OSMANLI’DA
EĞİTİM
Hz.
ALİ: “BANA BİR HARF ÖĞRETENİN KIRK YIL
KÖLESİ OLURUM”
Giriş
Osmanlı’da “terbiye” olarak ifade edilen eğitim; belli bir konuda,
bir bilim dalında yetiştirme ve geliştirme etkinliğiydi. Eğitim faaliyeti,
amacına ulaşmak için öğretim faaliyetinden yararlanır. Bu nedenle öğretim, eğitimin
bir parçasıdır.
Osmanlı’da “tedris”, “tâlim”
diye tanımlanan öğretim; belli bir amaca göre gereken bilgileri verme işiydi.
Buna göre eğitim ve öğretimin amacı, insanlara gerekli olan bilgi, kültür,
değer ve bir takım davranışların kazandırılmasıydı. Osmanlı Devleti’nde eğitimin iki boyutu vardı. Bunlar:
1- Kişilere geçerli
bilgileri ve değerleri aktarmak.
2- Hedeflenen amaçları
gerçekleştirmek için kurulmuş olan kurumlar ile eğitim ve öğretim yapmak.
İLKÖĞRETİM
Osmanlı Devleti’nde eğitimin
ilk basamağı sübyan mektepleriydi; bunlara mahalle mektebi de denirdi. Her
mahallede her cami yanında sübyan mektebi bulunurdu. Günümüzdeki ilkokulların
benzeri olan sübyan mektepleri, medreselere başlangıcı oluştururdu. Bu okullara
5-6 yaşına gelen çocuklar alınırdı. Şehzâdelerin
de 4 yaş 4ay 4 günlükken eğitime başladığını bilinmektedir… Fatih Sultan Mehmed
de bu yaşlardayken eğitime başladı.
Fatih’in babası II. Murad, birgün
kendisini ziyarete gelen mürşidi Akşemseddin ile konuşuyordu. Fatih Sultan
Mehmed 4 yaşındaydı ve Akşemseddin’den eğitim alıyordu. Fatih’in kafasını
kurcalayan bir şey vardı ve babasına sordu:
- Baba Sen Sultan-ı İklim-i Rum
değil misen?
Babası:
- Öyleyem. Sultan-ı İklim-i
Rum’um... dedi.
Fatih, Akşemseddin’i göstererek:
- Bu da senin emrinde olan
tebaandan biri değil mi? dedi.
II. Murad:
- Evet. diye cevapladı.
Fatih:
- Öyleyse
bu beni neden dövüyor?
diye sorunca oğlunun ne
demek istediğini, anlayan II. Murad müthiş bir cevap verdi:
- Onun hocası da vaktiyle
beni döverdi.
Fatih, böylece ilk dersini aldı…
Sevgili kardeşlerim, şehzâdelerin
bile kayırılmadan eğitim gördükleri Osmanlı Devleti okullarında eğitim verenler,
özel tasavvuf eğitimi görmüş öğretmenlerdi. Okuma-yazma bilen ve bu işe uygun
olduğu kabul edilen herkes bu okullara öğretmen olabilirdi. Sübyan
mekteplerinin belirli bir sınıfı ve süresi yoktu. Her çocuk verilmek istenilen
bilgileri öğreninceye kadar okula devam edebilirdi. 5-10 yaşlarındaki çocuklara
okuma-yazma, bazı dînî bilgiler ve basit hesap işlemlerinin verildiği yer bu ilkokullardı.
Hemen her mahallede bulunduğu için “Mahalle mektebi” veya taş bina olarak inşa
edildiği için “Taş mektep” de denilen bu okullar örgün eğitimin ilk basamağını
oluştururlardı. Okuma-yazmanın yanında ahlâkî terbiye vermek de amaçlanırdı. Çocuğu şerrden sakındırmak ve hayra sevk
etmek Osmanlı cemiyetinin eğitim felsefesiydi. Bu eğitim felsefesi, saraylardan,
sokak aralarına kadar büyük bir titizlikle uygulanırdı.
Burada, II. Murad’ın oğlu
Fatih’in eğitiminde gösterdiği titizliğe bir örnek verelim:
Fatih Sultan Mehmed, sınıfta hiç akıllı durmaz, önünde oturan
çocuklara kalem batırır, bağırır; çağırır; hocası Akşemseddin bir şey dediği
zaman “Sen bana bir şey diyemezsin. Ben padişahın oğluyum” diye tehdit ederdi.
Akşemseddin artık bu durumdan rahatsız ama bir o kadar da
çaresizdi. Bu konu hakkında Padişahın karşısına çıkmaktan haya ediyordu.
Padişaha çocuğunu şikâyet etmek düşüncesi ona çok ağır geliyordu. Bir gün artık
her şeyi göze alıp padişahın huzuruna çıktı ve olanları ona sıkılarak anlattı.
Padişah durum karşısında bir müddet düşündü ve o müthiş planını Akşemseddin’in
kulağına usulca açıkladı. Aman Yâ Rabbi bu ne plandı, mümkün değildi bu planı uygulamak.
Akşemseddin plan konusundaki rahatsızlığını padişaha ilettiyse de, padişah onu
dinlemedi ve bu iş olacak dedi. Ertesi gün ders ortamında, Fatih Sultan Mehmed
yine yaramazlık yapıyordu. Akşemseddin’in uyarısına yine aynı tehdit cevabını
verdiği sırada padişah ansızın kapıyı açıp içeri girdi.
