NİYAZİ MISRÎ’NİN HAYATI
Giriş:
XVII. Yüzyıl’da
yaşayan en meşhur sufi şairlerden biri olan Niyazi Mısrî Malatya’nın Soğanlı
Kasabası’nda doğmuştur.
1.
Bölüm:
1617’de doğan
Niyazi, Mevaidu’l İrfan adlı eserinde hayatının birinci bölümünü yani
Ummi Sinan’a intisab edinceye kadar olan kısmını kendisi şöyle anlatmıştır:
“Ben
doğum yerim olan Malatya’da ilk ilim talebinde bulunduğum sırada kalbimde
tarikat-ı sufiyye’yi bilmek arzusu vardı. Önce onların meclislerine muhalif
idim, gitmezdim. Fakat sohbetleri bereketiyle günden güne şevkim arttı. Nihayet
Halveti şeyhlerinden birine bey’at ettim. Babamda beni ona gitmekten menediyor,
kendi şeyhine götürmek istiyordu. O zat Nakşibendiyeden idi. Ve bana göre kamil
değildi. Sefer etmem icabetti. Nihayet 1048 yılında ki Bağdat bu yılda
fethedilmişti, ilim talebi kasdiyle Diyarbekir’e sefer ettim. Ama asıl maksadım
tarikat ilmi idi. Orada bir sene kaldım, sonra Mardin’e gittim. Orada da bir
sene kaldım. Diyarbekir ve Mardin’de mantık ve kelam okudum. Oradan Mısır’a
gittim. Mısır’da Şeyhuniyye Medresesi’nde Kadiriden bir şeyh buldum. Ona bey’at
ettim ve Camiü’l-Ezher’de derse başladım. Camiü’l-Ezher’de okuyor ve o tekkede
de yatıyordum. Ciddi çalışıyor, her ikisini de muntazam yürütüyordum. Bir gün
şeyhim bana dedi ki: “Zahir ilim talebinden tamamen vazgeçmedikçe, tarikat ilmi
sana açılmaz.”
İlimden
ayrılmam bana güç geldi. Ağlayarak tazarru ve niyaz ile Allah’a istihare etim
ve uyudum. Gördüm ki güya ben büyük bir şehirdeyim, sultana hizmet ediyorum.
Sultan da Şeyh Abdül-Kadir Geylani (k.s.)imiş. Kendisinin, avlusu geniş bir
sarayı var. Kendisi nedimlerinden büyük bir cemaat arasında abdest alıyor.
Sanki ben de öbür tarafında tereddüt içerisinde duruyor, bana kızacağından
korkuyorum. Oradan çıkacak bir yer de bulamıyorum. Beni gördü, çağırdı: “Ey
Sufi!” dedi. Hemen kendisine döndüm ve önünde durdum. Hadimlerinden birine:
“Buna bir kese getir.” Dedi. Hizmetçi çabuk çabuk birkaç adım gelince “Gel! Ona
kendi cebimden vereyim.” Dedi. Elini cebine soktu ve bir kese çıkardı ve bana
uzattı. Huzurunda keseyi açtım. İçinde taze sikkeli dirhemler vardı. Başka bir
kese daha gördüm, onu da açtım. Onda da taze sikkeli dinarlar vardı. Ben:
“Efendim, bu iki kesenin manası nedir?” diye sordum. “Dirhemler zahir ilimdir,
öğren ve onunla amel et. Dinarlar tarikat ilmidir, ona ancak sana takdir
edilmiş bulunan kimsenin (mürşidin) yüzünden kavuşabilirsin. Ancak senin şeyhin
bu şehirde değildir.” Diyerek işaret etti. Söylemeye muktedir olamayacağım bir
ferah ve sevinç ile uyandım.
Rüyayı
şeyhime söyledim. Bu rüya üzerine beni halife yapmak istedi. Dedim ki: “Efendi,
benim kalbim hilafete kanmaz. Artık bundan sonra seyehat etmek istiyorum. Çünkü
hiçbir yerde durağım kalmadı. Eğer bana izin vermezsen helak olmaktan
korkuyorum.”
İzin
verdi. Bana yüzünde ilim mukadder olan zatı bulmak arzusiyle yola çıktım.
