FURKANLAR
17/İSRÂ-36: Ve lâ takfu mâ leyse leke bihî ilm(ilmun), innes
sem’a vel basara vel fuâde kullu ulâike kâne anhu mes’ûlâ(mes’ûlen).
Ve (hakkında) ilmin olmayan bir şeyin ardına düşme (karışma)
(açıklamaya çalışma)! Muhakkak ki işitme, görme ve idrak, onların hepsi, ondan
(takfu’dan) mesul (sorumlu) oldu (mesuldürler).
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Peygamber Efendimiz
(S.A.V), sadece risalet mevkiinde değil, aynı zamanda nübüvvet mevkiindedir.
Nebî ve Resûl olarak asaleten Devrin İmamı’dır. Bir konu hakkında bilgi sahibi
olmayarak, Allah’ın konuşturmadığı bir standartta kendisinden bir açıklama
yaparsa bunu kendi basar (görme), sem’î (işitme), fuad (idrak) hassalarının
hudutları içerisinde yapabilir. Allahû Tealâ, O’nun bundan sakınmasını, sadece
Allah’ın O’na vahyettiğini söylemesini istemektedir. Yoksa başka insanları
yanıltabilir.
Risalet ve nübüvvet
müessesesi; resûlün, nebînin bilmediği, henüz öğrenmediği şeyleri başkasına
öğretmesinin Allah tarafından yasaklandığı bir hüviyet taşır.
Allahû Tealâ, Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’e hitap ederken aslında herkese hitap ediyor. Elbette
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in kendinden bir şey söylemesi söz konusu değildir.
Hitap, O’na gibi görünse de belki onun dışında herkesedir
7/A'RÂF-35: Yâ benî âdeme immâ ye’tiyennekum rusulun minkum
yekussûne aleykum âyâtî fe menittekâ ve asleha fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum
yahzenûn(yahzenûne).
Ey Âdemoğulları! Sizin içinizden, size âyetlerimi anlatan (kıssa
eden) resûller geldiği zaman, bundan sonra kim takva sahibi olur ve nefsini
ıslâh ederse (nefs tasfiyesi yaparsa), artık onlara korku yoktur. Ve onlar
mahzun da olmazlar.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Her kavim, ayrı bir dil
konuşur ve her devirde, her kavmin içinde mutlaka Allah’ın resûlü vardır
(Mu’minun- 44). Bu âyet, bunu ispat etmektedir. Allahû Tealâ, Mu’minun
Suresinde insanların çoğundan, burada azından bahsetmektedir. Risaletle
vazifeli kıldığı resûl ölse, Allahû Tealâ derhal yeni birisini beas eder,
vazifelendirir. Hiçbir zaman, hiçbir kavmi boş bırakmaz.
Allahû Tealâ diyor ki:
“Kulli kavmin min resûl.”
Bütün kavimlerde resûl vardır.
“Kulli kavmin min had.”
Bütün kavimlerde hidayetçi vardır.
“Kulli kavmin min nezir.”
Bütün kavimlerde nezir vardır.
Hepsi de “resûl” anlamına
gelir. Allahû Tealâ ister nezir, ister
hidayetçi, ister resûl kullansın, bir “hidayetçi”den bahsetmektedir. O kavmin
en üst seviye hidayetçisi, bu resûldür. Bütün resûller aynı zamanda resûldür,
bütün resûller aynı zamanda nezirdir. Ve Allahû Tealâ “sizin içinizden” ve
“size âyetlerimi kıssa eden” dediği için kesin olarak ortaya şu çıkar ki; bu
resûl, onların diliyle konuşan, onlara, onların diliyle anlatan bir resûldür
(İbrâhîm-4).
Ve bu resûller vazifeli
kılındıkları zaman, kim takva sahibi olursa; yani:
1- Allah’a ulaşmayı
dilerse,
2- Mürşidine ulaşırsa,
3- Ruhunu Allah’a
ulaştırırsa,
4- Fizik vücudunu Allah’a
teslim ederse,
5- Nefsini Allah’a teslim
ederse,
6- İrşada ulaşırsa,
7- Bihakkın takvanın sahibi
olursa (iradesini Allah’a teslim ederse), işte onlar ıslâh olmuşlardır.
İradesini Allah’a teslim
ederse, ifadesi bütün olarak alınmıştır. Çünkü, nefsin ıslâhı söz konusudur.
Islâh, salâhın sonuna kadar geçen bütün devreleri ihtiva eder.
Salâh makamında insanların
ulaşabileceği en üstün yer, iradenin Allah’a teslim edildiği noktadır. Bir
insanın bütün nefs tezkiyesi ve tasfiyesi devrelerini geçirmiş olması hali
ıslâhtır. Allahû Tealâ: “Kim nefsini hem tezkiye, hem de tasfiye ederse onlara
korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.” diyor. Bu âyet-i kerime iki açıdan
önemlidir.
1- Kişinin kurtuluşunun
bütününü, ıslâhı; nefs tezkiyesi ve tasfiyesini ifade eder.
2- Bütün kavimlerde
resûller vardır.
Bütün kavimlerdeki
resûller, insanları ıslâha (salâha) ulaştırır.
23/MU'MİNÛN-44: Summe
erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ
ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ
yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi
ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her
defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve
onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak
olsun.
14/İBRÂHÎM-4: Ve mâ
erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu
men yeşâu ve yehdî men yeşâ’(yeşâu), ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
Hiçbir resûlümüz yoktur
ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi
lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah’a
ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah’a ulaşmayı dileyenleri)
hidayete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hikmet Sahibi’dir.
