28. BASAMAK – 7. SAFHA;
SALÂH MAKAMI – İRADENİN ALLAH’A TESLİMİ
“Benden Sonra Nebî Gelmeyecek. Âlimler
Gelecek; Halifeler Gelecek. Onlara Tâbî Olan Bana Tâbî, Olur. Onlara Asi Olan
Bana Asi Olur.”
|
Nebîler
Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) Allah’ın tasarrufundaydı. Allahû Tealâ’nın tasarrufunda
olan Peygamber Efendimiz (S.A.V) sadece vahye tâbî idi. Bu vahyin dışında bir
şeyi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in söylemiş olması mümkün değildir.
53/NECM-2: Mâ dalle sâhıbukum ve mâ gavâ.
Sahibiniz dalâlete düşmedi ve azmadı.
53/NECM-3:
Ve mâ yentıku anil hevâ.
Ve
o, hevasından (kendiliğinden) konuşmaz
Bu âyet-i kerimelerin
ışığında hadîslerin de vahiy olduğunu bilmemiz lâzımdır. Vahyin vahye uymaması
mümkün değildir. Hadîsler vahiyse bu vahiy olan hadîslerin Kur’ân âyetlerine
%100 uyması söz konusudur çünkü Allahû
Tealâ Nisâ Suresinin 82. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
4/NİSÂ-82:
E fe lâ yetedebberûnel kur’ân(kur’âne) ve lev kâne min indi gayrillâhi le
vecedû fîhihtilâfen kesîrâ(kesîran).
Onlar
hâlâ Kur'ân'ı tedebbür etmezler (düşünmezler) mi? Ve eğer Allah'tan başkasının
katından olsaydı, onun içinde mutlaka pek çok ihtilâf bulurlardı.
Kur’ân-ı Kerim’in her
âyet-i kerimesi vahiydir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Allah’ın tasarrufunda
olması hasebiyle söylediği hadîsler de vahiydir. Vahiy olan hadîslerin de
Kur’ân-ı Kerim’e %100 uyması gerekir. Bu sebeple birisi size
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den bir hadîs söylerse mutlaka Kur’ân-ı Kerim’le
karşılaştırın. Kur’ân-ı Kerim’e uymadığı takdirde onun mevzu hadîs olduğunu söyleyin.
Günümüz İslâm tatbikatına
baktığımız zaman İslâm’ın 5 şartının bir hadîse dayandırıldığını görüyoruz.
Bunun yanında, bu hadîsi Kur’ân-ı Kerim’le karşılaştırdığımızda ise Kur’ân-ı
Kerim’e uymadığı ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar İslâm’ın 5 şartı vasıta emirlerin
bir kısmını ifade etse de eksik olması nedeniyle doğru değildir. Bunun nedeni
Kur’ân’ın bütününü kapsamamasıdır.
Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de
Allahû Tealâ, Allah’a ulaşma dileğini bize farz kılmasına rağmen İslâm’ın 5
şartı içinde Allah’a ulaşmayı dilemek yer almamaktadır. Ve yine İslâm’ın 5
şartı içinde tâbiiyet yer almıyor ama konumuz olan hadîs-i şerifte Peygamber
Efendimiz (S.A.V) açıkça onu ifade ediyor: “Benden
sonra nebî gelmeyecek. Âlimler gelecek, halifeler gelecek. Onlara tâbî olan
bana tâbî olur. Onlara asî olan bana asî olur.” Eğer bu hadîs Kur’ân’ın
bütününe uyuyorsa ve günümüzde insanlar Allahû Tealâ’nın kendileri için tayin
ettiği mürşidi, âlimleri ve devrin imamı olan halifeyi sormuyor,
öğrenmiyorlarsa; o zaman Kur’ân’daki İslâm’ı yaşamıyorlar demektir. Her devirde
Peygamber Efedimiz (S.A.V)’in mirasını devralan halife ve o halifeye bağlı olan
Allahû Tealâ’nın irşada memur ve mezun kıldığı âlimler vardır. Hadîste de ifade
edildiği gibi, Kur’ân’daki İslâm’ı yaşayabilmek her devirde halifeye ve o
halifeye bağlı olan Allahû Tealâ’nın irşada memur ve mezun kıldığı âlimlere
tâbî olmakla mümkündür.
Peygamber Efedimiz
(S.A.V)’in bir başka hadîs-i şerifi âlimlerin kendisine tâbî olunan velî
mürşidler olduğunu ifade etmektedir: “Hikmet
sahibi âlimler hemen hemen fıkıh açısından nebîler gibidir.” Hikmete
ulaşabilmek için en alt seviyede daimî zikre ulaşmak gerekir. Öyleyse hikmet
sahibi âlim en alt seviyede daimî zikrin sahibidir. Ama Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’in ifade ettiği “hikmet sahibi âlim” aslında bir velî mürşittir çünkü
Rabbimiz Bakara Suresinin 269. âyet-i kerimesinde şöyle buyuruyor:
2/BAKARA-269:
Yu’til hikmete men yeşâu, ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran
kesîrâ(kesîren), ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
(Allah)
hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse böylece ona çok hayır
verilmiştir, ulûl’elbabtan başkası tezekkür edemez.
Hikmetin üç kademesi
vardır; 1. kademesi ulûl’elbab, 2. kademesi ihlâs ve 3. kademesi salâhtır.
Aslında hikmet verilen kişiler hikmetin bu üç kademesinden birindedir.
Bakara-269’da da hikmet verilen bir kişiden bahsediliyor ki bu aslında Allahû
Tealâ’nın irşada memur ve mezun kıldığı bir velî mürşittir. Kişinin hikmet
sahibi âlimi mutlaka sorması ve ona tâbî olması gerekir.
İnsanla Allah arasında
Allahû Tealâ’nın dizayn ettiği 28 basamaklık İslâm’ın yükselme ve yücelme
merdiveni vardır. Allah’ın üfürdüğü ruh Allah’a aittir ve emr âlemindeki Sıratı
Mustakîm üzerinden bir yolculuk yapar. 7 tane gök katı yükseldikten sonra 7
âlem geçerek yoklukta Allah’ın Zat’ına ulaşır. Allah’ın Zat’ında yol biter.
