8 Haziran 2016 Çarşamba

Hadîs-i Şeriflerle İslâm’ın 28 Basamağı 1. BASAMAK; OLAYLARIN YAŞANMASI


1.    BASAMAK;  OLAYLARIN YAŞANMASI

“Kişinin Dîni Aklı Ölçüsündedir. Aklı Olmayanın Dîni Yoktur.”



Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz diyor ki: “Kişinin dîni aklı ölçüsündedir. Aklı olmayanın dîni yoktur. (K: (Suyuti-Camius sagir) 2183. [3.535, Hadîs No: 4242])” Bu hadîsin Kur’ân âyetleri ve Kur’ân’a uyan diğer hadîsler ışığında açıklaması şu şekildedir: 
Hadîste dîn ve akıl olmak üzere iki tane esas kavram geçmektedir. Allah’ın dîni 7 safha ve 4 teslimden oluşur:
1. safha: Allah’a ulaşmayı dilemek.
2. safha: Mürşide tâbî olmak.
3. safha: Ruhu Allah’a teslim etmek.
4. safha: Fizik vücudu Allah’a teslim etmek.
5. safha: Nefsi Allah’a teslim etmek.
6. safha: İhlâsa/İrşada ulaşmak.
7. safha: İradeyi Allah’a teslim etmektir.
İşte bu 7 safhanın yedisi de hedef emirdir ve bu emirleri yerine getirmek farzdır. Kişi, bu farz emirleri hayatına tatbik etmelidir.
Allah, insanı 3 vücut, serbest irade ve akıl ile yaratmıştır. Allahû Tealâ, Hicr Suresinin 26. âyet-i kerimesinde fizik vücudu topraktan yarattığını açıklamaktadır:

15/HİCR-26: Ve le kad halaknel insâne min salsâlin min hamein mesnûn(mesnûnin).
Andolsun ki; Biz insanı, “hamein mesnûn olan salsalinden” (standart insan şekli verilmiş ve organik dönüşüme uğramış salsalinden) yarattık.

Allahû Tealâ, Şems Suresinin 7. âyet-i kerimesinde nefsi dizayn ettiğini beyan etmektedir:

91/ŞEMS-7: Ve nefsin ve mâ sevvâhâ.
Nefse ve onu (7 kademede ahsene dönüşecek şekilde) sevva edene (dizayn edene) (andolsun).

Allahû Tealâ, Secde Suresinin 9. âyet-i kerimesinde ruhundan bize üfürdüğünü ifade etmektedir:

32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh(efidete), kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.

ü  Dînî Konularda Sorumluluk Akla Aittir

Fizik vücudun kumandanı olan akıl, beyin vasıtasıyla bedene kumanda eder. Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Kişinin dîni aklı ölçüsündedir. Aklı olmayanın dîni yoktur.” buyurmaktadır. Allah’ın dînî konuda bize farz kıldığı emirleri karar alarak yerine getirmek sorumluluğu, akla aittir. Allah’a ulaşmayı dileyecek ve buna karar verecek olan akıldır. Mürşide tâbî olma kararını verecek olan da akıldır. Yani akıl, hedef emirleri bir bir sırasıyla yerine getirecektir. Akıl, bu emirleri hangi oranda yerine getirirse kişinin dîni de o ölçüdedir. Örneğin Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin dîni sadece o seviye itibariyledir. Nitekim her safhaya tekabül eden bir cennet vardır. 1. farz emri yerine getiren yani Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin gideceği yer, 1. kat cennettir. Mürşide tâbî olan bir kişi de 2. kat cennete gidecektir; çünkü 2. farz emri yerine getirmiştir. Hadîste geçen “Kişinin dîni aklı ölçüsündedir.” sözü Kur’ân-ı Kerîm ile %100 örtüşmektedir.
Ruhumuz, Allah’ın Ruhu’dur; Allah’ın bütün emirlerini yerine getiren, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir yapıya sahiptir. Yani ahsen olarak bize teslim edilmiştir. Bütün insanların ruhu için geçerli olan budur. Ama başlangıç noktasında fizik vücut ve nefs aynı hüviyette değildir. Allahû Tealâ bütün insanlardan fizik vücudun da nefsin de Allah’ın bütün emirlerine itaat eden, yasak ettiği fiilleri işlemeyen bir yapıda Kendisine teslim edilmesini istemektedir.
Aklın iki müşavirinden biri ruh, diğeri de nefstir. Ruh Allah’ın temsilcisi nefs de şeytanın temsilcisidir. Aklın şuurlandığı ortam çok önemlidir. Eğer kişinin aklı, Allah’ın bütün emirlerinin yerine getirildiği, yasak ettiği fiillerin işlenmediği ruhun taleplerinin yerine getirildiği bir çevrede şuurlanırsa, o zaman istisnasız akıl kişiyi günbegün Allah’a yaklaştırır. Bu kişi, aklının fizik vücuduna doğru kumanda etmesi ile Allah’ın emirlerini yerine getiren, yasak ettiği fiilleri işlemeyen bir yapıda olur. Ama eğer akıl, Allah’ın emirlerine isyan eden yasak ettiği fiillerin işlendiği bir nefs ortamında şuurlanmışsa doğal olarak akıl, nefsin negatif taleplerine yeşil ışık yakar. Bu durumda kişinin aklı onu, cehenneme götürür.
Aklın şuurlandığı ortamın önemi ile ilgili olarak bir misal verirsek; gece, bir odada bulunan iki kişi eğer lambalar yanıyorsa birbirlerini görürler. Ama ışıklar söndürülürse zifirî karanlık odada birbirlerini göremezler. Göz bebekleri yine yerindedir. Ama göz bebeklerinin görme fonksiyonunu yerine getirebilmesi için ışığa ihtiyacı vardır. Işık olmadığında göremezler. İşte göz bebekleri için ışık neyse akıl için de Allah’ın âyetleri odur. Öyleyse aklın şuurlanabilmesi için âyetlerin var olması lâzımdır. Kur’ân-ı Kerîm âyetlerden oluşur, ama âyetlerin içinde de 7 safhayı oluşturan 7 tane hedef emir vardır. Akıl hangi safhadaki hedef emri yerine getirirse, kişinin dîni o seviyede tahakkuk eder.
Kur’ân-ı Kerim’e bakıldığında özellikle cehenneme giren insanların akletmedikleri görülmektedir. Akletmek, ruhun talebine uymaktır; akletmemek de nefsin talebine uymaktır.
Cehenneme giden insanlar, cehennemin kapılarından girdiklerinde cehennem bekçileri onlara soruyorlar: “Yaşadığınız zaman dilimi içinde sizleri uyaran bir nezir gelmedi mi?” Cehennemlikler: “Geldi ama biz onları yalanladık ve Allah birşey indirmemiştir, dedik. Ve onları büyük bir dalâlet içerisinde olmakla suçladık.” diyorlar. Bir de cehennemliklerin çok önemli bir itirafı var, diyorlar ki: “Eğer işitseydik ve akletseydik bugün cehennemde olmazdık.” Allahû Tealâ, Mulk Suresinin 8, 9 ve 10. âyet-i kerimelerinde bu konuyu ifade etmektedir:

67/MULK-8: Tekâdu temeyyezu minel gayz(gayzı), kullemâ ulkıye fîhâ fevcun seelehum hazenetuhâ e lem ye’tikum nezîr(nezîrun).
(Cehennem) nerede ise öfkesinden çatlayacak gibi olur. Oraya herbir grup atılışında onun (cehennemin) bekçileri onlara: “Size nezir (uyarıcı) gelmedi mi?” diye sordu.
67/MULK-9: Kâlû belâ kad câenâ nezîrun fe kezzebnâ ve kulnâ mâ nezzelallâhu min şey’(şey’in), in entum illâ fî dalâlin kebîr(kebîrin).
Onlar (cehenneme atılanlar) dediler ki: “Evet, bize nezir gelmişti. Fakat biz onu yalanladık ve Allah hiçbir şey indirmemiştir, siz ancak büyük bir dalâlet içindesiniz, dedik.”
67/MULK-10: Ve kâlû lev kunnâ nesmeu ev na’kılu mâ kunnâ fî ashâbis saîr(saîri).
Ve: “Eğer biz işitmiş veya akıl etmiş olsaydık, alevli ateş halkı arasında olmazdık.” dediler.

Mulk-10’da “işitmiş ve akletmiş olsaydık” ifadesi kullanılmaktadır. Akledebilmenin yolu işitmekten geçer. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîsinde: “Mü’min kulağından sulanır.” buyurmaktadır. İnsanlara âyetleri okuyan Allah Resûlleri ve veli mürşidler vardır. Âyetlerin tilâvetinde hedef emir, Allah’a ulaşmayı dilemektir. Bir insanın Allah’a ulaşmayı dileyebilmesi için evvelâ 4 şarta sahip olması gerekir:
1- Allah’ın varlığına ve birliğine inanmak.
2- Allah’ın bize üfürdüğü ruhun, dünya hayatında Allah’a ulaşmasına inanmak.
3- Ruhu Allah’a ulaştırmanın üzerimize farz olduğuna inanmak.
4- Allah’a ulaşmayı dilediği takdirde, ruhunu Allah’ın mutlaka Kendisine ulaştıracağına inanmak.

Kişi, ruhun Allah’tan bir emanet olduğunu ve Nisâ-58’de “Allah, emanetleri sahibine teslim etmenizi emreder” buyrularak ifade edildiği gibi emanetin sahibi olan Allah’ın, bu emaneti Kendisine geri istediğini idrak etmeli ve Allah’a ulaşmayı dilemelidir.

4/NİSÂ-58: İnnallâhe ye’murukum en tueddûl emânâti ilâ ehlihâ ve izâ hakemtum beynen nâsi en tahkumû bil adl(adli), innallâhe niımmâ yeızukum bih(bihî), innallâhe kâne semîan basîrâ(basîran).
Muhakkak ki Allah, emanetleri sahibine teslim etmenizi ve insanlar arasında hakemlik yaptığınız zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Muhakkak ki Allah, onunla size ne güzel öğüt veriyor. Ve muhakkak ki Allah, en iyi işiten ve en iyi görendir.

Ruh Allah’ın emanetidir ve sahibine teslim edilmelidir. Misal olarak; zahirî âlemde bir kişi diğerine bir emaneti belli bir sürede kendisine tekrar iade edilmesi şartı ile teslim ederse, emaneti veren kişi için emaneti vaktinde iade eden kişi güvenilir ve emin bir insandır. İşte Allahû Tealâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’e koyduğu “îmân” Allah’ın bize verdiği bu emanetin sahibine iade edilmesiyle gerçekleşen bir olgudur. Allahû Tealâ, En’âm Suresinin 82. âyet-i kerimesinde diyor ki:

6/EN’ÂM-82: Ellezîne âmenû ve lem yelbisû îmanehumbi zulmin ulâike lehumul emnu ve hum muhtedûn(muhtedûne).
Âmenû olan kimseler ve îmânlarını zulümle karıştırmayanlar, işte onlar (korkudan) emindirler. Ve onlar hidayete erenlerdir.

