15 Haziran 2016 Çarşamba

28. BASAMAK – 7. SAFHA; SALÂH MAKAMI – İRADENİN ALLAH’A TESLİMİ

28. BASAMAK – 7. SAFHA;
SALÂH MAKAMI – İRADENİN ALLAH’A TESLİMİ

 “Benden Sonra Nebî Gelmeyecek. Âlimler Gelecek; Halifeler Gelecek. Onlara Tâbî Olan Bana Tâbî, Olur. Onlara Asi Olan Bana Asi Olur.”


Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) Allah’ın tasarrufundaydı. Allahû Tealâ’nın tasarrufunda olan Peygamber Efendimiz (S.A.V) sadece vahye tâbî idi. Bu vahyin dışında bir şeyi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in söylemiş olması mümkün değildir.

53/NECM-2: Mâ dalle sâhıbukum ve mâ gavâ.
Sahibiniz dalâlete düşmedi ve azmadı.
53/NECM-3: Ve mâ yentıku anil hevâ.
Ve o, hevasından (kendiliğinden) konuşmaz

Bu âyet-i kerimelerin ışığında hadîslerin de vahiy olduğunu bilmemiz lâzımdır. Vahyin vahye uymaması mümkün değildir. Hadîsler vahiyse bu vahiy olan hadîslerin Kur’ân âyetlerine %100 uyması söz konusudur çünkü Allahû Tealâ Nisâ Suresinin 82. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

4/NİSÂ-82: E fe lâ yetedebberûnel kur’ân(kur’âne) ve lev kâne min indi gayrillâhi le vecedû fîhihtilâfen kesîrâ(kesîran).
Onlar hâlâ Kur'ân'ı tedebbür etmezler (düşünmezler) mi? Ve eğer Allah'tan başkasının katından olsaydı, onun içinde mutlaka pek çok ihtilâf bulurlardı.

Kur’ân-ı Kerim’in her âyet-i kerimesi vahiydir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Allah’ın tasarrufunda olması hasebiyle söylediği hadîsler de vahiydir. Vahiy olan hadîslerin de Kur’ân-ı Kerim’e %100 uyması gerekir. Bu sebeple birisi size Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den bir hadîs söylerse mutlaka Kur’ân-ı Kerim’le karşılaştırın. Kur’ân-ı Kerim’e uymadığı takdirde onun mevzu hadîs olduğunu söyleyin.
Günümüz İslâm tatbikatına baktığımız zaman İslâm’ın 5 şartının bir hadîse dayandırıldığını görüyoruz. Bunun yanında, bu hadîsi Kur’ân-ı Kerim’le karşılaştırdığımızda ise Kur’ân-ı Kerim’e uymadığı ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar İslâm’ın 5 şartı vasıta emirlerin bir kısmını ifade etse de eksik olması nedeniyle doğru değildir. Bunun nedeni Kur’ân’ın bütününü kapsamamasıdır.
Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de Allahû Tealâ, Allah’a ulaşma dileğini bize farz kılmasına rağmen İslâm’ın 5 şartı içinde Allah’a ulaşmayı dilemek yer almamaktadır. Ve yine İslâm’ın 5 şartı içinde tâbiiyet yer almıyor ama konumuz olan hadîs-i şerifte Peygamber Efendimiz (S.A.V) açıkça onu ifade ediyor: “Benden sonra nebî gelmeyecek. Âlimler gelecek, halifeler gelecek. Onlara tâbî olan bana tâbî olur. Onlara asî olan bana asî olur.” Eğer bu hadîs Kur’ân’ın bütününe uyuyorsa ve günümüzde insanlar Allahû Tealâ’nın kendileri için tayin ettiği mürşidi, âlimleri ve devrin imamı olan halifeyi sormuyor, öğrenmiyorlarsa; o zaman Kur’ân’daki İslâm’ı yaşamıyorlar demektir. Her devirde Peygamber Efedimiz (S.A.V)’in mirasını devralan halife ve o halifeye bağlı olan Allahû Tealâ’nın irşada memur ve mezun kıldığı âlimler vardır. Hadîste de ifade edildiği gibi, Kur’ân’daki İslâm’ı yaşayabilmek her devirde halifeye ve o halifeye bağlı olan Allahû Tealâ’nın irşada memur ve mezun kıldığı âlimlere tâbî olmakla mümkündür.
Peygamber Efedimiz (S.A.V)’in bir başka hadîs-i şerifi âlimlerin kendisine tâbî olunan velî mürşidler olduğunu ifade etmektedir: “Hikmet sahibi âlimler hemen hemen fıkıh açısından nebîler gibidir.” Hikmete ulaşabilmek için en alt seviyede daimî zikre ulaşmak gerekir. Öyleyse hikmet sahibi âlim en alt seviyede daimî zikrin sahibidir. Ama Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in ifade ettiği “hikmet sahibi âlim” aslında bir velî mürşittir çünkü Rabbimiz Bakara Suresinin 269. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:

2/BAKARA-269: Yu’til hikmete men yeşâu, ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ(kesîren), ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse böylece ona çok hayır verilmiştir, ulûl’elbabtan başkası tezekkür edemez.