17/İSRÂ-15: Menihtedâ fe innemâ yehtedî li nefsih(nefsihî),
ve men dalle fe innemâ yadıllu aleyhâ, ve lâ teziru vâziretun vizre uhrâ, ve mâ
kunnâ muazzibîne hattâ neb’ase resûlâ(resûlen).
Kim hidayete erdiyse, sadece kendi nefsi için (nefsini tezkiye
ettiği için) hidayete erer. Öyleyse kim dalâlette ise sorumluluğu sadece kendi
üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan (günahı yüklenen) bir kimse, bir
başkasının yükünü (günahını) yüklenmez. Ve Biz, bir resûl göndermedikçe azap
edici olmadık.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Fatır-18 ile Isra-15 kesin bir
ilişki içerisindedir.
“Kim hidayete ermişse sadece kendi
nefsi için hidayete erer.” (Isra-15)
“Kim nefsini tezkiye etmişse kendi
nefsi için tezkiye olmuştur.” (Fatır-18)
Kim hidayete erdiyse sadece nefsi
için, nefsini tezkiye ettiği için hidayete erer. Dalâlette olanın ise
sorumluluğu sadece kendi üzerinde olarak dalâlette kalır. Yük taşıyan günahı
yüklenen bir kimse, bir başkasının günahını yüklenmez. Herkes kendi günahını
yüklenmek mecburiyetindedir.
Öyleyse muhtevada nefs tezkiye
edilmedikçe hidayet söz konusu değildir. Bir insanın ruhunu Allah’a
ulaştırabilmesi nefsinin kalbinde %51 nur birikmedikçe mümkün değildir.
35/FÂTIR-18: Ve lâ
tezirû vâziretun vizre uhrâ, ve in ted’u muskaletun ilâ himlihâ lâ yuhmel minhu
şey’un ve lev kâne zâ kurbâ, innemâ tunzirullezîne yahşevne rabbehum bil gaybi
ve ekâmûs salâh(salâte), ve men tezekkâ fe innemâ yetezekkâ li nefsih(nefsihî),
ve ilâllâhil masîr(masîru).
Ve yük taşıyan birisi (bir günahkâr) başka birinin yükünü
(günahını) yüklenmez. Eğer ağır yüklü kimse, onu (günahlarını) yüklenmeye
(başkasını) çağırsa bile ondan hiçbir şey yükletilmez, onun yakını olsa dahi.
Sen ancak gaybte Rabbine huşû duyanları ve namazı ikame edenleri uyarırsın. Ve
kim tezkiye olursa (nefsini tezkiye ederse), o taktirde bunu sadece kendi nefsi
için yapar. Ve dönüş Allah’adır (Nefs tezkiyesi ile ruh Allah’a döner, ulaşır).
Bu âyet-i kerime: “Ve Biz, bir resûl
göndermedikçe azap edici olmadık.” diye bitmektedir.
Allahû Tealâ;
1- Bütün kavimlere (Nahl-36).
2- Bütün zaman parçalarında,
aralıksız olarak (Mu’minun-44, Bakara-87), mutlaka resûl beas etmektedir
(göndermektedir). O kavmin içinden, orada doğan ve onların dilleriyle konuşan
(Ibrâhîm-4) bir kişi, vazifeli olmaktadır.
(23/MU’MİNÛN-44) -(2/BAKARA-87)- (14/İBRÂHÎM-4)-(16/NAHL-36)
39/ZUMER-71: Vesîkallezîne keferû ilâ cehenneme
zumerâ(zumeran), hattâ izâ câuhâ futihat ebvâbuhâ, ve kâle lehum hazenetuhâ e
lem ye’tikum rusulun minkum yetlûne aleykum âyâti rabbikum ve yunzirûnekum
likâe yevmikum hâzâ, kâlû belâ ve lâkin hakkat kelimetul azâbi alel
kâfirîn(kâfirîne).
Kâfirler, zümre zümre cehenneme sürülürler. Oraya geldikleri
zaman, onun (cehennemin) kapıları açılır. Ve onun (cehennemin) bekçileri onlara
derler ki: “Size, sizden (sizin aranızdan) olan resûller gelmedi mi ki, size
Rabbinizin âyetlerini okusun, bugüne (buraya) geleceğinizi (söyleyerek)
uyarsın? (Cehenneme gidenler) dediler ki: “Evet (geldiler).” Fakat azap sözü
kâfirlerin üzerine hak oldu.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Zumer Suresi 71. âyet-i
kerime Kur’ân’daki en önemli âyetlerden bir tanesidir. Burada açık ve kesin
olarak bütün insanlara, Allah’ın resûllerinin kendilerine gelip, gelmediği
cehenneme giren herkese sorulmaktadır. Resûllerin, Allah’ın âyetlerini
okudukları ifade edilmektedir.
Allahû Tealâ resûllerini,
insanları uyarmak ve müjdelemek için göndermiştir:
6/EN'ÂM-48: Ve mâ nursilul murselîne
illâ mubeşşirîne ve munzirîn(munzirîne), fe men âmene ve asleha fe lâ havfun
aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Biz resûlleri “uyarıcılar ve müjdeleyiciler” olmaktan başka (bir
şey için) göndermeyiz. Artık kim âmenû olur (Allah’a ulaşmayı dilerse) ve ıslâh
olursa (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparsa) artık onlara korku yoktur, onlar
mahzun da olmazlar.
Resûller, âmenû olanları
müjdeleyeceklerine olmayanları da uyaracaklarına göre “Onlara Allah’ın
âyetlerini okuyarak: “Ya Allah’a ulaşmayı dileyin cennetinizi hakedin ya da
bilin ki gideceğiniz yer cehennemdir.” demişlerdir.
