FELÂH
Felâh müessesesi
(cehennemden kurtuluş) 7 ayrı safha içerir:
1. SAFHA
23/MU'MİNÛN-102: Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul
muflihûn(muflihûne).
O zaman kimin mizanı (sevap tartıları) ağır gelirse işte onlar,
felâha erenlerdir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bu âyette anlatılan kişiler kıyâmet günü
kendilerine cehennemden çıkarak cennete girmeleri için izin verilecek
olanlardır.
Kur’ân-ı Kerim’de bazen rakamlı kitap, bazen
mizan, bazen kuş olarak geçen bir kavram vardır. Bu aslında cehennemden çıkarak
cennete girmeleri için insanların doğumlarından itibaren çekilen hayat filmleridir.
İnsanlar ölünceye kadar hayat filmleri kesintisiz bir şekilde kiramen kâtibin
meleklerince çekilir.
Bu, üç boyutlu bir filmdir (1. özelliği).
Her saniye, pozitif ya da negatif rakamlar
mutlaka yazılır (2. özelliği).
Bu hayat filminin bir sürücüsü (filmi çeken
melek), bir de şahit vardır. Ve hayat filmi kişinin cennete mi yoksa cehenneme
mi gedeceğini gösterir. Bu âyet-i kerimede felâha erenler sevapları
günahlarından fazla olanlardır. Felâha erenler, Allah’ın cennetine girecek
olanlardır. (23/MU'MİNÛN-103)
2. SAFHA
58/MUCÂDELE-22: Lâ tecidu kavmen yu’minûne billâhi vel yevmil
âhıri yuvâddûne men hâddallâhe ve resûlehu ve lev kânû âbâehum ev ebnâehum ev
ihvânehum ev aşîretehum, ulâike ketebe fî kulûbihimul îmâne ve eyyedehum bi
rûhin minhu, ve yudhıluhum cennâtin tecrî min tahtihel enhâru hâlidîne fîhâ,
radıyallâhu anhum ve radû anhu, ulâike hızbullâh(hızbullâhi), e lâ inne
hızballâhi humul muflihûn(muflihûne).
Allah’a ve âhiret gününe (ölmeden önce Allah’a ulaşmaya) îmân eden
bir kavmi, Allah’a ve O’nun Resûl’üne karşı gelenlere muhabbet duyar
bulamazsın. Ve onların babaları, oğulları, kardeşleri veya kendi aşiretleri
olsa bile. İşte onlar ki, (Allah) onların kalplerinin içine îmânı yazdı. Ve
onları, Kendinden bir ruh ile destekledi (orada eğitilmiş olan, devrin imamının
ruhu onların başlarının üzerine yerleşir). Ve onları, altından nehirler akan
cennetlere dahil edecek. Onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Allah,
onlardan razı oldu. Ve onlar da O’ndan (Allah’tan) razı oldular. İşte onlar,
Allah’ın taraftarlarıdır. Gerçekten Allah’ın taraftarları, onlar, felâha
erenler değil mi?
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Sahâbenin kalplerine îmân yazıldığı ve Devrin
İmamı’nın Ruhu’nun onların başlarının üzerine yerleştiği, cennete girecekleri,
Allah’ın rızasını kazandıkları ve Allah taraftarları oldukları açıklanıyor.
40/MU'MİN-15: Refîud derecâti zul arş(arşi), yulkır rûha min
emrihî alâ men yeşâu min ıbâdihî li yunzire yevmet telâk(telâkı).
Dereceleri yükselten ve arşın sahibi olan Allah, kullarından
(Kendisine ulaştırmayı) dilediği kişinin (Allah’a ulaşmayı dilediği için
Allah’ın da Kendisine ulaştırmayı dilediği kişinin) üzerine (başının üzerine)
Allah’a ulaşma gününün geldiğini (o kişinin ruhuna) ihtar etmek için, emrinden
(Allah’ın emrini tebliğ edecek) bir ruh (devrin imamının ruhunu) ulaştırır.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Secde Suresinin 24.
âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki: (32/SECDE-24)
Bu kişi, Allah’a
ulaşmayı dilemiş, Allah onu 12 ihsanla mürşidine ulaştırmıştır. Böylece kişinin
başının üzerine devrin imamının ruhu gelmiştir. Dereceleri artıran Allah’ın 1’e
10 verirken 1’e 100 vermeye başladığı nokta burasıdır. Ve “arşın sahibi olan”
arşı tutan melekler ve onların etrafındaki kişidir. Bu kişi Devrin İmamı’dır.
Ve emrinden bir ruh, devrin İmamı’nın ruhudur. Kullarından dilediği kişi,
Allah’a ulaşmayı dileyen kişidir, Allah da onu Kendisine ulaştırmayı
dilemiştir.
Kur’ân-ı Kerim’in
önemli âyetlerinden birisi Mu’min Suresinin 15. âyet-i kerimesidir. Ruhun
vücuttan, devrin imamının emri üzerine nasıl ayrıldığını anlatmaktadır.
Âyet, Allah’a ulaşmayı
dileyen kişinin mürşidine tâbî olduğu zaman, başının üzerine gelen Devrin
İmamı’nın ruhundan bahsetmektedir.
3. SAFHA
91/ŞEMS-9: Kad efleha men zekkâhâ.
Kim onu (nefsini) tezkiye etmişse felâha (kurtuluşa) ermiştir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kim
nefsini tezkiye ederse 3. kat cennete hak kazanır. Allah’a ulaşmayı dilediği 3.
basamakta bi-rinci kat, mürşidine tâbî olduğu 14. basamakta 2. kat, ruhunu
Allah’a ulaştırdığı ve teslim ettiği 21. basamakta 3. kat cennetin sahibi olur.
4. SAFHA
8/ENFAL 45: Yâ eyyuhellezîne âmenû izâ lekîtum
fieten fesbutû vezkurullâhe kesîren leallekum tuflihûn(tuflihûne).
Ey
âmenû olanlar! Bir toplulukla karşılaştığınız zaman artık sebat edin ve Allah’ı
çok zikredin ki; böylece felâha eresiniz.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Zikir, Allah'ın ismini "Allah, Allah, Allah, Allah" diye
tekrar etmektir ve üzerimize farzdır. Allahû Tealâ, ara sıra zikretmemizi
istiyor:
73 / MUZZEMMİL - 8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi'ni zikret ve herşeyden kesilerek O'na ulaş.
Günün yarısından daha çok zikretmemizi istiyor:
33 / AHZÂB - 41: Yâ eyyuhellezîne âmenûzkûrullâhe zikren kesîrâ(kesîran).
Ey âmenû olanlar! Allah'ı çok zikirle (günün yarısından fazla)
zikredin.
Daima zikretmemizi istiyor:
4 / NİSÂ - 103: Fe izâ kadaytumus salâte fezkurûllâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbikum, fe izatma’nentum fe ekîmus salât(salâte), innes salâte kânet alâl mu’minîne kitâben mevkûtâ(mevkûten).
Böylece namazı bitirdiğiniz zaman, artık ayaktayken, otururken ve
yan üstü iken (yatarken), (devamlı) Allah'ı zikredin! Daha sonra güvenliğe
kavuştuğunuz zaman, namazı erkânıyla kılın. Muhakkak ki namaz, mü'minlerin
üzerine, “vakitleri belirlenmiş bir farz” olmuştur.
Zikir ile Allah'ın katından mutlaka salâvat-rahmet ve salâvat-fazıl göğse gelir, göğüsten kalbe ulaşır ve nefsin kalbinde fazıllar, nefsin afetlerinin yerini işgal ederler ve faziletler yerleşmeye başlar. Fazılların yerleştiği yerde artık şeytan, hükümferma olamaz. Oraya tesir etmek imkânının sahibi değildir. Çünkü şeytanın tesir edebilmesi ancak nefsin afetlerinedir, nefsin hevasınadır. İç dünyanızdaki mutsuzluğun arkasında iblis vardır.
