11 Nisan 2016 Pazartesi

HZ. PEYGAMBER (S.A.V)’E TÂBÎ OLUP 7 SAFHA VE 4 TESLİMİ YAŞAMAK

HZ. PEYGAMBER (S.A.V)’E TÂBÎ OLUP
7 SAFHA VE 4 TESLİMİ YAŞAMAK

30/RÛM-30: Fe ekim vecheke lid dîni hanîfâ(hanîfen), fıtratallâhilletî fataran nâse aleyhâ, lâ tebdîle li halkıllâh(halkıllâhi), zâliked dînul kayyimu ve lâkinne ekseren nâsi lâ ya’lemûn(ya’lemûne).
Artık hanif olarak kendini (vechini) dîn için ikame et, Allah’ın hanif fıtratıyla ki; Allah, insanları onun üzerine (hanif fıtratıyla) yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. Kayyum olan (kaim olacak, ezelden ebede kadar yaşayacak) dîn budur. Fakat insanların çoğu bilmez.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Rum Suresinin 30. âyet-i kerimesi dînlerin birleştirilmesinde çok önemli bir yeri vardır. Kur’ân’ın önemli âyetlerinden birisidir; Allahû Tealâ kâinatın tek dînini hanif kelimesiyle anlatmaktadır.
Hanif dîninin 3 esası, vahdet, tevhid ve teslimdir:
1- Vahdet: Allah’ın tekliğidir.
2- Tevhid: Bütün insanların Allah’a ulaşmayı dileyerek tek bir fırkayı, mü’minleri oluşturmasıdır.
3-Teslim: İnsanların sırasıyla Allah’a ruhlarını, vechlerini, nefslerini ve iradelerini teslim etmeleridir.
Allah bütün insanları hanif fıtratıyla yaratmıştır.
Allah dînini kıyâmete kadar sadece hep hanif dîni olarak sürdürecektir. Başka bir dîni hiç vücuda getirmeyecektir. Bütün insanlar kıyâmete kadar sadece hanif fıtratının özelliklerini yaşayabilecek olan standartlarda yaratılacaklardır. Allah ne dîni ne de insanların o dîni yaşayabilecek olan özelliklerini değiştirecektir. İşte o özellikler hanif fıtratını oluşturur.
Ezelden ebede kadar tek bir dîn oluşmuş ve devam edecektir. Öyleyse dînler olması mümkün değildir. Allah’ın indinde sadece tek bir dîn var olacak ve hiç değişmeyecektir. Nitekim sadece hanif dîni vardır. Ama 21. yüzyılda insanlar 72 tane inanç grubuna ayrılmışlardır.
Şu anda her milletin içinde mutlaka Allah’ın bir resûlü vardır ve insanlara hanif dîninin esaslarını anlatmaktadır.

1. SAFHA
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd (ıbâdi).
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
          Bu âyet sahâbeden bahsetmektedir. Burada taguta kul olmaktan Allah’a ulaşmayı dileyerek kurtulup Allah’a kul olma noktası ifade edilmektedir. Bu nokta aynı zamanda kişinin takva sahibi olduğu yerdir.