Ruhun hidayeti yükselme basamaklarını oluşturur ama yol bitmesine rağmen
kemâlât burada tamamlanmaz. İnsanla Allah arasındaki İslâm merdiveni yücelme
basamaklarını da ihtiva eder. 7 tane yücelme basamağı, velâyet kademesi vardır.
Kişinin bunları bir bir aşması gerekir. En sonunda kişi velâyet basamaklarının
sonuncusu olan salâh makamına ulaşır. Bu makamda Allahû Tealâ kişiye Zat’ını
gösterir. Allah’ın Zat’ını gören kişi Rabbimiz tarafından irşada memur ve mezun
kılınır. İrşada memur ve mezun kılınan kişi hikmet sahibi bir âlimdir;
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hadîs-i şerifinde kendisinden sonra geleceğini
söylediği kişilerden biridir. Peygamber Efendimiz (S.A.V) kendisinden sonra
nebî gelmeyeceğini ifade etmiştir çünkü Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz
(S.A.V) Hatem’ul Enbiyâ’dır. Ahzâb Suresinin 40. âyet-i kerimesinde bu konu
ifade edilmiştir:
33/AHZÂB-40:
Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen
nebiyyin(nebiyyine), ve kânallâhu bi kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed
(A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır (değildir). Fakat
Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir (Sonuncusu). Allah,
herşeyi en iyi bilendir.
Bu âyet-i kerimeden
anlaşılıyor ki nebîlerin sonuncusu olan Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra
nebî gelmeyecektir. Buna karşın insanlar başıboş da bırakılmamıştır. Hepsinin hedefi Zâriyât Suresinin 56. âyet-i
kerimesinde zikredildiği gibi Allah’a kul olmaktır:
51/ZÂRİYÂT-56:
Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûn(ya'budûni).
Ve
Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar
diye yarattım.
Abd olabilmek için de
mutlaka velî mürşidin, resûlün ve devrin imamının varolması söz konusudur. Nahl Suresinin 36. âyet-i kerimesinde
Allahû Tealâ, insanların taguttan içtinap etmesinin ve Allah’a kul olmasının
ancak Allah tarafından vazifeli kılınan resûllerin gelmesiyle mümkün olduğunu
ifade buyurmaktadır:
16/NAHL-36: Ve le kad beasnâ fî kulli ummetin resûlen
eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men
hakkat aleyhid dalâleh(dalâletu), fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul
mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin)
içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a ulaşmayı
dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin şeytanlardan) içtinap
etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir kısmını, (Resûlün daveti
üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri) Allah hidayete erdirdi ve bir kısmının
(dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde gezin. Böylece
yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).
Üç vücut ve serbest
iradenin sahibi kişinin akîl-bâliğ olduğu noktadan itibaren Allah’ın varlığını
idrak etmesi mümkündür ama kişinin Allah’a ulaşabilmesi bir dış vasıtaya
bağlıdır. Allah’ın tayin ettiği bir rehber, velî mürşid olmadan hiç kimsenin
hedefine ulaşabilmesi; ruhunu Allah’ın Zat’ına ulaştırabilmesi mümkün değildir.
Nasıl 14 asır evvel
cahiliyye dönemini yaşayan sahâbe Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in tebliğine
muhatap olduktan sonra Allah’a ulaşmayı dilediyse ve hepsi Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’e biat ederek hidayete erdilerse günümüzde de bu örneğin aynı şekilde
gerçekleşmesi gerekir.
Nebîler Sultanı Peygamber
Efendimiz (S.A.V) âhir zamanda geleceğini bize müjdelediği Mehdi (A.S)
hakkındaki bir hadîsinde şöyle buyuruyor: “Ben
nasıl vahiy üzerine mücadele verdiysem O da benim sünnetimin üzerine mücadele
verir. Benimle insanlar nasıl şirkten kurtuldularsa O’nunla da fitneden
kurtulacaklardır.”
Hadîs-i şerif şu anlama
gelmektedir: “O da benim gibi devrin imamıdır, bu görevi vekâleten yapmaktadır.
Ben nasıl Kur’ân, vahiy üzerine mücadele verdiysem O da benim sünnetim üzerine
yani Kur’ân, vahiy üzerine mücadele vermeyi gerçekleştirecek. Benimle insanlar
nasıl şirkten kurtuldularsa O’nunla da fitneden yani gizli şirkten
kurtulacaklardır.”
ü Hak Mü’minler ve Hak Mü’min Olmayanlar
Peygamber Efendimiz
(S.A.V)’in başka hadîslerde dile getirdiği Duhân Fitnesi aslında muhtevasında
gizli şirkin yer aldığı bir fitneyi ifade eder. Günümüzde bu fitne gerçekten
bütün insanları sarmış durumdadır. Duhân Suresine baktığımızda Rabbimizin
bizlere bu konuda verdiği mesajları açıkça görebiliriz:
44/DUHÂN-10: Fertekib yevme te’tîs semâu bi duhânin
mubîn(mubînin).
Artık göğün, apaçık duman (fitne) getireceği günü gözle.
44/DUHÂN-11: Yagşân nâs(nâse), hâzâ azâbun
elîm(elîmun).
(O
fitne ki) insanları (insanların büyük kısmını) sarmıştır. İşte bu, elîm bir
azaptır.
Azabın varolabilmesi için
kişinin nefsine uyarak şer işlemesi, devamlı nefsinin emirlerine tâbî olması
gereklidir. “(O fitne ki) insanları (insanların büyük kısmını) sarmıştır. İşte
bu, elîm bir azaptır.” ifadesindeki kişi belli ki şirktedir. Şirkte olduğunu âyet-i
kerimenin devamından anlıyoruz:
44/DUHÂN-12: Rabbenekşif annel azâbe innâ
mû’minûn(mû’minûne).
Rabbimiz,
azabı bizden kaldır. Muhakkak ki biz, mü’minleriz.
