11 Kasım 2015 Çarşamba

TOPLUMUN EĞİTİMİ

                                   TOPLUMUN  EĞİTİMİ
İnsanlar, bir toplum oluşturmak için cemaat halinde yaşamak mecburiyetindedir. Herkesin ihtiyaçlarını başkalarından temin etmesi söz konusudur. Herkes birbirine muhtaçtır. Terziler elbiseleri dikmezse, ayakkabıcılar ayakkabıları yapmazsa, yemekler yapılmazsa diğer insanlar bunlardan yararlanamazlar.
Toplumun her sahasında insanlar vardır ve diğer insanların ihtiyaçlarına katkı sağlamak üzere hayattadır. Hayatlarını bununla kazanırlar.
Öyleyse herkes yaşamak için başkalarına muhtaçtır. Hiç kimse ihtiyaç duyduğu şeylerin hepsini kendisi gerçekleştiremez. Toplumun bir ferdi olarak bunun imkânsız olduğunu herkes rahat rahat söyleyebilir.
Herkes ihtiyaç duyduğu her konuda başkalarına muhtaçtır. İhtiyaç kelimesi ile muhtaç kelimesi zaten aynı istikamette kullanılan ve aynı kökten türemiş iki kelimedir. Bu durumda mademki herkes birbirine muhtaç; o zaman neden insanlar birbirlerinin kalplerini kırıp, birbirlerine kötü davranmaktadırlar? Neden insanlar etrafındakileri huzursuz edebiliyorlar; sıkıntıya sokabiliyorlar ve kötü davranıyorlar? İstatistikler Türkiye için korkunç rakamlar vermektedir. Örneğin; karısını döven erkeklerin ailedeki oranı %70'lerin ötesindedir.
Gerçek hüviyetimizi, Osmanlılığımızı nasıl kaybettik? Osmanlı ki hiç kimseye kötü bir davranış sergileyemezdi. Bu onun yapısında vardı. Çünkü herkes tasavvuf adabı üzerine terbiye edilirdi.
Toplumun, bir bütün olarak terbiye edilmesi gerekmektedir. Bu terbiye anaokulundan başlayarak, ilkokulu, ortaokulu, liseyi ve üniversiteyi kaplamalıdır. İnsanları doğuştan itibaren tasavvufa yatkın, Allah'a yakın hüviyete getirmek mecburiyetindeyiz.
Bir insan Allah'a ne kadar yaklaşırsa o kadar mutludur ve çevresindeki insanlara o kadar çok mutluluk ulaştırır. O'nun en yakınları, iradelerini de Allah'a teslim edenlerdir. Onlar kendilerini insanlığa adamışlardır. Onlar yaşamazlar, yaşatırlar. “Onlar yaşamazlar.” diyerek ne ifade etmek istiyoruz? Onlar kendi iradeleri ile yaşayamazlar. Onlar Allah'ın iradesine bağlanmış olanlardır. Onlar iradelerini de Allah'a teslim etmiş olanlardır. Küllî irade ya da İlâhi İrade onları hayatta tutar. Her yaptıklarını bir bütün olarak değerlendirdiğimiz zaman onların yapmadıklarını, onlara yaptırıldığını görürüz.
Osmanlı, hep başkalarına yardım için yaşadı. Osmanlı'dan bir yardım istendiğinde, yardım istenen ülke ne kadar uzaklıkta olursa olsun Osmanlı oraya mutlaka yardım göndermiştir. Osmanlı bir nizamı ifade eder.
Bugün bu hercümercin, kargaşanın, kavga ve gürültünün içinde yaşayanlar; Osmanlı'nın sükûnetini, Osmanlı'nın insanlara verdiği değeri, Osmanlı'nın dünya hayranlığını kazanma çizgisini yerli yerine oturtmalıdırlar. 600 yıllık, 400'ü cihan hâkimiyeti ile geçmiş bir dünya… Bu dünyada hâkim unsur Osmanlıdır. Fransa kralı tehlikeye düştüğü zaman Osmanlı'ya sığınmıştır.
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul'u alarak İslâm ülkesindeki üst rütbesini hristiyanların da en üst seviyedeki toplantılarına başkan olarak iştirak etmek suretiyle devam ettirmiştir. Hedefi Kızıl Elma'ydı; Roma'ydı. Eğer Roma'ya ulaşabilseydi ki; zehirlenmeseydi mutlaka bunu gerçekleştirecekti. O zaman Katolikleri de temsil edecek olan bir Türk Hakanı olacaktı. Onlara da sulh ve sükûn gelecekti. Osmanlı gibi yaşamayı öğreneceklerdi.
Davranış biçimleri dediğimiz zaman örnek alınması lâzımgelen insanlar, Osmanlılardır. Onlar hep tasavvufu yaşadılar. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın tasavvuf görülür.
