23 Mart 2016 Çarşamba

FELÂH

 FELÂH

Felâh müessesesi (cehennemden kurtuluş) 7 ayrı safha içerir:

1. SAFHA
23/MU'MİNÛN-102: Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).
O zaman kimin mizanı (sevap tartıları) ağır gelirse işte onlar, felâha erenlerdir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu âyette anlatılan kişiler kıyâmet günü kendilerine cehennemden çıkarak cennete girmeleri için izin verilecek olanlardır.
Kur’ân-ı Kerim’de bazen rakamlı kitap, bazen mizan, bazen kuş olarak geçen bir kavram vardır. Bu aslında cehennemden çıkarak cennete girmeleri için insanların doğumlarından itibaren çekilen hayat filmleridir. İnsanlar ölünceye kadar hayat filmleri kesintisiz bir şekilde kiramen kâtibin meleklerince çekilir.
Bu, üç boyutlu bir filmdir (1. özelliği).
Her saniye, pozitif ya da negatif rakamlar mutlaka yazılır (2. özelliği).
Bu hayat filminin bir sürücüsü (filmi çeken melek), bir de şahit vardır. Ve hayat filmi kişinin cennete mi yoksa cehenneme mi gedeceğini gösterir. Bu âyet-i kerimede felâha erenler sevapları günahlarından fazla olanlardır. Felâha erenler, Allah’ın cennetine girecek olanlardır. (23/MU'MİNÛN-103)

2. SAFHA
58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil âhıri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ev ebnâehum ev ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ, radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hızbullâh(hızbullâhi), e lâ inne hızballâhi humul muflihûn(muflihûne).
Allah’a ve âhiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah, onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar, Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha erenler değil mi?
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Sahâbenin kalplerine îmân yazıldığı ve Devrin İmamı’nın Ruhu’nun onların başlarının üzerine yerleştiği, cennete girecekleri, Allah’ın rızasını kazandıkları ve Allah taraftarları oldukları açıklanıyor.


40/MU'MİN-15: Refîud derecâti zul arş(arşi), yulkır rûha min emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzire yevmet telâk(telâkı).
Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından (Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için Allah’ın da Kendisine ulaştırmayı dilediği kişinin) üzerine (başının üzerine) Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden (Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Secde Suresinin 24. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki: (32/SECDE-24)
Bu kişi, Allah’a ulaşmayı dilemiş, Allah onu 12 ihsanla mürşidine ulaştırmıştır. Böylece kişinin başının üzerine devrin imamının ruhu gelmiştir. Dereceleri artıran Allah’ın 1’e 10 verirken 1’e 100 vermeye başladığı nokta burasıdır. Ve “arşın sahibi olan” arşı tutan melekler ve onların etrafındaki kişidir. Bu kişi Devrin İmamı’dır. Ve emrinden bir ruh, devrin İmamı’nın ruhudur. Kullarından dilediği kişi, Allah’a ulaşmayı dileyen kişidir, Allah da onu Kendisine ulaştırmayı dilemiştir.
Kur’ân-ı Kerim’in önemli âyetlerinden birisi Mu’min Suresinin 15. âyet-i kerimesidir. Ruhun vücuttan, devrin imamının emri üzerine nasıl ayrıldığını anlatmaktadır.
Âyet, Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin mürşidine tâbî olduğu zaman, başının üzerine gelen Devrin İmamı’nın ruhundan bahsetmektedir.

3. SAFHA
91/ŞEMS-9: Kad efleha men zekkâhâ.
Kim onu (nefsini) tezkiye etmişse felâha (kurtuluşa) ermiştir.
AÇIKLAMA 
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kim nefsini tezkiye ederse 3. kat cennete hak kazanır. Allah’a ulaşmayı dilediği 3. basamakta bi-rinci kat, mürşidine tâbî olduğu 14. basamakta 2. kat, ruhunu Allah’a ulaştırdığı ve teslim ettiği 21. basamakta 3. kat cennetin sahibi olur.

4. SAFHA

8/ENFAL 45: Yâ eyyuhellezîne âmenû izâ lekîtum fieten fesbutû vezkurullâhe kesîren leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey âmenû olanlar! Bir toplulukla karşılaştığınız zaman artık sebat edin ve Allah’ı çok zikredin ki; böylece felâha eresiniz.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Zikir, Allah'ın ismini "Allah, Allah, Allah, Allah" diye tekrar etmektir ve üzerimize farzdır. Allahû Tealâ, ara sıra zikretmemizi istiyor:

73 / MUZZEMMİL - 8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O'na ulaş. 

