23. BASAMAK; BEKA MAKAMI
“Güzel Ahlâk Hataları Eritir; Suyun Buzu Erittiği Gibi. Fenâ Ahlâk
da Ameli Bozar; Sirkenin Balı Bozduğu Gibi.”
|
“Güzel ahlâk hataları eritir; suyun buzu erittiği gibi. Fenâ ahlâk da
ameli bozar; sirkenin balı bozduğu gibi.” (K: İbni Abbas (R.A) Rumuzul hadîs Syf-215)
İbni Abbas (R.A)’dan
Rumuzul hadîs sayfa 215’de rivayet edilen bir hadîs şöyle rivayet edilmiştir: “Sirke balı bozduğu gibi kötü huy da ameli
ifsad eder.” Aslında her ikisi de bizleri aynı sonuca ulaştırıyor. Acaba
bununla Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in bizlere vermek istediği mesaj nedir?
ü
Hataları Eriten Güzel Ahlâk Nedir?
Güzel ahlâkın temeli
başkaları için yaşamaktır yani Allah için yaşamaktır. En zirve noktada Allah
için yaşamak ise daimî zikirle mümkün olan bir olgudur.
Nefsimizin manevî
kalbindeki afetler hepsi kötü huylardır. Kötü ahlâkın temsilcileridir. Ama ne
zaman daimî zikirle bu afetlerin yerine ruhtaki hasletleri faziletler olarak
kalbimize monte edersek, o zaman gerçekten güzel ahlâkın sahibi oluruz. Kişi
kalbinde faziletlerin sahibi olduğu zaman güzel ahlâk hataları eritir; suyun
buzu erittiği gibi. Çünkü artık o kişinin hata işlemesi mümkün değildir. Tabiki
bu daimî zikirde neticelenen bir olgudur ama daha evvelinden de kişi nefsinin
manevî kalbini hangi oranda tezkiye etmişse, o oranda güzel ahlâkın sahibidir.
Bir tek dileğimize
karşılık Allahû Tealâ bizi %51 oranında güzel ahlâkın sahibi kılar. Mânâsı %51
oranında kalbimiz aydınlanır. %51 oranında nefsimizin manevî kalbindeki
karanlıklar, fenâ ahlâkın temsilcileri olan afetler azalır yerine Allah'ın
nurları faziletleri gelip kalbimize yerleşir. Bizim yapmamız gereken hatalar,
suyun buzu erittiği gibi %51 oranında erimiştir.
ü
Ameli Bozan Fenâ Ahlâk Nedir?
Âyetlere baktığımız
zaman net olarak şunu görüyoruz: Eğer kişi hevasına tâbî olur, nefsini tezkiye
ve tasfiye etmezse ameli boşa gider. Nefsin manevî kalbinde afetler varoldukça,
o afetlerden kaynaklanan talepler tamamen dünyaya dönüktür. Allahû Tealâ da
“Dünyayı isteyenin ameli boşa gider.” buyurmaktadır.
18/KEHF-103: Kul hel nunebbiukum bil
ahserîne a’mâlâ(a’mâlen).
De ki: “Ameller açısından en çok hüsrana uğrayanları size haber vereyim
mi?”
18/KEHF-104: Ellezîne dalle sa’yuhum fîl
hayâtid dunyâ ve hum yahsebûne ennehum yuhsinûne sun’â(sun’an).
Onlar, dünya hayatında amelleri (çalışmaları) sapmış
(kaybettikleri dereceler, kazandıkları derecelerden daha fazla) olanlardır. Ve
onlar, güzel ameller işlediklerini zannediyorlar.
18/KEHF-105: Ulâikellezîne keferû bi âyâti
rabbihim ve likâihî fe habitat a’mâluhum fe lâ nukîmu lehum yevmel kıyameti
veznâ(veznen).
İşte onlar, Rab’lerinin âyetlerini ve O’na mülâki olmayı (ölmeden
evvel ruhun Allah’a ulaşmasını) inkâr ettiler. Böylece onların amelleri heba
oldu (boşa gitti). Artık onlar için kıyâmet günü mizan tutmayız.
Bu amelin
bozulmasının, amelin boşa gitmesinin sebebi kötü ahlâktır. Burada âyet-i
kerimede zikredilen insanlar, kendileri Allah'a ulaşmayı dilemedikleri gibi
başkalarının dilemesine mani olan insanlar yani hiçbir zaman nefs tezkiyesi ve
tasfiyesini yapmayacak olan insanlardır.
