TOPLUMUN EĞİTİMİ
İnsanlar,
bir toplum oluşturmak için cemaat halinde yaşamak mecburiyetindedir. Herkesin
ihtiyaçlarını başkalarından temin etmesi söz konusudur. Herkes birbirine
muhtaçtır. Terziler elbiseleri dikmezse, ayakkabıcılar ayakkabıları yapmazsa,
yemekler yapılmazsa diğer insanlar bunlardan yararlanamazlar.
Toplumun
her sahasında insanlar vardır ve diğer insanların ihtiyaçlarına katkı sağlamak
üzere hayattadır. Hayatlarını bununla kazanırlar.
Öyleyse
herkes yaşamak için başkalarına muhtaçtır. Hiç kimse ihtiyaç duyduğu şeylerin
hepsini kendisi gerçekleştiremez. Toplumun bir ferdi olarak bunun imkânsız
olduğunu herkes rahat rahat söyleyebilir.
Herkes
ihtiyaç duyduğu her konuda başkalarına muhtaçtır. İhtiyaç kelimesi ile muhtaç
kelimesi zaten aynı istikamette kullanılan ve aynı kökten türemiş iki
kelimedir. Bu durumda mademki herkes birbirine muhtaç; o zaman neden insanlar
birbirlerinin kalplerini kırıp, birbirlerine kötü davranmaktadırlar? Neden
insanlar etrafındakileri huzursuz edebiliyorlar; sıkıntıya sokabiliyorlar ve
kötü davranıyorlar? İstatistikler Türkiye için korkunç rakamlar vermektedir.
Örneğin; karısını döven erkeklerin ailedeki oranı %70'lerin ötesindedir.
Gerçek
hüviyetimizi, Osmanlılığımızı nasıl kaybettik? Osmanlı ki hiç kimseye kötü bir
davranış sergileyemezdi. Bu onun yapısında vardı. Çünkü herkes tasavvuf adabı
üzerine terbiye edilirdi.
Toplumun,
bir bütün olarak terbiye edilmesi gerekmektedir. Bu terbiye anaokulundan
başlayarak, ilkokulu, ortaokulu, liseyi ve üniversiteyi kaplamalıdır. İnsanları
doğuştan itibaren tasavvufa yatkın, Allah'a yakın hüviyete getirmek
mecburiyetindeyiz.
Bir
insan Allah'a ne kadar yaklaşırsa o kadar mutludur ve çevresindeki insanlara o
kadar çok mutluluk ulaştırır. O'nun en yakınları, iradelerini de Allah'a teslim
edenlerdir. Onlar kendilerini insanlığa adamışlardır. Onlar yaşamazlar,
yaşatırlar. “Onlar yaşamazlar.” diyerek ne ifade etmek istiyoruz? Onlar kendi
iradeleri ile yaşayamazlar. Onlar Allah'ın iradesine bağlanmış olanlardır.
Onlar iradelerini de Allah'a teslim etmiş olanlardır. Küllî irade ya da İlâhi
İrade onları hayatta tutar. Her yaptıklarını bir bütün olarak
değerlendirdiğimiz zaman onların yapmadıklarını, onlara yaptırıldığını görürüz.
Osmanlı,
hep başkalarına yardım için yaşadı. Osmanlı'dan bir yardım istendiğinde, yardım
istenen ülke ne kadar uzaklıkta olursa olsun Osmanlı oraya mutlaka yardım
göndermiştir. Osmanlı bir nizamı ifade eder.
Bugün
bu hercümercin, kargaşanın, kavga ve gürültünün içinde yaşayanlar; Osmanlı'nın
sükûnetini, Osmanlı'nın insanlara verdiği değeri, Osmanlı'nın dünya
hayranlığını kazanma çizgisini yerli yerine oturtmalıdırlar. 600 yıllık, 400'ü
cihan hâkimiyeti ile geçmiş bir dünya… Bu dünyada hâkim unsur Osmanlıdır.