Hak mü’minler için aslında
bir azap söz konusu değildir ama buradaki mü’minleri azabın kuşatmış olduğunu
görüyoruz. O zaman Kur’ân-ı Kerim’de hak mü’minler ve hak mü’min olmayanlar
diye iki grup mü’min olduğunu söyleyebiliriz. Eğer kişi sadece Allah’a inancı
itibariyle mü’min olduğunu zannediyor ve İslâm’ın 5 şartını yerine getiriyorsa
o kişi gizli şirktedir. Gizli şirkte olması nedeniyle de fitnenin
içerisindedir.
14 asıl evvel Nebîler
Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile hem açık şirkin kapısı kapanmıştır hem
de sahâbe Allah’a ulaşmayı diledikleri için Zumer Suresinin 17. âyet-i
kerimesine göre gizli şirkten ve de şeytana kul olmaktan kendilerini
kurtarmışlardır.
39/ZUMER-17: Vellezînectenebût tâgûte en ya’budûhâ ve
enâbû ilâllâhi lehumul buşrâ, fe beşşir ıbâd(ıbâdi).
Ve
onlar ki; taguta (insan ve cin şeytanlara) kul olmaktan içtinap ettiler
(kaçındılar, kendilerini kurtardılar). Çünkü Allah’a yöneldiler (Allah’a
ulaşmayı dilediler). Onlara müjdeler vardır. Öyleyse kullarımı müjdele!
Sahâbeden sonra günümüz
dîn tatbikâtına baktığımızda ise şeytanın çok çalışıp her yolu denediğini ve
İslâm âlemini İslâm’ın 5 şartına bağladığını görmekteyiz. Herkes dîni İslâm’ı 5
şartından ibaret zannediyor. Halbuki İslâm’ın 5 şartı hiç kimseyi gizli şirkten
kurtaramaz çünkü muhtevasında kalben Allah’a ulaşmayı dilemek yoktur. Bu
sebeple sadece İslâm’ın 5 şartına riayet eden bu kişinin gizli şirkte olduğunu
biliyoruz.
Öyleyse “Rabbimiz bizden
bu azabı kaldır. Biz mü’minleriz.” (Duhân 12) dediklerine göre hak olmayan bu
mü’minler gizli şirkte olanlardır. Kalben Allah’a ulaşmayı dilememişlerdir.
Kalben Allah’a ulaşmayı dilemiş olsalardı hak mü’min olacaklardı ve azap
kendilerini sarmayacaktı. Enfâl Suresinin 29. âyet-i kerimesinde hak
mü’minlerden olabilmenin olmazsa olmaz şartını Allahû Tealâ şöyle ifade etmektedir:
8/ENFÂL-29:
Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum
seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey
âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan (hak ve bâtılı
ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı örter ve size
mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük fazl sahibidir.
Âyet-i kerimenin başında
âmenû olanların henüz takva sahibi olmadığı belirtiliyor. Takva sahibi olmak ne
sağlar? Takva sahibi olmak kişiyi açık ve gizli şirkten berî kılar. Allahû
Tealâ bu konuyu Rum Suresinin 31.âyet-î kerimesinde şöyle açıklıyor:
30/RÛM-31:
Munîbîne ileyhi vettekûhu ve ekîmûs salâte ve lâ tekûnû minel
muşrikîn(muşrikîne).
O’na
(Allah’a) yönelin (Allah’a ulaşmayı dileyin) ve takva sahibi olun. Ve namazı
ikame edin (namaz kılın). Ve (böylece) müşriklerden olmayın.
Âyet-i kerimenin son
bölümünden takva sahiplerinin müşrik olmadığını yani şirkin içinde
bulunmadığını anlıyoruz. Allahû Tealâ’nın Kur’ân-ı Kerim’de takva kavramıyla
anlattığı herkes kesinlikle açık ve gizli şirkten berîdir. Buna karşın, her
âmenû olan kişi açık ve gizli şirkten berî değildir. Bu açıdan mü’minleri iki
gruba ayırabiliriz: Birinci grup, kalben Allah’a ulaşmayı dileyen hak
mü’minler; onlar gizli ve açık şirkten berîdirler. İkinci grup, henüz kalben
Allah’a ulaşmayı dilememiş, İslâm’ın 5 şartına bağlanan, Allah’a inanan, hak olmayan
mü’minler; onlar gizli şirkten berî değildir. Görüyoruz ki henüz Allah’a
ulaşmayı dilememiş kişiler hem gizli şirkten hem de azaptan kurtulamamaktadır.
Günümüz dîn tatbikatına
baktığımızda öğretilenlerin Kur’ân’a dayalı olmadığını görüyoruz. İnsanlar
dînlerini Kur’ân-ı Kerim’den değil de sonradan Kur’ân’ın yerine ikame edilen el
yazması kitaplardan öğrendikleri için tamamen zanlara dayalı bir dîn tatbikatı
ile karşı karşıyayız. Böyle bir geleneksel dîn tatbikatıyla kimsenin kurtuluşa
ulaşabilmesi mümkün değildir. Kurtuluşun olmazsa olmaz şartı Kur’ân’a dayalı
dîni öğrenmektir. Allahû Tealâ dînin yegâne kaynağının Kur’ân olduğunu beyan
buyuruyor. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V) veda hutbesinde bütün
insanlığa hitap ederek gerekli mesajı vermiştir: “Ben size Allah’ın Kitabı’nı ve sünnetimi bırakıyorum.” Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’in sünnetinin de vahiy olduğunu şu hadisten anlıyoruz: “Ben nasıl vahiy üzerine mücadele verdiysem
O’da Benim sünnetimin üzerine mücadele verir.” Her devirde Peygamber
Efendimiz (S.A.V)’in sünnetini A’dan Z’ye kadar hayata geçiren -bir başka
hadîs-i şerifte beyan edildiği gibi- ehl-i beyttir.
Şu anda Devrin İmamı,
Allah’ın yeryüzündeki halifesi; Mehdi (A.S) ehl-i beyttendir, evlâd-ı resûldür
ve hadîs-i şerifte zikredildiği gibi Hz. Hasan (A.S) soyundan gelmektedir. Aynı
zamanda baba tarafından da soyu kesinlikle Hz. Hüseyin (A.S)’a dayanmaktadır.