2/BAKARA-8: Ve minen nâsi men yekûlu âmennâ
billâhi ve bil yevmil âhıri ve mâ hum bi mu’minîn(mu’minîne).
Ve insanlardan bir kısmı derler ki: “Biz, Allah’a ve ahiret gününe
(hayatta iken ruhun Allah’a ulaşacağı güne) îmân ettik.” Ve onlar mü’min değillerdir.
2/BAKARA-9: Yuhâdiûnallâhe vellezîne âmenû,
ve mâ yahdeûne illâ enfusehum ve mâ yeş’urûn(yeş’urûne).
(Zannederler ki) Allah’ı ve âmenû olanları aldatırlar. Halbuki
onlar, ancak kendilerini aldatırlar ve farkına varmazlar.
Dikkat edin Allah’ı
ve mü'minleri aldatmaya çalışıyorlar. Ne yapıyorlar? “Dîni biz öğretiriz”
diyorlar, ama öğrettikleri dîn tatbikatı eksik. Kendileri onunla kurtuluşa
ulaşmadıkları gibi başkalarının da dilemesine mani oldukları için onlara
zulmediyorlar yani Allah’ı ve mü'minleri aldatıyorlar. Onların kalplerinde kötü
huylar vardır. O kötü huylar sebebiyle bunlar fenâ ahlâkın sahibidirler.
Devamlı olarak yaptıkları her fiil karşılığında kalplerinin füccur kapısı açıktır,
oradan devamlı şeytan üfürmektedir ve kalplerine karanlıklarını göndermektedir.
Günbegün o insanların kalbi daha da kararır. Onlar fesat çıkaranların tâ
kendileridir, ama farkında değillerdir, şuurlanmazlar.
2/BAKARA-10: Fî kulûbihim maradun, fe zâdehumullâhu
maradâ(maradan) ve lehum azâbun elîmun bi mâ kânû yekzibûn(yekzibûne).
Onların kalplerinde maraz (hastalık) vardır. Allah da bu sebeple
onların hastalığını artırmıştır. Tekzip etmeleri (Allah’a ulaşmayı
yalanlamaları) sebebiyle onlar için elîm bir azap vardır.
2/BAKARA-11: Ve izâ kîle lehum lâ tufsidû
fîl ardı, kâlû innemâ nahnu muslihûn(muslihûne).
Onlara (Allah’a ulaşmayı dilemedikleri için, kalpleri engelli ve
başkalarını hidayetten men ettikleri için Allah’ın hastalıklarını artırdığı
insanlara): “Yeryüzünde fesat çıkarmayın (başkalarını Allah’ın yolundan men etmeyin).”
denildiği zaman: “Biz sadece ıslah ediciyiz (dîn öğreticileri, nefs
tezkiyecileriyiz).” dediler.
2/BAKARA-12: E lâ innehum humul mufsidûne
ve lâkin lâ yeş’urûn(yeş’urûne).
Muhakkak ki onlar, (evet) onlar fesat çıkaranlardır ve lâkin
(şuurunda) bilincinde olmazlar, (öyle) değil mi?
Eğer o kişi nefsini
tezkiye ve tasfiye etmezse, kötü ahlâkı sebebiyle, nefsinin manevî kalbindeki
afetler sebebiyle ve o afetlerin günbegün daha da kararması sebebiyle
yaptıkları amel bozulur, ifsad olur, Allah katında boşa gider.
Gerçekten öyle midir,
beraberce bakalım. İnsanla Allah arasında Allah'ın dizayn ettiği 28 basamaklık
bir İslâm merdiveni vardır. Her zaman olduğu gibi başlangıç noktasında herkes
olayları yaşar, olayları değerlendirir ama olayları yaşayan, olayları
değerlendiren insanlar bilsinler ki boşuna yaratılmamıştır, başıboş
bırakılmamışlardır. Al-lah’a ulaşma dileğini dilesinler diye bir taraftan
Allahû Tealâ onların çevresinde devamlı olarak olayları vücuda getirir, diğer
taraftan katından gönderdiği hidayetçilerle onlara hidayeti tebliğ eder.