Senelerce dolaştım. Arap ve Rum (Anadolu) şehirlerinde çok şeyhlerin sohbetine
eriştim. Akibet şeyhim, gözbebeğim, kalbimin devası Şeyh Ümmi Sinan Elmalı
(k.s.) ‘nın hizmetine ulaştım. Kalbimin şifasını onun hizmeti şerefinde buldum.
Mübarek nefesi kimyasiyle, bana Hz. Şeyh Abdu’l-Kadiri Geylani (k.s.)’nin
bahsettiğim rüyada işaret ettiği her şey hasıl oldu. Allah’a hamdolsun,
Allah’ın lütfiyle telvin gitti, temkin hasıl oldu. “Allah gerçeği söyler, O
doğru yola iletir.”
İşte Şeyhi izin verdikten sonra Niyazi Mısrî, çok zahiri
ilim sahibi olduğu bu dönemde yollara düşer. Devesine binip yol almaya başlar.
Günlerden bir gün rastladığı bir kalaycıya temizlemesi için bir kab verir.
Kalaycı kabı eline alarak, Niyazi’ye bakar;
“Bu kabın Niyazi gibi dışını mı, yoksa Sinan gibi içini mi temizleyeyim?”
Der. Niyazi bu yabancının kendisini nasıl tanıdığına şaşırır. Ama sonra anlar
ki; bu birliğe erişenlere yabancılık yoktur. Kalaycının sözü Niyazi’ye ayna
olur ve orada şimdiye kadar ki tutumunu, yani bilgisiyle büyüklenmesinin
küçüklüğünü seyreder. Daha sonra Sinan’ın şahsında arınmış tertemiz bir gönlün
güzelliğini, küçüklüğünü bilmedeki büyüklüğü görüp ona hayran kalır. Ve henüz
ham olduğunu anlayarak Sinan’ın kendisine kılavuzluk etmesini diler ve o da
bunu kabul eder.
Elmalı’ya
gidişi ve mürşidi ile ilgili kanaatlerini manzum olarak da ifade etmiştir:
Kani bir
mürşid-i kamil isteyen,
Yetiş Elmalı’da Ümmi Sinan’a
Gerçi her kuşede “Şeyhim” der çoktur,
Binde birinin de irfanı yoktur,
Mürşid-i kamilin tariki Hak’tır,
Yetiş Elmalı’da Ümmi Sinan’a
Lillah fillah irşad yoluna girmiş,
Yoluyla ehlinden usulün almış,
Sinesi hem nur-ı Hak ile dolmuş,
Yetiş Elmalı’da Ümmi Sinan’a
Ayetin, hadisin sırrın anlayan,
Daim tevhid ile gönlün eyleyen
Biçare Mısrî’nin Sözün dinleyen
Yetiş Elmalı’da, Ümmi Sinan’a
2.
Bölüm:
Kırk yaşına ulaştığında Mısrî, Ummi Sinan’dan hilafetini
alır, mürşid olabilecek bir kıvama gelir.
Elmalı’dan Uşak’a döner. Bu arada Çal’dan gelen bir heyet
kendilerine faydalı olabilecek bir şeyh isterler. Mısrî, Çal’a gider. Fakat bu
beldenin insanları “talib-i dünya ve tarik-i ukba” olduklarından orada fazla
kalamaz. Kütahya’da görevlendirilir. Bir müddet burada kalan Mısrî, Uşak
üzerinden 1661 yılında Bursa’ya gelir. 1669 tarihinde Abdal Çelebi adlı İranlı
bir tüccar Mısrî dergahını yaptırana kadar Şehreküstü Camii yanındaki tekkede,
Ulucami civarındaki Medrese ile Sebbağ Ali Dede’nin evinde kalır.
3.
Bölüm:
Bursa ile birlikte Mısrî’nin hayatında değişik bir safha
başladı. Sürgünlerle ve karşı tavırlarla dolu olan bu safha için “sıkıntılı”
tabirini kullanmak kolay ise de, O meseleye bu açıdan bakmamaktadır:
Mısrî bir defa Rodos’a ve iki defa da Limni’ye sürülmüştür.
Bu sürgünlere neden olan olaylardan birincisi; Tasavvufla ilgili bazı
görüşlerinin aşırı bulunması, Vahdet-i Vücudçu bir sufi olması nedeniyle bu
sistemin tavizsiz savunucusu olmasıdır. İkincisi; siyasi otoritenin tasavvufi
hayatla ilgili olarak bazı kararlarına karşı çıkmasıdır.
