10 Haziran 2016 Cuma

12. BASAMAK; HUŞÛ OLUŞMASI

12. BASAMAK;  HUŞÛ OLUŞMASI

Hikmet Sahibi Ulemanın Meclisinde Bulunmak, Kelâmını İşitmek Üzerinize Farz Kılındı. Muhakkak ki Allah, Onların Meclisinde Bulunan Ölü Kalpleri Hikmet Nuruyla Diriltir. Yağmur Suyunun Toprağı Dirilttiği Gibi Ölü Kalpleri Bu Şekilde Diriltir.”


ü  Hikmet Sahibi Ulemâ Kimlerdir?

“Hikmet sahibi ulemanın meclisinde bulunmak, kelâmını işitmek üzerinize farz kılındı. Muhakkak ki Allah onların meclisinde ölü kalpleri hikmet nuruyla diriltir. Yağmur suyunun toprağı dirilttiği gibi ölü kalpleri bu şekilde Allah diriltir.” hadîs-i şerifinin, Kur’ân-ı Kerim âyetleri ve âyetlerle çelişmeyen diğer hadîsler ışığında açıklaması şu şekildedir:
Hadîste geçen “hikmet sahibi ulema” ifadesi; “hikmet sahibi âlimler” anlamındadır. “Âlim” kelimesi tekildir, “ulema” ise onun çoğuludur. Hadîste zikredilen hikmet kavramı ile ilgili Kur’ân-ı Kerim’de Bakara Suresinin 269. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyor ki.

2/BAKARA-269: Yu’til hikmete men yeşâu, ve men yu’tel hikmete fe kad ûtiye hayran kesîrâ(kesîren), ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
(Allah) hikmeti dilediğine verir. Kime hikmet verilmişse böylece ona çok hayır verilmiştir, ulûl’elbabtan başkası tezekkür edemez.

Hikmet kademesi daimî zikre ulaşılan ulûl'elbab ile onu takip eden ihlâs ve salâh makamlarını içerir. Fakat âyet-i kerimedeki “Allah hikmeti dilediğine verir.” ifadesinden Allah’ın muradı, Allahû Tealâ’nın hikmeti irşada memur ve mezun kıldığı kişiye vermesidir. Hikmetin sahibi bu kişilerdir.
Hikmetin 1. kademesi; ulûl'elbab makamıdır, 2. kademesi; ihlâs makamıdır, 3. ve en son kademesi de; salâh makamıdır. İrşada memur ve mezun kılınan kişi hikmetin ötesini de öğrenmeye hak sahibi olur. Allahû Tealâ, hikmeti irşad kademesinde vazifeli kıldığı kişilere verdiğini açıklamaktadır.

3/ÂLİ İMRÂN-81: Ve iz ehazallâhu mîsâkan nebiyyîne lemâ âteytukum min kitâbin ve hikmetin summe câekum resûlun musaddikun limâ meakum le tu’minunne bihî ve le tensurunneh(tensurunnehu), kâle e akrartum ve ehaztum alâ zâlikum ısrî, kâlû akrarnâ, kâle feşhedû ve ene meakum mineş şâhidîn(şâhidîne).
Ve Allah, nebilerden, "Size kitap ve hikmet verdim. Sonra size, beraberinizde olanı (Allah'ın size verdiği kitapları) tasdik eden bir Resûl geldiği zaman, ona mutlaka iman edeceksiniz ve ona mutlaka yardım edeceksiniz" diye misak aldığı zaman, "İkrar ettiniz mi (kabul ettiniz mi?) ve bu ağır (ahdimi) üzerinize aldınız mı?" diye buyurdu. (Onlar da): "İkrar ettik (kabul ettik)" dediler. (Allahu Teâlâ): "Öyleyse şahit olun ve Ben sizinle beraber şahitlerdenim." buyurdu.

Âyet-i kerimede “Size kitap ve hikmet verdim.” buyrulmaktadır. Demek ki Allahû Tealâ sadece kitabı değil, kitapla beraber hikmeti de vermektedir. Yüce Rabbimiz Lokmân Suresinin 12. âyet-i kerimesinde Lokmân (A.S)’ı zikrederken şöyle buyuruyor.

