğu için çalışacağız.
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz: “Kendin
için istediğini kardeşin için istemedikçe asla îmânın kemâline eremezsin.”
buyuruyor. Kendimiz için ne istiyoruz? Mutlu olmak istiyoruz. Kendimiz için ne
istemiyoruz? Bize eziyet edilmesini istemiyoruz. Bize eziyet edilmesini istemiyorsak
biz de başkalarına eziyet etmeyeceğiz. Mutlu olmak istiyorsak başkalarının da
mutlu olması için çalışacağız, hizmet edeceğiz. “Komşuna eziyet etme.” hadîsine
göre Allahû Tealâ’nın yasakladığı zulmü işlememeli, onlara zulmetmemeliyiz.
Şefaat her dönemde Devrin
İmamı ile gerçekleşen bir olgudur ama biz insanlar sosyal mahlûk olarak diğer
insanlarla birlikte yaşarız. Birimiz diğeri için hayra veya şerre sebep
olabiliriz. Hayra vesile olduğumuz zaman, o hayrı işlediğimizden dolayı biz de
pay sahibi oluruz. Biz başkasının şerr işlemesine sebep olursak, oradan da bir
pay sahibi oluruz. O halde bize düşen nedir? Bize düşen devamlı başkalarının
hayrına vesile olmak, sebep olmaktır. Başkalarının hayrına vesile olmak, sebep
olmak istiyorsak devamlı hayır işlememiz lâzımdır.
İnsanla Allah arasındaki
muhtevaya baktığımız zaman şerrin kaynağı, zulmün odağı nefstir. Nefsin
Allah’ın emrettiği dizayn içerisinde tezkiye ve tasfiye olması gerekir.
Tezkiyede dünya saadetinin yarısına ulaşırız, ama tasfiyede bir bütüne
ulaşırız. Tasfiyede bütüne ulaşmamızın sebebi nedir? Nefsimizin manevî
kalbindeki hem bizi rahatsız eden, hem de beraber yaşamakta olduğumuz toplumun
diğer üyelerini rahatsız eden afetlerden kurtulmamızdır. Nefsimizin manevî
kalbi tamamen temizlenir ve afetlerin yerine ruhtaki hasletler faziletler
olarak gelip kalbe yerleşir. Faziletlerden kaynaklanan her talep sadece
hayırdır ve devamlı olarak ikram da bulunmayı bize nasip kılar.
“Dövene elsiz gerek, sövene dilsiz gerek ve de derviş gönülsüz gerek.”
Devamlı başkaları için çalışacağız, hadîs-i şerifte bu mesaj verilmektedir. Bu
hadîs-i şerif hem Sahih-i Buhari’de geçiyor, hem de Müslüm’de îmân bölümünde
geçiyor ve Kur’ân âyetleriyle bir bütün olarak örtüşüyor. Dîn, insanla Allah
arasındaki ilişkileri ve insanın diğer insanlarla arasındaki sosyal
davranışların bütününü muhtevasına alır. Allah’ın emirlerine itaat, mahlûkata
şefkat, dışımızdaki herkesi sevmek emredilmektedir. Seviyorsak eziyet
etmeyeceğiz, seviyorsak dilimizle onlara zarar vermeyeceğiz, seviyorsak devamlı
onlara ikramda bulunacağız, onları mutlu kılacağız, onların mutluluğu için
çalışacağız. Allah’ın Resûl’ünün hadîs-i şerifte beyan ettiği muhteva bu istikamettedir.
Kısacası hadîs-i şerifte bize verilen mesajların hepsi, başkaları için yaşamayı
hedef almamızı, o hedefe doğru devamlı bir gayret içerisinde olmamızı
öğütlüyor.
Mucâdele Suresinin 22.
âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
58/MUCÂDELE-22:
Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhıri yuvâddûne men hâddallâhe ve
resûlehu ve lev kânû âbâehum ev ebnâehum ev ihvânehum ev aşîretehum, ulâike
ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin
tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike
hızbullâh(hızbullâhi), e lâ inne hızballâhi humul muflihûn(muflihûne).
Allah’a
ve âhiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı
gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri
veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin
içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada
eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve
onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen
kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan)
razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın
taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?
Kalplerine Allah’ın îmân
yazdığı kişiler, Allah’a ve yevm’il âhire îmân eden kişilerdir. Öyleyse bu
âyet-i kerime, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hadîste devamlı olarak işaret
ettiği kişilerin, kalplerine Allahû Tealâ’nın îmânı yazdığı kişiler olduğunu
(hak mü’minler olduğunu) ispatlamaktadır.
14 asır evvel bu hadîs-i
şerifin muhatabı olanlar sahâbeydi. Ama Resûlullah’ın sözleri de, hadîsleri de
evrenseldir, çünkü Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz hadîsleri değerlendirme
ölçüsü olarak: “Bir gün hadîslerim
tartışma konusu olduğu zaman Kur’ân-ı Kerim’e bakınız, Kur’ân-ı Kerim’e aykırı
bir hadîsim olamaz.” buyurmaktadır. Hadîsi Kur’ân âyetleriyle
karşılaştırdığımızda da A’dan Z’ye kadar Kur’ân’la %100 bir beraberlik, bir
mutabakat içerisinde olduğunu görüyoruz.
“Ölmeden
Evvel Ölünüz”
|
Hz. Muhammed Mustafa
(S.A.V) Efendimiz, hadîs-i şerifinde buyuruyor ki: “Ölmeden evvel ölünüz. (K: Acluni
Keşfü'l Hafa c: 2 shf: 291(2669)).”
Burada “Ölmeden evvel
ölünüz.” emrinin muhatabı insandır.