2. SAFHA
7/A'RÂF-157: Ellezîne yettebiûner resûlen nebiyyel ummiyyellezî yecidûnehu mektûben indehum fît tevrâti vel incîli ye’muruhum bil ma’rûfi ve yenhâhum anil munkeri ve yuhıllu lehumut tayyibâti ve yuharrimu aleyhimul habâise ve yedau anhum ısrahum vel aglâlelletî kânet aleyhim, fellezîne âmenû bihî ve azzerûhu ve nasarûhu vettebeûn nûrellezî unzile meahu ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları ümmî, nebî, resûle tâbî olurlar. Onlara ma’ruf ile (irfanla) emreder, onları münkerden nehyeder ve onlara tayyib olanları (temiz ve güzel olan şeyleri), helâl kılar. Habis olanları (kötü ve pis şeyleri), onlara haram kılar. Ve onların, ağırlıklarını (günahlarını sevaba çevirip, günahlarının ağırlığını) kaldırır. Ve üzerlerindeki zincirleri, (ruhu vücuda bağlayan bağ ve fetih kapısının üzerindeki 7 baklalı altın zincir) kaldırır. Artık onlar, O’na îmân ettiler ve O’na saygı gösterdiler ve O’na yardım ettiler ve O’nunla beraber indirilen Nur’a (Kur’ân-ı Kerim’e) tâbî oldular. İşte onlar, onlar felâha (kurtuluşa, cennet mutluluğuna ve dünya mutluluğuna) erenlerdir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Ümmî, Nebî, Resûl olmak bütün peygamberler içinde sadece Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e ait üç özelliktir. Hem Ümmî; okuma, yazma bilmeyen, hem Resûl; Allah’ın Resûl’ü, hem de Nebî (Peygamber)’dir. Bir Peygamber Resûl ve Ümmî, Peygamber Resûl... Tek bir Ümmî, Peygamber, Resûl vardır, nebîler arasında. O, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’dir.
“O, Allah’ın Resûl’üdür. İçinizden hiçbir erkeğin babası değildir ve Nebîlerin Sonuncusu’dur.” diyor, Allahû Tealâ (Ahzab-40). “Habibim! Sana tâbî olmak, Allah’a tâbî olmaktır. Onlar, sana biat ettikleri zaman, onların ellerinin üzerinde Allah’ın eli vardı.” (Fetih-10). diyorsa, tâbiiyet (biat) müessesesi bir defa daha burada açıklanmaktadır.
Sahâbe bihakkın takvanın sahibi, sahâbe Hakk’ul yakînin sahibidir. Hepsi Allah’ı görmüşler, Allahû Tealâ tarafından: “İrşada memur ve mezun kılındın.” cümlesiyle irşada muhatap olmuşlardır. Âyet-i kerime, bütün sahâbenin felâha erdiğini ve en üst boyutuna ulaştığını, kesin bir şekilde açıklamaktadır.  Bu âyet, bu açıdan çok önemlidir. Sahâbe, salâh makamının (28. basamağın) 5. mertebesine ulaşmıştır (Tevbe-100).  Böyle bir dizaynda sahâbe için Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Benim sahâbem yıldızlar gibidir. Kim onlara tâbî olursa mutlaka hidayete erer.” demiştir.
İşte tâbî olmuşlar, hidayete ermişler ve sabikun da olmuşlardır. Yani tâbiin, sabikun olmuştur. 
Âyet, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in görevlerinden bahsetmektedir. Birtakım temiz şeyleri, insanlar kendilerine haram kılmışlardı. Allahû Tealâ burada: “Onların haram zannettikleri birtakım temiz şeyleri, onlara helâl kılar.” diyor. Develerin kesilmemesi, yenilmemesi, birtakım hayvanlar için bu tarzda konulan bir tahdit, sahâbe cahiliyet dönemindeyken geçerliydi. Peygamber Efendimiz (S.A.V) gelince bunların hepsini ortadan kaldırdı. Helâl ve tayyib olan şeyleri, sahâbenin yemesinin uygun olduğunu, haram olmadığını onlara birer birer anlattı.
Sonra da Kur’ân-ı Kerim’in emrettiği şekilde kanı akmayan hayvanın etini, domuz etini haram etti. Allah için, üzerine Allah’ın adı anılarak (euzû besmeleyle) kesilmeyen ve ölü bir hayvanın etinin yenmeyeceğini ifade etti. Onlara pis (murdar)  olan şeylerin yenmemesi, temiz olan şeylere daha evvel konulan yasakların geçersiz olduğunu, açıkladı.
Zincirin halkalarının kaldırılması muhtevası iki ayrı anlamı ifade eder. Birincisi; ruhun, vücuda kendisini bağlayan bağlantı sisteminden kurtularak, Allah’a doğru yola çıkması, zincirin halkalarının kırılması istikametinde kullanılabilir.
Allahû Tealâ diyordu ki: “Biz, emaneti göklere, dağlara ve yere teklif ettik, onlar emaneti kabul etmediler. Sonra emaneti insana teklif ettik, insan kabul etti. Çünkü insan zalim ve cahildir.” Burada nefsle, fizik vücudun beraberliğini görmekteyiz. Çünkü cahiliyet ve zulüm, nefsin iki ayrı afetidir. Nefs ve fizik vücut beraberliğine, Allahû Tealâ ruhu teklif ediyor ve ruh üflüyor.
Böylece ruh, insana bağlı bir hüviyet taşır. Ruh, bir insanın vücudundan günde yüzlerce defa çıkar, tekrar vücuda girer. Hiçbir günah işlerken fizik vücudun içinde mevcut olmaz. Dışarı çıkar ve dışarıdan olayı gözler. Arkasından da nefse, o günahın, işlenen hatanın miktarı kadar bir azap tattırır. Bu, vicdan azabı denilen bir manevî azaptır. Ruh tarafından nefse tatbik edilir.
Öyleyse istediği zaman vücuttan çıkan, etrafta dolaşan, tekrar vücuda giren bu ruh, Allah’a geri dönemez. Dönebilmesi için, zincir sayılabilecek olan birinci muhtevada, 7 tane gök katının kapısının, fizik vücutta bir rehine olan nefs tarafından açılması lâzımdır. Nefsin, tezkiye olması yoluyla, ilk %7 nur birikiminde nefs, uzaktan kontrol (remote kontrol) sistemiyle  yedinci gök kapısının anahtarını açmaya ehil olur. İkinci defa %7 nur birikimini sağladığı zaman, 2. gök katının kapısını açma yetkisi gene fizik vücudun içinde bir rehine olan nefse aittir. Yani ruhun Allah’a ulaşması, 7. kata çıkana kadar 7 tane zincir halkasının mutlaka açılmasını gerektirir. Asıl zincir, 7. katın kapısındadır.