31/LOKMÂN-12: Ve lekad âteynâ lukmânel hikmete enişkur lillâh(lillâhi), ve men yeşkur fe innemâ yeşkuru li nefsih(nefsihî), ve men kefere fe innellâhe ganiyyun hamîd(hamîdun).
Ve andolsun ki Lokmân’a hikmet verdik ki, Allah’a şükretsin. Ve kim şükrederse, o takdirde sadece kendi nefsi için şükreder. Ve kim küfrederse (inkâr ederse), o takdirde muhakkak ki Allah; Gani’dir (kimsenin şükrüne ihtiyacı yoktur), Hamid’dir (hamdedilen).

Allahû Tealâ’nın irşad kademesinde vazifeli kıldığı devrin imamı, kavim resûlleri ve velî mürşidlerin hepsi hikmetin sahibidirler.

3/ÂLİ İMRÂN-164: Le kad mennallâhu alel mu’minîne iz bease fîhim resûlen min enfusihim yetlû aleyhim âyâtihî ve yuzekkîhim ve yuallimuhumul kitâbe vel hikmeh(hikmete), ve in kânû min kablu le fî dalâlin mubîn(mubînin).
And olsun ki Allah, müminleri, "Onların aralarında (kendi zamanlarında, kendi kavimleri içinde), kendilerinden bir resul beas ederek (başlarının üzerine devrin imamının ruhu bir nimet olmak üzere)" nimetlendirdi (lutufda bulundu). Onlara, O'nun (Allah'ın) ayetlerini tilâvet eder, onları tezkiye eder, onlara kitap ve hikmeti öğretir. Ondan evvel ise (resule tâbî olmadan evvel), onlar elbette apaçık dalâlet içinde idiler.

Bir kişinin hikmeti öğretebilmesi için öncelikle hikmet sahibi olması; hikmeti Allah'tan almış olması gereklidir. Tüm bunları göz önüne aldığımızda şu neticeye ulaşıyoruz; Peygamber Efendimiz (S.A.V): Hikmet sahibi ulemanın sohbetinde bulunmak üzerinize farz kılındı.” buyurarak aslında, Allah’ın irşada memur ve mezun kıldığı mürşidlerin sohbetinde bulunmanın üzerimize farz kılındığını vurgulamaktadır.

ü  İnsanın Yaratılış Gayesi Nedir?


21/ENBİYÂ-7: Ve mâ erselnâ kableke illâ ricâlen nûhî ileyhim fes’elû ehlez zikri in kuntum lâ ta’lemûn (ta’lemûne).
Ve senden önce, vahyettiğimiz rical (erkekler)den başkasını göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline (daimî zikrin sahiplerine) sorun.

Öyleyse bir tarafta Allahû Tealâ’nın irşada memur ve mezun kıldığı, hikmet sahibi kıldığı Allah’ın mürşidi; diğer tarafta da onun sohbetinde yer alan, dînini yaşamak isteyen insanlar vardır.
İnsan 3 vücut ve serbest irade ile, hanif fıtratı üzere yaratılmıştır. Allah’ın bize üfürdüğü ruh ahsendir; Allah’ın bütün emirlerine itaat eden, yasak ettiği hiçbir fiili işlemeyen bir yapıya sahiptir. Fizik vücut ise böyle değildir. İnsan emmare standartında dünya hayatına başlar; başlangıçta herkes Nefs-i Emmare’dedir. Nefs-i Emmare’deki kişi nefsinin emirlerini yerine getiren bir nefse sahiptir. Rabbimiz, tıpkı ruh gibi, fizik vücudumuzun da ahsen olmasını emreder. Fizik vücudun ahsen olması; fizik vücudun da ruh gibi Allah’ın bütün emirlerine itaat etmesi ve yasak ettiği hiçbir fiili işlememesi demektir.
Berzah âlemine ait olan nefsimiz 19 tane afetin sahibidir; Allah’ın tüm emirlerine isyan eden, yasak ettiği fiilleri de hep işlemek isteyen bir yapıdadır. Allahû Tealâ nefsimizi, tezkiye ve tasfiye etmek suretiyle ahsen kılmamızı emreder.
Allahû Tealâ Tin Suresinin 4 ve 5. âyetlerinde yaratılış gayemizi beyan etmektedir.