İç dünyanızdaki mutsuzluğun arkasında nefsin afetleriyle ruhun hasletleri arasındaki kavga vardır.
Bu kavga, nefsin afetleri kaldıkça hep devam eder ve hep huzursuz olunur. İşte bu cümleden olarak Allahû Tealâ, daimî zikirle insanları emretmiştir ki, nefslerinin kalbinde hiç afet kalmasın. Daimî zikrin sahibi olduğu andan itibaren kişinin nefsinin kalbindeki bütün afetler, kapı dışarı edilmiştir. Tekrar nefsin kalbine onların geri dönmeleri artık mümkün değildir. Çünkü mühür, zülmanî kapıyı mühürlemiştir. Daimî zikirde, rahmetin, fazlın ve salâvâtın, bu mühür üzerindeki baskısı hiçbir şekilde sona ermez. Ve mühür hiçbir zaman zülmanî kapıdan ayrılmaz. Şeytanın karanlıklarının, nefsin afetlerinin tekrar kalbin içine girmesi hiçbir şekilde mümkün olmaz. Nefsin afetleri baştan Allah'ın emirlerini yapmamak istiyordu. Böyle bir durumda ise daimî zikrin sahiplerinin nefslerinin kalbinde sadece faziletler vardır. Faziletler, Allah'ın bütün emirlerinin yerine getirilmesini ister. Ruhta da hasletler vardır. Ve Allah, neyi emretmişse, ruh yapılmasını ezelden beri istemekteydi; gene ister. Öyleyse nefs de ruh da Allah neyi emretmişse, ona "evet" diyeceklerdir, Allah'ın emrini yerine getireceklerdir.
Aklın her iki müşaviri de, ona Allah'ın her emrini yerine getirmek istediklerini, yasak ettiği hiçbir fiili işlemek istemediklerini bildirecektir. Bu noktada Allah'ın bütün emirleri mutlaka yerine getirilecek, yasak ettiği hiçbir fiil asla işlenmeyecektir. Şeytanın esamesi bile okunmayacaktır. Şeytan artık yoktur devrede. Bize hiçbir şekilde tesir etmesi mümkün değildir. İşte her an Allahû Tealâ ile birlikte olabilmeniz için Allahû Tealâ daimî zikri emretmiştir.
Daimî zikirle her an Allah'ın katından, O'nun rahmeti ve fazlı ulaşır. Nefsin kalbi devamlı Allah'ın rahmetiyle, fazlıyla dolar. Nefsin kalbi, ruhun kalbiyle aynı paralelde olur. İç dünyada kavga biter. Aynı sebeple hiç kimseye zulmedilemeyeceği için, dış dünyada da kavga biter. Ve Allah ile olan ilişkilerde de Allah'ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fili işlemeyen bir özellik kazanılır. İç dünyada da, dış dünyada da, Allah ile olan ilişkilerde de mutlak bir saadetin sahibi olunur.
İşte Allahû Tealâ, savaş sırasında da daimî zikrin sahibi olmamızı emrediyor, bu hedefe ulaşmak için. Böyle bir dizaynda Allahû Tealâ'nın hepinizi en güzele ulaştırması söz konusu olmalı. Ve bu güzellik, şeytanın size ulaşamayacağı bir noktaya varmanızla mümkün: Daimî zikir.
5. SAFHA
59/HAŞR-9: Vellezîne tebevveûd dâre vel îmâne min kablihim
yuhıbbûne men hâcere ileyhim ve lâ yecidûne fî sudûrihim hâceten mimmâ ûtûve
yu’sirûne alâ enfusihim ve lev kâne bihim hasâsah(hasâsatun), ve men yûka şuhha
nefsihî fe ulâike humul muflihûn(muflihûne).