ü  Âmenû Olanlar, Îmân Edenler Kimlerdir?

Allah’a ulaşmayı dileyenler îmân edenlerdir. Onlar gizli ve açık şirkten berî olurlar, onlar emin olanlardır ve hidayete erecek olanlardır. Ama kişinin âyetler kendisine okunduktan sonra mutlak surette Allah’a ulaşmayı dilemesi gerekmektedir.
Bir insan Allah’a ulaşmayı diledikten sonra da ona âyetler okunacaktır. Çünkü hedef emirleri sırası ile yerine getirmek için hayatında hep Kur’ân-ı Kerîm olmalıdır. Kişi Allah’a ulaşmayı diledikten sonra okunan âyetlerle ikinci hedef emri gerçekleştirmek üzere mürşidine tâbî olacaktır. Sonra da ruhunu Allah’a teslim etmesi için âyetler okunacaktır.
Allahû Tealâ ruhun Allah’a teslimini bir dileğe bağlamıştır; bu da dünya hayatında Allah’a ulaşmayı dilemektir. Nefs ve fizik vücut Allah’a ulaşamaz. Sadece Allah’ın bize üfürdüğü ruh, Allah’a ulaşabilir. Ruhun dünya hayatında Allah’a ulaşmasını dilemek, üçüncü kat cennete ve dünya saadetinin yarısına ulaştırır. Allah’ın kanunu budur.
Allah’a ulaşmayı dileyerek, mürşidine tâbî olduktan sonra Allah’ın o kişinin nefsini 7 kademede tezkiye etmek suretiyle ruhunu Kendisine ulaştırması, o kişiyi ermiş evliyadan kılar.  

“İslâm Dînine (Hanif Dînine) Girmeyen Ateştedir.”






Bir hadîsin açıklaması yapılırken Kur’ân-ı Kerim’e bakılmalıdır. Peygamber Efendimiz (S.A.V) bu istikamette diyor ki: “Bir gün Benim hadîslerim tartışma konusu olacak. Tartışma konusu olduğu günlerde Kur’ân-ı Kerim’e bakınız. Kur’ân-ı Kerim’e aykırı bir hadîsim olamaz.” Bu ölçüye uygun olarak, Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’in buyurduğu: “İslâm dînine girmeyen ateştedir.”  (K: Müslim 867) hadîs-i şerifinin açıklaması şu şekildedir:
 “İslâm dînine girmeyen ateştedir.” hadîsi sanki yanlış bir ifadeymiş gibi algılanabilir ama aslında Kur’ân’a uygun ve doğru bir ifadedir.
Ezelî ve ebedî bir tek dîn vardır. Bu dîn babamız İbrâhîm (A.S)’ın Hanif dînidir; Arapça adıyla “İslâm’dır”. Allah’ın Âdem (A.S)’dan kıyâmet gününe kadar dünya hayatına gelen tüm insanlar için vaaz ettiği bu dîn, 7 safha ve 4 teslimden oluşur. Bu dînin dışında başka bir dîn yoktur.

ü  Fırkayı Naciye (Kurtuluşta Olanlar Fırkası) Hangisidir?

Birleşmiş Milletlerde dînle ilgili birimin, şu an dünyada yaşayan insanların inançları üzerine yaptıkları bir araştırmada, 72 tane birbirinden farklı inanç türünün olduğu tespit edilmiştir. Ama Allah’ın dîni tektir. Allah dostları bu hakikati çok güzel idrak etmişlerdir. Yunus Emre bir şiirinde diyor ki:
“72 millete bir göz ile bakmayan, Halka müderris olsa hakikatte asîdir.”
Aslında herkesin bir tek Hanif dîninin gerektirdiği inanca sahip olması gerekmektedir. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) de bir hadîs-i şerifinde bu evrensel mesajı şöyle vermektedir: “Benim ümmetim 73 fırkaya ayrılacak. 72 tanesinin gideceği yer ateş. Bir tanesi hariç.”
Tespit edilen inanç türü 72 tane olduğuna göre, 72 fırkanın her birinin içinde yer alan ve Allah’ın hanif dînini yaşayan küçük grupların oluşturduğu bir tek fırka da 73. fırkadır yani Fırkayı Naciye’dir.
Yunus Emre’nin şiirinde ifade ettiği, 72 millete bir göz ile bakmayan kişi, Allah’a ulaşmayı dilemeyen bir insandır. Çünkü Allah’a ulaşmayı dileyen bir insan, 72 tane milleti bir göz ile görür. Gördüğü göz Allahû Tealâ’nın gözlükleridir. O kişi bilir ki; Allah, Âdem (A.S)’ın zürriyeti olarak kadın, erkek dünyaya gelen herkese kıyâmet gününe kadar bir tek dîni farz kılmıştır.
Günümüzde özellikle Müslümanlar, “Herkesin Müslüman olması lâzım; olmadıkları takdirde ateşe gideceklerdir.” düşüncesi ile yanlış bir idrakin içindedirler. Ama şu anda dünya üzerinde yaşamakta olan herkes için, her kavimde Allah’ın bir resûlü vardır ve o kavmin lisanıyla Hanif dînini anlatmaktadır. Allah’ın resûllerinin etraflarında azınlıkta olsalar da Hanif dînine inanan ve onu yaşayanlar bulunmaktadırlar. İşte dünya üzerinde ayrı lisanı konuşan her kavim resûlünün etrafındaki ona îmân edenlerin vücuda getirdiği bir tek cemaat, bir tek toplum, Fırkayı Naciye’yi oluşturmaktadır. Bu azınlıklar, hanif dîninin bir tek şeriati olması nedeniyle ister Yahudi, ister Nâsrani, hangi grubun içinde olurlarsa olsunlar, kesinlikle Hanif dînini yaşarlar ve Hanif dîninin gereklerini yerine getirirler.