Fransa kralı tehlikeye düştüğü zaman Osmanlı'ya sığınmıştır.
Fatih
Sultan Mehmet, İstanbul'u alarak İslâm ülkesindeki üst rütbesini hristiyanların
da en üst seviyedeki toplantılarına başkan olarak iştirak etmek suretiyle devam
ettirmiştir. Hedefi Kızıl Elma'ydı; Roma'ydı. Eğer Roma'ya ulaşabilseydi ki;
zehirlenmeseydi mutlaka bunu gerçekleştirecekti. O zaman Katolikleri de temsil
edecek olan bir Türk Hakanı olacaktı. Onlara da sulh ve sükûn gelecekti.
Osmanlı gibi yaşamayı öğreneceklerdi.
Davranış
biçimleri dediğimiz zaman örnek alınması lâzımgelen insanlar, Osmanlılardır.
Onlar hep tasavvufu yaşadılar. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın tasavvuf
görülür.
Bacıyan-ı
rum, hanımlar kesiminin tasavvufunu gerçekleştirirken, geri kalan bütün
muhteva, erkekler tarafının tasavvufu yaşamasına medar olmuştur. Tasavvufu
yaşamak önemli mi? Son derece önemlidir. Osmanlı tasavvufla dünyadaki en üstün
ülke olmayı başardı. Bu üstünlük, kuvvet sebebiyle başkaları üzerinde hâkimiyet
kurarak onlara zulmetmek üstünlüğü değildir. Bu üstünlük, kuvvet sebebiyle
onlara hâkim olarak o ülkede de adaleti sağlamak, asillerin insanları köle gibi
kullanmalarına engel olmaktı.
Osmanlı’nın
davranış biçimlerinden bahsetmek için o insanların muhtevasına bakmalıyız.
Osmanlı'da birisi kendi kendine bir karar verir: "Ben şimdi bir defter
alacağım, bütün evliyaları ona yazmaya başlayacağım." der. Kafasında bu
düşünceyle bakkala gider. "Defter almak istiyorum." der. Bakkal
gülümseyerek, defteri verir. Arkasından da "Beni de yaz." der. Adam
hayrettedir. Hiçbir şey söylemediği halde bakkal o deftere evliyaların
yazılacağını önceden bilmektedir. Oradan çıkar; kasabın önünden geçerken kasap
içerden seslenir: "O defter var ya, beni de yaz oraya!" Manavın
önünden geçerken manav: "Beni de beni de yaz o deftere!" diye
seslenir.
Osmanlıda
alışveriş yapanlar, ticaret yapanlar, ticaretlerine en ufak bir haram
karıştırmazlardı. Haramın karışması mümkün olamazdı. Herkes aldığı maldan %100
emindi. Her tarafta tam bir güzellik hâkimdi. Büyüklerin küçüklere sevgi
gösterdiği, küçüklerin büyüklere hürmet ve saygı gösterdiği bir toplum
dizaynı mevcuttu. Fakirlerin korunduğu bir toplum dizaynı vardı. Toplumda fakir
insanlar olmaz mıydı? Her toplumda mutlaka olur ama ihtiyaçlarının üzerinde
para kazananlar, mutlaka fakirlere
verirlerdi.
Prof.
Mehmet Yazıcı kardeşimiz, üniversitede öğretim üyesiyken, Türkiye çapında bir
inceleme yapmıştı. Herkesin birrini ve zekâtını vermesi halinde bu birr ve
zekâtların fakirlere dağıtılması ile Türkiye'de hiç fakir insanın kalmayacağını
hesaplamıştı. Allahû Tealâ kanunlarını boşuna mı koyuyor? Allahû Tealâ’nın
mantıksız bir şey yaptığını düşünebilir misiniz? Allahû Tealâ, herşeyin en
güzelini Kur'ân-ı Kerim'inde emretmiştir.