95/TÎN-4: Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm(takvîmin).
Andolsun ki Biz, insanı (nefsini), ahseni takvim içinde (nefs tezkiyesi ve tasfiyesi yaparak en güzele ulaşabilecek özellikte) yarattık.
95/TÎN-5: Summe redednâhu esfele sâfîlîn(sâfîlîne).
Sonra onu, esfeli sâfilîne (en sefil hale, nefsinin karanlıklarına) iade ettik (çevirdik).

Dünya hayatına gelen herkesin, belli bir zaman dilimi içerisinde ahsene ulaşması Allahû Tealâ’nın tüm insanlar için belirlediği bir hedeftir ve bu hepimizin yaratılış gayesidir.

51/ZÂRİYÂT-56: Ve mâ halaktul cinne vel inse illâ li ya'budûn(ya'budûni).
Ve Ben, insanları ve cinleri (başka bir şey için değil, sadece) Bana kul olsunlar diye yarattım.

Allah’ın, insan dışındaki yarattığı her şey insana hizmet etmektedir; güneş, ay, hava, su, toprak, yıldızlar ve daha sayılamayacak kadar çok ni’met... Allah sonsuz ni'metlerini önümüze sermiştir ve bunların hepsi insana hizmet etmektedir. Öyleyse, her şeyin uğruna yaratıldığı insanın boşuna yaratılmış olduğu düşünülemez. Nasıl her şey insana hizmet ediyorsa, insan da sahibi olan Allah'a hizmet etmekle vazifelidir. Zaten yaratılış gayemiz de budur.
İnsan ile Allah arasındaki dizaynda hikmetin bir başlangıcının, bir de en üst seviyedeki noktada olma halinin bulunduğunu görüyoruz. İşte bu geniş yelpaze içinde, başlangıç noktasından en üst noktaya ulaşabilmek 7 safhalık bir Allah’a kul olma, hizmet etme muhtevası içinde gerçekleşir. Yaratılış gayemiz Allah’a kul olmaktır. Başlangıç noktasında herkes şeytana kuldur. Allahû Tealâ katından hikmet sahibi âlimleri göndermek suretiyle, insanları şeytana kul olmaktan kurtarıp Allah’a kul etmek ister. Rabbimizin muradı ve yaratılış hedefimiz budur.
  Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V) Efendimiz buyuruyor ki: “Allahû Tealâ’yı verdiği ni’metlerinden dolayı seviniz.” Dikkatli bir şekilde düşünüp bakıldığı zaman, her şeyin Allah'tan bize bir ni’met olduğu açıkça görülmektedir. Allah’ın halk ettiği ve bize verdiği fizik beden, nefs, serbest irade, çevremiz, toprak, hava, su; kısacası düşünebileceğiniz her şey insana hizmet etmektedir. Tüm bunlar insanlar için yaratılmıştır.

2/BAKARA-29: Huvellezî halaka lekum mâ fîl ardı cemîan summestevâ iles semâi fe sevvâhunne seb’a semâvât(semâvâtin), ve huve bi kulli şey’in alîm(alîmun).
O (Allah) ki; yeryüzündeki şeylerin hepsini sizin için yarattı. Sonra (kudret ve iradesiyle) göğe yönelip, onları da yedi (kat) gök olarak düzenledi. Ve O, her şeyi en iyi bilen (Alîm)’dir.

45/CÂSİYE-13: Ve sahhare lekum mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ardı cemîan minh(minhu), inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn(yetefekkerûne).
Ve göklerde ve yerde olanların hepsini kendinden (bir lütuf olarak) size musahhar (emre amade) kıldı. Muhakkak ki bunda, tefekkür eden bir kavim için mutlaka âyetler (ibretler) vardır.

Allahû Tealâ her şeyi 7 safha ve 4 teslim sürecinden geçerek kendisini bütünüyle Allah için kılan, Allah'a teslim eden insan için yarattığını bildiriyor. Bakara Suresinin 156. âyet-i kerimesi yaratılış gayesini idrak eden herkes için çok mânidardır.