ü  Ateş Ehli Kimlerdir?

Ebu Hureyre (R.A)’dan nakledilen bir hadîste Peygamber Efendimiz (S.A.V) diyor ki: “Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu ümmetten Yahudi, Hristiyan veya herhangi bir kimse Beni işitir, sonra Benimle gönderilen şeye îmân etmediği halde ölürse muhakkak ki ateş ehlinden olur.” Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e gönderilen Kur’ân-ı Kerim’dir. Kur’ân, Tevrat ve İncil’deki şeriat aynıdır. Çünkü Şûrâ Suresinin 13. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ şöyle buyurmaktadır:

42/ŞÛRÂ-13: Şerea lekum mined dîni mâ vassâ bihî nûhan vellezî evhaynâ ileyke ve mâ vassaynâ bihî ibrâhîme ve mûsâ ve îsâ, en ekîmûd dîne ve lâ teteferrekû fîh(fîhi), kebure alel muşrikîne mâ ted’ûhum ileyh(ileyhi), allâhu yectebî ileyhi men yeşâu ve yehdî ileyhi men yunîb(yunîbu).
(Allah) dînde, onunla Hz. Nuh’a vasiyet ettiği (farz kıldığı) şeyi (şeriati); “Dîni ikame edin (ayakta, hayatta tutun) ve onda (dînde) fırkalara ayrılmayın.” diye Hz. İbrâhîm’e, Hz. Musa’ya ve Hz. İsa’ya vasiyet ettiğimiz şeyi Sana da vahyederek, size de şeriat kıldı. Senin onları, kendisine çağırdığın şey (Allah’a ulaşmayı dileme) müşriklere zor geldi. Allah, dilediğini Kendisine seçer ve O’na yöneleni, Kendisine ulaştırır (ruhunu hayatta iken Kendisine ulaştırır).

Allahû Tealâ, âyet-i kerimede Nuh (A.S)’a, İbrâhîm (A.S)’a, Musa (A.S)’a ve İsa (A.S)’a vasiyet edileni, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e de vahyederek şeriat kıldığını ifade etmektedir. Hz. Muhammed (S.A.V) Efendimiz, Allah’ın Zat’ına davet ediyordu ve “Allah’a ulaşmayı dileyin.” diyordu. 
Müşrikler 72 fırkada yer alıp cehenneme gidecek olanlardır. Fırkayı Naciye ise 72 fırkanın içinde yer alanlardan Allah’a ulaşmayı dileyen azınlıkların oluşturduğu bir gruptur.
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V), 14 asır evvel  Arap toplumu içerisinde dünyaya gelmişti. Allah’tan aldığı görevle hidayet tebliğine başladığı toplumun içinde Yahudiler de, Hristiyanlar da yaşıyordu. Peygamber Efendimiz (S.A.V), onlara da tebliği ulaştırdı. Hristiyanlardan da, Yahudilerden de azınlık bir grup, hak olduğuna kesinlikle kanaat getirerek gözyaşlarıyla Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e indirilene îmân ettiler. Çünkü Peygamber Efendimiz (S.A.V) geldiği zaman Yahudilerin ve Hristiyanların içerisinde küçük bir grup Hanif dînini yani İslâm dînini yaşıyordu. Hristiyanlar ve Yahudiler dışındaki Arap toplumunda da küçük bir grup Hanif dînini yaşıyordu ve onlar da Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e indirilen Kur’ân’a îmân ettiler.
Günümüzde de Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in mirasını devralan Vekâleten Devrin İmamı, tebliğini herkese ulaştırmasına rağmen, yine her kavimde çok azınlık bir grup, Allah’ın Hanif dînini yaşamaktadırlar. İnsanların %90’ından fazlası ise ne yazık ki dîni yaşadıklarını zannetmektedirler, ama gerçekte Hanif dînini yaşamamaktadırlar.
Yahudilerden, Hristiyanlardan veya herhangi bir kimse Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e gönderilen şeriata yani Kur’ân’a îmân etmediği taktirde hadîslerde de ifade edildiği gibi “ateştedir”. Öyleyse bugün Yahudilerin içerisinde Tevrat’taki 7 safha ve 4 teslime îmân eden, Hıristiyanların içerisinde İncil’deki 7 safha ve 4 teslime îmân eden ve Kur’ân’daki 7 safha ve 4 teslime îmân eden aynıdır. Yahudi, Hıristiyan, Müslüman vs. hangi gruptan olursa olsun her kim Allah’a ulaşmayı dilemişse ve mürşidine tâbî olmuşsa kurtuluştadır. Allahû Tealâ, Bakara Suresinin 62. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

2/BAKARA-62: İnnellezîne âmenû vellezîne hâdû ven nasârâ ves sâbiîne men âmene billâhi vel yevmil âhiri ve amile sâlihan fe lehum ecruhum inde rabbihim, ve lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Şüphesiz ki; âmenû olanlar, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiiler, bunlardan her kim, Allah’a ve yevm’il âhire inanır ve ıslah edici ameller işlerse (nefsini tezkiye ederse), bu durumda onların mükâfatları Rab’lerinin katındadır. Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.