Hikmetin üç kademesi vardır; 1. kademesi ulûl’elbab, 2. kademesi ihlâs ve 3. kademesi salâhtır. Aslında hikmet verilen kişiler hikmetin bu üç kademesinden birindedir. Bakara-269’da da hikmet verilen bir kişiden bahsediliyor ki bu aslında Allahû Tealâ’nın irşada memur ve mezun kıldığı bir velî mürşittir. Kişinin hikmet sahibi âlimi mutlaka sorması ve ona tâbî olması gerekir.
İnsanla Allah arasında Allahû Tealâ’nın dizayn ettiği 28 basamaklık İslâm’ın yükselme ve yücelme merdiveni vardır. Allah’ın üfürdüğü ruh Allah’a aittir ve emr âlemindeki Sıratı Mustakîm üzerinden bir yolculuk yapar. 7 tane gök katı yükseldikten sonra 7 âlem geçerek yoklukta Allah’ın Zat’ına ulaşır. Allah’ın Zat’ında yol biter. Ruhun hidayeti yükselme basamaklarını oluşturur ama yol bitmesine rağmen kemâlât burada tamamlanmaz. İnsanla Allah arasındaki İslâm merdiveni yücelme basamaklarını da ihtiva eder. 7 tane yücelme basamağı, velâyet kademesi vardır. Kişinin bunları bir bir aşması gerekir. En sonunda kişi velâyet basamaklarının sonuncusu olan salâh makamına ulaşır. Bu makamda Allahû Tealâ kişiye Zat’ını gösterir. Allah’ın Zat’ını gören kişi Rabbimiz tarafından irşada memur ve mezun kılınır. İrşada memur ve mezun kılınan kişi hikmet sahibi bir âlimdir; Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hadîs-i şerifinde kendisinden sonra geleceğini söylediği kişilerden biridir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) kendisinden sonra nebî gelmeyeceğini ifade etmiştir çünkü Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) Hatem’ul Enbiyâ’dır. Ahzâb Suresinin 40. âyet-i kerimesinde bu konu ifade edilmiştir:

33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyin(nebiyyine), ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusu). Allah, herşeyi  en iyi bilendir.
    
Bu âyet-i kerimeden anlaşılıyor ki nebîlerin sonuncusu olan Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra nebî gelmeyecektir. Buna karşın insanlar başıboş da bırakılmamıştır.  Hepsinin hedefi Zâriyât Suresinin 56. âyet-i kerimesinde zikredildiği gibi Allah’a kul olmaktır:

51/ZÂRİYÂT-56: Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûn(ya'budûni).
Ve Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım.

Abd olabilmek için de mutlaka velî mürşidin, resûlün ve devrin imamının varolması söz konusudur. Nahl Suresinin 36. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ, insanların taguttan içtinap etmesinin ve Allah’a kul olmasının ancak Allah tarafından vazifeli kılınan resûllerin gelmesiyle mümkün olduğunu ifade buyurmaktadır:

16/NAHL-36: Ve le kad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâleh(dalâletu), fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını, (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri) Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).

Üç vücut ve serbest iradenin sahibi kişinin akîl-bâliğ olduğu noktadan itibaren Allah’ın varlığını idrak etmesi mümkündür ama kişinin Allah’a ulaşabilmesi bir dış vasıtaya bağlıdır. Allah’ın tayin ettiği bir rehber, velî mürşid olmadan hiç kimsenin hedefine ulaşabilmesi; ruhunu Allah’ın Zat’ına ulaştırabilmesi mümkün değildir.
Nasıl 14 asır evvel cahiliyye dönemini yaşayan sahâbe Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in tebliğine muhatap olduktan sonra Allah’a ulaşmayı dilediyse ve hepsi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’e biat ederek hidayete erdilerse günümüzde de bu örneğin aynı şekilde gerçekleşmesi gerekir.
Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) âhir zamanda geleceğini bize müjdelediği Mehdi (A.S) hakkındaki bir hadîsinde şöyle buyuruyor: “Ben nasıl vahiy üzerine mücadele verdiysem O da benim sünnetimin üzerine mücadele verir. Benimle insanlar nasıl şirkten kurtuldularsa O’nunla da fitneden kurtulacaklardır.”
Hadîs-i şerif şu anlama gelmektedir: “O da benim gibi devrin imamıdır, bu görevi vekâleten yapmaktadır. Ben nasıl Kur’ân, vahiy üzerine mücadele verdiysem O da benim sünnetim üzerine yani Kur’ân, vahiy üzerine mücadele vermeyi gerçekleştirecek. Benimle insanlar nasıl şirkten kurtuldularsa O’nunla da fitneden yani gizli şirkten kurtulacaklardır.”

ü  Hak Mü’minler ve Hak Mü’min Olmayanlar

Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in başka hadîslerde dile getirdiği Duhân Fitnesi aslında muhtevasında gizli şirkin yer aldığı bir fitneyi ifade eder. Günümüzde bu fitne gerçekten bütün insanları sarmış durumdadır. Duhân Suresine baktığımızda Rabbimizin bizlere bu konuda verdiği mesajları açıkça görebiliriz:

44/DUHÂN-10: Fertekib yevme te’tîs semâu bi duhânin mubîn(mubînin).
Artık göğün, apaçık duman (fitne) getireceği günü gözle.
44/DUHÂN-11: Yagşân nâs(nâse), hâzâ azâbun elîm(elîmun).
(O fitne ki) insanları (insanların büyük kısmını) sarmıştır. İşte bu, elîm bir azaptır.