İşte Allah’ın bütün
resûlleri, her kavimde, her devirde mutlaka yaşarlar ve bu tebliğ herkese
mutlaka yapılır. Çünkü bütün cehenneme girenlere bu sözün söylendiği ve
onlardan da “Evet geldiler.” ce-vabını cehennem bekçilerinin aldığı bu âyette
kesinleşmiş durumdadır. Herkese mutlaka cehennemin kapısında bu söz söylenir.
Bu, cehenneme giren herkes için kesin bir duyurudur.
2/BAKARA-6: İnnellezîne
keferû sevâun aleyhim e enzertehum em lem tunzirhum lâ yu’minûn (yu’minûne).
Onlar
muhakkak ki kâfirdirler. Onları ikaz etsen de etmesen de onlar için eşittir,
onlar mü’min olmazlar.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ, bir evvelki âyette
(Bakara-5), hidayet tebliğine muhatap olduktan sonra Allah’a ulaşmayı dileyerek
hidayet üzere olan ve felâha ulaşanlardan bahsetmektedir. Allahû Tealâ, bu
âyette hidayet tebliğine muhatap olduktan sonra tebliğe ilgisiz kalan, dünya
hayatında Allah’a ulaşmayı inkâr eden kâfirlerden bahsetmektedir.
Hak mü’minlerden olmak, ancak dünya
hayatını yaşarken Allah’a ulaşmayı dilemekle mümkündür.
Mü’min ve îmân kelimesi aynı kökten
gelir. Îmân, inanç demektir. Mü’min de îmân eden yani inanan demektir. Lügat
mânâsından hareket ederek insanlar diyorlar ki: “Ben Allah’a inanıyorum. Îmân
inanç demek olduğuna göre mü’min de îmânın sahibi olan olduğuna göre ben îmânın
sahibiyim. Öyleyse ben mü’minim. Gideceğim yer cennettir.”
Oysaki Kur’ân’da Allahû Tealâ,
“Allah’a inananlardan sadece Allah’a ulaşmayı dileyenler cennete cennete girer,
Allah’a ulaşmayı dilemeyenler cehenneme girer.” diyor. Yani Allah’a inanan bir
insan Allah’a ulaşmayı dilemedikçe cennete giremez.
Allah’a göre mü’min olmak, Allah’a
inanmak vasfıyla birlikte Allah’a ulaşmayı dileme faktörünü de muhtevasına
alır. Allah’a inanan bir kişi sadece Allah’a inanıyor diye hiçbir şekilde
Allah’ın cennetine giremez. Bu kişinin Allah’ın cennetine girebilmesi için
mutlaka Allah’a ulaşmayı dilemesi lâzımdır.
Bir kişinin mü’min olabilmesinin
temel şartları şöyledir:
1- Bu kişi Allah’a inanacak,
2- İnsan ruhunun ölmeden evvel
Allah’a ulaşmasına da inanacak,
3- Bunun üzerine farz olduğuna da
inanacak,
4-Allahû Tealâ söz vermiş olduğu
cihetle, Allah’a ulaşmayı dilerse kendisinin Allah’a ulaşacağına kesin olarak
inanacak.
2/BAKARA-7: Hatemallâhu
alâ kulûbihim ve alâ sem’ıhim, ve alâ ebsârihim gışâveh(gışâvetun), ve lehum
azâbun azîm(azîmun).
Allah
onların kalplerinin üzerini ve işitme (sem’î) hassasının üzerini mühürledi ve
görme (basar) hassasının üzerine gışavet (perde) çekti. Onlar için azîm (büyük)
bir azap vardır.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allah’a ulaşma davetine muhatap
olduğu zaman, bu davete ilgisiz kalarak dünya hayatında Allah’a ulaşmayı
dilemeyen kâfirlerin, Allahû Tealâ, bu âyette belirttiği gibi, kalplerinin ve
işitme (sem’î) hassalarının üzerine mühür, görme (basar) hassalarının üzerine
gışavet (perde) çeker) engeller koyar. Kâfirlerin müşterek özellikleri
kalplerinin mühürlü olmasıdır. Allahû Tealâ bir ilim üzere dalâlette bıraktığı
kişilerin kalplerinin mühürlü olduğunu Casiye Suresinin 23. âyet-i kerimesinde
belirtmektedir. (45/CÂSİYE-23)
Bu insanlar Allah’ın yoluna
giremeyen zavallılardır. Nefslerini, hevalarını kendilerine ilâh edinen,
nefslerine tâbî olan, dalâlette olan bu insanların durumunu Allahû Tealâ
anlatmaktadır. Allah’a ulaşmayı dilemeyip, nefslerinin hevasına tâbî olanlar,
Allah’a ulaşmayı dilemeyen insanların kalpleri mühürlüdür. Kalplerindeki işitme
hassasının mühürlüdür. Bu kişilerin işitemediğini, kalplerindeki basar
hassasının gışavet adlı perdeyle kapalı olduğunu ve onların göremeyeceklerini
söylemektedir.
Öyleyse kâfir ve mü’min kavramı son
derece önemli iki kavram olarak karşımıza çıkmaktadır ve âlimler bu konuda çok
yanlış şeyler söylemektedirler. Diyorlar ki: “Allah’a inanan herkes mü’mindir.”
Herkese mutlaka tebliğ yapılır.
Tebliğe kayıtsız kalanların sem’î (işitme) hassalarına ve kalplerine Allah
mühür vurur ve görme (basar) hassalarına gışavet (perde) çeker. Bu sebeplerle
onlar işitemezler, göremezler ve idrak edemezler. Onlar Allah’a inanmalarına
rağmen kâfirdirler.