Hz. İbrâhîm’in iki oğlu
olan Hz. İsmail (A.S) ve Hz. İshak
(A.S)’a baktığımızda Hz. İsmail (A.S)’dan gelen soyun Hz. Muhammed Mustafa
(S.A.V)’de, Hz. İshak (A.S)’tan gelen soyun da Hz. İsa (A.S)’da noktalandığını
görüyoruz. Böylece Hz. İbrâhîm (A.S)’ın iki oğlundan gelen soy, âhir zamanda
Devrin İmamı Mehdi (A.S)’da birleşmektedir.
Dînlerin birleşmesi de
âhir zamanda Devrin İmamı Mehdi (A.S) önderliğinde bu şekilde gerçekleşecektir.
İster Tevrat’a, ister İncil’e, ister Kur’ân-ı Kerim’e bakalım her üçünün de
Allah’ın kelâmı olduğunu ve insanlar için 7 safha 4 teslimden oluşan hanif
dîninin bütününü içeren vahiy kaynakları olduklarını görürüz. Gelecekte
Yahudiler, Hristiyanlar ve Müslümanlar elbette kendi kitaplarından 7 safha 4
teslimi öğrenecektir. Bunlar ayrı ayrı kitaplar olmasına rağmen ayrı ayrı
dînler değildir; üçü de babamız İbrâhîm’in hanif dînidir. Arapça adı da “İslâm”
dır. Dînler birleşip herkes aynı dîni yaşayınca âhir zamanda elbette bir asr-ı
saadet yaşanacaktır. Bu asr-ı saadet Allahû Tealâ’nın Saff Suresinin 8. âyet-i
kerimesinde beyan ettiği şekliyle Allah’ın nurunu tamamlamasıdır.
61/SAFF-8: Yurîdûne li yutfiû nûrallâhi bi efvâhihim
vallâhu mutimmu nûrihî ve lev kerihel kâfirûn(kâfirûne).
Onlar, ağızları ile Allah’ın nurunu söndürmeyi istiyorlar. Ve
Allah, kâfirler kerih görseler bile nurunu tamamlayacak olandır.
İslam dîni 7 safha 4
teslimden oluşmaktadır. 1. safha basit bir dilekten ibarettir. Bu dilek kalben
Allah’a ulaşmayı dilemektir. Allahû Tealâ’nın da bu dilek karşılığında verdiği
söz gereğince kişiye 3. kat cenneti ve dünya saadetinin yarısını ikram etmesini
kapsar. Allah’a ulaşmayı dilediğiniz an Allah’ın verdiği söz gereğince 7 tane
furkanı Allah’tan almanız ve daha sonra 10. ihsanda Allah’ın sizi nura
ulaştırması söz konusudur. 11. basamakta kişinin geldiği aşamayı Zumer Suresinin
22. âyet-i kerimesine baktığımızda net olarak görebiliriz:
39/ZUMER-22: E fe men şerehallâhu sadrehu lil islâmi fe
huve alâ nûrin min rabbih(rabbihi), fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min
zikrillâh(zikrillâhi), ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Allah kimin göğsünü İslâm için (Allah’a teslim için) yarmışsa
artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi? Allah’ın zikrinden kalpleri
kasiyet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler.
Başlangıç noktasında
herkes kalbi zifirî karanlıklar içerisinde dünya hayatına gelir ama tebliğe
muhatap olup da Allah’a ulaşmayı dilediği an Allah o kişiyi nuruna ulaştırır.
Ardından kişinin perşembeyi cumaya bağlayan gece hacet namazı kılıp mürşidini
Allah’tan sorması gerekir. Sorduğu zaman mutlaka Allahû Tealâ’nın hikmet sahibi
kıldığı bir âlimi o kişiye göstermesi söz konusudur. Sonuçta Allah kişiyi
mürşidine ulaştırır. Her kim ihsanla mürşidine tâbî olursa o kişi kesinlikle
Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bu hâdiste zikrettiği emrini yerine getirmiştir.
Hadîs-i şerifte zikredilen, Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra gelen imam
bir âlimdir veya yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Ona tâbî olduğu zaman o
kişinin başının üzerine devrin imamının ruhu (halifenin ruhu) gelip yerleşir.
Bu durumda Allah mutlakla kişiye vasıta emirlerini sevdirir ve 7 kademede nefs
tezkiyesini yaptırır. Kişi emmare, levvame, mülhime, mutmainne, radiye,
mardiyye ve tezkiye kademelerini bir bir geçer. Her tezkiye kademesinde yaptığı
zikir artışlarıyla nefsinin kalbine %49 oranında fazıllar gelip yerleşir. Bu
fazılların miktarı kadar kalpteki karanlıklar azalır.
Nefsin manevî kalbinde
%100 karanlık varken fizik vücut %100 şeytanın emirlerine itaat etmektedir.
Nefs tezkiyesini gerçekleştiren kişi artık şeytanın emirlerine itaatten %51
oranında kurtulmuştur; şeytan sadece %49 oranında kişiye tesir edebilir. Diğer
bir ifadeyle kişi %51 oranında Allah’ın emirlerine itaat edecek, yasak ettiği
şeyleri işlemeyecek demektir.
Allahû Tealâ’nın bizden
istediği şey %100 Allah’ın emirlerine itaat etmemiz ve yasak ettiği fillerin
hiç birini işlemememizdir. Fizik vücut açısından doğru düşünme alışkanlığının
kazanılmasıyla bütün emirlere itaat edilir, yasak olan fiiller hiç işlenmez.
Nefs açısından ancak daimî zikirle mümkündür. Ruh Allah’ın Zat’ına ulaştıktan
sonraki noktadan itibaren kişi tekrar şeytanla karşı karşıya gelir. Şeytanı yenebilmesi
için zikrini günbegün artırması gerekir.
ü Gerçek Zâhid Kimdir?