Azabın varolabilmesi için kişinin nefsine uyarak şer işlemesi, devamlı nefsinin emirlerine tâbî olması gereklidir. “(O fitne ki) insanları (insanların büyük kısmını) sarmıştır. İşte bu, elîm bir azaptır.” ifadesindeki kişi belli ki şirktedir. Şirkte olduğunu âyet-i kerimenin devamından anlıyoruz:

44/DUHÂN-12: Rabbenekşif annel azâbe innâ mû’minûn(mû’minûne).
Rabbimiz, azabı bizden kaldır. Muhakkak ki biz, mü’minleriz.

Hak mü’minler için aslında bir azap söz konusu değildir ama buradaki mü’minleri azabın kuşatmış olduğunu görüyoruz. O zaman Kur’ân-ı Kerim’de hak mü’minler ve hak mü’min olmayanlar diye iki grup mü’min olduğunu söyleyebiliriz. Eğer kişi sadece Allah’a inancı itibariyle mü’min olduğunu zannediyor ve İslâm’ın 5 şartını yerine getiriyorsa o kişi gizli şirktedir. Gizli şirkte olması nedeniyle de fitnenin içerisindedir.
14 asıl evvel Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile hem açık şirkin kapısı kapanmıştır hem de sahâbe Allah’a ulaşmayı diledikleri için Zumer Suresinin 17. âyet-i kerimesine göre gizli şirkten ve de şeytana kul olmaktan kendilerini kurtarmışlardır.

39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi).
Ve onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler (kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!

Sahâbeden sonra günümüz dîn tatbikâtına baktığımızda ise şeytanın çok çalışıp her yolu denediğini ve İslâm âlemini İslâm’ın 5 şartına bağladığını görmekteyiz. Herkes dîni İslâm’ı 5 şartından ibaret zannediyor. Halbuki İslâm’ın 5 şartı hiç kimseyi gizli şirkten kurtaramaz çünkü muhtevasında kalben Allah’a ulaşmayı dilemek yoktur. Bu sebeple sadece İslâm’ın 5 şartına riayet eden bu kişinin gizli şirkte olduğunu biliyoruz.
Öyleyse “Rabbimiz bizden bu azabı kaldır. Biz mü’minleriz.” (Duhân 12) dediklerine göre hak olmayan bu mü’minler gizli şirkte olanlardır. Kalben Allah’a ulaşmayı dilememişlerdir. Kalben Allah’a ulaşmayı dilemiş olsalardı hak mü’min olacaklardı ve azap kendilerini sarmayacaktı. Enfâl Suresinin 29. âyet-i kerimesinde hak mü’minlerden olabilmenin olmazsa olmaz şartını Allahû Tealâ şöyle ifade etmektedir:

8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.

Âyet-i kerimenin başında âmenû olanların henüz takva sahibi olmadığı belirtiliyor. Takva sahibi olmak ne sağlar? Takva sahibi olmak kişiyi açık ve gizli şirkten berî kılar. Allahû Tealâ bu konuyu Rum Suresinin 31.âyet-î kerimesinde şöyle açıklıyor:

30/RÛM-31: Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel muşrikîn(muşrikîne).
O’na (Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve takva sahibi olun. Ve namazı ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.

Âyet-i kerimenin son bölümünden takva sahiplerinin müşrik olmadığını yani şirkin içinde bulunmadığını anlıyoruz. Allahû Tealâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de takva kavramıyla anlattığı herkes kesinlikle açık ve gizli şirkten berîdir. Buna karşın, her âmenû olan kişi açık ve gizli şirkten berî değildir. Bu açıdan mü’minleri iki gruba ayırabiliriz: Birinci grup, kalben Allah’a ulaşmayı dileyen hak mü’minler; onlar gizli ve açık şirkten berîdirler. İkinci grup, henüz kalben Allah’a ulaşmayı dilememiş, İslâm’ın 5 şartına bağlanan, Allah’a inanan, hak olmayan mü’minler; onlar gizli şirkten berî değildir. Görüyoruz ki henüz Allah’a ulaşmayı dilememiş kişiler hem gizli şirkten hem de azaptan kurtulamamaktadır.
Günümüz dîn tatbikatına baktığımızda öğretilenlerin Kur’ân’a dayalı olmadığını görüyoruz. İnsanlar dînlerini Kur’ân-ı Kerim’den değil de sonradan Kur’ân’ın yerine ikame edilen el yazması kitaplardan öğrendikleri için tamamen zanlara dayalı bir dîn tatbikatı ile karşı karşıyayız. Böyle bir geleneksel dîn tatbikatıyla kimsenin kurtuluşa ulaşabilmesi mümkün değildir. Kurtuluşun olmazsa olmaz şartı Kur’ân’a dayalı dîni öğrenmektir. Allahû Tealâ dînin yegâne kaynağının Kur’ân olduğunu beyan buyuruyor. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) veda hutbesinde bütün insanlığa hitap ederek gerekli mesajı vermiştir: “Ben size Allah’ın Kitabı’nı ve sünnetimi bırakıyorum.” Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sünnetinin de vahiy olduğunu şu hadisten anlıyoruz: “Ben nasıl vahiy üzerine mücadele verdiysem O’da Benim sünnetimin üzerine mücadele verir.” Her devirde Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sünnetini A’dan Z’ye kadar hayata geçiren -bir başka hadîs-i şerifte beyan edildiği gibi- ehl-i beyttir. 
Şu anda Devrin İmamı, Allah’ın yeryüzündeki halifesi; Mehdi (A.S) ehl-i beyttendir, evlâd-ı resûldür ve hadîs-i şerifte zikredildiği gibi Hz. Hasan (A.S) soyundan gelmektedir. Aynı zamanda baba tarafından da soyu kesinlikle Hz. Hüseyin (A.S)’a dayanmaktadır.
Hz. İbrâhîm’in iki oğlu olan Hz. İsmail (A.S)  ve Hz. İshak (A.S)’a baktığımızda Hz. İsmail (A.S)’dan gelen soyun Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V)’de, Hz. İshak (A.S)’tan gelen soyun da Hz. İsa (A.S)’da noktalandığını görüyoruz. Böylece Hz. İbrâhîm (A.S)’ın iki oğlundan gelen soy, âhir zamanda Devrin İmamı Mehdi (A.S)’da birleşmektedir.
Dînlerin birleşmesi de âhir zamanda Devrin İmamı Mehdi (A.S) önderliğinde bu şekilde gerçekleşecektir. İster Tevrat’a, ister İncil’e, ister Kur’ân-ı Kerim’e bakalım her üçünün de Allah’ın kelâmı olduğunu ve insanlar için 7 safha 4 teslimden oluşan hanif dîninin bütününü içeren vahiy kaynakları olduklarını görürüz. Gelecekte Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar elbette kendi kitaplarından 7 safha 4 teslimi öğrenecektir. Bunlar ayrı ayrı kitaplar olmasına rağmen ayrı ayrı dînler değildir; üçü de babamız İbrâhîm’in hanif dînidir. Arapça adı da “İslâm” dır. Dînler birleşip herkes aynı dîni yaşayınca âhir zamanda elbette bir asr-ı saadet yaşanacaktır. Bu asr-ı saadet Allahû Tealâ’nın Saff Suresinin 8. âyet-i kerimesinde beyan ettiği şekliyle Allah’ın nurunu tamamlamasıdır.