İnsanlar yaşadıkları
olaylardan ibret alıp, Allah'ın katından gelen hidayetçiyi de dinledikleri
taktirde Allah'a ulaşmayı dilerler. Ama her zaman böyle olmaz. Nebîler Sultanı
Peygamber Efendimiz (S.A.V) hadîs-i şerifinde ne buyuruyor: “Allahû Tealâ,
insanları kendi likasıyla dünya hayatı arasında serbest bıraktı.” Dünya
hayatına dalan, onun cazibesine kendisini kaptıran insanlar tebliğcinin yaptığı
tebliğe duyarsız, ilgisiz kalabilirler veya elde ettikleri emaniyye bilgiler
sebebiyle hidayetçiyi yalanlayabilirler, olmadık şekilde karşı çıkıp, fesat
çıkarabilirler. Bütün bunlar sebebiyle Allahû Tealâ onların ya hassalarına
engeller koyar, ya uzuvlarına engeller koyar, ya da kalplerini tab eder.
ü
Hataların %100 Oranında Erimesi
Kişi tebliğe muhatap
olduğu an Allah'a ulaşmayı diler, hemen davete icabet ederse, Allahû Tealâ da
verdiği söz gereğince Enfâl-29’a göre peş peşe ona furkanlar verir. Eğer engeller
varsa, hassalar ve uzuvlar üzerindeki engelleri kaldırır. Onu 7 furkanın sahibi
kılar ve o kişi gerçekten artık gören, işiten ve akleden birisi olur. Zâhire
göre dirilmiştir ama bâtına göre henüz dirilme tamamlanmamıştır.
8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in
tettekullâhe yec’al lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir
lekum, vallâhu zul fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan
(hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı
örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük
fazl sahibidir.
Dalâletteyken ölü
olan kalbin sahibini diriltmek üzere Allahû Tealâ o kalbe hidayetle ulaşır.
Şeytana dönük olan kalbi Kendisine çevirir. Kalbe giren rahmetin yolunu açar ve
o kişi zikretmeye başladığı an, Allah'ın katından salâvât taşıyıcısıyla rahmet
o kişinin kalbine gelir ve o kalbine gelen rahmetle o kişi nurun sahibi olur ve
%2’lik huşûya ulaşır. Huşû sahibi olmak çok önemlidir. Çünkü ancak huşû
sahiplerine Allahû Tealâ, hacet namazını kılmaları halinde mürşid gösterir.
Buraya kadar verdiği 12 tane ihsanla gösterdiği mürşide tâbî olan insana ise
Allahû Tealâ 7 tane ni’met verir.
1. ni’met, devrin imamının ruhu o kişinin başının
üzerine gelip yerleşmesidir.
2. ni’met, Allah'ın o kişinin kalbine îmânı
yazmasıdır.
3. ni’met, o güne kadar işlenen bütün günahların
sevaba çevrilmesidir.
4. ni’met, ruhun vücuttan ayrılıp ait olduğu Sıratı
Mustakîm’de seyr-i sülûka başlamasıdır, ruhun hidayetinin başlamasıdır.
5. ni’met, o kişinin nefs tezkiyesine başlamasıdır,
nefsin hidayetidir.
6. ni’met, o kişinin iradesinin güçlenmeye
başlamasıdır, iradenin hidayetidir.
7. ni’met, fizik vücut da güçlenir, fizik vücudun
hidayetidir.
Kısacası mürşide
tâbiiyetle dört hidayet birden başlar. Dört hidayet demek aynı zamanda 4 teslim
demektir. Ruhun hidayeti; ruhun Allah'a teslimidir. Fizik vücudun hidayeti;
fizik vücudun Allah'a teslimidir. Nefsin hidayeti; nefsin Allah'a teslimidir.
İradenin hidayeti; iradenin Allah'a teslimidir. Dört teslimin başlangıç noktası
burada gerçekleşir.
Allahû Tealâ, Emmare,
Levvame, Mülhime, Mutmainne, Radiye, Mardiyye, Tezkiye kademelerini zikir
artışlarıyla bir bir o kişiye nasip kılar, bunlara paralel olarak gök
katlarında ruh da yükselir ve göğün 7. katında 7 âlemi geçtikten sonra yoklukta
Allah'ın Zat’ına ulaşır.
Burada nefsin manevî kalbinde de %51 aydınlanma
olur. Bu Allahû Tealâ’nın bir ikramıdır yani o kişiyi Allahû Tealâ bir dilekle %51 güzel ahlâkın sahibi kılar. Güzel
ahlâk, o kişinin yapması gereken hataları, kötü huylarını, kötü davranışlarını,
suyun buzu erittiği gibi eritir.