6. katta bir nurlanma hücresi vardır. Burada Allah’ın boyasına boyanılır. 1,5 metre genişliğinde bir buz kalıbı şeklindeki nurdan, devamlı beyaz, açık yeşil renkte bir ışık sızar. Işık, salonu tamamen aydınlatır dışarıya da vurur. Bu ışık, altıncı kata kadar ulaşan ruhların hem yüzlerini, hem ellerini çatlatır. Çatlaklar tedavi edilir. Sonra da altıncı kata kadar çıkan ruhlar, tekrar 5. ve 4. katta bekleyen kardeşlerini alıp, zemin kata inerler. Ve bir sonraki gün, tekrar 6. kata kadar çıkmak üzere vazifelidirler. Bir gün o ruhlardan birinin derisi çatlamaz. İşte o ruh, fetih için ehildir. Ve fetih olayı tahakkuk eder. Atlas elbiselerini gene atlas elbiselerle değiştirirler. Bu sefer, (Kafkas dansları yapanların kıyafetine benzeyen) bir fetih elbisesi giydirilir. Kişinin eline bir kılıç verilir. Ve o fetih kılıcını yukarıya doğru kaldırarak, 6. kattaki hücrenin kubbesinden yukarıya doğru yükselir.
Ulaştığı yer, fetih kapısıdır. Bu, altın bir kapıdır. Kapının “kapı” hüviyetindeki kesimi, zemin kattaki ana dergâhın altın kapısıyla tam bir benzerlik içindedir. İkisi de yaklaşık 4 metre yüksekliğinde, ikisi de tek kanatlıdır. İkisinin de üzerinde kapı kolu yoktur. İkisinin de üzeri, aynı büyüklükte baklava dilimleriyle dizayn edilmiştir. Birbirine eşit iki tane kapı... Birincisi (zemin kattaki, ana dergâhtaki kapı), Sıratı Mustakîm’e giriş kapısıdır. Başka bir ifadeyle Sıratı Mustakîm’in, Tarîki Mustakîm kesimine giriş kapısıdır. (Tarîki Mustakîm, zemin kattan başlayan, yedinci kata kadar ulaşan, 7 tane katı birbirine birleştiren bir yoldur.) Birinci altın kapı zemin kattaki, Tarîki Mustakîm’e giriş kapısı, ikincisi, Tarîki Mustakîm’den çıkış, 7. gök katına giriş (fetih) kapısıdır. Fetih kapısının başka bir özelliği konumuzla çok yakından alâkalıdır. Bu kapının altında 7 tane beyaz mermerden basamak vardır. Üstte yaklaşık 2 metre genişliğinde bir sahanlık bulunur. Sahanlığın iki tarafında; bu sahanlığı da katederek, 7 tane basamak boyunca aşağı kadar inen, iki tane trabzan bulunur. Bu iki trabzanı 5. basamakta bir altın zincir birbirine bağlar. Bu zincir yaklaşık 30 cm. büyüklüğünde, kol kalınlığında 7 tane bakladan oluşur.
Fetih kapısına ulaşan velî namzedi (henüz velî olamamış olan bu kişi), elindeki kılıçla bir defa o altın zincire vurur. Bilek kalınlığındaki altın zincir, ikiye ayrılır. Aynı anda altın kapı, otomatik olarak açılır. Ve kişinin ruhu, 7. gök katının giriş kapısından (fetih kapısı), içeri girer. İşte bu, 7 kat üzerimizdeki zincirdir. Bu zincirin halkalarının reel olarak kılıç darbesiyle ikiye ayrılması söz konusudur. Buradan kader hücrelerine çıkar. Ruh, adım adım geçer hepsini. Kader hücrelerinden sonra diğer 6 âlemi geçerek, Sidret-ül Münteha’ya, sonra da Allah’a ulaşır. Allah’ın Zat’ında ifna olur.
Ruh, Allahû Tealâ’ya 7 kat üzerinde olan altın zinciri kırarak ulaşmıştır. Ruhun oraya ulaşması; fizik vücutta bir rehine olan nefsin, her katın kapısını açmasıyla mümkün olmuştur. Aslında her kilitli olan kapı da bir engeldir. O da her katta bulunan bir zincirin halkası olarak düşünülebilir. Allah’ın Zat’ına ulaşana kadar kişi, 7 tane engel aşmış olur. Çünkü; kibirlilere ve Allah’ın âyetleriyle alay edenlere gök kapıları açılmaz (A’raf-40). Açılmayan her gök kapısı, bir zinciri ifade eder. O zincirin açılması, her kapı için geçerlidir. Bu da üzerimizdeki ayrı bir zincirdir. Ama âyette tam olarak ifade edilen; eğer sahâbe Peygamber Efendimiz’e tâbî olmasaydı, ruhlarının hiçbir zaman vücutlarından ayrılmayacağı ve başlarının üzerine hiçbir zaman Devrin İmamı olan Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Ruhu’nun gelmeyeceğidir.
Öyleyse tam 7 kat üzerimizde, hepimiz için Allah’ın bir zinciri vardır. Herkes için zincir yeniden bağlanır. Bu, 7. gök katının fetih kapısını kapatan gerçek bir zincirdir. Bu zincir kırılmadan, ikiye bölünmeden, engel olması ortadan kalkmadan ruh, Allah’a ulaşamaz. Fetih kılıcıyla bir defa daha kesilen zincir, engel olmaktan ve kapının önünde bekçilik etmekten kalkar.
Ağırlıkların kaldırılması, günahların sevaba çevrilmesi olayıdır (Furkan-70). 
Seyyiatler ağırlıktır. Bu ağırlıklar eğer sevaplarımızdan fazlaysa, bizi cehenneme götürür. Allahû Tealâ ağırlıkları yok eder, sevaba çevirir, bizi cennete girebilecek bir hüviyete koyar. Sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî oldukları için tâbî oldukları an Allah, onların günahlarını sevaba çevirmiştir. Hem fizik vücudu, hem de ruhu  oradadır. Arşı tutan meleklerle birlikte kiramen kâtibin melekleri de oradadır. Kiramen kâtibin melekleri şahittir.
Öyleyse sahâbenin hepsi salâha ermişlerdir. (48/FETİH-10) - (9/TEVBE-100) - (7/A’RAF-40)- (25/FURKAN-70)