Ve onlardan önce (Medine’yi) yurt edinmiş olup kalplerinde îmân
yerleşmiş olanlar, kendilerine hicret eden kimseleri severler. Ve onlara
verilenlerden (dağıtılan ganimetlerden) dolayı, kendileri onlara muhtaç olsa
bile, gönüllerinde bir hacet (kaygı, haset) bulunmaz. Ve onları kendi
nefslerine tercih ederler (üstün tutarlar). Ve kim nefsini cimrilikten korursa,
o taktirde işte onlar, onlar felâha (kurtuluşa) erenlerdir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Medine’de
yerleşenlerden âmenû olanlar kalplerinde îmân yerleşmiş olanlardır. Hicret
edenleri sever ve onlara verilen ganimetler sebebiyle bir kaygı duymazlar. Kim
nefsini cimrilikten korursa onlar felâha erenlerdir. Şeklinde bir ifade ile
ensar’ın Allah yolundaki fedakârlıkları anlatılıyor.
6. SAFHA
5/MÂİDE-100: Kul lâ yestevîl habîsu vet tayyibu ve lev
a'cebeke kesretul habîsi, fettekullâhe yâ ulîl elbâbi leallekum tuflihûn(tuflihûne).
De ki; "Habîsin (haram, murdar ve fesadın...) çokluğu senin
hoşuna gitse bile, habîs (haram ve kötü olan) ile tayyîb (helâl ve temiz olan)
bir değildir. Ey Ulûl Elbâb! Artık Allâh’a karşı takvâ sahibi olun! Umulur ki
böylece siz felâha erersiniz.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allahû
Tealâ “ey ulûl’elbab” diye daimî zikrin sahiplerine emrediyor. Ulûl’elbabın
takva sahibi olduğu ihlâs makamı, felâha erilen devredir. Takvadan Allahû
Tealâ’nın muradı ise ulûl’elbabın takvası yani kişinin ihlâsa ulaştığı 6. safha
takvadır. Felâh ise burada cennet saadetinin ve dünya saadetinin bütününü
ihtiva ediyor.
2/BAKARA-139: Kul e tuhâccûnenâ fîllâhi ve huve rabbunâ ve
rabbukum, ve lenâ â’mâlunâ ve lekum a’mâlukum ve nahnu lehu
muhlisûn(muhlisûne).
De ki: “Allah hakkında bizimle mücâdele mi ediyorsunuz? O, bizim
de Rabbimizdir sizin de Rabbinizdir. Bizim amellerimiz bize, sizin amelleriniz
de size aittir. Ve biz, onun için ihlâs sahibi (muhlis) (kul)larız.”
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Allah’a
ulaşmayı dilemekten haberdar olmayan insanlar, Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile
mücâdele ediyorlar. Peygamber Efendimiz diyor ki: “Bir tane Allah var ve O,
bizim de Allahımızdır, sizin de Allahınızdır. Bizim amellerimiz bize aittir,
bizi kurtaracaktır; sizin amelleriniz de size aittir ama sizi
kurtaramayacaktır. Biz Allah’a karşı ihlâs sahibi (daimî zikrin sahibi olduktan
sonra ve yerin melekûtunu gördükten sonra, göklerin melekûtunu da görenleriz)
olmuş olanlarız.”
Allahû
Tealâ, bütün insanlara ihlâsı farz kılmıştır. İnsan ile Allah arasındaki 28
basamaklık İslâm merdiveninde ihlâs makamı 27. basamaktır. Ulûl’elbab
kademesinde kalbi 7 kademe müzeyyen olan kişinin bu basamakta kalbi 7 kademe
daha müzeyyen olur. Toplam 14 kademe kalbi müzeyyen olan kişi varlıklar
âleminin son noktası olan Sidretül Münteha’daki ağacı kalp gözüyle görür,
Tövbe-i Nasuh’a davet edilir. İhlâs makamı, Tövbe-i Nasuh’la tamamlanır.