Bacıyan-ı rum, hanımlar kesiminin tasavvufunu gerçekleştirirken, geri kalan bütün muhteva, erkekler tarafının tasavvufu yaşamasına medar olmuştur. Tasavvufu yaşamak önemli mi? Son derece önemlidir. Osmanlı tasavvufla dünyadaki en üstün ülke olmayı başardı. Bu üstünlük, kuvvet sebebiyle başkaları üzerinde hâkimiyet kurarak onlara zulmetmek üstünlüğü değildir. Bu üstünlük, kuvvet sebebiyle onlara hâkim olarak o ülkede de adaleti sağlamak, asillerin insanları köle gibi kullanmalarına engel olmaktı.
Osmanlı’nın davranış biçimlerinden bahsetmek için o insanların muhtevasına bakmalıyız. Osmanlı'da birisi kendi kendine bir karar verir: "Ben şimdi bir defter alacağım, bütün evliyaları ona yazmaya başlayacağım." der. Kafasında bu düşünceyle bakkala gider. "Defter almak istiyorum." der. Bakkal gülümseyerek, defteri verir. Arkasından da "Beni de yaz." der. Adam hayrettedir. Hiçbir şey söylemediği halde bakkal o deftere evliyaların yazılacağını önceden bilmektedir. Oradan çıkar; kasabın önünden geçerken kasap içerden seslenir: "O defter var ya, beni de yaz oraya!" Manavın önünden geçerken manav: "Beni de beni de yaz o deftere!" diye seslenir.
Osmanlıda alışveriş yapanlar, ticaret yapanlar, ticaretlerine en ufak bir haram karıştırmazlardı. Haramın karışması mümkün olamazdı. Herkes aldığı maldan %100 emindi. Her tarafta tam bir güzellik hâkimdi. Büyüklerin küçüklere sevgi gösterdiği, küçüklerin büyüklere hürmet ve saygı gösterdiği bir toplum dizaynı mevcuttu. Fakirlerin korunduğu bir toplum dizaynı vardı. Toplumda fakir insanlar olmaz mıydı? Her toplumda mutlaka olur ama ihtiyaçlarının üzerinde para kazananlar,  mutlaka fakirlere verirlerdi.
Prof. Mehmet Yazıcı kardeşimiz, üniversitede öğretim üyesiyken, Türkiye çapında bir inceleme yapmıştı. Herkesin birrini ve zekâtını vermesi halinde bu birr ve zekâtların fakirlere dağıtılması ile Türkiye'de hiç fakir insanın kalmayacağını hesaplamıştı. Allahû Tealâ kanunlarını boşuna mı koyuyor? Allahû Tealâ’nın mantıksız bir şey yaptığını düşünebilir misiniz? Allahû Tealâ, herşeyin en güzelini Kur'ân-ı Kerim'inde emretmiştir.
Peygamber Efendimiz (S.A.V): "Benim hadîslerim tartışılacaktır. O zaman Kur'ân-ı Kerim'e bakın. Hiçbir hadîsim Kur'ân-ı Kerim'e aykırı olamaz." diye buyurmuştur. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sözlerinin Kur'ân-ı Kerim'e aykırı olması mümkün olamaz. Çünkü Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Peygamberdi ve Allah'ın tasarrufundaydı. Bütün peygamberler Allah’ın tasarrufundadır.
Tasavvufu gerçek anlamda yaşamak, kişinin ruhunu da vechini de nefsini de iradesini de Allah'a teslim etmesiyle gerçekleşir. Kim ruhunu, vechini ve nefsini Allah'a teslim etmişse o kişi daimî zikirdedir. Yani her an içindeki sesin, baştan kendi iradesi ile sonra da alışılmış bir standartta “Allah” kelimesini tekrar etmesidir. Allah'ın katından kişinin göğsüne, kalbine devamlı fazl nurları gelir. Bu nurlar devamlı bir tazelenmeyi ifade eder. Kişinin nefsinin kalbi hep Allah'ın bütün emirlerini yerine getirecek olan, yasak ettiği fiilleri işlemeyecek olan hasletlerle donatılmış olur. Bunların adı fazıldır. Daimî zikirdeki bir insan, Allah'ın  emirlerine itaat eder;  yasak ettiği fiilleri de işletmez. Kişi daimî zikre ulaştığı zaman nefsinin kalbinde % 2 rahmetin ötesinde % 98 fazl oluşur ve kalbindeki bütün afetler yok olur. Kişi kendi gayretiyle böyle bir güzelliği hayatında yaşayabilir mi? Elbette yaşayabilir. Kim Allah'a ulaşmayı dilerse dilediği andan itibaren Allahû Tealâ o kişiyi tasarrufu altına alır. O kişiye şeytanın yaklaşmasına müsaade etmez. Kişi ruhunu Allah'a teslim edene kadar bu durum devam eder. Buraya kadar herkes Allah'ın garantisi altındadır. Kişi bu noktadan yola çıkıp da ruhunu Allah'a ulaştırana kadar geçecek olan 7-8 aylık bir devre içinde dünyadaki en mutlu insanlardan biri olur. Yani iradesini de Allah'a teslim etmiş bir kişinin mutluluğunu üst boyutta yaşar.