ü Ölmeden Evvel Ölmek Nasıl Gerçekleşir?
3 vücut ve serbest
iradenin sahibi olan insanın ölümüyle, nefsi berzah âlemine gider, ruhu ise
Allah’ın Zat’ına ulaşır. O zaman hadîste ifade edilen, “ölmeden evvel ölmek”
yaşarken ruhun Allah’ın Zat’ına ulaştırılmasıdır. Ama ölmeden evvel ruhun
Allah’ın Zat’ına ulaştırılması ancak nefs tezkiyesi ile mümkündür.
İnsan ile Allah arasında
Allahû Tealâ’nın dizayn ettiği 28 basamaklık bir İslâm merdiveni vardır. Bu 28
basamaklık İslâm merdiveninin 1. basamağında olaylar vardır. Herkes olayları
yaşar. 2. basamakta olayların insanlar tarafından değerlendirilmesi ve bu değerlendirme
sonucu Allah’ın insanları seçmesi vardır. Ama Allahû Tealâ bir kısım insanları
seçmez. Seçilmeyenler, kendileri Allah’a ulaşmayı dilemedikleri gibi
başkalarının da dilemelerine yani hidayetlerine mani olan insanlardır. Geri
kalan tüm insanlar, Allah tarafından seçilir. Allahû Tealâ seçilenleri
musîbetlerle imtihan eder. Sonuçta her kim o musîbetlerle yapılan imtihanlardan
gerekli dersi alırsa, Allahû Tealâ’nın insanlar için vaaz ettiği hedef olan
Allah’a ulaşmayı dileme noktasına ulaşır ve o zaman bu kişi 3. basamaktadır.
Allahû Tealâ, Allah’a
ulaşmayı dileyen kişinin üzerine, Rahmân esmasıyla tecelli eder (4. basamak).
99 esmanın sahibi olan Rabbimizin bir ismi de Rahmân’dır. Rahmân esmasıyla
tecellisi, Allah’ın rahmetini göndermeye başlaması demektir. Allahû Tealâ,
Rahmân esmasıyla tecelli ettiği kişiye, peş peşe 7 tane furkan verir.
Furkanlarla, hassalar ve uzuvlar üzerindeki engeller kaldırılır. Akabinde
Allah, o kişiyi 6 tane kalp şartının sahibi kılar. Böylece gerekli kalp
şartlarının sahibi olan bir insan, zikretmeye başladığı takdirde nefsinin
manevî kalbine %2 oranında rahmet nuru girer ve o kişi huşû sahibi olur. Allahû
Tealâ huşû sahibi olan bir insanın kalbine mürşid sevgisini koyar ve bu kişi
hacet namazı ile Allah’ın kendisi için tayin ettiği mürşidi Allah’tan talep
ederse Allah ona mutlaka mürşidi gösterir. Allah’ın kendisine gösterdiği
mürşide tâbî olan, Allahû Tealâ’dan 7 tane ni’met alır:
1. ni’met:
Devrin imamının ruhu, başının üzerine gelip, yerleşir.
2. ni’met:
Allah kalbine “îmânı” yazar.
3. ni’met:
Allah, o güne kadar işlediği bütün günahları sevaba çevirir.
4. ni’met:
Ruh vücuttan ayrılıp Sıratı Mustakîm’e ulaşır; seyr-i sülûka başlar.
5. ni’met:
Nefs tezkiyesine, ıslah edici amellere başlar.
6. ni’met:
İradesi güçlenir.
7. ni’met:
Fizik vücudu güçlenir.
Daha önceden vasıta
emirlerden namaz kılmayı, oruç tutmayı, zekât vermeyi vs. istemeyen bu insan,
Allah’a ulaşmayı diledikten sonra Allah’ın kendisini 7 tane furkan, 12 tane
ihsan ve 7 tane ni’metle desteklemesi ile namazı, orucu, zekâtı vs. sever bir
hale gelir. Çünkü bu noktada o kişiye bütün bu vasıta emirleri sevdiren,
Allah’tır.
En büyük vasıta emir ise
zikirdir. Zikir, en büyük ibadettir; ibadetlerin sultanıdır. Allah, 7 ni’meti
alan kişiye özellikle zikri sevdirir. Zikrini arttırmasıyla kalbi günbegün
Allah’ın nurları ile dolmaya başlar ve tezkiye basamaklarında ilerler.
7 tane tezkiye basamağı
vardır. Bunlar:
1- Nefs-i
Emmare
2- Nefs-i
Levvame
3- Nefs-i
Mülhime
4- Nefs-i
Mutmainne
5- Nefs-i
Radiye
6- Nefs-i
Mardiyye
7- Nefs-i
Tezkiye
Bu kademelerinin her
birinde kişinin kalbinde %7 fazl birikimi olur. Kişi Nefs-i Tezkiye kademesine
geldiğinde kalbindeki fazl nurlarının oranı %49’a ulaşır. Tezkiyeye başlamadan
evvel kalbine gelen %2’lik rahmet nuru ile birlikte kalpteki nurların toplamı;
aydınlanma oranı %51 olur. Tezkiye kademelerine paralel olarak ruh da 7 tane
gök katı yükselerek, 7. gök katında 7 tane âlemi geçtikten sonra yoklukta
Allah’ın Zat’ına ulaşır. Böylece artık bu kişi ölmeden evvel ölmüştür. Çünkü
ruhunu yaşarken, hayattayken Allah’a teslim etmiştir. Bunun mükâfatı ise 3. kat
cennet ve dünya saadetinin yarısıdır.
İşte Nebîler Sultanı
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hadîste vermek istediği mesaj budur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.