33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyin(nebiyyine), ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusu). Allah, herşeyi en iyi bilendir.

48/FETİH-10: İnnellezîne yubâyiûneke innemâ yubâyiûnallâh(yubâyiûnallâhe), yedullâhi fevka eydîhim, fe men nekese fe innemâ yenkusu alâ nefsih(nefsihî), ve men evfâ bi mâ âhede aleyhullâhe fe se yu’tîhi ecren azîmâ(azîmen).
Muhakkak ki onlar, sana tâbî oldukları zaman Allah’a tâbî olurlar. Onların ellerinin üzerinde (Allah senin bütün vücudunda tecelli ettiği için ellerinde de tecelli etmiş olduğundan) Allah’ın eli vardır. Bundan sonra kim (ahdini) bozarsa, o taktirde sadece kendi nefsi aleyhine bozar (Allah’a verdiği yeminleri, ahdleri yerine getirmediği için derecesini nakısa düşürür). Ve kim de Allah’a olan ahdlerine vefa ederse (yeminini, misakini ve ahdini yerine getirirse), o zaman ona en büyük mükâfat (ecir) verilecektir (cennet saadetine ve dünya saadetine erdirilecektir).
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allah: “onların elleri üzerinde Allah’ın eli vardır.” demekle Hz. Muhammed (S.A.V)’e tecelli ettiğini beyan etmektedir. O’nun elini öpen bütün sahâbe O’nun bütün vücuduna tecelli eden Allah’ın, öpülen ele tecelli eden kesimini öpmüşlerdir. “Kim Allah’a olan ahdini, misakini veya yeminini bozarsa onun aleyhinedir. Kim de Allah’a verdiği ahdine vefa ederse ona en büyük ecir verilecektir.” buyruluyor. Kim ruhunu, vechini, nefsini ve iradesini Allah’a teslim ederse ona en büyük (azîm) ecir verilir.

60/MUMTEHİNE-12: Yâ eyyuhen nebiyyu izâ câekel mu'minâtu yubâyı'neke alâ en lâ yuşrikne billâhi şey'en ve lâ yesrıkne ve lâ yeznîne ve lâ yaktulne evlâdehunne ve lâ ye'tîne bi buhtânin yefterînehu beyne eydîhinne ve erculihinne ve lâ ya'sîneke fî ma'rûfin fe bâyı'hunne vestagfir lehunnallâh(lehunnallâhe), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).
Ey nebî (peygamber)! Mü’min kadınlar; Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinada bulunmamak, evlâtlarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftira uydurmamak, maruf bir iş konusunda sana asi olmamak üzere, sana tâbî olmak için geldikleri zaman, artık onların biatlerini kabul et ve onlar için Allah’tan mağfiret dile. Muhakkak ki Allah; Gafûr’dur (mağfiret edendir, günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (Rahîm esması ile tecelli edendir).
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Mü’min kadınlar biat etmeye geldikleri zaman hangi şartlarda biatlerinin kabul edileceği açıklanı-yor. Burada geçen “Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmamak” gizli şirki, yani Allah’a ruhunu ulaştırmayı dilemeyen kişinin durumunu anlatmaktadır. (30/RUM-31 – 32)
Hırsızlık, zina, evlât öldürme ve diğer konular da âyette yer almıştır.

3. SAFHA
42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîh(fîhi), kebure alel muşrikîne mâ ted’ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
          Şura Suresinin 13. âyet-i kerimesi Kur’ân-ı Kerim’in en önemli âyetlerinden biridir. Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dileyen; yani Allah’a yönelen kişiyi mutlaka Kendisine ulaştıracağını ifade etmektedir. Allahû Tealâ, insanlardan bir kısmını seçeceğini, seçtiklerinden de Allah’a ulaşmayı dileyenleri Kendisine ulaştıracağını söylemektedir, garanti etmektedir. Bu âyet açık bir şekide Rum Suresinin 30, 31, ve 32. âyetleriyle alâkalıdır.

30/RÛM-30: Fe ekim vecheke lid dîni hanîfâ(hanîfen), fıtratallâhilletî fataran nâse aleyhâ, lâ tebdîle li halkıllâh(halkıllâhi), zâliked dînul kayyimu ve lâkinne ekseren nâsi lâ ya’lemûn(ya’lemûne).
Artık hanif olarak kendini (vechini) dîn için ikame et, Allah’ın hanif fıtratıyla ki; Allah, insanları onun üzerine (hanif fıtratıyla) yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında değişme olmaz. Kayyum olan (kaim olacak, ezelden ebede kadar yaşayacak) dîn budur. Fakat insanların çoğu bilmez.

          Allahû Tealâ sadece tek bir dînin olduğunu, bütün insanları hanif fıtratıyla yarattığını ve yaratmasında değişiklik görülemeyeceğini ifade etmektedir. Allahû Tealâ, bütün insanları kıyâmete kadar hep hanif fıtratıyla yani hanif dînini yaşayabilecek olan özelliklerle yaratacaktır.

30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.

          Müşriklerden olmayan (şirke düşmeyen) kişinin, Allah’a ulaşmayı dileyen kişi olduğu kesinleşmektedir. Allahû Tealâ, Rum suresinin 32. âyet-i kerimesinde şirki anlatmaktadır:

30/RÛM-32: Minellezîne ferrakû dînehum ve kânû şiyeâ(şiyean), kullu hızbin bimâ ledeyhim ferihûn(ferihûne).
(O müşriklerden olmayın ki) onlar, dînlerinde fırkalara ayrıldılar ve grup grup oldular. Bütün gruplar, kendilerinde olanla ferahlanırlar.