45/CÂSİYE-23: E fe
reeyte menittehaze ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ
sem’ihî ve kalbihî ve ceale alâ basarihî gışâveh(gışâveten), fe men yehdîhi min
ba’dillâh(ba’dillâhi), e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh
edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu ilim (onun faydasız ilmi) üzere
dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve kalbini mühürledi. Ve onun basar
(görme) hassasının üzerine gışavet (perde) kıldı (çekti). Bu durumda Allah’tan
sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allah’a ulaşmayı dilemeyen herkes
hevasını kendisine ilâh edinmiştir. Bu kişi ise faydasız, emaniyye ilim sahibi
olarak, nefsine tâbî olmuştur. O zaman Allah onun basar (görme) hassasının
üzerine perde çekmiş, işitme hassasını ve kalbini mühürlemiştir. Bu ilim üzere
bu kişinin hidayete ermesi mümkün değildir.
17/İSRÂ-45: Ve
izâ kara’tel kur’âne cealnâ beyneke ve beynellezîne lâ yu’minûne bil âhıreti
hicâben mestûrâ(mestûren).
Sen
Kur’ân’ı kıraat ettiğin (okuduğun) zaman, seninle ahirete (ölmeden evvel
Allah’a ulaşmaya ve kıyâmet gününe) inanmayanlar arasına hicab-ı mesture kıldık
(gözlerinin üzerine, seni peygamber olarak görmelerini engelleyen bir perde
koyduk).
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allah’a ulaşmayı dilemeyen
insanların gözlerinde hicab-ı mesture olduğundan irşad makamını herhangibir
insandan ayırt edemezler.
17/İSRÂ-46: Ve
cealnâ alâ kulûbihim ekinneten en yefkahûhu ve fî âzânihim vakrâ(vakran), ve
izâ zekerte rabbeke fîl kur’âni vahdehu vellev alâ edbârihim nufûrâ(nufûren).
O’nu (Kur’ân’ı), fıkıh (idrak) etmelerine
karşı, (fıkıh edemesinler diye) kalplerinin üzerine ekinnet ve onların
kulaklarına vakra (işitme engeli) kıldık. Ve sen, Kur’ân’da Rabbinin tekliğini
zikrettiğin zaman nefretle arkalarına döndüler.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ bütün
insanların kulaklarına vakra koymuştur. Bu, onların irşada ve hidayete
müteallik şeyleri işitmelerine mani olur. Kalplerinde de ekinnet olduğundan
irşad makamının söylediklerini idrak edemezler. Allah’a ulaşmayı dilemedikleri
sürece bu engeller onlarda hep mevcut olacaktır.
46/AHKÂF-26: Ve lekad mekkennâ hum fî mâ in mekkennâkum
fîhi ve cealnâ lehum sem’an ve ebsâren ve ef’ideten fe mâ agnâ anhum sem’uhum ve lâ ebsâruhum ve lâ
ef’idetuhum min şey’in iz kânû yechadûne bi âyâtillâhi ve hâka bihim mâ kânû
bihî yestehziûn(yestehziûne).
Ve
andolsun ki Biz, onlara size dahi vermediğimiz imkânları verdik. Ve onlara
işitme, görme hassaları ve idrak verdik. Fakat işitme ve görme hassaları onlara fayda sağlamadı. Ve idrakleri de
onlara bir şey sağlamadı. Allah’ın âyetlerini bilerek inkâr ediyorlardı. Ve
alay etmiş oldukları şey onları kuşattı.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
O kavme sem’î (işitme), basar (görme), ef’idet (idrak) hassaları
vermiştik ki size dahi o seviyede bu imkânları vermedik. Fakat onlara ne işitme
ne görme hassası ne de idrak hassası bir fayda verdi. Allah’ın âyetlerini inkâr
ettikleri için Allah onları cezalandırdı.
6/EN'ÂM-46: Kul e reeytum in ehazallâhu sem’akum ve ebsârekum
ve hateme alâ kulûbikum men ilâhun gayrullâhi ye’tîkum bih(bihî), unzur keyfe
nusarriful âyâti summe hum yasdifûn (yasdifûne).
(Ya Muhammed müşriklere) de ki: “Gördünüz mü? (aczinizi anladınız
mı?) Şâyet Allah sizin işitme hassanızı ve görme özelliğinizi alsa ve sizin
kalplerinizi mühürlese, Allah’tan başka hangi ilâh onları size (geri) getirir?”
Bak, âyetlerimizi nasıl açıklıyoruz! Sonra onlar yüz çeviriyorlar.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Başlangıçta
bütün insanların nefslerinin kalplerinde görme özelliği; basar ve işitme
özelliği; sem’î vardır. Bütün insanların baş gözlerinde bakma özelliği,
kulaklarında duyma özelliği, kalplerinde idrak edememe özelliği vardır.
İnsanlar yaşarlar, hayattadırlar ama Allahû Tealâ onlara “ölü” diyor. Çünkü baş
gözleriyle bakarlar ama görmezler. Karşılarında gördükleri kişi Allah ile nasıl
bir ilişki içindedir, onu göremezler. Görmek imkânının sahibi değiller çünkü
gözlerinde hicab-ı mesture adlı bir gizli perde var. Kalpleri mühürlü,
kalplerinin içinde ekinnet var. Ekinnet, idraki önleyen bir ilâhi
bilgisayardır. Kalplerinde ekinnet var ve idrak edemezler. Kulaklarında vakra
var, engel var. Kulakları duyar ama işitemezler, irşada müteallik söylenen
sözlerin mânâsına varamazlar. Bu, kişinin başlangıç noktasındaki durumudur.