Günün yarısından daha çok zikretmemizi istiyor:

33 / AHZÂB - 41: Yâ eyyuhellezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ(kesîran).
Ey âmenû olanlar! Allah'ı çok zikirle (günün yarısından fazla) zikredin. 

Daima zikretmemizi istiyor:

4 / NİSÂ - 103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin üzerine, “vakitleri belirlenmiş bir farz” olmuştur. 

Zikir ile Allah'ın katından mutlaka salâvat-rahmet ve salâvat-fazıl göğse gelir, göğüsten kalbe ulaşır ve nefsin kalbinde fazıllar, nefsin afetlerinin yerini işgal ederler ve faziletler yerleşmeye başlar. Fazılların yerleştiği yerde artık şeytan, hükümferma olamaz. Oraya tesir etmek imkânının sahibi değildir. Çünkü şeytanın tesir edebilmesi ancak nefsin afetlerinedir, nefsin hevasınadır. İç dünyanızdaki mutsuzluğun arkasında iblis vardır.

İç dünyanızdaki mutsuzluğun arkasında nefsin afetleriyle ruhun hasletleri arasındaki kavga vardır.

Bu kavga, nefsin afetleri kaldıkça hep devam eder ve hep huzursuz olunur. İşte bu cümleden olarak Allahû Tealâ, daimî zikirle insanları emretmiştir ki, nefslerinin kalbinde hiç afet kalmasın. Daimî zikrin sahibi olduğu andan itibaren kişinin nefsinin kalbindeki bütün afetler, kapı dışarı edilmiştir. Tekrar nefsin kalbine onların geri dönmeleri artık mümkün değildir. Çünkü mühür, zülmanî kapıyı mühürlemiştir. Daimî zikirde, rahmetin, fazlın ve salâvâtın, bu mühür üzerindeki baskısı hiçbir şekilde sona ermez. Ve mühür hiçbir zaman zülmanî kapıdan ayrılmaz. Şeytanın karanlıklarının, nefsin afetlerinin tekrar kalbin içine girmesi hiçbir şekilde mümkün olmaz. Nefsin afetleri baştan Allah'ın emirlerini yapmamak istiyordu. Böyle bir durumda ise daimî zikrin sahiplerinin nefslerinin kalbinde sadece faziletler vardır. Faziletler, Allah'ın bütün emirlerinin yerine getirilmesini ister. Ruhta da hasletler vardır. Ve Allah, neyi emretmişse, ruh yapılmasını ezelden beri istemekteydi; gene ister. Öyleyse nefs de ruh da Allah neyi emretmişse, ona "evet" diyeceklerdir, Allah'ın emrini yerine getireceklerdir.

Aklın her iki müşaviri de, ona Allah'ın her emrini yerine getirmek istediklerini, yasak ettiği hiçbir fiili işlemek istemediklerini bildirecektir. Bu noktada Allah'ın bütün emirleri mutlaka yerine getirilecek, yasak ettiği hiçbir fiil asla işlenmeyecektir. Şeytanın esamesi bile okunmayacaktır. Şeytan artık yoktur devrede. Bize hiçbir şekilde tesir etmesi mümkün değildir. İşte her an Allahû Tealâ ile birlikte olabilmeniz için Allahû Tealâ daimî zikri emretmiştir.

Daimî zikirle her an Allah'ın katından, O'nun rahmeti ve fazlı ulaşır. Nefsin kalbi devamlı Allah'ın rahmetiyle, fazlıyla dolar. Nefsin kalbi, ruhun kalbiyle aynı paralelde olur. İç dünyada kavga biter. Aynı sebeple hiç kimseye zulmedilemeyeceği için, dış dünyada da kavga biter. Ve Allah ile olan ilişkilerde de Allah'ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fili işlemeyen bir özellik kazanılır. İç dünyada da, dış dünyada da, Allah ile olan ilişkilerde de mutlak bir saadetin sahibi olunur.

İşte Allahû Tealâ, savaş sırasında da daimî zikrin sahibi olmamızı emrediyor, bu hedefe ulaşmak için. Böyle bir dizaynda Allahû Tealâ'nın hepinizi en güzele ulaştırması söz konusu olmalı. Ve bu güzellik, şeytanın size ulaşamayacağı bir noktaya varmanızla mümkün: Daimî zikir.