Hataların %100
eriyebilmesi için nefsin tamamen tasfiye olması lâzımdır. Nefsin tasfiye
olabilmesi için kişinin günbegün zikrini arttırması gerekir. Zikir artışlarıyla
birlikte Fenâ, Beka, Zühd ve Teslim kademelerini geçer. Fizik vücudunu Allah'a
teslim eden kişinin Kur’ân-ı Kerim’deki ismi Muhsin’dir. Allahû Tealâ, fizik
vücudun Allah'a teslimini emreder. 14 asır evvel sahâbe fizik vücutlarını
Allah'a teslim etmişlerdir.
3/ÂLİ İMRÂN-20: Fe in hâccûke fe kul
eslemtu vechiye lillâhi ve menittebean(menittebeani), ve kul lillezîne ûtûl
kitâbe vel ummiyyîne e eslemtum, fe in eslemû fe kadihtedev, ve in tevellev fe
innemâ aleykel belâg(belâgu), vallâhu basîrun bil ibâd(ibâdi).
Bundan sonra eğer seninle tartışırlarsa o zaman onlara de ki:
"Ben ve bana tâbi olanlar vechimizi (fizik vücudumuzu) Allah'a teslim
ettik. O kitab verilenlere ve ümmîlere: "Siz de vechinizi (fizik
vücudunuzu) (Allah'a) teslim ettiniz mi?" de. Eğer teslim ettilerse, o taktirde,
hidayete ermişlerdir. Ve eğer yüz çevirirlerse, o zaman sana düşen sadece
tebliğdir. Ve Allah, kullarını en iyi görendir.
Fizik vücudunu
Allah'a teslim edenlerin vasıflarına baktığımız zaman Âli İmrân Suresinin 134.
âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ “devamlı olarak infâk etmek, vermek” olarak
zikretmektedir:
3/ÂLİ İMRÂN-134: Ellezîne yunfikûne fîs
serrâi ved darrâi vel kâzımînel gayza vel âfîne anin nâs(nâsi), vallâhu
yuhibbul muhsinîn(muhsinîne).
Onlar (muttekiler), bollukta ve darlıkta (Allah için) infak
ederler (verirler) ve onlar öfkelerini yutanlardır (tutanlardır) ve insanları affedenlerdir.
Ve Allah, muhsinleri sever.
İnsan sosyal bir
varlık olması hasebiyle diğer insanlarla birlikte yaşar. Kendisi devamlı olarak
güzel bir üretimin sahibi olsa bile herkes onun gibi olmayabilir. Etrafında
Nefs-i Emmare’de olan yüzlerce, binlerce insan olabilir. Ama o insanlardan
kendisine ulaşan hataları o kişi nasıl karşılar? Evvelâ öfkesini yutar, daha
sonra affeder.
O kişi artık %91
oranında güzel ahlâkın sahibi olmuştur, fizik vücudunu Allah'a teslim
etmiştir. Mânâsı Allah'ın bütün emirlerine itaat eden, yasak ettiği hiçbir
fiili işlemeyen bir yapıya ulaşmıştır. %91 oranında -suyun buzu erittiği gibi-
onun hatalarının da tamamen eridiğini, yok olduğunu anlıyoruz.
Fizik vücut teslimini
gerçekleştirmeyen hiçbir teslimi yapmayan insanlar doğal olarak yerlerinde
sayacaklardır ve daha ötesi var ki devamlı tedrici basamaklar içerisinde Allahû
Tealâ onları aşağıya doğru gönderecektir.
8/ENFÂL-49: İz yekûlul munâfikûne vellezîne
fî kulûbihim maradun garre hâulâi dînuhum, ve men yetevekkel alallâhi fe
innallâhe azîzun hakîm(hakîmun).
Münafıklar ve kalplerinde hastalık bulunan kimseler şöyle diyorlardı:
“Bunları, kendilerinin dîni aldattı.” Ve kim Allah’a tevekkül ederse o taktirde
Allah, muhakkak ki Azîz (en üstün) ve Hakîm’dir (hüküm sahibi) dir.