Eğer kişi Allah’a ulaşmayı hiç dilemezse ömür boyu böyle kalır. Ölü olarak
kalır.
Ama
eğer Allah’a ulaşmayı dilerse, bu gerçek bir dilekse Allahû Tealâ derhal onu
kişinin kalbinde görür, işitir ve bilir. Allahû Tealâ önce hicab-ı mestureyi
alır. Kişi irşad sahibi olanı başkalarından ayırt etmeye başlar. Gözleri sadece
bakmaz, görür. İrşad açısından mürşidi seçebilir. Vakra alındığı için kulakları
sadece duymaz, zihin artık kulaklara ulaşanın mânâsını, irşada müteallik
şeylerin mânâsını anlamaya başlar. Allah onun kalbindeki ekinneti alıp yerine
ihbat koyduğu için kişi, anladığını kalbine indirdiği zaman kalbinde idrak
müessesesi oluşur. Kişi idrak eder, Allah’ın güzelliklerini kendisine mal eder.
Allah’ın söylediklerini anlamaya, hangi istikamette hareket etmesi lâzım geldiğini
kesinlikle tespit etmeye ve o istikamette gayret etmeye başlar.
Kişi gayret edince Allahû Tealâ da zaten ona Allah’a
ulaşmayı dilediği an, ardarda on iki tane ihsan verir ve kişi mürşidine ulaşır.
Allah’a ulaşmayı dilediği an dalâletten kurtulup, hidayete adım atar. Ondan
sonra Allah’tan aldığı yedi tane ni’metle Allahû Tealâ kalbin içine îmân
kelimesini yazar. Kişi îmânı artan mü’min olur. Dört hidayete birden başlar.
Fizik vücut şeytana kul olmaktan kurtulmaya başlar. Nefs afetlerden kurtulmaya,
hasletlerle ve faziletlerle donanmaya başlar. Ruh vücuttan ayrılır, Allah’a
doğru yola çıkar. İrade güçlenmeye başlar. Kişinin hidayete erdiği noktaya
baktığımızda ruhu Allah’a ulaşır, Allah onu Kendisine ulaştırır. Sonuç; ruhun
Allah’a ulaşması, kişinin de üçüncü evliyalık makamına ulaşmasıdır.
Kişi
ruhunu Allah’a ulaştırdıktan sonra irşad makamından şüphe duyduğu andan
itibaren Allah derhal o şüpheyi görür, işitir ve bilir. Bundan sonra düşme
başlar. Ve kalpte yapılan herşey eski haline geri döndürülür. Kişi irşad
makamından şüphe duyarsa, şüphe duyduğuandan itibaren Allahû Tealâ derhal
verdiklerini geri alır. Kişinin kalbindeki îmân kelimesini alır, küfür
kelimesini tekrar yazar. Kalbin mührünü kapatır, kalbi mühürler. Kişinin
kalbinin içinde artık küfür kelimesi vardır. Devrin imamının ruhunu kişinin
başının üzerinden geri alır. Kişiye kendi ruhunu iade eder. Göğsünden kalbine
açtığı yolu kapatır. Allah’ın tarafına döndürülen nur kapısını tekrar şeytan
tarafına döndürür. İhbatı alır, onun yerine kalbin içine ekinnet koyar. Tekrar
kişinin gözlerine hicab-ı mestureyi, kulaklarına vakrayı koyar ve herşey
başlangıç noktasına geri döner.
İşte
âyet-i kerimede Allahû Tealâ bu noktadan bahsediyor, “Allah sizin işitme, görme
hassanızı alsa, hangi ilâh onları size geri getirebilir?” diye soruyor. Allahû
Tealâ burada bunları kendisinin yaptığını kesin ve net olarak açıklıyor ve
“Allah sem’î hassanızı, basiret hassanızı alsa ve sizin kalplerinizi mühürlese”
diyor. Vuslata ulaştıktan sonraki safhadan geri dönüşü anlatıyor. Burada bir
dizi işlem Allahû Tealâ tarafından yapılır.
Allah
ruhumuzu Kendi Zat’ına ulaştırıncaya kadar bize devamlı yardım eder, bunu
mutlaka gerçekleştirir. Eğer biz Allah’a ulaşmayı diliyorsak başka bir
alternatif yoktur. Allah bizi mutlaka oraya ulaştıracaktır. Allah’a ulaşmayı
dilemedikçe hiçbir zaman Allah’tan bu istikamette yardım alamayız. On iki tane
ihsanı vermez ve ruhumuzu kendisine ulaştırmaz. Ama eğer ulaşmayı dilerseniz,
siz ruhunuzu Allah’a ulaştırmazsınız, Allah ulaştırır.
Allahû
Teala burada âyetlerini açıklıyor: “Onların kalpleri mühürlüdür, ekinnet,
vakra, hicab-ı mesture vardır.” diyor. (2/BAKARA-6 – 7) - (17/İSRÂ-45 – 46)
Allahû Tealâ burada da kalplerin açılmasından
bahsediyor. Allah tarafından kalpler açılır ve Allah mutlaka onu velâyet
hedefine ulaştırır. Hiçbir kuvvet buna engel olamaz. Ama kişi liyakatini
kaybederse, o noktadan itibaren herşey değişir. Allahû Tealâ’nın indinde böyle
bir sonuca baktığımız zaman kalbimizin mührünü açan, içindeki küfür kelimesini
dışarı alan ve içine îmânı yazan Allah’ın ters işlemleri de yaptığını
görüyoruz. İşte burada Allah: “İşitme, görme hassanızı alırım ve kalbinizi
tekrar mühürlerim, sizi başlangıç noktasına geri döndürürüm.” diyor. Bu, kişi
irşad makamına ulaştıktan, ruhunu Allah’a ulaştırdıktan sonra bir geriye dönüş
olayıdır. Herkesin ayakları o noktada, tehlikeli bir kayma noktasındadır.