          Allahû Tealâ’nın şirk tarifi açık ve kesin bir şekilde burada yerli yerine oturmaktadır: Şirk içinde olanlar Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerdir, Allah’a yönelmeyenlerdir. Allah’a yönelmiş olsalardı tek bir fırka oluşturacaklardı (73. fırka) ve diğer bütün fırkalar bunun dışında kalacaklardı (72 fırka). Müşrikler Allah’a ulaşmayı kesinlikle dilemiyorlar, dileseler gizli şirkten kurtulacaklar. Rum-32 ve Şura-13’te gizli şirkten bahsedilmektedir.
          Allah’a yönelip de takva sahibi olanların içinde bulunduğu tek fırka bütün insanlar için bir kurtuluştur. Allah kimi dilerse onu Kendisine seçer ve bu seçtiklerinden Allah’a ulaşmayı dileyenleri mutlaka Kendisine ulaştırır. Allah’ın seçtiği ve seçmediği insanlar vardır. Allahû Tealâ insanların %90’dan fazlasını seçer. Allah’a ulaşmayı dilemekten insanları men etmeyen herkes seçilir. Seçilenlerin de hepsinin kalbi kasiyet bağlamıştır. Henüz o kişi Allah’a ulaşmayı dilememiştir ve kalbi kapkaranlıktır. Bu karanlık kalpliler Allah’a ulaşmayı dilemedikleri gibi başka insanların da Allah’a ulaşmasına mani olurlarsa, Allah onları dalâlette ve şirkte bırakır, onları seçmez. Bu şirk; gizli şirktir.         
          Âyet-i kerime açık ve kesin bir şekilde insanların ikiye ayrıldığını, bir kısmının Allah’a ulaşmayı dilediğini ve şirkten kurtulduğunu diğer kesimin şirkte kaldığını söylemektedir. 
          Allah’ın insanlardan beklediği şey Allah’a ulaşmayı dilemeleridir. Allah, Kendisine ulaşmayı dileyenleri Kendisine ulaştıracaktır. O insanlar ruhlarını Allah’a ulaştırmayacaklardır. Allah, onların ruhlarını Kendisine ulaştıracaktır. Bu kişilere namazı, orucu, zikri, bütün ibadetleri sevdiren Allah’tır. Allah’ın sevdirmesiyle kişi bütün ibadetlerini yerine getirir.

18/KEHF-17: Ve tereş şemse izâ taleat tezâveru an kehfihim zâtel yemîni ve izâ garabet takrıduhum zâteş şimâli ve hum fî fecvetin minh(minhu), zâlike min âyâtillâh(âyâtillâhi), men yehdillâhu fe huvel muhted(muhtedi), ve men yudlil fe len tecide lehu veliyyen murşidâ(murşiden).
Ve güneşin doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafından geldiğini ve battığı zaman sol taraftan onların yanlarından geçtiğini görürsün. Ve onlar, onun (mağaranın) geniş sahası içinde bulunuyorlardı. İşte bu, Allah’ın âyetlerinden (mucizelerinden)dir. Allah, kimi Kendisine ulaştırırsa, işte o hidayete ermiştir. Ve kimi dalâlette bırakırsa (kim Allah’a ulaşmayı dilemezse) artık onun için velî mürşid (irşad eden evliya) bulunmaz.
AÇIKLAMA    
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kehf Suresinin 17. âyet-i kerimesi hidayetten bahsetmesi sebebiyle Kur’ân’ın önemli âyetlerinden birisidir.
Kur’ân’ın temelini, çağımıza damgasını vuran “hidayet” teşkil etmektedir. Bütün resûller, nebîler hidayetle vazifelendirilmişlerdir. Hidayet; ruhun, vechin, nefsin ve iradenin Allah’a teslimi demektir. Hidayet 7 safhadan oluşur:
Birinci safha      : Allah’a ulaşmayı dilemek (3. basamak).
İkinci safha        : Allahû Tealâ’dan 12 tane ihsan alarak mürşide ulaşmak (14. basamak).
Üçüncü safha    : Ruhu Allah’a ulaşarak teslim etmek (22. basamak).
Dördüncü safha : Fizik vücudu teslim etmek (25. basamak).
Beşinci safha     : Nefsi teslim etmek (26. basamak).
Altıncı safha      : İrşad olmak (muhlis olmak) (27. basamak).
Yedinci safha     : İradeyi teslim etmek (28. basamak 4. kademe).

Allah kimi Kendisine ulaştırırsa o kişi hidayete erer: (3/ÂL-İ İMRÂN-73) - (2/BAKARA-120)
İnsanın ruhu Allah’a ulaşmaz. Allah, o kişinin ruhunu Kendisine ulaştırır. (42/ŞÛRÂ-13)
Kehf Suresinin 17. âyet-i kerimesi bir başka konuya daha ışık tutmaktadır:  Dalâlette olanlar için bir velî mürşid bulunmaz. Çünkü kişi hidayete ermeyi (Allah’a ulaşmayı) dilemiyorsa Allah o kişiyi zaten hidayete erdirmez. O kişi dalâlette kalmayı tercih etmiştir, Allah da onu dalâlette bırakır.
Öyleyse Allah’a ulaşmayı dileyen kişiye, kıldığı hacet namazı üzerine, Allah mürşidini gösterecek, onu 12 tane ihsanla mürşidine ulaştıracaktır. Kişi hidayete adım atacak ve ruhu Allah’a doğru yola çıkacaktır.

16/NAHL-9: Ve alallâhi kasdus sebîli ve minhâ câir(câirun), ve lev şâe le hedâkum ecmaîn(ecmaîne).
Ve sebîllerin (dergâhlardan Sıratı Mustakîm’e ulaşan bütün yolların yani mürşidlerin) tayini, Allah’ın üzerinedir. Ve ondan sapanlar vardır. Ve eğer O dileseydi, sizin hepinizi hidayete erdirirdi.

İki tane alternatif vardır: 
1- Kişi, Allah’a ulaşmayı diler ve Allahû Tealâ onu mutlaka mürşidine ulaştırır.
2- Kişi, Allah’a ulaşmayı dilemez ve Allahû Tealâ ona bir velî mürşid tayin etmez.