2/BAKARA-156: Ellezîne izâ esâbethum musîbetun, kâlû innâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn(râciûne).
Onlar ki; kendilerine bir musîbet isabet ettiği zaman: “Biz muhakkak ki Allah içiniz (O’na ulaşmak ve teslim olmak için yaratıldık) ve muhakkak O’na döneceğiz (ulaşacağız).” dediler.

Allah için olmak, Allah’a teslim-i küllî ile teslim olmaktır. Allah için olmak ruhumuzu, fizik vücudumuzu, nefsimizi ve irademizi Allah'a teslim etmektir; bir bütün olarak Allah için olmaktır. Allah ile insanlar arasındaki ilişkide evrensel kanun, liyâkat ve ihsan kanunudur. Bu kanun gereğince kişi neye lâyıksa Allahû Tealâ onu o kişiye teslim eder. Allahû Tealâ’nın bizden istediği 7 safha ve 4 teslimi gerçekleştirerek Allah için olabilmektir. 7 safha ve 4 teslimi gerçekleştirebilmenin yolu ise Allah için olanlarla beraber olmaktan geçer.

9/TEVBE–119: Yâ eyyuhellezîne âmenûttekûllâhe ve kûnû meas sâdikîn (sâdikîne).
Ey âmenû olanlar (ölmeden önce Allah'a ulaşmayı dileyen kimseler)! Allah'a karşı takva sahibi olun ve sadıklarla beraber olun.

Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in hadîsinde belirttiği hikmet sahibi âlim;

·         1. safhada; 3. basamakta Allah'a ulaşmayı dilemiştir.
·         2. safhada; 14. basamakta mürşidine tâbî olmuştur.
·         3. safhada; 22. basamakta ruhunu Allah'a teslim etmiştir.
·         4. safhada; 25. basamakta fizik vücudunu Allah'a teslim etmiştir.
·         5. safhada; 26. basamakta nefsini Allah'a teslim etmiştir.
·         6. safhada; 27. basamakta irşada ulaşmıştır, ihlâsa ulaşmıştır.
·         7. safhada; 28. basamağın 4. mertebesinde iradesini de Allah'a teslim etmiştir.

Peygamber Efendimiz (S.A.V) “Hikmet sahibi ulemanın sohbetinde bulunmak üzerinize farz kılındı.” sözü ile mürşid-i kâmilin; Allah’ın irşada memur ve mezun kıldığı mürşidin sohbetinde bulunmanın üzerimize farz kılındığını belirtmektedir. Mürşid-i kâmil en üst seviyede devrin imamıdır. Devrin imamının görevlerini Allahû Tealâ’nın şu âyet-i kerimelerle açıkladığını görüyoruz:

2/BAKARA-151: Kemâ erselnâ fîkum resûlen minkum yetlû aleykum âyâtinâ ve yuzekkîkum ve yuallimukumul kitâbe vel hikmete ve yuallimukum mâ lem tekûnû ta’lemûn(ta’lemûne).
Nitekim size içinizde (görev yapmak üzere) sizden bir Resûl (Peygamber) gönderdik ki; âyetlerimizi size tilâvet etsin (okuyup açıklasın) ve sizi (nefsinizi) tezkiye etsin, size kitap ve hikmet öğretsin ve (hikmetin de ötesinde) bilmediğiniz şeyleri öğretsin.

Hikmet sahibi âlim âyetleri tilâvet eder. Âyetlerin muhtevasına baktığımızda, hikmet sahibi âlimin âyetleri tilâvet ederken Allah’a davet ettiği; Allah'a ulaşmayı dilemeye çağırdığı net olarak görülmektedir. Bakara Suresinin 156. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ buyuruyordu ki: “Onlara bir musîbet isabet ettiği zaman derler ki, biz Allah içiniz ve mutlaka Allah'a döneceğiz.” Öyleyse burada Allah için olma bilincine, şuuruna ulaşan kişi Allah'a ulaşmaya çağırıyor, Allah'a davet ediyor.
3. safhada ruhun Allah’a 1. teslimle teslim olabilmesi için Allahû Tealâ’ya ulaşmayı dilemek gerekir. Hikmet sahibi âlimin sohbetinin giriş kapısı Allah’a ulaşmayı dilemektir. “Muhakkak ki Allah onların meclisinde ölü kalpleri hikmet nuruyla diriltir.”