Tövbe-i Nasuh, salâh makamına geçiş kapısıdır:
98/BEYYİNE-5: Ve mâ
umirû illâ li ya'budûllâhe muhlisîne lehud dîne hunefâe ve yukîmûs salâte ve
yu'tûz zekâte ve zâlike dînul kayyimeh(kayyimeti).
Ve onlar, Allah için
hanifler olarak dînde halis kullar olmaktan (nefslerini halis kılmaktan) ve
namazı ikame etmekten ve zekâtı vermekten başka bir şeyle emrolunmadılar. İşte
kayyum dîn (kıyâmete kadar devam edecek dîn) budur.
Peygamber
Efendimiz (S.A.V) ve sahâbenin bir kısmı bu âyetlerin muhtevası içerisinde
daimî zikre ulaşmışlar ve nefslerindeki bütün afetleri yok ettikleri için
ulûl’elbab makamında 7 kere ve ihlâs makamında 7 kere muhlislerden olmuşlardır.
İnsanlar
Allah’a ulaşmayı diledikleri zaman kurtuluş mümkündür. Bugün de İslâm’ı
yaşadıklarını düşünen insanlar, Allahû Tealâ’nın 12 defa farz kıldığı Allah’a
ulaşmayı dileme ve Allah’a teslim olma konusuna şiddetle karşı çıkıyorlar. Ve
bizimle mücâdele ediyorlar, tıpkı 14 asır evvel sahâbe ile mücâdele ettikleri
gibi...
7. SAFHA
3/ÂLİ İMRÂN-104: Veltekun minkum ummetun yed’ûne ilel hayri
ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munker(munkeri), ve ulâike humul
muflihûn(muflihûne).
Sizin içinizden hayra davet eden (mürşidlerden) bir cemaat olsun
ve mârufla emretsin, ve münkerden nehyetsin (men etsin). İşte onlar, onlar
felâha erenlerdir.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
Peygamber Efendimiz (S.A.V)‘e tâbî olanlar sahâbedir.
Günümüzün dîn adamları, dîn ilminin sahibi olduğunu iddia edenler sahâbe
Peygamber Efendimiz (S.A.V)‘i hayatta görenlerdir, deseler de bu doğru
değildir. Sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)‘i görenlerden sadece O’na tâbî olanlardır.
Münafıklar da görmüşler, hatta tâbî olmuşlar ama tâbiiyetleri geçerli
olmamıştır. Tâbî olur görünmüşler ama tâbî olamamışlardır. Çünkü tâbî olmak
Allah’a ulaşmayı dilemenin bir neticesidir. Allah’a ulaşmayı dilemeyen hiç
kimse tâbiiyetini gerçekleştiremez. Öyleyse sahâbe, Peygamber Efendimiz (S.A.V)
hayattayken O’na gerçek anlamda tâbî olanlar; yani tâbî olduktan sonra ruhları
vücutlarından ayrılıp yola çıkanlardır. İşte Yusuf Suresinin 108. âyet-i
kerimesi:
12/YÛSUF-108: Kul
hâzihî sebîlî ed’û ilallâhi alâ basîretin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi
ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne).
De ki: “Benim ve bana
tâbî olanların, basiret üzere (kalp gözüyle basar ederek, Allah’ı görerek)
Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur. Allah’ı tenzih ederim. Ve ben,
müşriklerden değilim.”
3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe
in hâccûke fe kul eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul
lillezîne ûtûl kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve
in tevellev fe innemâ aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer
seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki: "Ben ve bana tâbi olanlar
vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim ettik. O kitab verilenlere ve
ümmîlere: "Siz de vechinizi (fizik vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz
mi?" de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde, hidayete ermişlerdir. Ve eğer
yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece tebliğdir. Ve Allah, kullarını en
iyi görendir.