61/SAFF-8: Yurîdûne li yutfiû nûrallâhi bi efvâhihim vallâhu mutimmu nûrihî ve lev kerihel kâfirûn(kâfirûne).
Onlar, ağızları ile Allah’ın nurunu söndürmeyi istiyorlar. Ve Allah, kâfirler kerih görseler bile nurunu tamamlayacak olandır.

İslam dîni 7 safha 4 teslimden oluşmaktadır. 1. safha basit bir dilekten ibarettir. Bu dilek kalben Allah’a ulaşmayı dilemektir. Allahû Tealâ’nın da bu dilek karşılığında verdiği söz gereğince kişiye 3. kat cenneti ve dünya saadetinin yarısını ikram etmesini kapsar. Allah’a ulaşmayı dilediğiniz an Allah’ın verdiği söz gereğince 7 tane furkanı Allah’tan almanız ve daha sonra 10. ihsanda Allah’ın sizi nura ulaştırması söz konusudur. 11. basamakta kişinin geldiği aşamayı Zumer Suresinin 22. âyet-i kerimesine baktığımızda net olarak görebiliriz:

39/ZUMER-22: E fe men şerehallâhu sadrehu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbih(rabbihi), fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâh(zikrillâhi), ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Allah kimin göğsünü İslâm için (Allah’a teslim için) yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi? Allah’ın zikrinden kalpleri kasiyet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler.

Başlangıç noktasında herkes kalbi zifirî karanlıklar içerisinde dünya hayatına gelir ama tebliğe muhatap olup da Allah’a ulaşmayı dilediği an Allah o kişiyi nuruna ulaştırır. Ardından kişinin perşembeyi cumaya bağlayan gece hacet namazı kılıp mürşidini Allah’tan sorması gerekir. Sorduğu zaman mutlaka Allahû Tealâ’nın hikmet sahibi kıldığı bir âlimi o kişiye göstermesi söz konusudur. Sonuçta Allah kişiyi mürşidine ulaştırır. Her kim ihsanla mürşidine tâbî olursa o kişi kesinlikle Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bu hâdiste zikrettiği emrini yerine getirmiştir. Hadîs-i şerifte zikredilen, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra gelen imam bir âlimdir veya yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Ona tâbî olduğu zaman o kişinin başının üzerine devrin imamının ruhu (halifenin ruhu) gelip yerleşir. Bu durumda Allah mutlakla kişiye vasıta emirlerini sevdirir ve 7 kademede nefs tezkiyesini yaptırır. Kişi emmare, levvame, mülhime, mutmainne, radiye, mardiyye ve tezkiye kademelerini bir bir geçer. Her tezkiye kademesinde yaptığı zikir artışlarıyla nefsinin kalbine %49 oranında fazıllar gelip yerleşir. Bu fazılların miktarı kadar kalpteki karanlıklar azalır.
Nefsin manevî kalbinde %100 karanlık varken fizik vücut %100 şeytanın emirlerine itaat etmektedir. Nefs tezkiyesini gerçekleştiren kişi artık şeytanın emirlerine itaatten %51 oranında kurtulmuştur; şeytan sadece %49 oranında kişiye tesir edebilir. Diğer bir ifadeyle kişi %51 oranında Allah’ın emirlerine itaat edecek, yasak ettiği şeyleri işlemeyecek demektir.
Allahû Tealâ’nın bizden istediği şey %100 Allah’ın emirlerine itaat etmemiz ve yasak ettiği fillerin hiç birini işlemememizdir. Fizik vücut açısından doğru düşünme alışkanlığının kazanılmasıyla bütün emirlere itaat edilir, yasak olan fiiller hiç işlenmez. Nefs açısından ancak daimî zikirle mümkündür. Ruh Allah’ın Zat’ına ulaştıktan sonraki noktadan itibaren kişi tekrar şeytanla karşı karşıya gelir. Şeytanı yenebilmesi için zikrini günbegün artırması gerekir.