Kişi zikir artışlarına
paralel Fenâ ve Beka kademelerini geçerek zahidlerden olacaktır. El yazması
kitaplardaki kaynaklara bakarsanız zahid bir lokma-bir hırka misali yaşayan insanlardır.
Bu tarif kesinlikle doğru değildir. Kur’ân-ı Kerim’de zühd tamamıyla zikir
esasına dayalı olarak tarif edilmiştir. Zahidler Allah’ı çok zikredenlerdir. 24
saatlik zaman dilimi içerisinde 12 saat ve daha fazlasını zikirle geçirebilen
herkes zahidlerdendir. Dolayısıyla zahidlerden olabilmek için ermiş evliya
olduktan sonra gün ve gün zikrimizi artırmamız lâzım. Allahû Tealâ’nın emri
zühd kademesine ulaşmamızdır.
Bundan sonraki kademe
Muhsinler kademesidir, fizik vücudun Allah’a teslimini ihtiva eder. Nefsin
manevî kalbinin zikirle %91 nurlanması halinde o kişi muhsinlerden olur ve
fizik vücudunu da Allah’a teslim eder. Fizik vücudun Allah’a tesliminde, nefsin
manevî kalbinde %9’luk bir karanlık söz konusudur, afetler vardır ama
afetlerden kaynaklanan talepleri artık akıl yerine getirmemektedir.
Her olayda aklın iki
müşaviri vardır; biri nefs, diğeri ruhtur. Bu kademede akıl sadece İlm’el yakîn
olmamıştır aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim’in ilk 4 ruhuna da vâkıf olmuştur. Bu
sayede şuurlanmıştır. Sahip olduğu şuurla akıl kendisine ulaşan ruhun ve nefsin
taleplerini mukayese ettiğinde hiçbir zaman nefsin talebini yerine getirmeyecektir
ki zaten bunu yapabildiği için kişi muhsinlerden olmuştur. Muhsinlerden olmak
afetlerin varlığına rağmen o kişinin Allah’ın bütün emirlerine itaat etmesi ve
yasak ettiği fiileri de hiç işlememesi demektir. Allahû Tealâ bu konuyu Âli
İmrân Suresinin 134. âyet-i kerimesinde şöyle açıklamaktadır:
3/ÂLİ
İMRÂN-134: Ellezîne yunfikûne fîs serrâi ved darrâi vel kâzımînel gayza vel
âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).
Onlar
(muttekiler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infak ederler (verirler) ve
onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir. Ve
Allah, muhsinleri sever.
Âyet-i kerimede öfke afeti
olmasına rağmen öfkesini yutan kişi fizik vücudunu teslim etmiş bir insandır,
insanları affeder ve afetlerin taleplerine dayalı bir fiil işlemiyor demektir.
Fizik vücudunu Allah’a teslim eden bu insan sadece öfke afetine değil diğer
afetlere de rağbet etmez. Doğru düşünme alışkanlığına sahip olduğu için
nefsinden gelen bütün talepleri geri iter. Sadece ruhun talebine dayalı olarak
bir hayat yaşar.
Bundan sonra asıl hedef
nefsin Allah’a teslimidir ki bu ancak daimî zikirle gerçekleşir. Bunun mânâsı
artık nefsin manevî kalbinde hiçbir afetin kalmamasıdır. Afetlerin yerine 19
tane faziletin, diğer bir ifadeyle ruhun hasletlerinin fazilet olarak gelip
kalbe yerleşmesi anlamını taşır. Allahû Tealâ’nın bütün insanlardan
ulaşmalarını istediği asıl hedef budur çünkü daimî zikre ulaşan bir insanın
artık geri dönüşü mümkün değildir.
Kim daimî zikre ulaşır ve
kalbi 7 kademede müzeyyen olursa Allahû Tealâ da o kişiyi mutlaka Tövbe-i
Nasuh’a çağırır. Tövbe-i Nasuh’a davet edilen kişiye Allahû Tealâ İhlâs
makamında 1. 2. 3. 4. 5. 6. 7. gök katlarında olup bitenleri gösterir ve bu
kişi muhlislerden olur. Muhlis, Tövbe-i Nasuh davetine mazhar olmuş, Allahû
Tealâ’nın 7 tane gök katını ve 7 âlemde olup bitenleri kendisine gösterdiği,
kalbi 14 kademe müzeyyen olan kişidir.
Nefsin manevî kalbi
Ulûl’elbab makamında 7 kademe müzeyyen olurken İhlâs makamında 14 kademe
müzeyyen olur.
ü Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in Vârisleri Kimlerdir?
Salâh kademesinde
iradesini de Allah’a teslim eden kişi, hâdis-i şerifte zikredildiği gibi hikmet
sahibi bir âlim olur, o kişi Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in vârislerinden olur.
O kişi eğer kavim resûlü ise ve seçilmişse o zaman da vekâleten devrin
imamıdır; Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.
Sonuç olarak çok net bir
tabloya ulaşmaktayız. Bu tabloda karşımıza şu çıkmaktadır: Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in vârisi olan
âlimler Allah’ın velî mürşidleridir. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in vârisleri
olan yeryüzündeki halife de vekâleten devrin imamıdır ki bu hadîs kitaplarında
net olarak yer almıştır.
Açıklamış olduğumuz
hadîs-i şerifin gereği bugün yaşanmamaktadır. Yaşamak isteyen kişinin
perşembeyi cumaya bağlayan gece hacet namazı kılarak devrin imamını sorması
gerekir çünkü Peygamber Efendimiz (S.A.V) başka bir hadîs-i şerifte diyor ki: “Size ruh verenler gelecek. Onları arayın
bulun.” Ruh verenler her devirde hayy olan devrin imamlarıdır.