Burada Allahû Tealâ, Peygamber
Efendimiz (S.A.V)‘e tâbî olan insanlardan bahsediyor. Bunların arasından
mutlaka bir topluluğun oluşmasını istiyor. Bu insanlar başka insanları hayra
çağıranlardan, münkerden nehyedenlerden olacak. Onların kötü şeyler yapmalarına
Allah’tan aldıkları ilimle mani olmak isteyenler, Allah’ın mürşidleridir ve
münkerden nehyetme, hayra çağırma yetkisi irşad makamına verilmiştir. ve böyle
bir topluluk, neticede oluşur.
Sahâbe, Allah’a bihakkın takva sahibi
olmayı başararak insanları hayra çağıran ve irfan ile emreden, aynı zamanda başkalarını
münkerden nehyeden bir hüviyet kazanmıştır. Tevbe Suresinin 100. âyet-i
kerimesi, bunu kesin şekilde ifade ediyor:
9/TEVBE-100: Ves
sâbikûnel evvelûne minel muhâcirîne vel ensâri vellezînettebeûhum bi ıhsânin
radıyallâhu anhum ve radû anhu ve eadde lehum cennâtin tecrî tahtehel enhâru
hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), zâlikel fevzul azîm(azîmu).
O sabikûn-el evvelîn
(evvelki hayırlarda yarışanlardan salâh makamında iradesini Allah'a teslim
ederek irşada memur ve mezun kılınanlar): Onların bir kısmı muhacirînden
(Mekke'den Medine'ye göç edenlerden) bir kısmı ensardan (Medine'deki
yardımcılardan) ve bir kısmı da onlara (ensar ve muhacirîne) ihsanla tâbî
olanlardandı. (Sahâbe irşad makamına sahip oldukları için onlara tâbî olundu).
Allah, onlardan razı ve onlar da O'ndan (Allah'tan) razıdır. Onlara Allah,
altlarından ırmaklar akan cennetler hazırladı ve orada ebediyyen kalacaklardır.
İşte bu, en büyük (azîm) mükâfattır.
Hepsi ana hedeflere ulaşmışlar,
Allah’ın razı olduğu insanlar olmuşlar, yani İslâm’ı bütün hüviyetiyle
yaşamışlardır. En güzel standartlarda sahâbenin dizaynına baktığımız zaman
onların bu 3 vasfın sahibi olduklarını görüyoruz. Onlar hayra (Allah’a)
çağırıyorlar, kötülüğe iyilikle mukabele ediyorlar, Allah’a teslim olmuşlar yani
mürşid olmanın bütün özelliklerinin sahipleri ve kendilerinden sonra gelenler
onlara tâbî olmuşlardır (tâbiin).
3/ÂLİ İMRÂN-110: Kuntum hayra ummetin uhricet lin nâsi
te’murûne bil ma’rûfi ve tenhevne anil munkeri ve tu’minûne billâh(billâhi), ve
lev âmene ehlul kitâbi le kâne hayran lehum, minhumul mu’minûne ve ekseruhumul
fâsikûn(fâsikûne).
Siz, insanlar için çıkarılmış (seçilmiş) olan, ümmetin hayırlı
kişileri oldunuz. Mâruf ile emredersiniz ve münkerden nehy edersiniz (men
edersiniz). Ve siz, Allah'a îman ediyorsunuz. Eğer kitap ehli de îman etselerdi
elbette onlar için hayırlı olurdu. Onlardan bir kısmı mü'mindir ve onların çoğu
da fâsıklardır.
AÇIKLAMA
Bismillâhirrahmânirrahîm
(9/TEVBE-100)
İster
ensar ister muhacirîn olsun, iki gruba da tâbî olunmuş, iki grup da mürşid olma
şerefine ermişlerdir. “Hayırlı bir ümmet olmak” böyle gerçekleşmiştir. Bu
hayrın muhtevası ma’ruf ile emretmek, münkerden alıkoymaktır.