27/NEML-80: İnneke lâ tusmiul mevtâ ve lâ tusmius summed duâe izâ vellev mudbirîn(mudbirîne).
Muhakkak ki sen, ölülere işittiremezsin ve arkasını dönüp kaçan sağırlara da (Allah’ın) davetini işittiremezsin.
27/NEML-81: Ve mâ ente bi hâdîl umyi an dalâletihim, in tusmiu illâ men yu’minu bi âyâtinâ fe hum muslimûn(muslimûne).
Ve sen, körleri dalâletlerinden (çevirip) hidayete erdirecek değilsin. Sen, ancak âyetlerimize inananlara işittirebilirsin. İşte onlar, teslim olanlardır.
27/NEML-82: Ve izâ vakaal kavlu aleyhim ahracnâ lehum dâbbeten minel ardı tukellimuhum ennen nâse kânû bi âyâtinâ lâ yûkınûn(yûkınûne).
Ve onların üzerine (Allah’ın Kitap’ta söylediği) söz vuku bulunca, onlara arzdan dabbe çıkardık (çıkarırız). İnsanların (Kitap’taki) âyetlerimize yakîn hasıl etmediklerini söyleyecek.

Allahû Tealâ âyetleri tilâvet ederken hikmet sahibi âlimin kalbine şunu söylüyor: “Sen davetini ölülere ve âyetleri tilâvet ederken arkalarını dönüp giden sağırlara da işittiremezsin. Ve sen âyetleri tilâvet ederken o âmâ olanları da hidayete erdiremezsin. Sen sadece tilâvet ettiğin âyetlerimize îmân edenlere işittirebilirsin.” Burada son derece güzel bir illiyet rabıtası söz konusu; hikmet sahibi âlim âyetleri tilâvet ediyor ve ancak o âyetlere îmân edenlerin kalpleri hikmet nuru ile diriliyor. Diğer bir ifadeyle, hikmet sahibi âlim âyetleri tilâvet ederken Allah’a davet ediyor. Allahû Tealâ da daveti kabul edenlerin kalplerini ölüyken diriltiyor. Allahû Tealâ Yusuf Suresinin 108. âyet-i kerimesinde davet konusunda şöyle buyuruyor:

12/YÛSUF-108: Kul hâzihî sebîlî ed’û ilallâhi alâ basîretin ene ve menittebeanî, ve subhânallâhi ve mâ ene minel muşrikîn(muşrikîne).
De ki: “Benim ve bana tâbî olanların, basiret üzere (kalp gözüyle basar ederek, Allah’ı görerek) Allah’a davet ettiğimiz yol, işte bu yoldur. Allah’ı tenzih ederim. Ve ben, müşriklerden değilim.”

Hikmet sahibi âlim devamlı Allah'a çağırmaktadır.

41/FUSSİLET-33: Ve men ahsenu kavlen mimmen deâ ilâllâhi ve amile sâlihan ve kâle innenî minel muslimîn(muslimîne).
Allah’a davet eden ve sâlih amel (nefs tasfiyesi) yapan ve: “Muhakkak ki ben teslim olanlardanım.” diyenden daha güzel sözlü kim vardır?

Görüldüğü gibi hikmet sahibi âlim, âyetleri tilâvet etmekle Allah'a davet ediyor. Hikmet sahibi âlim âyetleri tilâvet etmekle Allah'a davet ettiğine göre, âyetlere îmân eden, daveti kabul eden demektir. Sonuç olarak, Allahû Tealâ daveti kabul edenlerin ölü kalplerini hikmet nuru ile diriltir.
28 basamaklık İslâm merdiveni açısından konuya bakacak olursak; 3. basamakta her kim Allah'a ulaşmayı dilerse, Allahû Tealâ 4. basamakta o kişiye 99 esmasından biri olan Rahmân esması ile tecelli eder. 5. basamakta varsa hassalardaki ve uzuvlardaki engelleri sırasıyla kaldırır. Bu basamakta Allahû Tealâ, baş gözündeki hicab-ı mestureyi ve basar hassasındaki gışavet adlı perdeyi kaldırır. Daha evvel o kişi körken, artık görmeye başlar. Bu kişinin baş gözleri zaten dünyayı ve çevresindekileri görüyordu. Ama Allahû Tealâ’nın engelleri kaldırarak kişiyi kurtardığı körlük, Allah’ın irşada memur ve mezun kıldığı mürşide karşı körlüktür. O kişi mürşidini alelâde bir insan olarak görmekteyken Allahû Tealâ engelleri kaldırdığı zaman artık irşad kademesi onun için alelâde bir insan olmaz. O da bir beşerdir ama Allah’ın vahyine mazhar kıldığı bir beşerdir. Bu sebeple Allahû Tealâ Kehf Suresi 110. âyet-i kerimede buyuruyor ki:

18/KEHF-110: Kul innemâ ene beşerun mislukum yûhâ ileyye ennemâ ilâhukum ilâhun vâhid(vâhidun), fe men kâne yercû likâe rabbihî fel ya’mel amelen sâlihan ve lâ yuşrik bi ıbâdeti rabbihî ehadâ (ehaden).
De ki: “Ben sizin gibi sadece bir beşerim. Bana sizin ilâhınızın tek bir ilâh olduğu vahyolunuyor. O takdirde kim Rabbine mülâki olmayı (ölmeden evvel Allah’a ulaşmayı) dilerse, o zaman sâlih amel (nefs tezkiyesi) yapsın ve Rabbinin ibadetine başka birini (bir şeyi) ortak koşmasın.”

Bu âyet-i kerimede Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in de bir beşer olduğu fakat Allahû Tealâ’nın vahyine mazhar kılındığı belirtilmiştir. “Kim Allah’a ulaşmayı dilerse (ki burada da hikmet sahibi âlimin nereye davet ettiği bir kere daha ortaya çıkıyor) sâlih amel işlesin; tâbiiyetini gerçekleştirsin ve Allahû Tealâ’yı zikretmeye başlasın” emri verilmiştir. Bu veriler dikkate alındığında, hikmet sahibi âlimin sohbetinde bulunmanın bize kazandırdıkları âyetlerin ve hadîslerin ışığında net olarak ortaya çıkmaktadır.
Allahû Tealâ, Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin kalbindeki dileği görür, bilir, işitir ve Rahmân esmasıyla tecelli ettiğinde 6. basamakta kulaklarındaki vakrayı alır ve sem’î hassasının mührünü açar. O kişi artık irşad kademesinin sözlerini alelâde sözler olarak değerlendirmez. Kişi o sözlerin mânâsına varır; işitir. Ardından, Allahû Tealâ 7. basamakta kalpteki idrake mâni olan engeli; ekinneti alır, ihbatı koyar ve kişinin fıkıh hassasını açar. Bu sayede kişi artık irşad makamının sözlerini idrak eder ve bunları kendisine mâl eder.
Günümüzde ne yazık ki dîn öğreticileri dînlerini hikmet sahibi ulemanın sohbetlerinden öğrenmemektedir. 14 asır evvel en güzide topluluk, Nebîler Sultanı Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in yetiştirdiği topluluk olan sahâbenin standartları ise çok farklıydı. Sahâbe kelimesi Arapça’da “arkadaş” anlamına geldiği gibi aynı zamanda “sohbet ehli” yani “Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in sohbetinde bulunan insanlar” anlamına da gelmektedir. Âli İmrân Suresinin 81. âyet-i kerimesinde Allahû Tealâ’nın “Size kitap ve hikmet verdim.” buyurduğu Ulûl’azm Nebîler arasında Peygamber Efendimiz (S.A.V) de vardı. Bu sebeple Peygamber Efendimiz (S.A.V) bizzat kendisi hikmet sahibi ulemadandır. Sahâbe de O’nun sohbetinde yetişmişti; O’nu işitenler sahâbe oldular. Münâfıklar da O’nun sohbetinde bulunuyorlardı ama münâfıklar O’nun sözünü işitemediler.