1693
tarihinde ikinci kez Limni’ye sürgün edilen Mısrî, sürgün olarak bulunduğu
Limni Adası’nda 1694 tarihinde, yemişsekiz yaşında iken vefat etmiştir.
NİYAZİ MISRÎ’NİN ESERLERİ
Niyazi Mısrî’nin yirmiye yakın eseri vardır. Bunlardan
bazıları şunlardır.
1- Divan (İlmihal-i Tarikat):
Osmanlı Dönemi’nde divan sahibi olan mutasavvuf şairler
çoktur. Bu divanlar içinde Mısrî’nin Divan’ı kadar yayılan ve sevileni çok
azdır. Günümüzde de Din Sosyolojisi, Tasavvuf ve Laiklik konulu araştırmalara
kaynak olmuştur.
2- Mevaidu’l-İrfan (İrfan Sofraları):
Mısrî’nin, Divan’ından sonra en meşhur ve en önemli eseri “İRFAN
SOFRALARI” anlamına gelen bu eserdir. 71 sofra (bölüm) den meydana
gelen eser tasavvufi konularla ilgili tespitlerin yanında bazı hatıraları da
ihtiva etmektedir. Sofralar çoğu zaman bir ayet ve hadisle başlamakta olup bu
ayet ve hadisin tasavvufi yorumu yapılmaktadır.
Türkçe olarak yazılan 68. sofranın dışındakiler Arapça
olarak kaleme alınmıştır. Eserin Limni’de tamamlanması sebebiyle Niyazi Mısrî’nin
son eseri kabul edilmektedir.
3- Kaside-i Bürde Tesbi’i:
4- Mecmua:
Bursa Eski Eserler Kütüphanesi, Orhan Kitaplığında bulunan
bir mecmua vardır. Büyük bir bölümü Mısrî’nin el yazısıyla olan bu eser 116
varaktan ibaret olup 14*19 ebadındadır.
Bu sayfalar Mısrî’nin değişik fikirleri, rüyaları ve
sevgisini içermektedir.
Ayrıca Mısrî, bu sayfalarda yer yer kendisine vahiy
geldiğini söylemektedir.
(Günümüz İslâm alimleri tarafından da bir tartışma konusu
olan ‘Allah peygamberlerden başkasına vahyetmez’ ifadesinin Kur’ân-ı Kerim’e
tamamen ters düştüğünü Kur’ân’ın bütünü incelendiğinde görebilmekteyiz.)
NİYAZİ
MISRİ’NİN ESERLERİNDEN TASAVVUF
1- Divan’ından Şiirler:
ARZULARSIN
Nadanı (cahilliğini) terk etmeden, yaranı
arzularsan,
Hayvanı sen geçmeden, insanı arzularsın.
Men arefe nefsehu kad arefe rabbehu
Nefsini ses bilmeden Subhan’ı arzularsın
Sen bu evin kapısını henüz bulup açmadan
İçindeki kenz-i bipayan-ı (sonzuz hazineyi)
arzularsın
Yönün Hakka’a dönmeden ihsanı arzularsın
Dağlar gibi kuşatmış benlik günahı seni
Günahını bilmeden gufranı arzularsın
...
Niyazi Mısrî’nin aşağıdaki dizelerinde;
1) Ölmeden önce (canımızı Azrail almadan), ruhumuzu Allah’a
ulaştırmamız (Allah’a dönmemiz) gerektiğini görebiliriz.
GEL
ALLAH’A DÖNELİM
Hevaya yiter
gönül, gel Allah’a dönelüm gel
Siva ise yiter
gönül, gel Allah’a dönelüm gel
Nice bir sevelüm
gayrı, nice bir olalum ayrı
Analum vuslat-ı
yarı, gel Allah’a dönelüm gel
Bize Hakdan gel
olmadın, ecel kösi çalmadın
Canun Azrail
almadan, gel Allah’a dönelüm gel
Özenmez misünol
yara, ki aldanmışsın ağyara
Seni azdırmış
emmare, gel Allah’a dönelüm gel
Taleb kıl her
seher gahı, yürekten eylegil ahı
Sevenler buldı
Allah’ı, gel Allah’a dönelüm gel
Soralım gel
bilenlere, külli boyun virenlere
Visaline
irenlere, gel Allah’a dönelüm gel
Niyazi’ye olup
haldaş, olursun gel yola yoldaş
Döküp gözlerimüzden
yaş, gel Allah’a dönelüm gel
YOL
Ya Rab, bize ihsan
it, vuslat yolunı göster,
Surette koma can
it, uzlet yolını göster
Eyledi heva garet,
oldı işümüz adad
Dergahun ulı
gayret, kudret yolını göster
Nefsümi hevadan
kes, kalbümi riyadan kes
Meylümi sivadan
kes, halvet yolını göster
Talim idüp esmayı,
bildür bize eşyayı
Duymağa “Ev
edna”yı, hikmet yolını göster
Candan sana
talip kıl, her taate ragıp kıl
Bir pire
musahib kıl, hidmet yolını göster
DERMAN
ARARDIM
Derman aradım
derdime derdim bana derman imiş,
Burhan arardım
aslıma aslım bana burhan imiş
Sağ u solum gözler
idim dost yüzünü görsem deyu
Ben taşrada arar
idim ol can içinde can imiş.