ü  Gerçek Zâhid Kimdir?

Kişi zikir artışlarına paralel Fenâ ve Beka kademelerini geçerek zahidlerden olacaktır. El yazması kitaplardaki kaynaklara bakarsanız zahid bir lokma-bir hırka misali yaşayan insanlardır. Bu tarif kesinlikle doğru değildir. Kur’ân-ı Kerim’de zühd tamamıyla zikir esasına dayalı olarak tarif edilmiştir. Zahidler Allah’ı çok zikredenlerdir. 24 saatlik zaman dilimi içerisinde 12 saat ve daha fazlasını zikirle geçirebilen herkes zahidlerdendir. Dolayısıyla zahidlerden olabilmek için ermiş evliya olduktan sonra gün ve gün zikrimizi artırmamız lâzım. Allahû Tealâ’nın emri zühd kademesine ulaşmamızdır.
Bundan sonraki kademe Muhsinler kademesidir, fizik vücudun Allah’a teslimini ihtiva eder. Nefsin manevî kalbinin zikirle %91 nurlanması halinde o kişi muhsinlerden olur ve fizik vücudunu da Allah’a teslim eder. Fizik vücudun Allah’a tesliminde, nefsin manevî kalbinde %9’luk bir karanlık söz konusudur, afetler vardır ama afetlerden kaynaklanan talepleri artık akıl yerine getirmemektedir.
Her olayda aklın iki müşaviri vardır; biri nefs, diğeri ruhtur. Bu kademede akıl sadece İlm’el yakîn olmamıştır aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim’in ilk 4 ruhuna da vâkıf olmuştur. Bu sayede şuurlanmıştır. Sahip olduğu şuurla akıl kendisine ulaşan ruhun ve nefsin taleplerini mukayese ettiğinde hiçbir zaman nefsin talebini yerine getirmeyecektir ki zaten bunu yapabildiği için kişi muhsinlerden olmuştur. Muhsinlerden olmak afetlerin varlığına rağmen o kişinin Allah’ın bütün emirlerine itaat etmesi ve yasak ettiği fiileri de hiç işlememesi demektir. Allahû Tealâ bu konuyu Âli İmrân Suresinin 134. âyet-i kerimesinde şöyle açıklamaktadır:

3/ÂLİ İMRÂN-134: Ellezîne yunfikûne fîs serrâi ved darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).
Onlar (muttekiler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infak ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve Allah, muhsinleri sever.

Âyet-i kerimede öfke afeti olmasına rağmen öfkesini yutan kişi fizik vücudunu teslim etmiş bir insandır, insanları affeder ve afetlerin taleplerine dayalı bir fiil işlemiyor demektir. Fizik vücudunu Allah’a teslim eden bu insan sadece öfke afetine değil diğer afetlere de rağbet etmez. Doğru düşünme alışkanlığına sahip olduğu için nefsinden gelen bütün talepleri geri iter. Sadece ruhun talebine dayalı olarak bir hayat yaşar.
Bundan sonra asıl hedef nefsin Allah’a teslimidir ki bu ancak daimî zikirle gerçekleşir. Bunun mânâsı artık nefsin manevî kalbinde hiçbir afetin kalmamasıdır. Afetlerin yerine 19 tane faziletin, diğer bir ifadeyle ruhun hasletlerinin fazilet olarak gelip kalbe yerleşmesi anlamını taşır. Allahû Tealâ’nın bütün insanlardan ulaşmalarını istediği asıl hedef budur çünkü daimî zikre ulaşan bir insanın artık geri dönüşü mümkün değildir.
Kim daimî zikre ulaşır ve kalbi 7 kademede müzeyyen olursa Allahû Tealâ da o kişiyi mutlaka Tövbe-i Nasuh’a çağırır. Tövbe-i Nasuh’a davet edilen kişiye Allahû Tealâ İhlâs makamında 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. gök katlarında olup bitenleri gösterir ve bu kişi muhlislerden olur. Muhlis, Tövbe-i Nasuh davetine mazhar olmuş, Allahû Tealâ’nın 7 tane gök katını ve 7 âlemde olup bitenleri kendisine gösterdiği, kalbi 14 kademe müzeyyen olan kişidir.
Nefsin manevî kalbi Ulûl’elbab makamında 7 kademe müzeyyen olurken İhlâs makamında 14 kademe müzeyyen olur.

ü  Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Vârisleri Kimlerdir?