Şeytan o kademede insanları şüpheye düşürmek için elinden gelen herşeyi yapar.
11/HÛD-24: Meselul
ferîkayni kel a’mâ vel esammi vel basîri ves semî’(semîı) hel yesteviyâni
meselâ(meselen) e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
İki toplumun durumu, âmâ ve sağır ile gören
(basar hassası çalışan) ve işitenin (sem’î hassası çalışan) durumu (örneği)
gibidir. İkisinin hali (seviyesi) eşit midir? Hâlâ tezekkür etmez misiniz?
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Burada Allahû Tealâ iki
gruptan bahsetmektedir:
1- İşitenler; Allah’ın
yoluna girenler, Allah’ın yoluna girdikten sonra nefs tezkiyesine başlayanlar,
kalplerine ihbat konmuş olanlar.
2- Kendileri Allah’ın yoluna
girmedikleri gibi başka insanları da Allah’ın yolundan ayıranlar; kör, sağır ve
dilsiz olanlar.
Birinci grubun baş
gözleri görmeye başlamış, gözlerindeki hicab-ı mesture, kulaklarındaki vakra
alındığı ve kalbine ihbat konduğu için irşad makamıyla diğerlerini birbirinden
ayırabilecek bir seviye kazanmıştır. Diğer insanlarda ise bu engellerin hepsi
durmaktadır. Yani kişiler kör, sağır ve dilsizdir.
Allahû Tealâ diyor ki:
“Hâlâ tezekkür etmez misiniz?”
40/MU'MİN-58: Ve mâ yestevîl a’mâ vel basîru vellezîne âmenû
ve amilûs sâlihâti ve lel musîu, kalîlen mâ tetezekkerûn(tetezekkerûne).
Ve kör ile basiret sahibi bir olmaz. Ve de âmenû olup salih amel
(nefs tezkiyesi) işleyenlerle kötülük yapanlar da (bir olmaz). Ne kadar az
tezekkür ediyorsunuz.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kör ile gören bir olmaz.
Ve âmenû olup salih amel işleyenlerle, kötülük yapanlar da bir olmaz. Allah’a
ulaşmayı dilemeyen herkes, bu kötülük yapanların içindedir. Kötülük yapmak,
sadece başkasına kötülük yapmak, zulmetmek değildir. Kötülük yapmak, kişinin
kendisine de kötülük yapmasıdır. Allah’a ulaşmayı dilemek yoksa, kişi hiçbir
zaman salih amel işleyemez. Salih amel, kişiyi ıslâh edecek olan ameldir ama
Allah’a ulaşmayı dilemeyen hiç kimse ıslâh olamaz. Nefs tezkiyesi, nefsin afetlerden
arındırılması, nefsin korunmasıdır. Ve nefsin temizlenmesi, afetlerden
kurtarılması; yerine faziletlerin yerleştirilmesi işlemidir. Allah’a ulaşmayı
dilemeyen hiç kimse nefs tezkiyesi yapamaz. Zikir yapsa da nefsinin kalbine
Allah’ın nurları ulaşamayacağı için nefsini tezkiye edemez.
8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al
lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul
fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan
(hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı
örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük
fazl sahibidir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kim âmenû olursa ve bunun sonunda Allah’a
karşı takva sahibi olursa, Allah, o insanlara doğruyu yanlıştan ayırma özelliği
verir. Buna rağmen nefsin tesiri altında insanlar yine yanlışları, hataları
işleyeceklerdir; ama en azından, doğruyu yanlıştan ayırma özelliğinin sahibi
olacaklardır. Doğru yanlıştan ayırılırsa, Allah’ın emirlerine mutlaka itaat
artar, Allah’ın yasak ettiği fiiller işlenmez. Böylece kişi, Allah’a şu veya bu
olayda ihanet etmemiş olur. Bir başka ifadeyle, mürşide ulaşmadan evvel, bir
insan nefsini kendine ilâh ediniyordu. Çünkü Allah’ın emirleri ona güç
geliyordu ve gerçekleştirmiyordu. Böylece o emri veren Allah’a değil, o emre
karşı gelen nefsine itaat ediyordu ve nefsini o olayda Allah’ın yerine
koyuyordu:
45/CÂSİYE-23: E fe reeyte menittehaze
ilâhehu hevâhu ve edallehullâhu alâ ilmin ve hateme alâ sem’ihî ve kalbihî ve
ceale alâ basarihî gışâveh(gışâveten), fe men yehdîhi min
ba’dillâh(ba’dillâhi), e fe lâ tezekkerûn(tezekkerûne).
Hevasını kendisine ilâh edinen kişiyi gördün mü? Ve Allah, onu
ilim (onun faydasız ilmi) üzere dalâlette bıraktı. Ve onun işitme hassasını ve
kalbini mühürledi. Ve onun basar (görme) hassasının üzerine gışavet (perde)
kıldı (çekti). Bu durumda Allah’tan sonra onu kim hidayete erdirir? Hâlâ
tezekkür etmez misiniz?