Allahû Tealâ, âmenû olan Müslümanlar, Yahudiler, Hristiyanlar ve Sabiiler (Hz. İbrâhîm’in kavmi) olmak üzere bu 4 gruptan her kim Allah’a ve yevm’il ahire îmân ederse yani Allah’a ulaşmayı dilerse ve ıslah edici amellere başlarsa, mükâfatlarının Kendisi tarafından verileceğini ifade etmektedir.
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in vaaz ettiği “Muhammed’in nefsi elinde olan Allah’a yemin ederim ki bu ümmetten Yahudi, Hristiyan veya herhangi bir kimse Beni işitir, sonra Benimle gönderilen şeye îmân etmediği halde ölürse muhakkak ki ateş ehlinden olur.” hadîsi ile Bakara-62 ve Mâide-69 arasında kesin bir illiyet rabıtası vardır.

5/MÂİDE-69: İnnellezîne âmenû vellezîne hâdû ves sâbiûne ven nasârâ men âmene billâhi vel yevmil âhıri ve amile sâlihan, fe lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn(yahzenûne).
Muhakkak ki, âmenû olanlar (Allah’a ulaşmayı dileyenler), ve Yahudiler, Sâbiiler ve Nasrânilerden (Hristiyanlardan) kim Allah’a ve âhir güne îmân eder ve nefsini ıslah edici ameller (nefs tezkiyesi ) yaparsa onlara artık korku yoktur ve onlar mahzun da olmazlar.

Günümüzde Yahudilere ya da Hristiyanlara tebliğ yaparken “Gelin bizim gibi Müslüman olun” diyerek değil, kendi kitaplarından âyetlerle 7 safha ve 4 teslimi yaşamaları istikametinde tebliğde bulunmak gerekir. Herkes kendi kitabı ile 7 safha ve 4 teslimi yaşarsa zaten Allah’ın dînini yani babamız İbrâhîm (A.S)’ın Hanif dînini yaşamış olur. Bu dînin Arapça adı da İslâm’dır.
Allahû Tealâ, Âli İmrân Suresinin 113 ve 114. âyetlerinde buyuruyor ki:

3/ÂLİ İMRÂN-113: Leysû sevâ’(sevâen), min ehlil kitâbi ummetun kâimetun yetlûne âyâtillâhi ânâel leyli ve hum yescudûn(yescudûne).
Onların (hepsi) bir değildir. Kitap ehlinden, gece saatlerinde kıyamda durup, Allah’ın âyetlerini tilavet eden ve secde eden bir ümmet vardır.
3/ÂLİ İMRÂN-114: Yu’minûne billâhi vel yevmil âhiri ve ye’murûne bil ma’rûfi ve yenhevne anil munkeri ve yusâriûne fîl hayrât(hayrâti), ve ulâike mines sâlihîn(sâlihîne).
Onlar, Allah’a ve yevmil âhire îmân ederler, mâruf (irfan) ile emreder ve kötülükten nehyederler (men ederler) ve hayırlara koşarlar. İşte onlar, sâlihlerdendir.

Kitap ehlinden yani Yahudilerden, Hristiyanlardan vs. azınlık da olsa 7 safha ve 4 teslimi yaşayanlar vardır. Allah, onların da kurtuluşta olduğunu ifade etmektedir. Çünkü ezelî ve ebedî bir tek dîn vardır. Hadîs-i şerife uygun düşen bir başka âyet de Âli İmrân Suresinin 85. âyet-i kerimesidir.

3/ÂLİ İMRÂN-85: Ve men yebtegi gayrel islâmi dînen fe len yukbele minh(minhu), ve huve fîl âhireti minel hâsirîn(hâsirîne).
Ve kim İslâm’dan başka bir dîn ararsa, o taktirde kendisinden asla kabul edilmez ve o, ahirette “hüsranda olanlar”dan olur.

Bu âyeti kerimeden de Allahû Tealâ’nın tüm insanlar için vaaz ettiği ezelî ve ebedî tek dînin sadece babamız İbrâhîm (A.S)’ın Hanif dîni (İslâm) olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.
Allahû Tealâ herkesin İslâm’ı yaşamasını emretmektedir. Allahû Tealâ’nın bizim dîni yaşamamıza ihtiyacı yoktur. Ama biz insanların Allah’ın dînini yaşamaya sonsuz ihtiyacımız vardır. Peşinden koştuğumuz ahiret ve dünya saadetine ulaşmanın yegâne adresi babamız İbrâhîm (A.S)’ın Hanif dînidir. İnsanoğlu, neye sahip olursa olsun İslâm (Hanif) dînini yaşamasından başka bir mutluluk adresi yoktur. Dünya hayatını yaşarken Allah’ın bize göndermiş olduğu Hanif dîninin şeriatını kutsal kitaplardan (Tevrat, İncil ve Kur’ân-ı Kerim) öğrenip ve sadece öğrenmekle kalmayıp aynı zamanda hayatımıza tatbik ederek o güzelliklere ulaşabiliriz. Kur’ân bize bunu emretmektedir.
İnsan ile Allah arasındaki 28 basamaklık dizayna bakıldığı zaman başlangıç noktasında 1. basamakta olaylar vardır. Herkes olayları yaşar, olayları değerlendirir. Yaşanan her olayda Allah’ın ya takdiri ya da müsaadesi vardır. Allahû Tealâ, her olayı sadece ve sadece insanların huzur ve saadete (ahiret ve dünya saadetine) ulaşmaları için vücuda getirir. Olayları insanlar yaşar ve değerlendirirler, ancak bu insanların olaylar karşısındaki davranış biçimlerine bakarak Allah da onları değerlendirir.