5. SAFHA
59/HAŞR-9: Vellezîne tebevveûd dâre vel îmâne min kablihim yuhıbbûne men hâcere ileyhim ve lâ yecidûne fî sudûrihim hâceten mimmâ ûtûve yu’sirûne alâ enfusihim ve lev kâne bihim hasâsah(hasâsatun), ve men yûka şuhha nefsihî fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Ve onlardan önce (Medine’yi) yurt edinmiş olup kalplerinde îmân yerleşmiş olanlar, kendilerine hicret eden kimseleri severler. Ve onlara verilenlerden (dağıtılan ganimetlerden) dolayı, kendileri onlara muhtaç olsa bile, gönüllerinde bir hacet (kaygı, haset) bulunmaz. Ve onları kendi nefslerine tercih ederler (üstün tutarlar). Ve kim nefsini cimrilikten korursa, o taktirde işte onlar, onlar felâha (kurtuluşa) erenlerdir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Medine’de yerleşenlerden âmenû olanlar kalplerinde îmân yerleşmiş olanlardır. Hicret edenleri sever ve onlara verilen ganimetler sebebiyle bir kaygı duymazlar. Kim nefsini cimrilikten korursa onlar felâha erenlerdir. Şeklinde bir ifade ile ensar’ın Allah yolundaki fedakârlıkları anlatılıyor.

6. SAFHA
5/MÂİDE-100: Kul lâ yestevîl habîsu vet tayyibu ve lev a'cebeke kesretul habîsi, fettekullâhe yâ ulîl elbâbi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
De ki; "Habîsin (haram, murdar ve fesadın...) çokluğu senin hoşuna gitse bile, habîs (haram ve kötü olan) ile tayyîb (helâl ve temiz olan) bir değildir. Ey Ulûl Elbâb! Artık Allâh’a karşı takvâ sahibi olun! Umulur ki böylece siz felâha erersiniz.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû Tealâ “ey ulûl’elbab” diye daimî zikrin sahiplerine emrediyor. Ulûl’elbabın takva sahibi olduğu ihlâs makamı, felâha erilen devredir. Takvadan Allahû Tealâ’nın muradı ise ulûl’elbabın takvası yani kişinin ihlâsa ulaştığı 6. safha takvadır. Felâh ise burada cennet saadetinin ve dünya saadetinin bütününü ihtiva ediyor.

2/BAKARA-139: Kul e tuhâccûnenâ fîllâhi ve huve rabbunâ ve rabbukum, ve lenâ â’mâlunâ ve lekum a’mâlukum ve nahnu lehu muhlisûn(muhlisûne).
De ki: “Allah hakkında bizimle mücâdele mi ediyorsunuz? O, bizim de Rabbimizdir sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz de size aittir. Ve biz, onun için ihlâs sahibi (muhlis) (kul)larız.”
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allah’a ulaşmayı dilemekten haberdar olmayan insanlar, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile mücâdele ediyorlar. Peygamber Efendimiz diyor ki: “Bir tane Allah var ve O, bizim de Allahımızdır, sizin de Allahınızdır. Bizim amellerimiz bize aittir, bizi kurtaracaktır; sizin amelleriniz de size aittir ama sizi kurtaramayacaktır. Biz Allah’a karşı ihlâs sahibi (daimî zikrin sahibi olduktan sonra ve yerin melekûtunu gördükten sonra, göklerin melekûtunu da görenleriz) olmuş olanlarız.”
Allahû Tealâ, bütün insanlara ihlâsı farz kılmıştır. İnsan ile Allah arasındaki 28 basamaklık İslâm merdiveninde ihlâs makamı 27. basamaktır. Ulûl’elbab kademesinde kalbi 7 kademe müzeyyen olan kişinin bu basamakta kalbi 7 kademe daha müzeyyen olur. Toplam 14 kademe kalbi müzeyyen olan kişi varlıklar âleminin son noktası olan Sidretül Münteha’daki ağacı kalp gözüyle görür, Tövbe-i Nasuh’a davet edilir. İhlâs makamı, Tövbe-i Nasuh’la tamamlanır. Tövbe-i Nasuh, salâh makamına geçiş kapısıdır:

98/BEYYİNE-5: Ve mâ umirû illâ li ya'budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve yu'tûz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).
Ve onlar, Allah için hanifler olarak dînde halis kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte kayyum dîn (kıyâmete kadar devam edecek dîn) budur.

Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbenin bir kısmı bu âyetlerin muhtevası içerisinde daimî zikre ulaşmışlar ve nefslerindeki bütün afetleri yok ettikleri için ulûl’elbab makamında 7 kere ve ihlâs makamında 7 kere muhlislerden olmuşlardır.
İnsanlar Allah’a ulaşmayı diledikleri zaman kurtuluş mümkündür. Bugün de İslâm’ı yaşadıklarını düşünen insanlar, Allahû Tealâ’nın 12 defa farz kıldığı Allah’a ulaşmayı dileme ve Allah’a teslim olma konusuna şiddetle karşı çıkıyorlar. Ve bizimle mücâdele ediyorlar, tıpkı 14 asır evvel sahâbe ile mücâdele ettikleri gibi...



7. SAFHA
3/ÂLİ İMRÂN-104: Veltekun minkum ummetun yed’ûne ilel hayri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker(munkeri), ve ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Sizin içinizden hayra davet eden (mürşidlerden) bir cemaat olsun ve mârufla emretsin, ve münkerden nehyetsin (men etsin). İşte onlar, onlar felâha erenlerdir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
           Peygamber Efendimiz (S.A.V)‘e tâbî olanlar sahâbedir. Günümüzün dîn adamları, dîn ilminin sahibi olduğunu iddia edenler sahâbe Peygamber Efendimiz (S.A.V)‘i hayatta görenlerdir, deseler de bu doğru değildir. Sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)‘i görenlerden sadece O’na tâbî olanlardır. Münafıklar da görmüşler, hatta tâbî olmuşlar ama tâbiiyetleri geçerli olmamıştır. Tâbî olur görünmüşler ama tâbî olamamışlardır. Çünkü tâbî olmak Allah’a ulaşmayı dilemenin bir neticesidir. Allah’a ulaşmayı dilemeyen hiç kimse tâbiiyetini gerçekleştiremez. Öyleyse sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V) hayattayken O’na gerçek anlamda tâbî olanlar; yani tâbî olduktan sonra ruhları vücutlarından ayrılıp yola çıkanlardır. İşte Yusuf Suresinin 108. âyet-i kerimesi:

12/YÛSUF-108: Kul hâzihî sebîlî ed’û ilallâhi alâ basîretin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne).
De ki: “Benim ve bana tâbî olanların, basiret üzere (kalp gözüyle basar ederek, Allah’ı görerek) Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur. Allah’ı tenzih ederim. Ve ben, müşriklerden değilim.”

3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe innemâ aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: "Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik. O kitab verilenlere ve ümmîlere: "Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?" de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.

           Burada Allahû Tealâ, Peygamber Efendimiz (S.A.V)‘e tâbî olan insanlardan bahsediyor. Bunların arasından mutlaka bir topluluğun oluşmasını istiyor. Bu insanlar başka insanları hayra çağıranlardan, münkerden nehyedenlerden olacak. Onların kötü şeyler yapmalarına Allah’tan aldıkları ilimle mani olmak isteyenler, Allah’ın mürşidleridir ve münkerden nehyetme, hayra çağırma yetkisi irşad makamına verilmiştir. ve böyle bir topluluk, neticede oluşur.
          Sahâbe, Allah’a bihakkın takva sahibi olmayı başararak insanları hayra çağıran ve irfan ile emreden, aynı zamanda başkalarını münkerden nehyeden bir hüviyet kazanmıştır. Tevbe Suresinin 100. âyet-i kerimesi, bunu kesin şekilde ifade ediyor:

9/TEVBE-100: Ves sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn (evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden (Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu). Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah, altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır. İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.

           Hepsi ana hedeflere ulaşmışlar, Allah’ın razı olduğu insanlar olmuşlar, yani İslâm’ı bütün hüviyetiyle yaşamışlardır. En güzel standartlarda sahâbenin dizaynına baktığımız zaman onların bu 3 vasfın sahibi olduklarını görüyoruz. Onlar hayra (Allah’a) çağırıyorlar, kötülüğe iyilikle mukabele ediyorlar, Allah’a teslim olmuşlar yani mürşid olmanın bütün özelliklerinin sahipleri ve kendilerinden sonra gelenler onlara tâbî olmuşlardır (tâbiin).