Hadîs-i şerifte: “Kim bana itaat ederse muhakkak ki o; Allah’a
itaat etmiştir. Kim bana isyan ederse o; Allah’a isyan etmiştir. Her kim imama,
kâmil mürşide veya devrin imamına itaat ederse muhakkak ki; bana itaat etmiş
olur. Her kim imama isyan ederse o da
bana isyan etmiş olur.” buyrulmuştur. (K: İbni Mâce, 8.cilt 2589 no’lu hadîs)
Nisâ Suresinin 80. âyet-i
kerimesinde aynı hakikat Allah'ın kelâmıyla bir kere daha zikredilmiştir:
4/NİSÂ-80: Men yutiır resûle fe kad
atâallâh(atâallâhe), ve men tevellâ fe mâ erselnâke aleyhim hafîzâ(hafîzen).
Kim Resûl'e itaat ederse, böylece andolsun ki Allah'a itaat etmiş
olur. Ve kim yüz çevirirse, o taktirde Biz seni, onların üzerine muhafız olarak
göndermedik.
ü Nübüvvet Peygamber Efendimiz (S.A.V)’le Son Bulmuştur!
Kendisine itaat edilmesi işaret edilen resûl, Allahû Tealâ’nın bütün kavimler için tayin
ettiği, devrin imamı olan resûldür. Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)
için Allahû Tealâ şöyle buyurmaktadır:
21/ENBİYÂ-107: Ve mâ erselnâke illâ rahmeten lil âlemîn(âlemîne).
Seni Biz, sadece âlemlere rahmet olarak gönderdik.
“Âlemlere rahmet olarak
gönderdik” ifadesine göre, asâleten devrin imamı olan Nebîler Sultanı Peygamber
Efendimiz (S.A.V) bütün âlemler için, her kavim için vazifeli olan resûldür.
Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz’den sonra nebî gelmeyecektir. Ahzâb Suresinin
40. âyet-i kerimesi bu hakikati dile getirmektedir:
33/AHZÂB-40: Mâ kâne muhammedun ebâ ehadin min
ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyin(nebiyyine), ve kânallâhu bi
kulli şey’in alîmâ(alîmen).
Muhammed (A.S), sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası olmamıştır
(değildir). Fakat Allah’ın Resûl’ü ve Nebîler’in (Peygamberler’in) Hatemi’dir
(Sonuncusu). Allah, herşeyi en iyi bilendir.
ü Resûller Her Zaman Parçasında Vardır!
Nübüvvet Resûlullah
(S.A.V) Efendimiz’le sona ermiştir ama risalet kıyâmet gününe kadar devam
edecektir. Her kavimde, o kavmin ana lisanıyla Allah'ın âyetlerini tilâvet eden
veli resûllerin varlığı Kur’ân-ı Kerim’de zikredilmektedir.
16/NAHL-36: Ve le kad beasnâ fî kulli ummetin resûlen
eni’budûllâhe vectenibût tâgût(tâgûte), fe minhum men hedallâhu ve minhum men
hakkat aleyhid dalâleh(dalâletu), fe sîrû fîl ardı fanzurû keyfe kâne âkıbetul
mukezzibîn(mukezzibîne).
Ve andolsun ki Biz, bütün ümmetlerin (milletlerin, kavimlerin)
içinde resûl beas ettik (hayata getirdik, vazifeli kıldık). (Allah’a
ulaşmayı dileyerek) Allah’a kul olsunlar ve taguttan (insan ve cin
şeytanlardan) içtinap etsinler (sakınıp kurtulsunlar) diye. Onlardan bir
kısmını, (Resûlün daveti üzerine Allah’a ulaşmayı dileyenleri) Allah hidayete
erdirdi ve bir kısmının (dilemeyenlerin) üzerine dalâlet hak oldu. Artık yeryüzünde
gezin. Böylece yalanlayanların akıbetinin, nasıl olduğuna bakın (görün).
Başlangıç noktasında bütün
insanlar dalâlet standartları içinde hayata başladıklarına göre doğal olarak
şeytanın kuludurlar. Ancak Allahû Tealâ insanları şeytanın kulu olmaları için
yaratmamıştır. Resûlullah (S.A.V) Efendimiz’in hadîsinde beyan ettiği gibi; “Her doğan çocuk hanif fıtratıyla, İslâm
fıtratıyla doğar.” Hanif dîninin 3
özelliği vardır:
1) Vahdet, 2) Tevhid, 3) Teslim.
Ehl-i kitap olan
Yahudiler, Hristiyanların büyük bir kısmı ve Müslümanlar vahdet akidesine;
Allah'ın tekliğine îmân ederler. Ancak tevhid akidesi bozulmuş, insanlar dînde
fırkalara ayrılmışlardır. Tevhid akidesi yerli yerine oturmayınca teslimin
gerçekleşmesi mümkün değildir. Küçük bir azınlık grubun dışında dînde fırkalara
ayrılmış durumda olan bu insanlar Allah'ın dalâlette bıraktıklarıdır.
Allahû Tealâ insanları
hanif fıtratıyla yarattığı için herkese hanif dînini yaşamalarını emreder.
Ancak Allahû Tealâ cüz’i irade (serbest irade) verdiği kulunun iradesine
karışmamaktadır, kimsenin de karışmasını istememektedir.
Öyleyse Allahû Tealâ
katından gönderdiği kitaplarla ve âyetlerle, vazifeli kıldığı hidayetçilerle,
resûllerle, serbest irade sahibi kuluna öğüt verecektir. Tebliğe muhatap olan
kişi serbest iradesiyle Allah’a ulaşmayı dilerse;
-
Dalâletteyken hidayete erecek,
-
Şirkteyken takva sahibi olacak,
-
Küfürdeyken îmân sahibi olacak,
-
Fırkalara ayrılmış bir durumdayken tevhid standartları içerisinde
olacaktır.
ü Her Devirde Devrin İmamı Vardır!
Her kavmin içerisinde, o
kavmin ana lisanıyla Allah’ın âyetlerini tilavet eden velî resûller her zaman
vardır:
23/MU'MİNÛN-44: Summe erselnâ rusulenâ tetrâ, kullemâ
câe ummeten resûluhâ kezzebûhu fe etbâ’nâ ba’dahum ba’dan ve cealnâhum
ehâdîs(ehâdîse), fe bu’den li kavmin lâ yu’minûn(yu’minûne).