Peygamber
Efendimiz (S.A.V): "Benim hadîslerim tartışılacaktır. O zaman Kur'ân-ı Kerim'e
bakın. Hiçbir hadîsim Kur'ân-ı Kerim'e aykırı olamaz." diye buyurmuştur.
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sözlerinin Kur'ân-ı Kerim'e aykırı olması mümkün
olamaz. Çünkü Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Peygamberdi ve
Allah'ın tasarrufundaydı. Bütün peygamberler Allah’ın tasarrufundadır.
Tasavvufu
gerçek anlamda yaşamak, kişinin ruhunu da vechini de nefsini de iradesini de
Allah'a teslim etmesiyle gerçekleşir. Kim ruhunu, vechini ve nefsini Allah'a
teslim etmişse o kişi daimî zikirdedir. Yani her an içindeki sesin, baştan
kendi iradesi ile sonra da alışılmış bir standartta “Allah” kelimesini tekrar
etmesidir. Allah'ın katından kişinin göğsüne, kalbine devamlı fazl nurları
gelir. Bu nurlar devamlı bir tazelenmeyi ifade eder. Kişinin nefsinin kalbi hep
Allah'ın bütün emirlerini yerine getirecek olan, yasak ettiği fiilleri
işlemeyecek olan hasletlerle donatılmış olur. Bunların adı fazıldır. Daimî
zikirdeki bir insan, Allah'ın emirlerine
itaat eder; yasak ettiği fiilleri de
işletmez. Kişi daimî zikre ulaştığı zaman nefsinin kalbinde % 2 rahmetin
ötesinde % 98 fazl oluşur ve kalbindeki bütün afetler yok olur. Kişi kendi
gayretiyle böyle bir güzelliği hayatında yaşayabilir mi? Elbette yaşayabilir.
Kim Allah'a ulaşmayı dilerse dilediği andan itibaren Allahû Tealâ o kişiyi
tasarrufu altına alır. O kişiye şeytanın yaklaşmasına müsaade etmez. Kişi
ruhunu Allah'a teslim edene kadar bu durum devam eder. Buraya kadar herkes
Allah'ın garantisi altındadır. Kişi bu noktadan yola çıkıp da ruhunu Allah'a
ulaştırana kadar geçecek olan 7-8 aylık bir devre içinde dünyadaki en mutlu
insanlardan biri olur. Yani iradesini de Allah'a teslim etmiş bir kişinin
mutluluğunu üst boyutta yaşar.
Allahû
Tealâ bu müstesna olayı onlara yaşatmakla, insanlara neyi anlatıyor?
"Allah'ın
dostu olursanız Allah sizi işte böyle mutlu eder." diyor. Hiç kimse o 7-8
aylık devredeki mutluluğunu unutamaz. Bu mutluğu yaşamayan, zaten tasavvufu
yaşamıyordur. Bu geçici bir dönemdir. Kişi 7-8 aydan sonra eski hayatına geri
döner. Ama hatalar yarı yarıya azalmıştır. Nefsin kalbindeki afetler % 49'a
düşmüştür. Burada ruh Allah'tadır, sadece nefs vardır. Bu nefsin muhtevası ise
ikiye bölünmüştür. Ne kadar fazl varsa o kadar da karanlık vardır. Kalpte %
2’si rahmet % 49'u fazl olmak üzere toplamda
% 51’lik kısmı nurlar oluşturmaktadır.Geri kalan % 49 da karanlıklardır,
afetlerdir. Ama % 1 ile de olsa hâkimiyet doğru taraftadır, olması lâzımgelen
taraftadır.
Allahû
Tealâ'nın emrinde muhtevaya baktığımız zaman mutluluğu sağlayan unsurun,
Allah'ın bu devredeki yani o 7-8 aylık devredeki şeytanın tesirini izole
etmesi, yok etmesidir. İşte Allahû Tealâ'nın vücuda getirdiği bu güzel dizayn,
bütün insanlar için bir örnek olmalıdır. Aynı mutluluğu yaşayabilmek için kişi
dik yokuşu tırmanmaya azmetmelidir. Dünya mutluluğunun yarısını sağlayan,
sadece bir dilek karşılığında Allah'ın mutlaka herkese ulaştırdığı bu sonuç,
Allah'ın bütün insanlara bir ni'metidir, ihsanıdır, hediyesidir.