47/MUHAMMED-16: Ve minhum men yestemiu ileyke, hattâ izâ harecû min indike kâlû lillezîne ûtûl ilme mâzâ kâle ânifâ(ânifen), ulâikellezîne tabaallâhu alâ kulûbihim vettebeû ehvâehum.
Ve seni dinleyenlerden bir kısmı, senin yanından çıktıkları zaman, kendilerine ilim verilenlere: “Biraz önce (O) ne dedi?” dediler. İşte onlar, Allah’ın, kalplerini mühürledikleri kişilerdir ve onlar hevalarına tâbî olanlardır.

Kişilerin kalplerinin mühürlenmesi ve o kişilerin hevalarına tâbî olmalarının mânâsı şudur; hikmet sahibi âlim âyetleri tilâvet ile o kişileri Allahû Tealâ’ya davet etmiştir. Buna rağmen o kalpleri mühürlenenler ve hevalarına tâbî olanlar daveti kabul etmemişlerdir.
Hikmet sahibi ulemanın sohbetinde bulunmak ve kelâmını işitmek farz olmasına rağmen Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in yaşadığı dönemde münâfıklar O’nun sohbetlerine tamamen farklı niyetlerle katılmışlardı. Sahâbenin arasına katılmalarının nedeni, ruhlarını Allah’ın Zat’ına ulaştırmak değil mallarını ve canlarını korumaktı. Kişi İslâm’ı kabul etmese, küfürde kalsa, İslâm ülkesinde yaşaması hasebiyle bir vergi ödemek durumundaydı. Münâfıklar bu vergiden kurtulmak ve canlarını korumak için İslâm görünmüşlerdir. Bu münâfıklar İslâm’ın ilk yıllarında mü’minlere çok eziyet eden kişilerdi. Eğer onlardan olmazsak onlar da bize çok eziyet ederler diye korkuyorlardı. Canlarını korumak üzere İslâm’ı kabul eder görünmüşler ama hikmet sahibi âlim olan Peygamber Efendimiz (S.A.V)’i asla işitmemişlerdir.
Bugün içinde bulunduğumuz âhir zamanda, Hidayet Çağı’nda da durum farksızdır. Hikmet sahibi Allah’ın Resûl’ünün açıkladığı gerçek; bir dilek karşılığında, Allah’ın, Allah’a ulaşmayı dileyen kişinin ruhunu, 6-7 aylık süre içerisinde teslim alacağıdır. 3. kat cennete ve dünya saadetinin yarısına sahip olan, günbegün cehd ve gayret ile zikrini arttırmaya çalışan gerçek Allah dostları olduğu gibi bunların içerisinde çürük elmalar da vardır. Bu kişiler hikmet sahibi olan Resûl’ün sözlerini işitmeyenlerdir. Dolayısıyla onlar kalpleri hikmet nuru ile dirilmeyenlerdir. Kalben Allah’a ulaşmayı dilemedikleri ve sadakatle mürşide itaat etmedikleri takdirde, Allahû Tealâ zikirle Allah’ın katından onların göğsüne gelen nuru asla onların kalplerine ulaştırmaz. Bu sebeple kalpleri ölü olarak kalır; dirilmez. Kuru toprak nasıl suyla dirilirse ölü kalpler de zikir ve Allah’ın katından gelen rahmetle dirilir.
Allah ve Resûl’ünün bizi davet ettiği şey Allah’ın Zat’ıdır. Bizim dirilebilmemiz için de Allah’a ulaşmayı dilememiz şarttır. Dilediğimiz takdirde Allahû Tealâ 7 tane furkanı bize verir ve ihsanlarla bizi destekler. Bu sayede Allahû Tealâ’nın katından göğsümüze gelen, salâvât nurunun taşıdığı rahmet nuru, kalbimize ulaşır ve biz nurun sahibi oluruz. İşte bu Allahû Tealâ’nın hikmet nuruyla kalbimizi diriltmesidir.
           
39/ZUMER-22: E fe men şerehallâhu sadrehu lil islâmi fe huve alâ nûrin min rabbih(rabbihi), fe veylun lil kâsiyeti kulûbuhum min zikrillâh(zikrillâhi), ulâike fî dalâlin mubîn(mubînin).
Allah kimin göğsünü İslâm için (Allah’a teslim için) yarmışsa artık o, Rabbinden bir nur üzere olur, değil mi? Allah’ın zikrinden kalpleri kasiyet bağlayanların vay haline! İşte onlar, apaçık dalâlet içindedirler.