Öyle sanırdım
ayriyem, dost gayrıdır ben gayriyem
Benden görüp
işideni bildim ki ol canan imiş
Savm u salat u
haccile sanma biter zahid işin
İnsan-ı Kamil
olmağa lazım olan irfan imiş
Kanden gelir yolun
senin ya kende varır menzilin
Nerden gelip
gittiğini anlamayan hayvan imiş
Mürşid gerektir
bildire Hakkı sana Hakkel-Yakin
Mürşidi
olmayanların bildikleri güman imiş
Her mürşide dil
verme kim yolunu sarpa oğratır
Mürşidi Kamil
olanın gayet yolu asan imiş
Anla heman bir söz
dürür yokuş değildir düz dürür
Alem kamu bir yüz
dürür gören anı hayran imiş
İşit Niyazi’nin
sözün bir nesne örtmez Hak yüzün
Hak’dan ayan bir
nesne yok gözsüzlere pünhan imiş
SOR
Rumuz-i enbiyayı
vakıf-ı esrar olandan sor
Enel Hak sırrını
candan geçüp, ber-dar olandan sor.
Yürü var ehl-i
tecrid’i alayık ehline sorma
Anı can u cihanı
teredüp deyyar olandan sor
Gehi kahrın, gehi
lutfun kemalin bilmek istersen
Fena ender fena’da
yok olup hem var olandan sor
Dila bu
Mantıkkuttayr’ı fesahat ehli anlamaz
Bunu ancak ya Atar
u yahut tayyar olandan sor
Anadan doğna
gözsüzler kemahi görmez eşyayı
Niyazi vech-i
dildarı, Ulul-ebsar olandan sor
…
DERVİŞ OLAN
Derviş olan aşık
gerek, yolunda hem sadık gerek
Bağrı anın yanık
gerek, can gözleri açık gerek
Alçaktan alçak
yürüye toprak içinde çürüye
Aşk ateşinde eriye
altın gibi sızmak gerek
Zikr-i Hakka
meşgul ola, yana yana ta kül ola
Her kim diler
makbul ola, tevhide boyanmak gerek
Eyven kişi yol
alamaz maksudunu tez bulamaz
Yoğ olmayan var
olamaz varını dağıtmak gerek
Dervişlerin en
alçağı buğday içinde burçağı
Bu Mısrî gibi
balçığı her bir ayak basmak gerek
SEVEN BİR GÖNÜL
O ki; baştan beri iyilik yolunun sarplığını sezmiş,
güçlüğünü görmüş ve hayatın dikenlerinden solmayan güller dermiştir. Bütün
düşmanca davranışlara sevgiyle karşılık vermiştir. Divan’ının başında gönlü ile
şöyle der:
Ey gönül, gel
gayriden geç aşka eyle iktida
Zümrei ehli
hakikat anı kılmış mukteda
O menzile giden yolun sevgiden geçtiğini anlamış ve
güçlükler içinde kıvranırken bile buyruktan ayrılmamak, şaşırıp sapıtmamak için
Allah’ına dert döküp, yalvarmıştır.
Uyan gözün aç
durma yalvar güzel Allah’a
Yolundan izin
ayırma yalvar güzel Allah’a.
Her geceyi kaim ol
her gündüzü saim ol,
Hem zikr ile daim
ol yalvar güzel Allah’a.