Allahû
Tealâ insana ne kadar değer verdiğini anlatmaktadır. Neden değer veriyor? Çünkü
insana ruhundan üfürmüştür. Başka hiçbir mahlûk yoktur ki; Allah ona ruhundan
üfürmüş olsun. Sadece insanlar böyle bir hüviyetin sahibidirler. Ne cinler ne
hayvanlar, aklınıza neler geliyorsa hiçbir varlık, insanın sahip olduğu,
Allah'ın kendisine üfürdüğü bir ruhun sahibi değildir.
Allah'ın
muradı cemaat halinde yaşayan insanlar için herkesin birbirini sevmesidir.
Karşılıklı bir sevginin bütün bir toplumu külliyen kapladığı bir ortamda,
insanlar başkalarını mutlu etmek için yaşamaya başlarlar.
Günümüzde,
hırsızlar yolun ortasında yürüyen bir bayanın elindeki çantayı elinden zorla
alıp arabaya atlayıp kaçabilecek bir seviyeye gelmişler. Böyle bir ortamla
Osmanlı'yı karşılaştırdığımızda ne uğruna neler kaybetmişiz. Her gün kavgalar,
gürültüler ve anlaşmazlıklar…Karşıt gruplar, birbirinden nefret eden insanlar.
Biz Osmanlılara bu yakışır mı? Biz birbirine düşman olacak bir toplum muyuz?
İnsanların
normal hayatını yansıtan filmlere baktığımız zaman yüreğimiz kan ağlıyor. Biz
nasıl bu hale geldik? İşte bu hale gelmemizin arkasında konumuzun temeli
vardır. Bizi Osmanlı yapan şeyin, en üstün ahlâka sahip kılan şeyin Allah
olduğunu bilen ve Allah'a karşı olanlar, bizi Allah'tan ayırmayı başardılar.
Batılılaşmayı,
Fransızlar, İngilizler, Almanlar gibi olmayı bir marifet sayanlar; toplumu
değiştirmek için bütün güçleri ile çalıştılar. Biz ilkokuldayken kütüphanedeki
bütün kitaplar, Allah'ın olmadığına dair "Allah yoktur." muhtevası
içinde ilkokulların kütüphanelerine yerleştirilmişti.
Allah
için olmak, Osmanlı'nın davranışlarını Osmanlı gibi yapabilmeye bağlıdır.
Birbirini aldatmayan, birbirinden nefret etmeyen, tam aksine birbirini
yüceltmeye çalışan insanların oluştuğu yeni bir topluma ihtiyacımız var. O toplumu
gerçekleştirebiliriz. Bundan % 100 eminiz. Bunun öyle olacağını göreceksiniz.
Yani o hedefe mutlaka ulaşacağız. Bu konuda tereddüdü olanlar varsa onlara
şimdiden müjdeyi verelim ki; mutlaka dünya üzerinde bir sulh ve sükûn
kurulacaktır. Bu sulh ve sükûnun oluşması Türkiye'den başlayacaktır.
Osmanlı'nın
başından evvel de bizim atalarımız, bizim soyundan geldiklerimiz vardı.
Osmanlı'nın başlangıç noktasından itibaren Osman Gazi Han'dan itibaren biz
tarih sahnesinde vardık. Yeniden var olacağız ve dünya sulhu sizlerin ve bizim
eserimiz olacaktır.
Dünyada
yardım etmek, kardeş olmak, elimizdeki fazlayı paylaşmak varken; kavga edecek,
savaş verecek, başkasının hakkını haksız yere gasp ederek arkasından da vicdan
azabı duyacak ne var ki? Gönül rızası ile paylaşmaktan bahsediyoruz. Böyle bir
dizaynda bütün insanlar için mutluluk söz konusudur, huzur söz konusudur.