Bu muhteva içerisinde insanların güzele
ulaşması için, doğruyu yanlıştan ayırması lâzımdır. İşte burası, kişinin
Allah’a ulaşmayı dilediği noktadır. Çünkü âyet-i kerime: “Ve sizler takva
sahibi olun” diyor. Olduğunuz andan itibaren Allahû Tealâ, sizi öyle bir
noktaya ulaştıracak ki; günahlarınızı örtecek. Kalbinizin mührünü açacak küfür
kelimesini ve ekinneti alacak ve yerine ihbat koyacaktır. Kalbinize konulan
ihbat, furkandır. Mü’min olacaksınız. İrşad makamına tâbî olduğunuz an, 7 tane
ni’met almanız söz konusu. Bu ni’metlerden bir tanesi, günahlarınızın sevaba
çevrilmesi ve Allah’ın 1’e 10 yerine 1’e 100 vermeye başlamasıdır:
2/BAKARA-261: Meselullezîne yunfikûne
emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli habbetin enbetet seb’a senâbile fî kulli
sunbuletin mietu habbeh(habbetin), vallâhu yudâifu li men yeşâu, vallâhu vâsiun
alîm(alîmun).
Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her sünbülünde
(başağında) yüz adet tane (tohum) olmak üzere, yedi sünbül (başak) veren bir
tek tohumun durumu gibidir. Allah, dilediği kimse için (onun rızkını) kat kat
artırıp verir. Ve Allah Vâsi’dir, Alîm’dir.
Böylece nefs tezkiyesi başlar. Tövbe merasimi
sırasında ikisi birden gerçekleşir:
25/FURKÂN-70: İllâ men tâbe ve âmene
ve amile amelen sâlihan fe ulâike yubeddilullâhu seyyiâtihim
hasenât(hasenâtin), ve kânallâhu gafûren rahîmâ(rahîmen).
Ancak kim (mürşidi önünde) tövbe eder (böylece kalbine îmân
yazılıp, îmânı artan) mü’min olur ve salih amel (nefs tezkiyesi) yaparsa, o
taktirde işte onların, Allah seyyiatlerini (günahlarını) hasenata (sevaba)
çevirir. Ve Allah, Gafur’dur (günahları sevaba çevirendir), Rahîm’dir (rahmet
gönderendir).
Nefsin kalbinde faziletler biriktiği sürece o
kişi, nefs tezkiyesini adım adım gerçekleştirecektir. Nefs tezkiyesi boyunca
hedefe yürümek söz konusudur. Nefs tezkiyesi boyunca devamlı, Allah’ın
âyetlerine, Allah’ın emirlerine daha çok itaat, yasak ettiklerini işlememek
konusunda daha büyük başarı söz konusu olacaktır. Ve yine doğruyu yanlıştan
ayırma özelliği “furkan” kelimesiyle
ifade edilmektedir.
45/CÂSİYE-20: Hâzâ
basâiru lin nâsi ve huden ve rahmetun li kavmin yûkınûn(yûkınûne).
İşte bu (Kur’ân), insanlar için basirettir.
Ve yakîn hasıl eden kavim için hidayettir, rahmettir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kur’ân insanlar için
hakikatleri gösteren bir görme hassasıdır. Basar baş gözünün de kalp gözünün de
görme hassasıdır. Basiret, kalpte bu hassanın sahiplerinin vasfıdır. Yakîn
hasıl etmek İlm’el yakîn, Ayn’el yakîn, Hakk’ul yakîn seviyelerinde oluşur.
İlimde yakîn, fizik âlemde âyetlere yakîn hasıl etmek yani mânâlarına
varmaktır. Ayn’el yakîn yerlerin ve göklerin fizikötesini görme hassasıdır.
Hakk’ul yakîn Allah’ın zat’ını görmek şerefine ermektir.
7/A'RÂF-203: Ve izâ lem te’tihim biâyetin kâlû lev
lectebeytehâ, kul innemâ ettebiu mâ yûhâ ileyye min rabbî hâzâ besâiru min
rabbikum ve huden ve rahmetun li kavmin yu’minûn (yu’minûne).
Ve onlara bir âyet getirmediğin zaman “Onu derleyip toplasaydın
(bir âyet düzseydin) olmaz mıydı?” dediler. De ki: “Rabbimden bana ne
vahyolunursa ben ancak ona tâbî olurum.” Bu, Rabbinizden basiretler (kalp
gözlerinizin görmesini sağlayacak olan yardımlar)dır. Ve hidayete erdiren
(Allah’a ulaştıran)dır. Ve mü’min olan (kalbine îmân yazılan) bir kavim için
rahmettir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Onlara
bir âyet getirmediğin zaman münafıklar diyor ki: “Falanca konuda Allah’tan bize
bir âyet getir.”
Allahû Tealâ âyeti göndermiyor,
diyorlar ki: “Nasılsa bundan evvelkileri sen düzdün. Bize bu konuda da bir âyet
düzebilirdin.”
De ki: “Ben sadece Rabbimden bana
vahyolunana uyarım, kendimden bir şey yapmak yetkisinin sahibi değilim. Ve bu,
bana vahyolunan şeyler, Rabbimizden basiretlerdir. Kalp gözünün açılmasını
temin eden faktörlerdir.”
11/HÛD-23: İnnellezîne âmenû ve amilûs sâlihâti ve ahbetû ilâ
rabbihim ulâike ashâbul cenneh(cenneti), hum fîhâ hâlidûn(hâlidûne).
Muhakkak ki; âmenû olanlar (ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı
dileyenler), ıslâh edici amel (nefs tezkiyesi) yapanlar ve Rab’lerine huşû
duyanlar (kalplerine ihbat konulanlar, razı ve itaatkâr olanlar), işte onlar,
cennet ehlidir. Onlar, orada ebedî kalanlardır.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ Hud Suresinin 20.