Bir gün bu gözün
görmez hem kulağın işitmez,
Bu fırsat ele
girmez yalvar güzel Allah’a
Sağlığı ganimet
bil, her saatini nimet bil
Gizlice ibadet kıl
yalvar güzel Allah’a.
***
Ey kerim Allah ey
gani Sultan
Dertliyiz senden
umarız derman
Lutfuna had yok
ihsana payan
Dertliyiz senden
umarız derman
Gel demez isen biz
günahkara
Bir adem kadir mi
ki yola vare
Çare yok senden
olmasa çare
Dertliyiz senden
umarız derman.
Niyazi çilelelerin neden çekildiğini bilir. Gerçek
sevgiliden uzak kalmanın güçlüğünü, yalnızlığını insanı yakan ateşini hisseder.
Dertlerin gerçek dermanının arayıp bulmaya yol gösterdiğini görür. Ve der ki;
Can bu ilden
göçmeden canını bulmazsa ne güç
Yarini terk
etmeden yaranı bulmazsa ne güç
Sureti insan içi
hayvan olursa kişinin
Taşlar ile döğünüp
insanı bulmazsa ne güç.
Herkesin derdine
derman yine derdindedir.
Derdinin için deki
dermanı bulmasa ne güç
İnsanı sıkan, yakan ayrılıklara düşüren hep benlik ve
bencilliktir. İnsan kendinden kurtula, benlikten vazgeçe görsün… O zaman ne
düşman kalır ortada, ne de yabancı…
Herkesin dost, kardeş ve bir olduğu bir iklimde; insanı
yakan ateş sönerek yerini mis kokulu gül bahçesine bırakır.
Ben sanırdım alem
içre bana hiç yar kalmadı
Ben beni terk
eyledim bildim ki ağyar kalmadı.
Cümle eşyada
görürdüm har var gülzar yok
Hep gülistan oldu
alem şimdi hiç har kalmadı…
İyilik yolunda yürümek kolay değildir. Bunun için sevgiye
boyanmak, aşk ateşinde yanmak, toprak gibi alçakgönüllü olmak gerekir. Hatta bu
kadarı da yetmez. Gerçek yolunda olan insan bu yolda kendini yok bilmeli, inkar
etmeli ve varını dağıtmasını vermesini mutlaka öğrenmelidir.
Derviş olan aşık
gerek yolunda hem sadık gerek
Bağrı anın yanık
gerek can gözleri açık gerek.
Alçaktan alçak
yürüye toprak için de çürüye
Aşk ateşin de
eriye altın gibi sızmak gerek.
Evyen kişi yol
alamaz maksudunu tez bulamaz.
Yok olmayan var
olamaz varını dağıtmak gerek.
İnsanı dosdoğru yolundan şaşırtan, gönlüne gölge düşürten
dünyaya aşırı düşkün olmaktır. Gönül gözü açık olanın gölgeleri kovalamaktan
vazgeçip, yönünü gerçek güneşe dönmesi gerekir. Ta ki, gönüllerdeki ortaya
döküldüğünde yüzünü yere eğenlerden olmasın.
Hava ise yeter gönül, gel Allah’a dönelim gel,
Seva ise yeter dil, gel Allah’a dönelim gel,
Nice bir sevelim gayri nice bir olalım ayrı
Analım vuslatı yari gel Allah’a dönelim gel.
Bize Hak’tan gel olmadan ecel kösü çalınmadan,
Canın Azrail almadan, gel Allah’a dönelim gel.
SEVGİDEN SERMEST
OLARAK
Niyazi Mısrî yönünü Allah’a dönmüştür. Çok çileler çekmiş
ama incinmemiş ve incitmemiştir. Karıncadan Süleyman’a kadar, ne varsa hepsini
sevmiş. Gönlünü bu sevgi ile öylesine yıkamış, öylesine arıtmış ki; nihayet
Yüce Yaratan oraya gelip yerleşmiş. Mısrî sevgiden sermest olarak onun sesinden
şöyle söylemiş.
Ey Allah’ım seni
sevmek ne güzeldir ne güzeldir.
Yolunda baş ü can
vermek ne güzeldir ne güzeldir.
Şol ismi zatını
sürmek visalin gülünü dermek
Cemali Pakini
görmek ne güzeldir ne güzeldir.
Sürüp dergahına
yüzler, döküp yaşı yere gözler
Bir olsa gece
gündüzler ne güzeldir ne güzeldir.