Salâh kademesinde iradesini de Allah’a teslim eden kişi, hâdis-i şerifte zikredildiği gibi hikmet sahibi bir âlim olur, o kişi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in vârislerinden olur. O kişi eğer kavim resûlü ise ve seçilmişse o zaman da vekâleten devrin imamıdır; Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.
Sonuç olarak çok net bir tabloya ulaşmaktayız. Bu tabloda karşımıza şu çıkmaktadır:   Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in vârisi olan âlimler Allah’ın velî mürşidleridir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in vârisleri olan yeryüzündeki halife de vekâleten devrin imamıdır ki bu hadîs kitaplarında net olarak yer almıştır.
Açıklamış olduğumuz hadîs-i şerifin gereği bugün yaşanmamaktadır. Yaşamak isteyen kişinin perşembeyi cumaya bağlayan gece hacet namazı kılarak devrin imamını sorması gerekir çünkü Peygamber Efendimiz (S.A.V) başka bir hadîs-i şerifte diyor ki: “Size ruh verenler gelecek. Onları arayın bulun.” Ruh verenler her devirde hayy olan devrin imamlarıdır.



Hadîs-i şerifte: “Kim bana itaat ederse muhakkak ki o; Allah’a itaat etmiştir. Kim bana isyan ederse o; Allah’a isyan etmiştir. Her kim imama, kâmil mürşide veya devrin imamına itaat ederse muhakkak ki; bana itaat etmiş olur.  Her kim imama isyan ederse o da bana isyan etmiş olur.” buyrulmuştur. (K: İbni Mâce, 8.cilt  2589 no’lu hadîs)
Nisâ Suresinin 80. âyet-i kerimesinde aynı hakikat Allah'ın kelâmıyla bir kere daha zikredilmiştir:

4/NİSÂ-80: Men yutiır resûle fe kad atâallâh(atâallâhe), ve men tevellâ fe mâ erselnâke aleyhim hafîzâ(hafîzen).
Kim Resûl'e itaat ederse, böylece andolsun ki Allah'a itaat etmiş olur. Ve kim yüz çevirirse, o taktirde Biz seni, onların üzerine muhafız olarak göndermedik.

ü  Nübüvvet Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le Son Bulmuştur!

Kendisine itaat edilmesi işaret edilen resûl, Allahû Tealâ’nın bütün kavimler için tayin ettiği, devrin imamı olan resûldür. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) için Allahû Tealâ şöyle buyurmaktadır:

21/ENBİYÂ-107: Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn(âlemîne).
Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.

“Âlemlere rahmet olarak gönderdik” ifadesine göre, asâleten devrin imamı olan Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) bütün âlemler için, her kavim için vazifeli olan resûldür. Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’den sonra nebî gelmeyecektir. Ahzâb Suresinin 40. âyet-i kerimesi bu hakikati dile getirmektedir:

33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyin(nebiyyine), ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusu). Allah, herşeyi en iyi bilendir.

ü  Resûller Her Zaman Parçasında Vardır!

Nübüvvet Resûlullah (S.A.V) Efendimiz’le sona ermiştir ama risalet kıyâmet gününe kadar devam edecektir. Her kavimde, o kavmin ana lisanıyla Allah'ın âyetlerini tilâvet eden veli resûllerin varlığı Kur’ân-ı Kerim’de zikredilmektedir.

16/NAHL-36: Ve le kad beasnâ fî kulli ummetin resûlen eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men hakkat aleyhid dalâleh(dalâletu), fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin) içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını, (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri) Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).

Başlangıç noktasında bütün insanlar dalâlet standartları içinde hayata başladıklarına göre doğal olarak şeytanın kuludurlar. Ancak Allahû Tealâ insanları şeytanın kulu olmaları için yaratmamıştır. Resûlullah (S.A.V) Efendimiz’in hadîsinde beyan ettiği gibi; “Her doğan çocuk hanif fıtratıyla, İslâm fıtratıyla doğar.”  Hanif dîninin 3 özelliği vardır: 1) Vahdet, 2) Tevhid, 3) Teslim.
Ehl-i kitap olan Yahudiler, Hristiyanların büyük bir kısmı ve Müslümanlar vahdet akidesine; Allah'ın tekliğine îmân ederler. Ancak tevhid akidesi bozulmuş, insanlar dînde fırkalara ayrılmışlardır. Tevhid akidesi yerli yerine oturmayınca teslimin gerçekleşmesi mümkün değildir. Küçük bir azınlık grubun dışında dînde fırkalara ayrılmış durumda olan bu insanlar Allah'ın dalâlette bıraktıklarıdır.
Allahû Tealâ insanları hanif fıtratıyla yarattığı için herkese hanif dînini yaşamalarını emreder. Ancak Allahû Tealâ cüz’i irade (serbest irade) verdiği kulunun iradesine karışmamaktadır, kimsenin de karışmasını istememektedir.
Öyleyse Allahû Tealâ katından gönderdiği kitaplarla ve âyetlerle, vazifeli kıldığı hidayetçilerle, resûllerle, serbest irade sahibi kuluna öğüt verecektir. Tebliğe muhatap olan kişi serbest iradesiyle Allah’a ulaşmayı dilerse;
-          Dalâletteyken hidayete erecek,
-          Şirkteyken takva sahibi olacak,
-          Küfürdeyken îmân sahibi olacak,
-          Fırkalara ayrılmış bir durumdayken tevhid standartları içerisinde olacaktır.

ü  Her Devirde Devrin İmamı Vardır!

Her kavmin içerisinde, o kavmin ana lisanıyla Allah’ın âyetlerini tilavet eden velî resûller her zaman vardır:

23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin) gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar. Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.