ü  Zulüm Nedir?

İnsanlardan bir kısmı Allah’a ulaşmayı dilemeyerek nefslerine zulüm etmektedirler. Başka insanların Allah’a ulaşmayı dilemelerine mani olunursa, bu sefer de onlara zulmederek bir kere daha zulüm işlenmektedir. Yani kendileri bu dileğin sahibi olmayarak evvela kendilerine, sonra da başkalarının dilemesine mani olarak çevrelerine zulmederler. Bu istikamette Peygamber Efendimiz (S.A.V) bir hadîsinde diyor ki: “Allah zulmü kendisine yasakladığı gibi size de yasakladı.” Bir başka hadîste de Peygamber Efendimiz (S.A.V) buyuruyor ki: “Nefsinize zulmetmeyin onun da sizin üzerinizde hakkı vardır.”
Nefsin üzerimizdeki hakkı, nefsimizi tezkiye etmektir. Nefsimize zulmetmek istemiyorsak tezkiyeyi gerçekleştirmeliyiz. Nefsi, tezkiye edebilmenin yolu ise yine Allah’a ulaşmayı dilemekten geçmektedir. Allahû Tealâ, vücuda getirdiği her olayla kişinin Allah’a ulaşmayı dilemesini istemektedir. Kişi Allah’a ulaşmayı dilemekle kalmayıp kendisi için istediğini başkaları için de istemelidir ki, îmânın kemaline ersin. Bunun için gayret sarfetmeli, çalışmalı yani hem kendisi için hem de başkaları için huzur ve mutluluğu Allah’tan istemelidir. Bunun aksine kendi nefsine zulmettiği (nefsinin üzerindeki hakkını ödemediği) gibi başkalarının da hidayetine mani olmak suretiyle onlara da zulmedenler için ne bu dünyada ne de ahiret hayatında huzur ve mutluluk mümkün değildir.
Allahû Tealâ kendilerine ve başkalarına zulmedenleri sevmez. Allahû Tealâ, Nisâ Suresinin 167, 168 ve 169. âyet-i kerimelerinde bu konuyu şöyle ifade etmektedir:

4/NİSÂ-167: İnnellezîne keferû ve saddû an sebîlillâhi kad dallû dalâlen baîdâ(baîden).
Muhakkak ki inkâr edenler ve Allah’ın yolundan alıkoyanlar (saptırmış olanlar), (mürşidlerine ulaşmadıkları için) uzak bir dalâletle sapmışlardır.
4/NİSÂ-168: İnnellezîne keferû ve zalemû lem yekunillâhu li yagfire lehum ve lâ li yehdiyehum tarîkâ(tarîkan).
Muhakkak ki inkâr edenleri ve zulmedenleri (başkalarını da mürşide ulaşmaktan men edip saptıranları), Allah mağfiret edecek değildir ve yola (Allah’a ulaştıran Sıratı Mustakîm’e) hidayet edecek değildir.
4/NİSÂ-169: İllâ tarîka cehenneme hâlidîne fîhâ ebedâ(ebeden), ve kâne zâlike alâllâhi yesîrâ(yesîren).
Ancak cehennem yoluna (hidayet eder, ulaştırır), onlar orada ebediyyen kalacak olanlardır. Ve bu, Allah için kolaydır.

Olayların sonucunda başkalarının da Allah’a ulaşmayı dilemesine mani olan insanlar dışındaki, geri kalan insanların hepsi seçilir. Allahû Tealâ seçilenleri de yine musîbetlerle imtihan eder. Allah yarattığı mahlûkatın içerisinde en çok insanı sever ve en sevdiği varlık olan insandan istediği tek şey, onun mutlu olmasıdır. Allahû Tealâ dilerse musîbetlerin ulaşmasına da mani olabilir. Ama Allah, bir musîbeti bir insana ulaştırıyorsa o insanın huzura ve mutluluğa ulaşması içindir. Huzur ve mutluluk ise ancak kişinin nefs tezkiyesi ve tasfiyesini gerçekleştirmesiyle mümkün olur. Allahû Tealâ’nın musîbetlerle imtihan etmesindeki murat; kişinin kendisine bakması, aynada kendisini görmesi ve ancak nefsinin afetlerinden kurtulmak suretiyle huzur ve mutluluğa ulaşılabileceğini idrak etmesidir. Kişi bu idrakin sahibi olursa vücuda gelen her olaydan ya da musîbetten gerekli dersi çıkartır. Gerekli dersi çıkaranlar ise Allah’a ulaşmayı dileyenler ve Allah’ın bir resûlüne, dostuna ulaşma ihtiyacı duyanlardır.
Allahû Tealâ, Kasas Suresinin 47. âyet-i kerimesinde diyor ki:

28/KASAS-47: Ve lev lâ en tusîbehum musîbetun bimâ kaddemet eydîhim fe yekûlû rabbenâ lev lâ erselte ileynâ resûlen fe nettebia âyâtike ve nekûne minel mu’minîn(mu’minîne).
Ve eğer elleriyle takdim ettikleri (yaptıkları) sebebiyle onlara bir musîbet isabet ederse: “Rabbimiz keşke bize bir resûl gönderseydin böylece biz, Senin âyetlerine tâbî olur ve mü’minlerden olurduk.” diyecek olmasalardı (seni Nebî-Resûl olarak göndermezdik).