4. SAFHA
3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: "Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik. O kitab verilenlere ve ümmîlere: "Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?" de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Âli İmrân Suresinin 20. âyet-i kerimesi Kur'ân'ın önemli âyetlerinden bir tanesidir. Burada Allahû Tealâ'nın hepimize bir işareti var: Başta Peygamber Efendimiz (S.A.V) olmak üzere bütün sahâbe fizik vücutlarını da ruhlarını da bu âyet-i kerime gereğince Allah'a teslim etmişlerdir. Allahû Tealâ genel anlamda hidayet deyince ruhun Allah'a teslimini birinci etapta anlatmaktadır. Oysaki 7 tane hidayet vardır:
1.      Ruhun Allah'a ulaşıp Allah'a teslim olması, ruhun hidayetidir.
2.      Fizik vücudun şeytana kul olmaktan kurtulup Allah'ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir özellik kazanması fizik vücudun hidayete ermesi yani Allah'a teslim olmasıdır.
3.      Nefsin Allah'ın bütün emirlerini %100 yerine getirdiği, yasak ettiği hiçbir fiili işlemediği nokta ise nefsin hidayete erdiği, Allah'a teslim olduğu noktadır.
4.      İrademizin Allah'a teslim olduğu nokta irademizin hidayetidir.
Öyleyse hidayet Allah'a teslim olmak demektir. Ruh Allah'tan geldiği için ve zaten ahsen olduğu için onu daha fazla ahsen kılacak olan imkâna sahip değiliz. Öyleyse sadece ait olduğu Allah'ın Zat'ına geri dönerek hidayete erecektir. Ama fizik vücut ahsen değildir.
Yani Allah'ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir özellikle insana teslim edilmemiştir. Tam aksine Allah'ın bütün yasaklarını çiğneyen, emrettiklerini yerine getirmeyen bir ortam içinde teslim edilmiştir. İnsanın görevi, fizik vücudunu Allah'ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir hüviyete sokmaktır.
Nefs için de ölçü daimî zikre ulaşmaktır. Nefs daimî zikre ulaştığı zaman nefsin kalbindeki bütün afetler yok olur. Ruhun bütün hasletleri faziletler adıyla nefsin kalbine ulaşır yani nefs de ruh hüviyetine ulaşıp ahsen olur. 22. basamakta ruh, 25. basamakta fizik vücut, 26. basamakta nefs, 28. basamakta irade Allah'a teslim olur.

29/ANKEBÛT-69: Vellezîne câhedû fînâ le nehdiyennehum subulenâ ve innallâhe le meal muhsinîn(muhsinîne).
Ve Bizim uğrumuzda (nefsleri ile ve Allah’ın düşmanları ile) cihad edenleri, mutlaka Bizim yollarımıza (Sıratı Mustakîmler’e) hidayet ederiz (ulaştırırız). Ve muhakkak ki Allah, mutlaka muhsinlerle beraberdir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allah’a ulaşmayı dilediği andan itibaren kişi Allah’ın yolundadır. Kim ruhunu Allah’a ölmeden evvel ulaştırırsa, o kişi Allahû Tealâ’nın indinde ilk teslime ulaşmıştır. Kişi, Allah’ın düşmanlarıyla cihad ederken aynı zamanda nefs tezkiyesi yaptığı için nefsiyle de cihad etmiş olmaktadır.
Allah fizik vücutlarını (vechlerini) Allah’a teslim edenlere “muhsinler” diyor.

4/NİSÂ-125: Ve men ahsenu dînen mimmen esleme vechehu lillâhi ve huve muhsinun vettebea millete ibrâhîme hanîfâ(hanîfen), vettehazallâhu ibrâhîme halîlâ(halîlen).
Ve hanif olarak Hz. İbrahim’in dînine tâbî olmuş ve vechini (fizik vücudunu) Allah’a teslim ederek muhsin olan kimseden, dînen daha ahsen kim vardır. Ve Allah, Hz. İbrâhîm’i dost edindi.

5. SAFHA
39/ZUMER-18: Ellezîne yestemiûnel kavle fe yettebiûne ahseneh(ahsenehu), ulâikellezîne hedâhumullâhu ve ulâike hum ulûl elbâb(elbâbi).
Onlar, sözü işitirler, böylece onun ahsen olanına tâbî olurlar. İşte onlar, Allah’ın hidayete erdirdikleridir. Ve işte onlar; onlar ulûl’elbabtır (daimî zikrin sahipleri).
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ, Al-i İmran 190. ve 191. âyet-i kerimelerde ulûl’elbabın tarifini vermektedir:

3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette ayetler (deliller) vardır.
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah'ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima ) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): "Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna ) yaratmadın. Sen Subhan'sın, artık bizi ateşin azabından koru.

Ehli tezekkür olan kişi daimî zikrin sahibidir ve daimî zikrin sahibi olan kişi bir hedefe ulaşmıştır. Daimî zikir onu Ayn’el yakînin sahibi kılar. Bu kişi:
1- Daimî zikrin sahibidir.
2- Bütün afetler yok olmuştur.
3- Kalp gözü açılmıştır. Allah’ın gösterdiklerini görür.
4- Kalp kulağı açılmıştır. Allah’ın söylediklerini işitir. 
5- Ehli tezekkürdür. Allah ile daima tezekkür etmek, bir konuyu müzakere etmek imkânının sahibidir.
6- Ehli hayırdır. Daimî zikrin sahibi olduğu için her an deracat kazanmaktadır.
7- Ehli hikmettir, ehli hükümdür. Hikmetin ve hükmün sahibidir.