Herkesin kalbi başlangıç noktasında hastadır
ama Allah, âyetlerini yalanlayanların hastalıklarını arttırmıştır. Bir pozitif
kutup, bir de negatif kutup vardır. Pozitif kutupta kişi fizik bedenini Allah’a
teslim eder, hatalarını azaltır. Negatif kutupta ise hatalar olduğu gibi vardır
ve devamlı artıyordur. İşte o kötü
ahlâk, kişinin amelini bozar; sirkenin balı bozduğu gibi ve amelleri boşa gider.
Dolayısıyla insanoğlu
kendi seçimini kendisi yapmak zorundadır. Ya Allah'a ulaşmayı dileyecek,
Allah'a giden yolu seçecek, Allah'ın yardımıyla güzel ahlâkın sahibi olacak,
Kur'ân ahlâkıyla ahlâklanacak, Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanacak ve yahut da
kesinlikle dünya hayatını seçecektir. Dünya hayatını seçerse hastalıkların
şifaya kavuşamaması bir yana, devamlı olarak kişinin hastalıkları artacak ve
kötü ahlâk sebebiyle ne bu dünyada, ne de ahirette saadet ve huzura ulaşmış olamayacaktır.
Böyle bir kişi “Ne
kendi eyledi rahat, ne de âleme verdi huzur. Çekti öldü gitti, dayansın ehli
kubur.” ifadesinin muhatabıdır. Fenâ ahlâkın sahibi olan kişi kendisi rahat etmediği
gibi, başkasına da rahatlık vermez. Başkasını da devamlı huzursuz ve mutsuz
eder. Çünkü sosyal bir varlık olan insan diğer insanlarla birlikte yaşar.
Kendisi huzursuz ve mutsuzsa, kendisi kötü kokunun sahibiyse, onun yaydığı kötü
kokudan etraftaki insanlar da rahatsız olur.
Buna dair şehzade
örneği şöyledir: Babası devamlı olarak “Evladım Allah'a karşı kulluk
görevlerini yerine getir, namaz kıl.” derken, oğlu da devamlı olarak babasının
bu tebliğine karşılık “Her koyun kendi bacağından asılır” deyip kulak
asmıyormuş. Günün birinde baba bir koyunu kesmiş ve oğlunun yattığı yerin yanı
başına bir direk dikmiş, koyunu kestikten sonra iç organlarını çıkartmadan yaz
sıcağında o direğe asmış. Çok kısa zamanda da koyun cesedi etrafa çok kötü bir
koku salmış. Tabiî oğlu rahatsız olmuş, “Hemen onu oradan indirin.” demiş. İki
nöbetçi de “Babanın izni olmadan biz bunu yapamayız.” demişler. Babasına
koşmuş: “Ne hakla bunu yaptın?” Babası demiş ki: “Evladım, o koyun kendi
bacağından asılmış yaptığımız bir şey yoktur.” “Evet, ama beni rahatsız
ediyor.” demiş. Babası da: “Şimdi gel bakayım, kulağına ben bir şey
fısıldayayım. Sana bugüne kadar devamlı olarak seni yaratan Rabbinin emirlerine
itaat etmeni biz tembih ettik, sana nasihat ettik, ama aldığımız cevap ‘her koyun
kendi bacağından asılır’ oldu. İşte o koyun da kendi bacağından asılmış. Fakat
senin Rabbine karşı olan vazifelerini yerine getirmemenden dolayı etrafında
rahatsız olan insanları niye düşünmüyorsun?” demiş.
Dolayısıyla biz
insanlar sosyal mahlûklarız. Diğer insanlarla birlikte yaşıyoruz. Biz kendimize
zulmettiğimiz an - başkalarının bizim üzerimizde hakkı vardır- onlara da
zulmediyoruz ama biz kendimize bir iyilik yaptığımız zaman mutlaka onların da
bundan pay sahibi olduğunu kesinlikle bilmemiz gerekir.
%100 güzel ahlâk ise
daimî zikirde gerçekleşen bir olgudur.
Daimî zikre ulaşan insan bir bütün olarak güzel ahlâkın sahibi olur. O,
kötülüğe karşı hayırla mukabele eder. Onun artık bir daha bir negatif sözün
sahibi olması mümkün değildir.
“Yediğinizi Allah’ın Zikri ve Namazla Eritin. Bundan Gâfil Olmayın
ki; Kalpleriniz Katılaşır.”
|
Hz. Muhammed Mustafa
(S.A.V) Efendimiz, buyuruyor ki: “Yediğinizi
Allah’ın zikri ve namazla eritin. Bundan gâfil olmayın ki; kalpleriniz
katılaşır.”