Allahû Tealâ hangi zaman parçası olursa olsun, birbiri ardınca, her kavimde velî resûller tayin eder. İbrâhîm Suresinin 4. âyet-i kerimesi bu gerçeği ifade etmektedir.

14/İBRÂHÎM-4: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ bi lisâni kavmihî li yubeyyine lehum, fe yudillullâhu men yeşâu ve yehdî men yeşâ’(yeşâu), ve huvel azîzul hakîm(hakîmu).
Hiçbir resûlümüz yoktur ki; Biz, onu kendi kavminin lisanıyla göndermiş olmayalım. Onlara (kendi lisanlarıyla) beyan etsin (açıklasın) diye. Öyleyse Allah, dilediğini (Allah’a ulaşmayı dilemeyenleri) dalâlette bırakır. Dilediğini (Allah’a ulaşmayı dileyenleri) hidayete erdirir. Ve O, Azîz’dir, Hikmet Sahibi’dir.

4/NİSÂ-64: Ve mâ erselnâ min resûlin illâ li yutâa bi iznillâh (iznillâhi), ve lev ennehum iz zalemû enfusehum câûke festagferûllâhe vestagfere lehumur resûlu le vecedûllâhe tevvâben rahîmâ(rahîmen).
Ve Biz, (hiç) bir resûlü, Allah’ın izniyle kendilerine itaat edilmesinden başka birşey için göndermedik. Ve onlar nefslerine zulmettikleri zaman, eğer sana gelselerdi, böylece Allah’tan mağfiret dileselerdi ve Resûl de onlar için mağfiret dileseydi, mutlaka Allah’ı, (iki tarafın da) tövbelerini (onların tövbesini ve Resûl’ün mağfiret talebini) kabul eden ve rahmet edici olarak bulurlardı.

Demek ki olayların sonucunda bir grup insan nefslerine zulmederken bir grup da musîbetler kendisine ulaştığı zaman gerekli dersi çıkartıp resûlün söylediklerini idrak ederek davete icabet ederler.
Bakara-151’de resûlün birinci görevinin âyetleri tilâvet etmek olduğu ifade edilmektedir:

2/BAKARA-151: Kemâ erselnâ fîkum resûlen minkum yetlû aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel hikmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn(ta’lemûne).
Nitekim size içinizde (görev yapmak üzere) sizden bir Resûl (Peygamber) gönderdik ki; âyetlerimizi size tilâvet etsin (okuyup açıklasın) ve sizi (nefsinizi) tezkiye etsin, size kitap ve hikmet öğretsin ve (hikmetin de ötesinde) bilmediğiniz şeyleri öğretsin.

Resûlün tilâvet ettiği âyetlerin muhtevasında hep Allah’a davet vardır. Bütün Allah’ın resûlleri, Allah’a davet ederler ve derler ki: “Allah’ın insanlara üfürdüğü bir ruh emaneti vardır. Allah, emaneti geri istemektedir. Hayattayken Allah’ın emanetini Allah’a ulaştırmayı dileyin. Ancak bu dileğin sahibi olduğunuz takdirde, âyetlere tâbî olup hak mü’minlerden olursunuz.”
 Nitekim Allahû Tealâ, Neml Suresinin 80 ve 81. âyetlerinde resûle diyor ki:

27/NEML-80: İnneke lâ tusmiul mevtâ ve lâ tusmius summed duâe izâ vellev mudbirîn(mudbirîne).
Muhakkak ki sen, ölülere işittiremezsin ve arkasını dönüp kaçan sağırlara da (Allah’ın) davetini işittiremezsin.
27/NEML-81: Ve mâ ente bi hâdîl umyi an dalâletihim, in tusmiu illâ men yu’minu bi âyâtinâ fe hum muslimûn(muslimûne).
Ve sen, körleri dalâletlerinden (çevirip) hidayete erdirecek değilsin. Sen, ancak âyetlerimize inananlara işittirebilirsin. İşte onlar, teslim olanlardır.