Allahû Tealâ her kavimdeki resûllerin içerisinden bir tanesini vekâleten devrin imamı olarak seçmektedir. Hadîs-i şerifte zikredilen: “Bana itaat eden Allah'a itaat etmiştir. Bana isyan eden Allah'a isyan etmiştir.” ifadesi Resûlullah (S.A.V)’in olmadığı dönemlerde, onun mirasını devralan imamlar için söz konusudur. Nitekim Resûlullah (S.A.V) Efendimiz hadîste buyuruyor ki: “Her kim imama itaat ederse bana itaat etmiştir. Her kim imama isyan ederse muhakkak ki; bana isyan etmiştir.” Hiçbir zaman parçası yoktur ki devrin imamı olmasın. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (S.A.V) konunun önemine binaen bir başka hadîs-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “Size ruh verenler gelecek. Onları arayın bulun. Kim zamanın imamına arif olmazsa o cahiliyye standartlarıyla ölür.”
Öyleyse günümüzde de devrin imamı vardır. Allah'ın hanif dînini yaşamak isteyen herkesin mutlaka devrin imamına arif olması gerekir. Devrin imamına arif olmak için şart, Allah'a ulaşmayı dilemektir. Çünkü devrin imamı, hidayete erdirendir. Hidayet, insan ruhunun dünya hayatında Allah'a ulaşmasıdır. Kişi mürşidine tâbî olduğu taktirde Allahû Tealâ, devrin imamının ruhunu bir ni’met olarak o kişinin başının üzerine ulaştıracaktır.
Öyleyse hadîs-i şerifle Kur'ân âyetleri birbiriyle %100 örtüşmektedir. İtaat Allah'ın kesin emridir. Bu konuda Allahû Tealâ şöyle buyurmaktadır:

3/ÂLİ İMRÂN-131: Vettekûn nârelletî uiddet lil kâfirîn(kâfirîne).
Ve kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten sakının.
3/ÂLİ İMRÂN-132: Ve atîûllâhe ver resûle leallekum turhamûn(turhamûne).
Ve Allah'a ve Resûl'e itaat edin, umulur ki böylece siz rahmet olunursunuz.

ü  Allah'a Giden Yol, Allah'a ve Resûl’üne İtaatten Geçer

Resûl Allah'ın âyetleriyle insanları Allah'a davet eder. Davete icabet eden kişi Allah ve resûlüne itaat etmiştir. Davete icabet etmeyen insan Allah ve resûlüne asi olmuştur. Hadîs-i şerifteki “imama isyan” Allah'a ulaşmayı dilememekle gerçekleşir.
Tevhidin olmazsa olmaz şartı Allah'a ulaşmayı dilemektir. Ne yazık ki günümüzde insanların çok büyük bir kısmı dînde fırkalara ayrılmış, Allah’ın hanif dîninden, tevhidden sapmış durumdalardır.
Allahû Tealâ en şerefli varlık olarak yarattığı insana ruhundan üfürmüştür. Allah’ın ruhu başka hiçbir varlıkta yoktur:

32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh(efidete), kalîlen mâ teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar (görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.

Allah bizim için emanet olan üfürdüğü ruhu, dünya hayatında, sahibi olan Allah'a iade etmemizi (ulaştırmamızı) emretmektedir. İnsan başıboş bırakılmamıştır. Allahû Tealâ hidayeti gerçekleştirmek üzere katından hidayetçileri ve şeriat kitaplarını göndermiştir. Bize düşen; Allah'ın temel emrine uyarak Allah'a ulaşmayı dilemek ve Allah'ın bizdeki emanetini hayattayken Allah’a teslim etmektir. Bu da Allah ve resûlüne itaatle mümkündür.

ü  ‘Allah’ın Amellerimizden Bir Şey Eksiltmemesi’ Ne Demektir?

Fırkayı Naciye; Allah ve resûlüne itaatle ulaşılan Sıratı Mustakîm’in üzerinde bulunanlardır. Allah'ın temel emri itaati gerçekleştirmektir. Allahû Tealâ: “Allah ve resûlüne itaat ederseniz amellerinizden bir şey eksiltmez.” buyurmaktadır:

49/HUCURÂT-14: Kâletil a’râbu âmennâ, kul lem tû’minû ve lâkin kûlû eslemnâ ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum, ve in tutîûllâhe ve resûlehu lâ yelitkum min a’mâlikum şey’â(şey’en), innallâhe gafûrun rahîm(rahîmun).
Araplar: “Biz âmenû olduk.” dediler. (Onlara) de ki: “Siz âmenû olmadınız (Allah’a ulaşmayı dilemediniz). Fakat: “Teslim olduk.” deyin. Kalplerinize (içine) îmân girmedi. Ve eğer Allah’a ve O’nun Resûlü’ne itaat ederseniz (Allah’a ulaşmayı dilerseniz), amellerinizden bir şey eksiltmez. Muhakkak ki Allah; Gafur’dur, Rahîm’dir.”

Allah'a ulaşmayı kalben dilediğiniz an Allahû Tealâ bu talebi kimin kalbinde görürse derhal Rahmân esmasıyla tecelli eder. Enfâl-29’a göre Allahû Tealâ o kişiye peş peşe 7 tane furkan verir, daha sonra 12 tane ihsana tamamlar. Allahû Tealâ, 12 tane ihsanla huşû sahibi olan kişiye mürşidini gösterdikten sonra, eğer kişi tâbiiyetini gerçekleştirse, Allah’tan 7 tane de ni’met alır:

8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.