âyet-i kerimesinde, Allah’a ulaşmayı dilemeyen ve Allah’a ulaşmayı dileyip de
Allah’a ulaşmak için Sıratı Mustakîm’e ulaşmaya çalışanları Sıratı Mustakîm’den
alıkoyanlardan bahsederken: “Onların kalplerinde ihbat yok, onların gözlerinde
hicab-ı mesture var; bu sebeple göremezler. Kulaklarında vakra var; bu sebeple
işitemezler.” demektedir. Bu âyet-i kerimede ise orada eksik kalan kısım, yani
kalplerindeki ekinnetin alınıp ihbatın konması anlatılmaktadır.
İnsanların kalplerine konulan ihbat,
huşû duymalarına sebebiyet verecektir. Buradaki “ahbetû” kelimesi,
kalplerindeki irşada müteallik hususların idrakini önleyen ekinnetin alındığını
gösteren çok önemli bir işarettir. Yerine idraki sağlayan ilâhi kompüterin
(ihbat) konulduğunu ifade eder. Kişi, Allahû Tealâ tarafından seçilir. Allah’a
ulaşmayı dilediği takdirde Allah, ona Rahmân esmasıyla tecelliye başlar. Birinci ihsanı, basar
hassasının üzerindeki gışaveti almak; ikinci ihsanı, gözlerindeki hicab-ı
mestureyi almak; üçüncü ihsanı, sem’î hassasının üzerindeki mührü açmak;
dördüncü ihsanı, kulaklarındaki vakrayı almak; beşinci ihsanı, kalbin mührünü
açmak; altıncı ihsanı, kalbindeki ekinneti alıp yerine ihbat koymaktır. Bu
işlemler ardarda gelir.
Allahû Tealâ, farklı âyetlerde
konuyu mutlaka tamamlamaktadır. Evvelâ onlar, irşad makamını, irşad makamı
olarak görmeye, irşad makamının sözlerini işitmeye başlarlar. Sonra
kalplerindeki ekinnet alınır, ihbat konulur, idrak etmeye başlarlar. Bunun
tabii neticesi olarak da mürşidlerine ulaşırlar, tâbî olurlar ve nefs
tezkiyesine başlarlar. O insanların kalbinde mutlaka ihbat vardır: (22HACC-54)
Hac Suresinin 54. âyet-i kerimesinde
bu kökten gelen kelimeye bakıldığında, “kalpleri muhbit olmak.” “Tuhbite”
olarak geçmektedir. İhbat kelimesinin 3 harfi mevcuttur. Allahû Tealâ, burada
da “o ihbatın sahipleri olan kişiler” anlamında “ahbetu” kelimesini
kullanmaktadır. Allahû Tealâ kalplerine ihbat konulduğunu ifade etmektedir.
22/HACC-54: Ve li ya’lemellezîne ûtul ılme ennehul hakku min
rabbike fe yu’minû bihî fe tuhbite lehu kulûbuhum, ve innallâhe le hâdillezîne
âmenû ilâ sırâtın mustakîm(mustakîmin).
Ve kendilerine ilim verilenlerin, onun (irşad makamının, Velî
Resûl’ün, Nebî Resûl’ün) söylediklerinin Rabbinden bir hak olduğunu bilmeleri,
O’na îmân etmeleri, onların kalplerinin O’nu (Allah’ı) idrak etmesi
(kalplerinden ekinnetin alınıp yerine ihbat sistemi konarak kalplerin mutmain
olması) içindir. Muhakkak ki Allah, âmenû olanları (Allah’a ulaşmayı
dileyenleri) mutlaka Sıratı Mustakîm’e hidayet edendir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ kendilerine
ilim verilenlerden bahsetmektedir.
Kendilerine ilim
verilenler, Allah'a ulaşmayı dilemişlerdir. Allahû Tealâ onların dileklerini
görerek rahîm esmasıyla onların üzerine tecelli etmeye başlamış, gözlerindeki
hicab-ı mestureyi, görme hassalarının üzerindeki gışaveti, kulaklarındaki
vakrayı almış, işitme hassalarının mührünü açmış, kalplerindeki mührü açarak
küfür kelimesini ve ekinneti dışarı almıştır.
Aynı zamanda burada
geçen "onun" kelimesi, irşad makamını, resûlü ve nebîyi ifade
etmektedir. "O'nu" kelimesi ise Allah'ı temsil etmektedir. İrşad
makamının söylediklerini idrak etmek, Allah'ı idrak etmektir. Allahû Tealâ,
Allah'ı idrak etmelerini sağlamak için ekinnetin yerine ihbat sistemini
koymuştur.
Ayet-i kerimenin içinde
bir idrak müessesesi vardır. Ve Allahû Tealâ işlemlere başlar. Bu işlemlerle
Allah kalbi kasiyet bağlamış olan bu kişinin kalbinin mührünü açarak küfür
kelimesini alır. Kalbindeki ekinneti alır ve yerine ihbat koyar. Bunun
neticesinde kişinin göğsünden kalbine yol açılır ve kalbindeki kasiyet zikirle
yok olur. Zikir Allah'ın katından rahmet ve fazl getirir. ve rahmet kalbe
sızar. Sızdığı kadar karanlığı, nefsin afetini dışarıya atar. Kişi mürşidine
ulaştıktan sonra nefs tezkiyesi başlar, nefsin karanlıkları devamlı dışarıya
atılmaya başlanır. Karanlıkların yerini faziletler alır. Mürşide ulaşıp tâbî
olmak ruhun vücuttan ayrılarak Allah'a ulaşmak üzere Sıratı Mustakîm'e
varmasını, mutlaka sağlar. Sıratı Mustakîm'e ulaşan ruhu Allah mutlaka
Kendisine ulaştırır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.