Öyleyse
bütün sahâbe irşad makamının sahipleriydi. İrşad makamının sahiplerinin iki
temel vasfı: hayırla emretmek, münkerden nehyetmektir. Böylece onların derecat
kazanmalarına sebebiyet vermek ama derecat kaybetmelerine mani olmaktır.
Bu, iki
ayrı cepheden incelenmesi gereken bir konudur. Münkerden alıkoymak, nasıl bir
olgudur?
Ne zaman bir kişi
mürşidine ulaşırsa, önünde diz çöküp tövbe ettikten sonra nefs tezkiyesine
başlar. Nefs tezkiyesi boyunca kişinin nefsindeki afetler adım adım azalır. Bu
azalma stratejisi içerisinde, kişi devamlı münkerden nehyolunacaktır. Yani
nefsindeki afetler azaldıkça, ruhunun hasletleri gelip fazilet-ler adıyla oraya
yerleşecektir. Faziletler yerleştikçe kişi hep hayra dönük işler yapacaktır.
Şerre dönük işlerinin oranı giderek azalacaktır.
Böyle bir
dizaynı yerli yerine oturttuğumuz zaman, dünya üzerindeki aksiyonları
itibariyle, sahâbe, kendine tâbî olan tâbiine güzel davranışlarda
bulunmalarını, namaz kılmalarını, oruç tutmalarını, zekât vermelerini ve
özellikle zikir yapmalarını emretmişlerdir. Onlar da bunları
gerçekleştirmişlerdir. Böylece sahâbe onları hayra davet etmiş ve hayra
ulaştırmıştır. Aynı zamanda sahâbe onların yasakları işlemesine de mani olacak
emirleri vermiş ve onlar böylece yasakları da işlemekten men olunmuşlardır.
Sahâbe
dünya üzerindeki işlemler itibariyle, tâbiine tebligatta bulunarak negatif
şeylerden, günahlardan ve şerrden, münkerden men etmiştir. Onların o kötü
işlemleri yapmalarına mani olarak, onlara derecat kazandırmışlardır. Bir
taraftandan da herbir tâbiin, tâbî olduğu andan itibaren nefs tezkiyesine
başladığı için, kötülükleri otomatik olarak azaltan bir mekanizmanın sahibi
olmuşlardır. Nefslerindeki afetler azaldıkça, tabiatıyla kötülükten de
nehyedilmişlerdir.
Sahâbe
gibi kitap ehlinden de bir kısmı Allah’a ulaşmayı diledikleri için mü’min olmak
şerefine ermişler ama çoğu tâbî olmamıştır. Kendi mürşidlerine de tâbî
olmadıkları cihetle kalpleri karanlıkta kalmış, küfür ehli olmuşlardır. Mü’min,
önce Allahû Tealâ’ya ulaşmayı diler, daha sonra mürşidine ulaşır, önünde diz
çöküp tövbe eder, Allah kalbinin içine îmânı yazar ve kişi hak mü’min olur.
Bu tarz
bir tâbiiyetle hristiyanlardan ve yahudilerden az bir kısım mü’min olmak
şerefine ermişlerdir. Hz. İsa’dan Peygamber Efendimiz (S.A.V)‘in devrine
gelinceye kadar birbirlerinden almak suretiyle devam ettirdikleri güzellikleri
yaşayanlar vardır. Her iki tarafta da küçük gruplar İslâm’ı yaşıyor. Geri kalan
büyük topluluk ne yazık ki İslâm şerefinden mahrumlar.
Nasıl
bugün Peygamber Efendimiz (S.A.V) ve sahâbenin yaşadığı hayatı yaşayanlar
varsa, o zamanda da Hz. Musa’dan itibaren tâbiiyet yoluyla Peygamber Efendimiz
(S.A.V) devrinde yaşayanlara kadar ulaşan, Allah’ın emirlerine itaat etmek,
yasak ettiği emirleri işlememek ve Allah’a teslim olmak keyfiyeti hep devam
etmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.