Allah’ın verdiği 7 ni’metten bir tanesi kişinin o güne kadar işlemiş olduğu bütün günahların sevaba çevrilmesidir ki, artık onun için bir kayıp söz konusu değildir. Allahû Tealâ âyet-i kerimede bunu açıkça beyan etmektedir. Kendi hevanıza tâbî olarak şeytanın da negatif tesiriyle işlediğiniz şerlerin oluşturduğu bütün günahlarınızı Allahû Tealâ sevaba çevirir.
Allahû Tealâ başlangıçta bizim için %51 oranındaki nur birikimini ifade eden nefs tezkiyesini ikram eder. Nefs-i Emmare, Nefs-i Levvame, Nefs-i Mülhime, Nefs-i Mutmainne, Nefs-i Radiye, Nefs-i Mardiyye, Nefs-i Tezkiye kademelerini Allah'ın ikramıyla geçeriz. Tezkiyeye paralel olarak Allahû Tealâ bizdeki emanet olan ruhunu da Kendisine ulaştırır; 3. kat cennet ve dünya saadetinin yarısını bir dilek karşılığında hibe eder. 
Allahû Tealâ’nın sözü buraya kadardır. Daha sonra Allahû Tealâ bu kişiden, kendini zarar ve ziyana uğratan nefsinin ıslah edilmesini ister.
Bundan öteye gidip fizik vücut teslimini de gerçekleştirmek isteyen kişi, gayreti oranında Allah’tan yardım alır. Fizik vücut teslimi bir dik yokuştur. Ruhun teslimi 3 saatlik bir zikirle gerçekleşirken, fizik vücut teslimini gerçekleştirmek isteyen kişi zikrini 18 saate çıkarmak durumundadır.
Fizik vücudun tesliminde sağlam bir îmân ve özellikle de azîm gereklidir. Buraya kadar, verdiği söz gereğince Allah’ın nusretini alan kişinin, bundan sonra da kendisine Allah’ı vekil tayin ederek, azim ve gayreti nisbetinde Allah’tan yardım alacağına îmân etmesi gerekir. Bu şekilde îmân eden kişiyi Allahû Tealâ, sağ kaldığı süre içerisinde mutlaka bu hedefe ulaştıracaktır.
Kişi, velâyet kademelerinden Muhsinler Makamı’na ulaştığı zaman kalbindeki zikir artışıyla kalbinde %91 oranında aydınlanma oluşur ve bunun karşılığında Allahû Tealâ o kişiye 4. kat cenneti ihsan eder. O kişi fizik vücudunu Allah'a teslim ettiği noktadan itibaren Allahû Tealâ’nın bütün emirlerine itaat eden, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir yapıya ulaşacaktır.
Hanif dîni 7 safha ve 4 teslimden oluşur. Ruhun ve fizik vücudun tesliminden başka iki teslim daha vardır; nefsin ve iradenin de teslimi. Nefsin teslimi daimî (24 saat) zikri gerektirir. Allah'a ve resûlüne en üst seviyede itaati gerçekleştiren kişinin kayıpları artık hemen hemen minumuma inmiştir. Halen nefsinin manevî kalbinde afetler vardır, ama akıl o afetlerden kaynaklanan talepleri artık dikkate almaz. Bu sebeple kazançlar günbegün artar ve çok kısa bir zaman dilimi içerisinde, kişi o azîmle yoluna devam ederse, Allahû Tealâ ona daimî zikri de nasip kılacaktır.

2/BAKARA-269: Yu’til hikmete men yeşâu, ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ(kesîren), ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse böylece ona çok hayır verilmiştir, ulûl’elbabtan başkası tezekkür edemez.

İşte Allahû Tealâ bu dizayn içerisinde o kişiyi hikmet sahibi kılar. Daimî zikre ulaştırır. Bunların ötesinde iradenin teslimi vardır. İhlâsa ulaştıktan sonra Salâhın ilk 4 kademesinde Allahû Tealâ, kalbimizi 4 kademe daha müzeyyen kılar ve iradenin teslimi gerçekleşir. Son bir kademe daha vardır: O kişiye Allahû Tealâ Zat’ını gösterdikten sonra onu irşada memur ve mezun kılar. Bu noktada kişi, Allah ve resûlüne en üst seviyede itaat eder. Nisâ Suresinin 69. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:

4/NİSÂ-69: Ve men yutiıllâhe ver resûle fe ulâike meallezîne en’amellâhu aleyhim minen nebiyyîne ves sıddîkîne veş şuhedâi ves sâlihîn(sâlihîne), ve hasune ulâike refîkâ(refîkan).
Ve kim, Allah'a ve Resûl'e itaat ederse, o taktirde işte onlar, Allah'ın kendilerine ni'met verdiği nebîlerle (peygamberlerle) ve sıddîklerle ve şehitlerle ve salihlerle beraberdirler. Ve işte onlar ne güzel arkadaştır.

Öyleyse; herkes için asıl hedef burasıdır. Çünkü Allahû Tealâ’nın insan için vadettiği ahiret ve dünya saadetinin son aşamasına, mutluluğun şahikasına ulaşmak bu 7 safha ve 4 teslimi yaşamakla mümkündür.







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.