Visalin derdine düşmek
yanup aşk oduna pişmek
Sonun da sana
erişmek ne güzeldir ne güzeldir.
Niyazi yarini
bulmak yanın da eğlenüp kalmak
Varup bir ile bir
olmak ne güzeldir ne güzeldir.
*****
Çıktım erik
dalına, onda yedim üzümü
Bostan sahibi
kakıdı, der ne yersin kozumu
Bu beyitten kastedilen şudur: Her ağacın ona özgü meyvası olduğu gibi, her
hareketinde ona uygun bir sonucu olması gerekir. Bunun gibi her bilimin elde
edilmesi için, geçilmesi gerekli yolları, kendine özgü yöntemleri vardır. O
bilimle ilgili kitapları okumak,
teknikleri öğrenmek, konuyu iyice araştırıp düşünmek çalışmak gerekir.
İşte iç dünyamıza
yolculuk; özümüzü keşfetmek için tek bir dilekle ‘Allah’ım ben de senin yolunda
yol almak istiyorum.’ diyerek başlar. Allah’ın seçtiği kulları arasında yer
alarak, Allah’ın size Mürşid sevgisi
vermesiyle mürşidin kapısında eğitilmenizle devam eder. Az uyumak-az
yemek….Allah için olmak… Başkalarını mutlu etmek için gayretin sahibi
olmak….Nefsini tezkiye ve tasfiye etmeye başlamak… Bir insan başkalarına mutluluk
verdikçe mutlu olur. Eğer onları mutsuz kılarsa kendi de mutsuz olur. Başka yol
yoktur. Mutluluk vermenin bedelini Allah anında öder ve siz de huzur içinde
olursunuz. Allah için yaşamakla, başkaları için yaşamakla ne kaybederiz ki? Bir şey kaybetmeyiz! Kazanırız. İnsanları
sevmeli ve onlar için yaşamalıyız.
Erik, üzüm ve ceviz, tarikat ve hakikatleri işaret eder.
Zira eriğin dışı yenir. İçi yenmez. Erik dışardan görünen, yüzeydeki
davranışlara örnektir. Ve üzüm hem yenir hem de nice nimet ondan meydana gelir.
Ancak içinde bir küçük çekirdek olması nedeni ile bir miktar gösteriş ve günahı
da sembolize ederek davranışların iç yüzeyini gösterir. Fakat gerçeğini gizler.
Ceviz ise salt hakikate örnektir. İçinde asla yabana atacak bir şey yoktur. Hem
yenir ve hem de nice hastalıklara şifa olur.
İşte bir kimse eriği erik ağacından, üzümü üzüm bağından ve
cevizi de ceviz ağacından istemelidir. Her kim üzümü erik ağacından isterse, o
kimse ahmak ve cahildir. Kuru yere çile çeker, emekleri boşa gider. Ve elde ettiği
ancak zahmettir. Zaman kaybıdır.
Öyleyse bir kimse
dıştan görünen davranışın doğru olup olmadığını bilmek isterse, onu şeriattan
ve erbabından öğrenmelidir. Mürşidine
ulaşıp, el öpüp, tabiyet gerçekleştirmelidir. Böylece ruh vücudundan ayrılacaktır.
Tarikata katılacaktır. Diğer ruhlarla beraber kafile kafile Sırat-ı Mustakim’e
çıkacak ve ruh Allah’a ulaşacaktır... Ve sırası ile fizik bedenimiz, nefsimiz
ve irademiz de Allah’a teslim olur. 7. katta 7 alemden geçerek kişinin ruhu
zikir hücrelerinde zikrini tamamlar ve dikey yolculukla insanın ruhu Allah’a
teslim olur.
Allah kainatı
yarattı.. “Ol!” dedi ve oldu.
Allah insanı yarattı. İnsan da dünya hayatını yaşarken
Allah’a ulaşmayı dilerse Allah mutlaka ruhunu Kendisine ulaştıracaktır. Bu
insan ruhu Allah’a ulaştığı erdiği için, Ermiş olacaktır. Ruh Allah’ın insanın
fizik vücuduna üfürmesi ile Allah’dan gelmişti. Ve tekrar Allah’a dönüp, onda
yok olmalıdır. Böylece ermiş evliya olunur.
Öyleyse bir kimse dıştan görünen davranışın, doğru olup
olmadığını bilmek öğrenmek isterse Veli Mürşidine sormalıdır. Ve onların
eğitimi ile doğruyu bulmağa çalışmalıdır.