  Âyet-i kerimede belirtildiği gibi, ancak (Allah’a ulaşmayı dileyen ve) Allahû Tealâ’nın göğüslerini şerh edip İslâm’a açtığı kişi, Allah’tan bir nur üzeredir.
Münâfıklar, Allah’a ulaşmayı dilemedikleri ve furkanlara sahip olmadıkları için Allah’ın sohbetinde bulunsalar da nur üzere olamazlar, kalpleri kararır. Kendilerine ilim verilenlere, “O ne söyledi?” diyerek mürşidin anlattıklarını sorarlar, çünkü anlatılanların mânâsına varamamışlardır. Bu şekilde soru soranlar, Muhammed Suresinin 16. âyet-i kerimesine göre Allah’ın, kalplerini mühürledikleri kişilerdir ve onlar hevalarına tâbî olanlardır.
Hikmet sahibi ulemanın sohbetinde bulunmak farzdır. Çünkü Peygamber Efendimiz (S.A.V): “Mü’min kulağından sulanır.” buyurmuştur. Dîni Kur’ân-ı Kerim’den öğrenmeyen ve öğretmeyen insanlara baktığımızda görüyoruz ki onlar kulaklarından değil, insanların yazdığı kitapları okuyarak ilim sahibi olmuşlar. Bu kişiler şeytanın iç dünyalarına verdiği vesvese ile hikmet sahibi ulemanın meclisine katılmayı, mürşide tâbî olmayı şirk addediyorlar. Kendileri çukurun içerisindeyken başkalarını da kendileri ile birlikte o çukura doğru çekmeye çalışıyorlar; ateşe çağırıyorlar. Bu kişilerin sahip olduğu ilim kurtuluşu ihtiva etmiyor, bu nedenle faydasız ilim olmaya mahkûmdur. Bu zavallı kardeşlerimiz bunun farkında değiller. Allahû Tealâ da bu kişilere bilmediklerini öğretmiyor.
Allahû Tealâ ilmi ile amel edenlere bilmediklerini öğretir. Bir kişinin ilmi ile amel etmesi kesinlikle Allah’ın yardımına bağlıdır; olmazsa olmaz şartı Allah'a ulaşmayı dilemektir. Allah’a ulaşmayı dilediğiniz an Allahû Tealâ size furkanları verir, sizi 12 tane ihsanla destekler, size mürşidinizi (hikmet sahibi âlimi) gösterir, mürşide tâbî olduğunuz an 7 ni’metle sizi destekler ve size vasıta emirleri sevdirir.
Bunların mânâsı Allah’ın size hayırları sevdirmesi, şerrleri de kerih göstermesidir. Bu da bildiğimizle amel etmenin ta kendisidir. Allahû Tealâ bir yaprağın ağaçtan düşmesini isterse, önce o yaprağın köküne giden suyu keser. Bir müddet su alamayınca yaprak sararır. Akabinde de Allahû Tealâ rüzgârını estirir ve yaprak ağaçtan düşer; böylece olay 2 kademeli olarak gerçekleşir.
İşte Allahû Tealâ’nın dizaynı da budur. Rabbimiz evvelâ o afetlere giden şeytanın fücurunun kanalını keser. Ardından da zikirle afetleri oradan alıp götürür. Kişi ancak Allah’ın yardımıyla bildiklerini yaşamaya başlayabilir. İnsanın annesinden ve babasından öğrendiği ilk şey yalan söylemenin çok kötü bir şey olduğu ve asla yalan söylememesi gerektiğidir. Ama bu kişi oturduğu yerde menfaati için yüz binlerce yalan uydurabilmektedir. Bu, kişinin bildiğini yaşamayan birisi olduğunu gösterir. Kim bildiği ile amel ederse, Allah ona bilmediğini öğretir. Bildiği ile amel eden; evvelinde Allah’a ulaşmayı dileyen, mürşidine (hikmet sahibi âlime) tâbî olan kişidir. Bildiğiyle amel eden kişiyi Allahû Tealâ mutlaka Kendisine ulaştırır ve 3. kat cennet ile birlikte dünya saadetinin yarısını mükâfat olarak ona verir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.