Sonra Biz, resûllerimizi ardarda (arası kesilmeksizin)
gönderdik. Her ümmete resûlü geldiği zaman, her defasında onu yalanladılar.
Biz de onları birbiri arkasından (helâk ettik). Ve onları efsane kıldık. Artık
mü’min olmayan kavim (Allah’ın rahmetinden) uzak olsun.
Allahû Tealâ her kavimdeki
resûllerin içerisinden bir tanesini vekâleten devrin imamı olarak seçmektedir.
Hadîs-i şerifte zikredilen: “Bana itaat
eden Allah'a itaat etmiştir. Bana isyan eden Allah'a isyan etmiştir.”
ifadesi Resûlullah (S.A.V)’in olmadığı dönemlerde, onun mirasını devralan
imamlar için söz konusudur. Nitekim Resûlullah (S.A.V) Efendimiz hadîste
buyuruyor ki: “Her kim imama itaat ederse
bana itaat etmiştir. Her kim imama isyan ederse muhakkak ki; bana isyan
etmiştir.” Hiçbir zaman parçası yoktur ki devrin imamı olmasın. Bu sebeple
Peygamber Efendimiz (S.A.V) konunun önemine binaen bir başka hadîs-i şerifinde
şöyle buyurmuştur: “Size ruh verenler gelecek.
Onları arayın bulun. Kim zamanın imamına arif olmazsa o cahiliyye
standartlarıyla ölür.”
Öyleyse günümüzde de
devrin imamı vardır. Allah'ın hanif dînini yaşamak isteyen herkesin mutlaka
devrin imamına arif olması gerekir. Devrin imamına arif olmak için şart,
Allah'a ulaşmayı dilemektir. Çünkü devrin imamı, hidayete erdirendir. Hidayet,
insan ruhunun dünya hayatında Allah'a ulaşmasıdır. Kişi mürşidine tâbî olduğu
taktirde Allahû Tealâ, devrin imamının ruhunu bir ni’met olarak o kişinin
başının üzerine ulaştıracaktır.
Öyleyse hadîs-i şerifle
Kur'ân âyetleri birbiriyle %100 örtüşmektedir. İtaat Allah'ın kesin emridir. Bu
konuda Allahû Tealâ şöyle buyurmaktadır:
3/ÂLİ İMRÂN-131: Vettekûn nârelletî uiddet lil
kâfirîn(kâfirîne).
Ve kâfirler için hazırlanmış olan o ateşten sakının.
3/ÂLİ İMRÂN-132: Ve atîûllâhe ver resûle leallekum
turhamûn(turhamûne).
Ve Allah'a ve Resûl'e itaat edin, umulur ki böylece siz rahmet
olunursunuz.
ü Allah'a Giden Yol, Allah'a ve Resûl’üne İtaatten
Geçer
Resûl Allah'ın âyetleriyle
insanları Allah'a davet eder. Davete icabet eden kişi Allah ve resûlüne itaat
etmiştir. Davete icabet etmeyen insan Allah ve resûlüne asi olmuştur. Hadîs-i
şerifteki “imama isyan” Allah'a ulaşmayı dilememekle gerçekleşir.
Tevhidin olmazsa olmaz
şartı Allah'a ulaşmayı dilemektir. Ne yazık ki günümüzde insanların çok büyük
bir kısmı dînde fırkalara ayrılmış, Allah’ın hanif dîninden, tevhidden sapmış
durumdalardır.
Allahû Tealâ en şerefli
varlık olarak yarattığı insana ruhundan üfürmüştür. Allah’ın ruhu başka hiçbir
varlıkta yoktur:
32/SECDE-9: Summe sevvâhu ve nefeha fîhi min rûhihî ve
ceale lekumus sem’a vel ebsâre vel ef’ideh(efidete), kalîlen mâ
teşkurûn(teşkurûne).
Sonra (Allah), onu dizayn etti ve onun içine (vechin, fizik
vücudun içine) ruhundan üfürdü ve sizler için sem’î (işitme hassası), basar
(görme hassası) ve fuad (idrak etme hassası) kıldı. Ne kadar az şükrediyorsunuz.
Allah bizim için emanet
olan üfürdüğü ruhu, dünya hayatında, sahibi olan Allah'a iade etmemizi
(ulaştırmamızı)
emretmektedir. İnsan başıboş
bırakılmamıştır. Allahû Tealâ hidayeti gerçekleştirmek üzere katından
hidayetçileri ve şeriat kitaplarını göndermiştir. Bize düşen; Allah'ın temel
emrine uyarak Allah'a ulaşmayı dilemek ve Allah'ın bizdeki emanetini
hayattayken Allah’a teslim etmektir. Bu da Allah ve resûlüne itaatle mümkündür.
ü ‘Allah’ın Amellerimizden Bir Şey Eksiltmemesi’ Ne Demektir?
Fırkayı Naciye; Allah
ve resûlüne itaatle ulaşılan
Sıratı Mustakîm’in üzerinde bulunanlardır. Allah'ın temel emri itaati gerçekleştirmektir.
Allahû Tealâ: “Allah ve resûlüne itaat
ederseniz amellerinizden bir şey eksiltmez.” buyurmaktadır:
49/HUCURÂT-14: Kâletil a’râbu âmennâ, kul
lem tû’minû ve lâkin kûlû eslemnâ ve lemmâ yedhulil îmânu fî kulûbikum, ve in
tutîûllâhe ve resûlehu lâ yelitkum min a’mâlikum şey’â(şey’en), innallâhe gafûrun
rahîm(rahîmun).
Araplar: “Biz âmenû olduk.” dediler. (Onlara) de ki: “Siz âmenû
olmadınız (Allah’a ulaşmayı dilemediniz). Fakat: “Teslim olduk.” deyin. Kalplerinize
(içine) îmân girmedi. Ve eğer Allah’a ve O’nun Resûlü’ne itaat ederseniz
(Allah’a ulaşmayı dilerseniz), amellerinizden bir şey eksiltmez. Muhakkak
ki Allah; Gafur’dur, Rahîm’dir.”