6. SAFHA
3/ÂLİ İMRÂN-104: Veltekun minkum ummetun yed’ûne ilel hayri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker(munkeri), ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Sizin içinizden hayra davet eden (mürşidlerden) bir cemaat olsun ve mârufla emretsin, ve münkerden nehyetsin (men etsin). İşte onlar, onlar felâha erenlerdir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
           Peygamber Efendimiz (S.A.V)‘e tâbî olanlar sahâbedir. Günümüzün dîn adamları, dîn ilminin sahibi olduğunu iddia edenler sahâbe Peygamber Efendimiz (S.A.V)‘i hayatta görenlerdir, deseler de bu doğru değildir. Sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)‘i görenlerden sadece O’na tâbî olanlardır. Münafıklar da görmüşler, hatta tâbî olmuşlar ama tâbiiyetleri geçerli olmamıştır. Tâbî olur görünmüşler ama tâbî olamamışlardır. Çünkü tâbî olmak Allah’a ulaşmayı dilemenin bir neticesidir. Allah’a ulaşmayı dilemeyen hiç kimse tâbiiyetini gerçekleştiremez. Öyleyse sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V) hayattayken O’na gerçek anlamda tâbî olanlar; yani tâbî olduktan sonra ruhları vücutlarından ayrılıp yola çıkanlardır. İşte Yusuf Suresinin 108. âyet-i kerimesi:

12/YÛSUF-108: Kul hâzihî sebîlî ed’û ilallâhi alâ basîretin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne).
De ki: “Benim ve bana tâbî olanların, basiret üzere (kalp gözüyle basar ederek, Allah’ı görerek) Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur. Allah’ı tenzih ederim. Ve ben, müşriklerden değilim.”

3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: "Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik. O kitab verilenlere ve ümmîlere: "Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?" de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.

           Burada Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e tâbî olan insanlardan bahsediyor. Bunların arasından mutlaka bir topluluğun oluşmasını istiyor. Bu insanlar başka insanları hayra çağıranlardan, münkerden nehyedenlerden olacak. Onların kötü şeyler yapmalarına Allah’tan aldıkları ilimle mani olmak isteyenler, Allah’ın mürşidleridir ve münkerden nehyetme, hayra çağırma yetkisi irşad makamına verilmiştir ve böyle bir topluluk, neticede oluşur.
          Sahâbe, Allah’a bihakkın takva sahibi olmayı başararak insanları hayra çağıran ve irfan ile emreden, aynı zamanda başkalarını münkerden nehyeden bir hüviyet kazanmıştır. Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi, bunu kesin şekilde ifade ediyor:

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.

           Hepsi ana hedeflere ulaşmışlar, Allah’ın razı olduğu insanlar olmuşlar, yani İslâm’ı bütün hüviyetiyle yaşamışlardır. En güzel standartlarda sahâbenin dizaynına baktığımız zaman onların bu 3 vasfın sahibi olduklarını görüyoruz. Onlar hayra (Allah’a) çağırıyorlar, kötülüğe iyilikle mukabele ediyorlar, Allah’a teslim olmuşlar yani mürşid olmanın bütün özelliklerinin sahipleri. ve kendilerinden sonra gelenler onlara tâbî olmuşlardır (tâbiin).

49/HUCURÂT-7: Va’lemû enne fîkum resûlallâh(resûlallâhi), lev yutîukum fî kesîrin minel emri le anittum ve lâkinnallâhe habbebe ileykumul îmâne ve zeyyenehu fî kulûbikum ve kerrehe ileykumul kufre vel fusûka vel isyân(isyâne), ulâike humur râşidûn(râşidûne).
Ve aranızda Allah’ın Resûlü olduğunu biliniz. Eğer işlerin çoğunda size itaat etseydi, mutlaka sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allah, size îmânı sevdirdi ve onu kalplerinizde müzeyyen kıldı. Küfrü, fıskı ve isyanı size kerih gösterdi. İşte onlar, onlar irşad olanlardır.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
“Allah’ın Resûlü aranızdadır ve o eğer Allah’a değil de size itaat etseydi mutlaka sıkıntıya düşerdiniz.” buyruluyor. Ama Allah sahâbeye îmânı sevdirmiş ve îmânla kalplerini müzeyyen kılmıştır. Hepsi Allah’a ulaşmayı dilediği için küfürden, fısktan ve isyandan kurtulmuşlardır. İşte onlar irşad olanlardır. İrşad olma noktası muhlis olma noktasıdır. Bütün sahâbenin muhlis oldukları da kesindir.

2/BAKARA-139: Kul e tuhâccûnenâ fîllâhi ve huve rabbunâ ve rabbukum, ve lenâ â’mâlunâ ve lekum a’mâlukum ve nahnu lehu muhlisûn(muhlisûne).
De ki: “Allah hakkında bizimle mücâdele mi ediyorsunuz? O, bizim de Rabbimizdir sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Ve biz, onun için ihlâs sahibi (muhlis) (kul)larız.”