Allah Resûl’ü, âyetleri tilâvet ettiği zaman o tebliğe muhatap olan insanlar îmân ediyorlarsa onlar Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir. Çünkü Allah’a ulaşmayı dilemeyenler, âyetlerden gâfil olanlardır. Her devirde her zaman parçasında 2 grup insan vardır. Allah’ın âyetlerine îmân edenler ve Allah’ın âyetlerinden gâfil olanlar. Allah’ın âyetlerinden gâfil olanlar, âyetleri yalanlayanlar, satanlar, inkâr edenler, gizleyenler, alay edenler ve Allah’ın âyetleri yerine zulmanî ilim öğrenenlerin hepsi cehennemliktir.
Cennetlikler Allah’ın âyetlerine îmân edenlerdir. Bir insanın 1. kat cennete gidebilmesinin olmazsa olmaz şartı Allah’ın âyetlerine îmân etmektir. Îmân edenler, Allah’a ulaşmayı dileyenlerdir. Bir insan Hanîf dîninin temel emri olan 7 safha 4 teslimi yaşadığı zaman, bütün boyutları ile Allah’a îmân etmiş olur. Allah’a ulaşmayı dilemek Hanif dîninin de, îmânın da 1. safhasını oluşturur.
Öyleyse insanların 2 gruba ayrıldığı görülmektedir: Bir insan ya dîni yaşayan cennet ehlindendir, ya da dîni yaşamayan cehennem ehlindendir. Cehennem ehli, dünya hayatında dîni yaşadıklarını zannederler. Ama aslında âyetleri görmezler, işitmezler ve îmân etmezler.
Tek dîn olan hanif dîni yani Arapça adıyla İslâm dîni 7 safha ve 4 teslimden oluşmaktadır:
1. safha: Allah’a Ulaşmayı Dilemek
Evvela kişi Allah’a ulaşmayı diler, henüz hiçbir şeyi Allah’a teslim etmemesine rağmen Allah’a ulaşmayı kalben dilediği için Allahû Tealâ onu teslim alır ve kişiyi 12 tane ihsanla onun için tayin ettiği mürşide ulaştırır.
2. safha: Mürşide Tâbî Olmak
Kişi, mürşide bi’at ettiği zaman mürşid Allah adına o kişiyi teslim alır. Bir insan Allah’ın resûlüne teslim olduğu an, Allahû Tealâ vasıta emirleri ve zikri ona sevdirir.
3. safha: Ruhun Teslimi
Kişi vasıta emirlerle nefsini 7 kademede tezkiye ederken buna paralel olarak ruh da 7 tane gök katı yükselir ve Allah’ın Zat’ına ulaşır. Allah, bir ikram olarak o kişiye vasıta emirleri sevdirir. Zikrini arttırmak suretiyle nefs tezkiyesini gerçekleştirir.
Bir insanın nefs tezkiyesini yapıp ruhunu Allah’a teslim edebilmesinin tek yolu Allah’a ulaşmayı dilemesidir. Çünkü aslında nefs tezkiyesini yapan insanın kendisi gibi görünse de bütün bunları gerçekleştiren Allahû Tealâ’dır. Böylece birinci teslim Allah’ın yardımıyla gerçekleşir. Bu Allah’ın bir ikramıdır.
4. safha: Fizik Vücudun Allah’a Teslimi
En zor olan fizik vücudun Allah’a teslimidir. Fizik vücudun Allah’a teslim olabilmesi için kişinin zikrini 3 saatten 18 saate çıkartması gerekir ki, bu da o kişi için zikrinin 6 kat artışı demektir ve kolay değildir. Zikrini günbegün arttıran bir insan fizik vücudunu Allah’a teslim ettiği zaman nefsinin manevî kalbinde %91 aydınlanma, %9 karanlık vardır. Yani fizik vücut artık nefsin esiri olmaktan kurtulmuştur. Nefs, artık taleplerini fizik vücut üzerinde tatbik edemez.
Başlangıç noktasında insanlar Nefs-i Emmare’de iken nefs, emirlerinin devamlı olarak yerine getirilmesini sağlar. Nefsin afetlerinden kaynaklanan talepler vardır. Allah’ın emirleri yerine nefsin emirlerini, afetleri kışkırtan aktif hale getiren şeytandır. Ama bir gün nefsin manevî kalbi, %91 aydınlığa ulaştığı zaman artık nefs emredici olmaktan çıkar. Nefs, emanet olur ve emanet olduğu noktada artık taleplerini akla negatif istikamette ulaştıramaz. Ulaştırmaya çalışsa da akıl artık onu dikkate almaz. Kişinin nefsinin, artık negatif şeyler yaptırması söz konusu olamaz.
5. safha: Nefsin Allah’a Teslimi
Nefsin teslimi, daimî zikre ulaşmakla gerçekleşir. Bu, kişinin dünya saadetinin de tamamını kazanması yani huzur ve mutluluğa ulaşması anlamına gelir.
6. safha: İrşada ulaşmak
Allahû Tealâ kişiyi kalbini 7 kademe daha müzeyyen kılmak suretiyle İhlâs’a ulaştırır. 14 kademe kalbi müzeyyen olan insan İhlâs standartlarındadır. O kişi yerin ve göğün melekûtuna sahip olmuştur. Kişi evvelden gaybî îmânın sahibiyken, şimdi Allah’ın Ayn mertebesindedir yani yerin ve göğün melekûtunu kişiye göstermesiyle, tahkikî imanın bütün standartlarının sahibi olmuştur.
7. safha: İradenin Teslimi
Kişi Salâh Makamı’nda kalbinin 4 kademe daha müzeyyen olması ile irade teslimini gerçekleştirir. Allahû Tealâ, son sır olarak Zat’ını da o kişiye gösterir; kişiyi irşada memur ve mezun kılar. Böylece kişi 7 safha ve 4 teslimi yaşamak suretiyle kendisini bir bütün olarak Allahû Tealâ’ya vakfeder, teslim olur. Teslimi bütün boyutları ile yerine getiren kişi için sonsuz ahiret ve dünya saadeti söz konusudur.
Allahû Tealâ’nın bütün insanlardan istediği bu güzelliklere ulaşmalarıdır. Ama insan serbest iradenin sahibidir, bu güzellikleri dilerse yaşar; dilemezse yaşamaz.

Herkes farklı dînin mensubu olduğunu değil, aynı dînin mensubu olduğunu idrak ettiği zaman, Allah’ın tek dîni, Hanif dîni yaşanacaktır. O zaman insanlar birbirine düşman olmak yerine birbirlerine dost ve kardeş olacaklardır. Sosyal hayatta herkesin birbirine yardımcı olduğu, en güzel ahlâkı sergilediği, huzur ve mutluluğun en zirve noktada yaşandığı bir toplum vücuda gelecektir.  


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.