Allah'a ulaşmayı
kalben dilediğiniz an Allahû Tealâ bu talebi kimin kalbinde görürse derhal
Rahmân esmasıyla tecelli eder. Enfâl-29’a göre Allahû Tealâ o kişiye peş peşe 7
tane furkan verir, daha sonra 12 tane ihsana tamamlar. Allahû Tealâ, 12 tane
ihsanla huşû sahibi olan kişiye mürşidini gösterdikten sonra, eğer kişi tâbiiyetini
gerçekleştirse, Allah’tan 7 tane de ni’met alır:
8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in
tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir
lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan
(hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı
örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük
fazl sahibidir.
Allah’ın verdiği 7
ni’metten bir tanesi kişinin o güne kadar işlemiş olduğu bütün günahların
sevaba çevrilmesidir ki, artık onun için bir kayıp söz konusu değildir. Allahû
Tealâ âyet-i kerimede bunu açıkça beyan etmektedir. Kendi hevanıza tâbî olarak
şeytanın da negatif tesiriyle işlediğiniz şerlerin oluşturduğu bütün
günahlarınızı Allahû Tealâ sevaba çevirir.
Allahû Tealâ başlangıçta bizim için %51 oranındaki nur birikimini ifade eden
nefs tezkiyesini ikram eder. Nefs-i Emmare, Nefs-i Levvame, Nefs-i Mülhime,
Nefs-i Mutmainne, Nefs-i Radiye, Nefs-i Mardiyye, Nefs-i Tezkiye kademelerini
Allah'ın ikramıyla geçeriz. Tezkiyeye paralel olarak Allahû Tealâ bizdeki
emanet olan ruhunu da Kendisine ulaştırır; 3. kat cennet ve dünya saadetinin
yarısını bir dilek karşılığında hibe eder.
Allahû Tealâ’nın sözü
buraya kadardır. Daha sonra Allahû Tealâ bu kişiden, kendini zarar ve ziyana uğratan nefsinin ıslah
edilmesini ister.
Bundan öteye gidip
fizik vücut teslimini de gerçekleştirmek isteyen kişi, gayreti oranında
Allah’tan yardım alır. Fizik vücut teslimi bir dik yokuştur. Ruhun teslimi 3
saatlik bir zikirle gerçekleşirken, fizik vücut teslimini gerçekleştirmek isteyen
kişi zikrini 18 saate çıkarmak durumundadır.
Fizik
vücudun tesliminde sağlam bir îmân ve özellikle de azîm gereklidir. Buraya kadar, verdiği söz gereğince Allah’ın
nusretini alan kişinin, bundan sonra da kendisine Allah’ı vekil tayin ederek,
azim ve gayreti nisbetinde Allah’tan yardım alacağına îmân etmesi gerekir. Bu
şekilde îmân eden kişiyi Allahû Tealâ, sağ kaldığı süre içerisinde mutlaka bu
hedefe ulaştıracaktır.
Kişi, velâyet
kademelerinden Muhsinler Makamı’na ulaştığı zaman kalbindeki zikir artışıyla
kalbinde %91 oranında aydınlanma oluşur ve bunun
karşılığında Allahû Tealâ o kişiye 4.
kat cenneti ihsan eder. O kişi fizik vücudunu Allah'a teslim ettiği noktadan
itibaren Allahû Tealâ’nın bütün emirlerine itaat eden, yasak ettiği hiçbir
fiili işlemeyen bir yapıya ulaşacaktır.
Hanif dîni 7 safha ve
4 teslimden oluşur. Ruhun ve fizik vücudun tesliminden başka iki teslim daha
vardır; nefsin ve iradenin de teslimi. Nefsin teslimi daimî (24 saat) zikri
gerektirir. Allah'a ve resûlüne en üst seviyede itaati gerçekleştiren kişinin
kayıpları artık hemen hemen minumuma inmiştir. Halen nefsinin manevî kalbinde
afetler vardır, ama akıl o
afetlerden kaynaklanan talepleri artık dikkate almaz. Bu sebeple kazançlar
günbegün artar ve çok kısa bir zaman dilimi içerisinde, kişi o azîmle yoluna
devam ederse, Allahû Tealâ ona daimî zikri de nasip kılacaktır.
2/BAKARA-269: Yu’til hikmete men yeşâu, ve
men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ(kesîren), ve mâ yezzekkeru illâ
ulûl elbâb(elbâbi).
(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse böylece
ona çok hayır verilmiştir, ulûl’elbabtan başkası tezekkür edemez.
İşte Allahû Tealâ bu
dizayn içerisinde o kişiyi hikmet sahibi kılar. Daimî zikre ulaştırır. Bunların
ötesinde iradenin teslimi vardır.
İhlâsa ulaştıktan sonra Salâhın ilk 4 kademesinde Allahû Tealâ, kalbimizi 4
kademe daha müzeyyen kılar ve iradenin teslimi gerçekleşir. Son bir kademe daha
vardır: O kişiye Allahû
Tealâ Zat’ını gösterdikten sonra onu irşada memur ve mezun kılar. Bu noktada
kişi, Allah ve resûlüne en üst seviyede itaat eder. Nisâ Suresinin 69. âyet-i
kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki:
4/NİSÂ-69: Ve men yutiıllâhe ver resûle fe
ulâike meallezîne en’amellâhu aleyhim minen nebiyyîne ves sıddîkîne veş şuhedâi
ves sâlihîn(sâlihîne), ve hasune ulâike refîkâ(refîkan).
Ve kim, Allah'a ve Resûl'e itaat ederse, o taktirde işte onlar,
Allah'ın kendilerine ni'met verdiği nebîlerle (peygamberlerle) ve sıddîklerle
ve şehitlerle ve salihlerle beraberdirler. Ve işte onlar ne güzel arkadaştır.
Öyleyse; herkes için
asıl hedef burasıdır. Çünkü Allahû Tealâ’nın insan için vadettiği ahiret ve
dünya saadetinin son aşamasına, mutluluğun şahikasına ulaşmak bu 7 safha ve 4
teslimi yaşamakla mümkündür.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.