Allahû Tealâ bu müstesna olayı onlara yaşatmakla, insanlara neyi anlatıyor?
"Allah'ın dostu olursanız Allah sizi işte böyle mutlu eder." diyor. Hiç kimse o 7-8 aylık devredeki mutluluğunu unutamaz. Bu mutluğu yaşamayan, zaten tasavvufu yaşamıyordur. Bu geçici bir dönemdir. Kişi 7-8 aydan sonra eski hayatına geri döner. Ama hatalar yarı yarıya azalmıştır. Nefsin kalbindeki afetler % 49'a düşmüştür. Burada ruh Allah'tadır, sadece nefs vardır. Bu nefsin muhtevası ise ikiye bölünmüştür. Ne kadar fazl varsa o kadar da karanlık vardır. Kalpte % 2’si rahmet % 49'u fazl olmak üzere toplamda  % 51’lik kısmı nurlar oluşturmaktadır.Geri kalan % 49 da karanlıklardır, afetlerdir. Ama % 1 ile de olsa hâkimiyet doğru taraftadır, olması lâzımgelen taraftadır.
Allahû Tealâ'nın emrinde muhtevaya baktığımız zaman mutluluğu sağlayan unsurun, Allah'ın bu devredeki yani o 7-8 aylık devredeki şeytanın tesirini izole etmesi, yok etmesidir. İşte Allahû Tealâ'nın vücuda getirdiği bu güzel dizayn, bütün insanlar için bir örnek olmalıdır. Aynı mutluluğu yaşayabilmek için kişi dik yokuşu tırmanmaya azmetmelidir. Dünya mutluluğunun yarısını sağlayan, sadece bir dilek karşılığında Allah'ın mutlaka herkese ulaştırdığı bu sonuç, Allah'ın bütün insanlara bir ni'metidir, ihsanıdır, hediyesidir.
Allahû Tealâ insana ne kadar değer verdiğini anlatmaktadır. Neden değer veriyor? Çünkü insana ruhundan üfürmüştür. Başka hiçbir mahlûk yoktur ki; Allah ona ruhundan üfürmüş olsun. Sadece insanlar böyle bir hüviyetin sahibidirler. Ne cinler ne hayvanlar, aklınıza neler geliyorsa hiçbir varlık, insanın sahip olduğu, Allah'ın kendisine üfürdüğü bir ruhun sahibi değildir.
Allah'ın muradı cemaat halinde yaşayan insanlar için herkesin birbirini sevmesidir. Karşılıklı bir sevginin bütün bir toplumu külliyen kapladığı bir ortamda, insanlar başkalarını mutlu etmek için yaşamaya başlarlar.
Günümüzde, hırsızlar yolun ortasında yürüyen bir bayanın elindeki çantayı elinden zorla alıp arabaya atlayıp kaçabilecek bir seviyeye gelmişler. Böyle bir ortamla Osmanlı'yı karşılaştırdığımızda ne uğruna neler kaybetmişiz. Her gün kavgalar, gürültüler ve anlaşmazlıklar…Karşıt gruplar, birbirinden nefret eden insanlar. Biz Osmanlılara bu yakışır mı? Biz birbirine düşman olacak bir toplum muyuz?
İnsanların normal hayatını yansıtan filmlere baktığımız zaman yüreğimiz kan ağlıyor. Biz nasıl bu hale geldik? İşte bu hale gelmemizin arkasında konumuzun temeli vardır. Bizi Osmanlı yapan şeyin, en üstün ahlâka sahip kılan şeyin Allah olduğunu bilen ve Allah'a karşı olanlar, bizi Allah'tan ayırmayı başardılar.
Batılılaşmayı, Fransızlar, İngilizler, Almanlar gibi olmayı bir marifet sayanlar; toplumu değiştirmek için bütün güçleri ile çalıştılar. Biz ilkokuldayken kütüphanedeki bütün kitaplar, Allah'ın olmadığına dair "Allah yoktur." muhtevası içinde ilkokulların kütüphanelerine yerleştirilmişti.
Allah için olmak, Osmanlı'nın davranışlarını Osmanlı gibi yapabilmeye bağlıdır. Birbirini aldatmayan, birbirinden nefret etmeyen, tam aksine birbirini yüceltmeye çalışan insanların oluştuğu yeni bir topluma ihtiyacımız var. O toplumu gerçekleştirebiliriz. Bundan % 100 eminiz. Bunun öyle olacağını göreceksiniz. Yani o hedefe mutlaka ulaşacağız. Bu konuda tereddüdü olanlar varsa onlara şimdiden müjdeyi verelim ki; mutlaka dünya üzerinde bir sulh ve sükûn kurulacaktır. Bu sulh ve sükûnun oluşması Türkiye'den başlayacaktır.