3/ÂLİ İMRÂN-110: Kuntum hayra ummetin uhricet lin nâsi te’murûne bil ma’rûfi ve tenhevne anil munkeri ve tu’minûne billâh(billâhi), ve lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul mu’minûne ve ekseruhumul fâsikûn(fâsikûne).
Siz, insanlar için çıkarılmış (seçilmiş) olan, ümmetin hayırlı kişileri oldunuz. Mâruf ile emredersiniz ve münkerden nehy edersiniz (men edersiniz). Ve siz, Allah'a îman ediyorsunuz. Eğer kitap ehli de îman etselerdi elbette onlar için hayırlı olurdu. Onlardan bir kısmı mü'mindir ve onların çoğu da fâsıklardır.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
(9/TEVBE-100)
İster ensar ister muhacirîn olsun, iki gruba da tâbî olunmuş, iki grup da mürşid olma şerefine ermişlerdir. “Hayırlı bir ümmet olmak” böyle gerçekleşmiştir. Bu hayrın muhtevası ma’ruf ile emretmek, münkerden alıkoymaktır.
Öyleyse bütün sahâbe irşad makamının sahipleriydi. İrşad makamının sahiplerinin iki temel vasfı: hayırla emretmek, münkerden nehyetmektir. Böylece onların derecat kazanmalarına sebebiyet vermek ama derecat kaybetmelerine mani olmaktır.
Bu, iki ayrı cepheden incelenmesi gereken bir konudur. Münkerden alıkoymak, nasıl bir olgudur?
Ne zaman bir kişi mürşidine ulaşırsa, önünde diz çöküp tövbe ettikten sonra nefs tezkiyesine başlar. Nefs tezkiyesi boyunca kişinin nefsindeki afetler adım adım azalır. Bu azalma stratejisi içerisinde, kişi devamlı münkerden nehyolunacaktır. Yani nefsindeki afetler azaldıkça, ruhunun hasletleri gelip fazilet-ler adıyla oraya yerleşecektir. Faziletler yerleştikçe kişi hep hayra dönük işler yapacaktır. Şerre dönük işlerinin oranı giderek azalacaktır. 
Böyle bir dizaynı yerli yerine oturttuğumuz zaman, dünya üzerindeki aksiyonları itibariyle, sahâbe, kendine tâbî olan tâbiine güzel davranışlarda bulunmalarını, namaz kılmalarını, oruç tutmalarını, zekât vermelerini ve özellikle zikir yapmalarını emretmişlerdir. Onlar da bunları gerçekleştirmişlerdir. Böylece sahâbe onları hayra davet etmiş ve hayra ulaştırmıştır. Aynı zamanda sahâbe onların yasakları işlemesine de mani olacak emirleri vermiş ve onlar böylece yasakları da işlemekten men olunmuşlardır.
Sahâbe dünya üzerindeki işlemler itibariyle, tâbiine tebligatta bulunarak negatif şeylerden, günahlardan ve şerrden, münkerden men etmiştir. Onların o kötü işlemleri yapmalarına mani olarak, onlara derecat kazandırmışlardır. Bir taraftandan da herbir tâbiin, tâbî olduğu andan itibaren nefs tezkiyesine başladığı için, kötülükleri otomatik olarak azaltan bir mekanizmanın sahibi olmuşlardır. Nefslerindeki afetler azaldıkça, tabiatıyla kötülükten de nehyedilmişlerdir.
Sahâbe gibi kitap ehlinden de bir kısmı Allah’a ulaşmayı diledikleri için mü’min olmak şerefine ermişler ama çoğu tâbî olmamıştır. Kendi mürşidlerine de tâbî olmadıkları cihetle kalpleri karanlıkta kalmış, küfür ehli olmuşlardır. Mü’min, önce Allahû Tealâ’ya ulaşmayı diler, daha sonra mürşidine ulaşır, önünde diz çöküp tövbe eder, Allah kalbinin içine îmânı yazar ve kişi hak mü’min olur.
Bu tarz bir tâbiiyetle hristiyanlardan ve yahudilerden az bir kısım mü’min olmak şerefine ermişlerdir. Hz. İsa’dan Peygamber Efendimiz (S.A.V)‘in devrine gelinceye kadar birbirlerinden almak suretiyle devam ettirdikleri güzellikleri yaşayanlar vardır. Her iki tarafta da küçük gruplar İslâm’ı yaşıyor. Geri kalan büyük topluluk ne yazık ki İslâm şerefinden mahrumlar.

Nasıl bugün Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbenin yaşadığı hayatı yaşayanlar varsa, o zamanda da Hz. Musa’dan itibaren tâbiiyet yoluyla Peygamber Efendimiz (S.A.V) devrinde yaşayanlara kadar ulaşan, Allah’ın emirlerine itaat etmek, yasak ettiği emirleri işlememek ve Allah’a teslim olmak keyfiyeti hep devam etmiştir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.