Davranış
biçimlerimizi Osmanlı'yı kendinize örnek alarak dizayn edin. Onlar hiç kalp
kırmazlardı, insanlara usulünce anlatırlardı. Her mahallede mutlaka tasavvuftan
bir muhtar vardı. Her mahallede mutlaka bir cami vardı. O caminin imamı aynı
zamanda muhtardı. Mahallenin resmî hâkimiydi. Onlar her zaman adaletin
temsilcileriydi.
Günümüzde
filmlere baktığımız da, haberleri izlediğimiz de tüylerimiz diken diken
olmakta. Nasıl bir yaşantı biçimi ki; her an hırsızlıklar, cinayetler, hırsız
girmemiş evlerin kalmaması, kapkaçlar, yol soygunları, herşey...
Şeytan,
İlluminati'yi parmağına dolamış, bütün dünyayı birbirine düşürmeye
uğraşmaktadır. Ama Allah buna müsaade etmiyor. Bir süre sonra bu oyunun
bozulduğunu; bütün dünyada sulh ve sükûnun kurulduğunu göreceksiniz.
İnsanların
bunca keşmekeşi; birbirine düşman kamplara ayrılıp savaşmaları, bunca insanın
İlluminati'nin hedefleri uğrunda birbirine saldırtılarak öldürülmesi, bunların
hepsi şeytanın tuzaklarıdır. O tuzaklar sona erecektir. Bu dünyada henüz
bozulmamış olan insanlar yaşamaktadır. Onların da bu istikamette mutlaka
akılları başlarına gelecektir. Onları, o Allah'ın dostu olacak olan her dînden
insanları biraraya getirmek; görevimizdir.
Hristiyanlık,
yahudilik, İslâm dîni diye ayrı ayrı dînler yoktur. Allahû Tealâ Tevrat'ta Hz.
Musa’ya Tevrat'a ait olan dînin Hz. İbrâhîm (A.S)'ın hanif dîni olduğunu; Hz.
İsa’ya İncil'in muhtevasındaki dînin Hz. İbrâhîm (A.S)'ın hanif dîni olduğunu;
Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)’e de Kur'ân-ı Kerim'de İslâm
dîninin hanif dîninin hüviyetinde bulunduğu, anlatmış, emretmiş ve
açıklamıştır. Dînler yoktur! Sadece bir tek dîn vardır!
Gelecek
günlerde dînler arası diyalog, ritüellere ve merasimlere dokunmadan, insanları
ana hatlarda biraraya getirecektir. Museviler ve hristiyanların başındaki
kişilerle oluşturduğumuz toplantılar açık ve kesin bir şekilde onlara, dînlerin
olmadığını hepimizin aynı dînin mensupları olduğumuzu ispat etti. Bu, atılan bir adımdır, bir aydınlıktır, bir
nurdur. Bütün dünyaya mutlaka yayılacaktır. Onlar sözlerimize inanıyorlar.
Çünkü bu gerçek sadece Kur'ân'dan ispatlamakla kalınmayıp onların kendi
kitaplarından da ispatlanmaktadır. Onlar kendi kitaplarına baktıkları ve
bunları gördükleri zaman: "Nasıl olmuş da biz şimdiye kadar bu
hakikatlerden hiç haberdar olmamışız? O zaman cihan harpleri oluşmazdı."
diyorlar.
Bir
dünya sulhu bütün dünyayı mutlak olarak kaplayacaktır. İslâm'ın, hristiyanların,
musevilerin bir arada bulunduğu Allah'ın hak bayrağı ortaya çıkacaktır. Dünya
bayrağı! Birleşmişler Milletler şimdiki hüviyetini değiştirecektir ve gerçek
anlamda birbirini seven ve aynı dînden olduklarının bilincinde olan insanların
idare ettiği bir dizayn kurulacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.