Osmanlı'nın başından evvel de bizim atalarımız, bizim soyundan geldiklerimiz vardı. Osmanlı'nın başlangıç noktasından itibaren Osman Gazi Han'dan itibaren biz tarih sahnesinde vardık. Yeniden var olacağız ve dünya sulhu sizlerin ve bizim eserimiz olacaktır.
Dünyada yardım etmek, kardeş olmak, elimizdeki fazlayı paylaşmak varken; kavga edecek, savaş verecek, başkasının hakkını haksız yere gasp ederek arkasından da vicdan azabı duyacak ne var ki? Gönül rızası ile paylaşmaktan bahsediyoruz. Böyle bir dizaynda bütün insanlar için mutluluk söz konusudur, huzur söz konusudur.
Davranış biçimlerimizi Osmanlı'yı kendinize örnek alarak dizayn edin. Onlar hiç kalp kırmazlardı, insanlara usulünce anlatırlardı. Her mahallede mutlaka tasavvuftan bir muhtar vardı. Her mahallede mutlaka bir cami vardı. O caminin imamı aynı zamanda muhtardı. Mahallenin resmî hâkimiydi. Onlar her zaman adaletin temsilcileriydi.
Günümüzde filmlere baktığımız da, haberleri izlediğimiz de tüylerimiz diken diken olmakta. Nasıl bir yaşantı biçimi ki; her an hırsızlıklar, cinayetler, hırsız girmemiş evlerin kalmaması, kapkaçlar, yol soygunları, herşey...
Şeytan, İlluminati'yi parmağına dolamış, bütün dünyayı birbirine düşürmeye uğraşmaktadır. Ama Allah buna müsaade etmiyor. Bir süre sonra bu oyunun bozulduğunu; bütün dünyada sulh ve sükûnun kurulduğunu göreceksiniz.
İnsanların bunca keşmekeşi; birbirine düşman kamplara ayrılıp savaşmaları, bunca insanın İlluminati'nin hedefleri uğrunda birbirine saldırtılarak öldürülmesi, bunların hepsi şeytanın tuzaklarıdır. O tuzaklar sona erecektir. Bu dünyada henüz bozulmamış olan insanlar yaşamaktadır. Onların da bu istikamette mutlaka akılları başlarına gelecektir. Onları, o Allah'ın dostu olacak olan her dînden insanları biraraya getirmek; görevimizdir.
Hristiyanlık, yahudilik, İslâm dîni diye ayrı ayrı dînler yoktur. Allahû Tealâ Tevrat'ta Hz. Musa’ya Tevrat'a ait olan dînin Hz. İbrâhîm (A.S)'ın hanif dîni olduğunu; Hz. İsa’ya İncil'in muhtevasındaki dînin Hz. İbrâhîm (A.S)'ın hanif dîni olduğunu; Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)’e de Kur'ân-ı Kerim'de İslâm dîninin hanif dîninin hüviyetinde bulunduğu, anlatmış, emretmiş ve açıklamıştır. Dînler yoktur! Sadece bir tek dîn vardır!
Gelecek günlerde dînler arası diyalog, ritüellere ve merasimlere dokunmadan, insanları ana hatlarda biraraya getirecektir. Museviler ve hristiyanların başındaki kişilerle oluşturduğumuz toplantılar açık ve kesin bir şekilde onlara, dînlerin olmadığını hepimizin aynı dînin mensupları olduğumuzu ispat etti.  Bu, atılan bir adımdır, bir aydınlıktır, bir nurdur. Bütün dünyaya mutlaka yayılacaktır. Onlar sözlerimize inanıyorlar. Çünkü bu gerçek sadece Kur'ân'dan ispatlamakla kalınmayıp onların kendi kitaplarından da ispatlanmaktadır. Onlar kendi kitaplarına baktıkları ve bunları gördükleri zaman: "Nasıl olmuş da biz şimdiye kadar bu hakikatlerden hiç haberdar olmamışız? O zaman cihan harpleri oluşmazdı." diyorlar.
Bir dünya sulhu bütün dünyayı mutlak olarak kaplayacaktır. İslâm'ın, hristiyanların, musevilerin bir arada bulunduğu Allah'ın hak bayrağı ortaya çıkacaktır. Dünya bayrağı! Birleşmişler Milletler şimdiki hüviyetini değiştirecektir ve gerçek anlamda birbirini seven ve aynı dînden olduklarının bilincinde olan insanların idare ettiği bir dizayn kurulacaktır.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.