Peygamber Efendimiz
(S.A.V), hadîsin sonunda: “bundan gâfil olmayın ki; kalpleriniz katılaşır.”
buyurmaktadır.
ü Gafil Olmayan Kişi Kimdir?
7/A’RÂF-205: Vezkur rabbeke fî nefsike tedarruan ve
hîfeten ve dûnel cehri minel kavli bil guduvvi vel âsâli ve lâ tekun minel gâfilîn(gâfilîne).
Ve sabah ve akşam vakitlerinde Rabbini kendi kendine, korkarak ve
yalvararak, sözün sesli olmayanı ile zikret. Ve gâfillerden olma.
Zikreden kişi gâfil
olmayan kişidir. Zikretmeyen kişi ise gâfil olan kişidir. O halde Allahû Teâlâ,
zikri bize farz kılmıştır.
ü Zikir Nedir?
Hâdiste; biri “Allah”
isminin tekrarı, diğeri de namaz olmak üzere iki çeşit zikirden
bahsedilmektedir. Allahû Tealâ da Muzzemmil Suresinin 8. âyet-i kerimesinde
“Rabbinin ismi ile zikret” diyerek “Allah” isminin tekrarı ile yapılan zikri
farz kılmaktadır:
73/MUZZEMMİL-8: Vezkurisme rabbike ve tebettel ileyhi
tebtîlâ(tebtîlen).
Ve Rabbinin İsmi’ni zikret ve herşeyden kesilerek O’na ulaş.
Allahû Teâlâ, Kur’ân-ı
Kerîm’de Tâhâ Suresinin 14. âyet-i kerimesinde namazın da bir zikir olduğuna
işaret etmektedir:
20/TÂHÂ-14: İnnenî enallâhu lâ ilâhe illâ ene fa’budnî
ve ekımis salâte li zikrî.
Muhakkak ki Ben, Ben Allah’ım. Benden başka İlâh yoktur. Öyleyse Bana
kul ol ve Beni zikretmek için namazı ikame et!
Allahû Teâlâ, zikirle
ilgili olarak Ankebût Suresinin 45. âyet-i kerimesinde diyor ki:
29/ANKEBÛT-45: Utlu mâ ûhıye ileyke minel kitâbi ve
ekımıs salât(salâte), innes salâte tenhâ anil fahşâi vel munker(munkeri), ve le
zikrullâhi ekber(ekberu), vallâhu ya’lemu mâ tasneûn(tasneûne).
Kitaptan sana vahyedilen şeyi oku ve salâtı ikâme et (namazı kıl).
Muhakkak ki salât (namaz), fuhuştan ve münkerden nehyeder (men eder). Ve Allah’ı
zikretmek mutlaka en büyüktür. Ve Allah, yaptığınız şeyleri bilir.
Bu âyet-i kerimenin
muhtevasında 3 çeşit zikir bulunmaktadır:
1- Kur’ân
âyetlerinin tilâveti (Kur’ân okumak) bir zikirdir.
2- Namaz
kılmak, bir zikirdir.
3- “Allah”
isminin tekrarı, bir zikirdir.
Bu 3 çeşit zikir
içerisinde en büyük zikrin “Allah” isminin tekrarı olduğu net olarak
belirtilmektedir. İşte bu nedenle “Allah” isminin tekrarı, ibadetlerin
sultanıdır; en büyük ibadettir.
Nebîler Sultanı Peygamber
Efendimiz (S.A.V), burada yediklerimizi hazmedebilmemiz ve vücut için faydalı
hale gelebilmesi için ön koşul olarak zikri emretmiştir. Allahû Teâlâ da
âyetlerle zikir yapmamızı farz kılmaktadır.
ü Kalpleri Katılaşan İnsanlar Kimlerdir?
Kalpleri katılaşan
insanlar, Allah’a ulaşmayı dilemeyenlerdir.
39/ZUMER-22: E fe men şerehallâhu sadrehu lil islâmi fe
huve alâ nûrin min rabbih(rabbihi), fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min
zikrillâh(zikrillâhi), ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Allah kimin göğsünü İslâm için (Allah’a teslim için) yarmışsa
artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi? Allah’ın zikrinden kalpleri
kasiyet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler.