7. SAFHA
3/ÂLİ İMRÂN-110: Kuntum hayra ummetin uhricet lin nâsi te’murûne bil ma’rûfi ve tenhevne anil munkeri ve tu’minûne billâh(billâhi), ve lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul mu’minûne ve ekseruhumul fâsikûn(fâsikûne).
Siz, insanlar için çıkarılmış (seçilmiş) olan, ümmetin hayırlı kişileri oldunuz. Mâruf ile emredersiniz ve münkerden nehy edersiniz (men edersiniz). Ve siz, Allah'a îman ediyorsunuz. Eğer kitap ehli de îman etselerdi elbette onlar için hayırlı olurdu. Onlardan bir kısmı mü'mindir ve onların çoğu da fâsıklardır.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
(9/TEVBE-100)
İster ensar ister muhacirîn olsun, iki gruba da tâbî olunmuş, iki grup da mürşid olma şerefine ermişlerdir. “Hayırlı bir ümmet olmak” böyle gerçekleşmiştir. Bu hayrın muhtevası ma’ruf ile emretmek, münkerden alıkoymaktır.
Öyleyse bütün sahâbe irşad makamının sahipleriydi. İrşad makamının sahiplerinin iki temel vasfı: hayırla emretmek, münkerden nehyetmektir. Böylece onların derecat kazanmalarına sebebiyet vermek ama derecat kaybetmelerine mani olmaktır.
Bu, iki ayrı cepheden incelenmesi gereken bir konudur. Münkerden alıkoymak, nasıl bir olgudur? Ne zaman bir kişi mürşidine ulaşırsa, önünde diz çöküp tövbe ettikten sonra nefs tezkiyesine başlar. Nefs tezkiyesi boyunca kişinin nefsindeki afetler adım adım azalır. Bu azalma stratejisi içerisinde, kişi devamlı münkerden nehyolunacaktır. Yani nefsindeki afetler azaldıkça, ruhunun hasletleri gelip fazilet-ler adıyla oraya yerleşecektir. Faziletler yerleştikçe kişi hep hayra dönük işler yapacaktır. Şerre dönük işlerinin oranı giderek azalacaktır.
Böyle bir dizaynı yerli yerine oturttuğumuz zaman, dünya üzerindeki aksiyonları itibariyle, sahâbe, kendine tâbî olan tâbiine güzel davranışlarda bulunmalarını, namaz kılmalarını, oruç tutmalarını, zekât vermelerini ve özellikle zikir yapmalarını emretmişlerdir. Onlar da bunları gerçekleştirmişlerdir. Böylece sahâbe onları hayra davet etmiş ve hayra ulaştırmıştır. Aynı zamanda sahâbe onların yasakları işlemesine de mani olacak emirleri vermiş ve onlar böylece yasakları da işlemekten men olunmuşlardır.
Sahâbe dünya üzerindeki işlemler itibarıyla, tâbiine tebligatta bulunarak negatif şeylerden, günahlardan ve şerrden, münkerden men etmiştir. Onların o kötü işlemleri yapmalarına mani olarak, onlara derecat kazandırmışlardır. Bir taraftandan da her bir tâbiin, tâbî olduğu andan itibaren nefs tezkiyesine başladığı için, kötülükleri otomatik olarak azaltan bir mekanizmanın sahibi olmuşlardır. Nefslerindeki afetler azaldıkça, tabiatıyla kötülükten de nehyedilmişlerdir.
Sahâbe gibi kitap ehlinden de bir kısmı Allah’a ulaşmayı diledikleri için mü’min olmak şerefine ermişler ama çoğu tâbî olmamıştır. Kendi mürşidlerine de tâbî olmadıkları cihetle kalpleri karanlıkta kalmış, küfür ehli olmuşlardır. Mü’min, önce Allahû Tealâ’ya ulaşmayı diler, daha sonra mürşidine ulaşır, önünde diz çöküp tövbe eder, Allah kalbinin içine îmânı yazar ve kişi hak mü’min olur.
Bu tarz bir tâbiiyetle hristiyanlardan ve yahudilerden az bir kısım mü’min olmak şerefine ermişlerdir. Hz. İsa’dan Peygamber Efendimiz (S.A.V)‘in devrine gelinceye kadar birbirlerinden almak suretiyle devam ettirdikleri güzellikleri yaşayanlar vardır. Her iki tarafta da küçük gruplar İslâm’ı yaşıyor. Geri kalan büyük topluluk ne yazık ki İslâm şerefinden mahrumlar.
Nasıl bugün Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbenin yaşadığı hayatı yaşayanlar varsa, o zamanda da Hz. Musa’dan itibaren tâbiiyet yoluyla Peygamber Efendimiz (S.A.V) devrinde yaşayanlara kadar ulaşan, Allah’ın emirlerine itaat etmek, yasak ettiği emirleri işlememek ve Allah’a teslim olmak keyfiyeti hep devam etmiştir.

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Sabikûn, hayırlarda yapılan müsabakalarda dereceye girenler, 1., 2. ve 3. sırayı kazananlardır. Yani ulûl’elbab, ihlâs ve salâh makamlarının sahibi olanladır. Tabiin ensara da, muhacirîne de ihsanla tâbî olmuştur. Ve burada bütün sahâbenin irşad makamına ulaştığı çok kesin ifade edilmektedir.
İster ensardan olsun ister muhacirînden, sahâbeye tâbî olanlara tabiin denir. Daha sonra tebei tâbiin de tâbiine tâbî olmuştur. Ve böylece zamanımıza kadar tâbî olanlar bir silsile halinde gelmiştir.
Hamdolsun ki, her devirde ve zamanımızda da Allah’ın yoluna ihsanla tâbî olarak giren yüz binlerce, milyonlarca insan vardır.
Bu âyet, bütün sahâbenin İrşad Makamı’na tayin edildiğini gösteren, bihakkın takvanın (Hakk’ul yakîn takvasının) işaretlerini taşıyan önemli bir âyettir. Fevz-ül azîm kelimesi bu en üst takva seviyesinin işaretidir. Sahâbeye tâbiinin tâbiiyetinin ihsanla (mürşide ulaşmadan evvel kişiyi ölü iken hayata geçiren 12 ihsan) oluştuğu kesinleşiyor. Buradaki Allah’ın rızasının bihakkın rıza olduğu kesinleşiyor.


20/TÂHÂ-5: Er rahmânu alel arşistevâ.
Rahmân arşın üzerine istiva etti.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
            İstiva, karar kılmak, yükselmek, istilâ etmek mânâlarına geliyor. Arşa yükseldi ve orada karar kıldı. Allah arşta karar kılmıştır. Zamanı sıfırlayan sonsuz hızı sebebiyle Allah hem yerdedir, aynı zamanda arştadır.

53/NECM-11: Mâ kezebel fuâdu mâ reâ.
Kalbindeki fuad (gönül gözü görmesi), gördüğü (ruhun gözlerinin gördüğü) şeyi tekzip etmedi.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (S.A.V) ruhunun baş gözleriyle Cebrail (A.S)’ı gördü. Daha evvel O’nu gönül gözüyle görmüştü. İki görüntü birbirinin aynı idi.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.