Bostan sahibinden kasıt; ‘yol gösterici Mürşid-i Kamil’dir.
O halde kendi başımıza yapamayacağımız bu yolda bu iş erik ağacından, üzüm
istemeye benzer. Halbuki Mürşid-i Kamil bize doğru yolu öğretecektir.
Çünkü Allah diyor ki; “Kim Bana ulaşmayı dilerse, Ben onu
Kendime ulaştırırım. Ruhun Teslimi, Fizik Bedenin Teslimi, Nefsimizin
Teslimi, İrademizin Allah’a teslimi
olmak üzere bu dört teslimi yerine getirmek, asıl görevimizdir. İşte bu da
Hidayet’tir.
Bir serçenin
kanadın kırk kağnıya yüklettim
Çifti dahi çekmedi
şöyle kaldı kazanı
Kağnı ile yürümek; görünürdeki davranışlara örnektir. Kanat
ile uçmak; iç davranışlara benzer. O yüzden gönül insanlarının davranışları,
dıştan görünen insanlardan farklı olur.
Bir sinek bir
kartalı salladı vurdu yere
Yalan değil
gerçektir. ben de gördüm tozunu
Bu dünyada yer ve mevkii sahibi olmuş, dünya bilgisini elde
etmiş insanlara, gönül erlerinin sinek gibi gözüktüğünü, hor görüldüğünü, hakir
olduğunu belirtir. Ne var ki gerçekte gönül erenleri, kendini kartal sanıp,
kendilerini sinek gibi görenleri, sevgileri ile yere vurur. Onları tuşa
getirir.
Ya Rab bize ihsan
et
Vuslat yolunu göster
Sureta koma can et
Uzlet yolunu göster
Nefsimi Hevadan kes,
Kalbimi riyadan kes
Meylimi siyadan kes
Halvet yolunu göster
Candan sana Latip kıl,
Her taata Ragıp kıl
Bir pire musahip kıl,
Hikmet yolunu göster.
Har içre biter gülzar,
Zar içre doğar envar,
Her şeye tecellin var
Kudret yolunu göster.
Bir göz ki anın
olmaya ibret naszarın da
Ol düşmandır
sahibinin başı üzerin de
Anadan doğma
gözsüzler kemahi görmez eşyayı
Niyazi veçh i
dildarı ülil ebsardan sor.
Her mürşide dil
verme kim yolunu sarpa uğradır.
Mürşidi kamil
olanın yolu gayet asanmış dizeler var
2- Mevaidu’l-İrfan (İrfan Sofraları)’ndan
Öğütler:
Aşağıda 71 Sofranın bazı
sofralarından bir veya iki lokma
verilmiştir.
9- Görünüşte insan Allah’a
yönelmektedir. Ama hakikatte yöneldiği maksadın cazibesi kendisini çekmektedir.
Amel ve ibadet insanı Allah’a çeker.
12- İnsanlar dört gruptur. Bir
kısmı iyilik edene iyilik eder; bu eşek huyudur. Bir kısmı kötülük edene
kötülük eder; bu köpeklerin ve yırtıcı hayvanların huyudur. Bir bölümü iyilk
edene kötülük eder; bu yılan huyudur. Bir grubu ise kötülük edene iyilik eder;
bu da Peygamberlerin, velilerin, iyi insanların huyudur.
21- Tasarrufun altında bulunan her
şey; altın, gümüş, ev-bark, çoluk-çocuk, kap-kacak, eş… Sen bunların sahibi
olduğunu zannedersin, elinden çıkarlarsa üzülürsün. Bu cahilliğinden ileri
gelir.
52- Amellerin en zoru küçük cihad
(harp)dır. Cihadların en zoru ise nefsle mücadeledir. Küçük cihadda kumandanın
şart olması gibi büyük cihada da kumandan gereklidir. Bunun adı mürşiddir ve en
kuvvetli silahı tevhiddir.
58- Ey Derviş! Mürşid yanında,
denizin yanındaki Nil gibi ol!... Deniz kenarındaki taşlar gibi olma. Onlar ki
uzun yıllar denizle iç içe olduğu halde onun letafet, rikkat ve yumuşaklığından
hiç nasiplenmemiştir.
58- Zahir ve batın ilmin
birbirlerine göre durumu ise Adem ile Havva gibidir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.