Demek ki; bazı insanların
da Allah’ın zikri ile kalpleri katılaşmaktadır. Bir insan, Allah’a ulaşmayı
dilemediği takdirde zikir yapsa dahi Allah’ın katından bir şey kendisine
gelmez. Rahmet kalbine ulaşmaz. Çünkü Allah, ancak kişinin kalben Allah’a
ulaşmayı dilemesi halinde, Rahmân esması ile tecelli eder ve Enfâl Suresinin
29. âyet-i kerimesi gereğince ona peş peşe furkanlar verir.
8/ENFÂL-29: Yâ eyyuhellezîne âmenû in tettekullâhe yec’al
lekum furkânen ve yukeffir ankum seyyiâtikum ve yagfir lekum, vallâhu zul
fadlil azîm(azîmi).
Ey âmenû olanlar, Allah’a karşı takva sahibi olursanız sizi furkan
(hak ve bâtılı ayırma özelliği) sahibi kılar! Ve sizden (sizin) günahlarınızı
örter ve size mağfiret eder (günahlarınızı sevaba çevirir). Ve Allah, büyük
fazl sahibidir.
Allahû Tealâ, 7 tane
furkan vererek eğer varsa kişinin hassaları ve uzuvları üzerindeki engelleri
kaldırır:
1. furkan:
Baş gözündeki hicab-ı mestureyi alır.
2. furkan:
Basar hassası üzerindeki gışavet adlı perdeyi alır.
3. furkan:
Baş kulaklarında işitmeye mâni olan engeli (vakra) alır.
4. furkan:
Sem’î hassasının mührünü açar.
5. furkan:
Kalbindeki ekinneti alır (1. kalp şartı).
6. furkan:
Fıkıh hassasının mührünü açar (2. kalp şartı).
7. furkan:
İhbatı koyar (3. kalp şartı).
Bu furkanlardan 4 tanesi
baş gözleri ve baş kulakları ile alâkalıdır. Furkanların 3’ü de nefsin manevî
kalbiyle alâkalıdır. Böylece kişi 7 furkan alarak ilk 3 kalp şartının sahibi
olmuştur. Ama Allahû Teâlâ nefsin manevî kalbini 3 tane kalp şartına daha
ulaştırır:
4. kalp şartı:
Kalbe hidayetle ulaşır.
5. kalp şartı:
Kalbi Kendisine (Allah’a) çevirir.
6. kalp şartı:
En’âm Suresinin 125. âyet-i kerimesinde zikredildiği gibi göğüsten kalbe giden
rahmetin yolunu açar.
6/EN’ÂM-125: Fe men yuridillâhu en yehdiyehu yeşrah
sadrehu lil islâm(islâmi), ve men yurid en yudıllehu yec’al sadrehu dayyikan
haracen, ke ennemâ yassa’adu fîs semâi, kezâlike yec’alûllâhur ricse alâllezîne
lâ yu’minûn(yu’minûne).
Öyleyse Allah kimi Kendisine ulaştırmayı dilerse onun göğsünü yarar
ve (Allah’a) teslime (İslâm’a) açar. Kimi dalâlette bırakmayı dilerse, onun
göğsünü semada yükseliyormuş gibi daralmış, sıkıntılı yapar. Böylece Allah,
mü’min olmayanların üzerine pislik (azap, darlık, güçlük) verir.
Bu noktada kişi, 6 tane
kalp şartının sahibidir ve artık zikir yaptığı an Allah katından salâvât
taşıyıcısı ile göğsüne gelen rahmet, göğüsten kalbe rahmet yolu açıldığı için o
yolu takip ederek anında kalbe ulaşır. Rahmetin kalbe girdiği oranda zulmet de
kalpten çıkar. (Zumer-22)
Göğsü şerh edilenler,
Allah’tan bir nur üzeredir. Çünkü kimin göğsü şerh edilmişse yani göğsünden
kalbine yol açılmışsa ancak o kişinin kalbine zikirle rahmet nuru ulaştığı için
o Allah’tan bir nur üzere olur.
Sonuç olarak; hâdiste
zikredildiği gibi yediklerimizi, Allah’ın zikri ve namazla eritmemiz gerekir.
Zikrin kalbi aydınlatması nurlandırması için de Allah’a ulaşmayı dilemek
gerekir. Zikirden gâfil olunmazsa; kalpler de katılaşmaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.