Bu olay karşısında Akşemseddin hiddetlenerek padişaha bağırdı ve
bu şekilde sınıfa giremeyeceğini; izin istemesi gerektiğini söyleyerek derhal
dışarı çıkmasını istedi.
Padişah mahcup bir şekilde boynunu bükerek özür diledi ve dışarı
çıktı. Olaylar karşısında Fatih Sultan Mehmed’in nutku tutulmuş; ne yapacağını
şaşırmıştı. Güvendiği babası azar işitmişti. Fatih Sultan Mehmed allak bullak
olmuştu. Az sonra kapı vuruldu ve padişah mahcup bir şekilde içeri özür dileyerek
girdi. Plan muhteşem işlemişti…
O günden sonra Fatih Sultan Mehmed asla yaramazlık yapmadı. Çünkü
güvendiği dağlara kar yağmıştı …
İşte Akşemseddin’in kulağına fısıldanan muhteşem plan… İşte çocuk
eğitimi… İşte onlar; işte biz…
Koskoca padişah sırf çocuğunun terbiyesi için gözünü kırpmadan
azar işitmeyi göze almıştı…
Sübyan mekteplerinde
günümüzdeki gibi sınıf, ders saati ve teneffüs ayarlaması yoktu. Sabahtan
ikindiye kadar ders verilip, yalnız öğle paydosu yapılırdı. Okula başlama
törenle yapılırdı. Öğretim hatim indirmekle tamamlanırdı. Bundan sonra isteyen
medreseye, isteyen memuriyete (Divân kâtipliğine), isteyen de kabiliyetine
uygun bir zanaata girerdi. Zamanla programında ve çalışmalarında değişiklikler
yapılmakla beraber Sübyan Mektepleri Cumhuriyet Dönemi’ne kadar varlığını sürdürdü.
Çocukların bu mahalle
mekteplerinde okula başlaması da, ilk örnekleri 13. Yüzyıl’a kadar uzanan
belirli merasimlerle olurdu. Çocuğu okula başlayacak aile ziyafetler verirdi.
Mektebin hocasına hediyeler hazırlanırdı. Okuldaki diğer öğrencilere de şeker,
simit gibi yiyecekler dağıtılırdı. Aileler çocuklarının mektebe başlama gününü
kandillere denk getirmeye çalışırlardı. Eğer kandile denk gelmezse, çocuklar
pazartesi veya perşembe günleri okula başlarlardı. Bir de çarşı faslı vardı. Büyükanne,
anne, dadı, kalfa, sütnine vs. birçok kadın yakın ile Kapalıçarşı’ya gidilerek
çocuğa öteberi alınırdı. Evdeki ata yadigârı rahle, cilaya verilir, yoksa
komşulardan istenirdi.
Perşembe sabahı şafak sökmeden evde herkes kalkardı. Kahvaltıdan
sonra çocuğa bir gömlek, üstüne de ipekli bir mintan giydirilir, ayaklarına
sakız gibi beyaz çoraplar verilirdi. Mavi püsküllü bir fes de başına konulurdu.
Dua edilip eve dönüldükten sonra, mektebe başlayacak çocuğun evi önüne mektep
çocukları ve her mektepte ayrı ayrı bulunan ilâhiciler gelirdi. Çocuk atın
üzerine bindirilir; ilâhiciler çeşitli dualar ve dizeler okumaya başlarlardı.
Bunların arasında âminciler de “âmin âmin” diyerek bağırırlardı.
Çocuk at üzerinde sokak boyunca götürülür, arkasında mektep
hocası, ilâhiciler ve âminciler yürürdü. Çocuk ata bindirildikten sonra, Âmin
Alayı yürümeye başlardı. Alayın en önünde, atlas yastık üzerinde, sırmalı cüz
kesesiyle elifba taşınırdı. Arkasından da başının üzerinde, çocuğun okulda
oturacağı minder ve elifbayı koyacağı rahleyi taşıyan birisi giderdi. Çocuk
okulun önüne kadar getirilirdi. Attan indirilen çocuk okula girer, rahle önünde
mindere oturmuş olan hocasının yanına gider ve onun elini öperek tam karşısına
otururdu. Hoca besmele çekerek çocuğa sadece “elif” dedirttirir ve sonra
“dersin bugünlük bu kadar, sakın unutma” diyerek ilk dersi bitirirdi.
Okullar çoğunlukla tek bir odadan
oluştuğu için, eğitim de bir tek hoca tarafından yürütülürdü. Bazı sübyan
mektepleri iki katlı olurdu. Mektep hocası da genellikle okulun yanında yer
aldığı caminin, imamıydı.
Eğer mahalle mektebinde,
öğrenci sayısı çok ise, hocanın yardımcıları da olurdu. Öğrenciler arasında
sınıf ayrımı yoktu. Hoca, seviyelerine göre öğrencilerle gruplar halinde
çalışırdı. Bu arada, diğer öğrenciler de ya yazı yazar ya da dinlenirdi.
Eğitim kesintisiz olarak
devam ederdi. Tatil diye bir kavram yoktu. Öğrenciler de senenin istedikleri
ayında eğitime başlarlardı. Mektebe kız erkek karışık gidilirdi.
Mektepte eğitim, Osmanlı
döneminde kullanılan ve Arap harflerinden oluşturulmuş alfabenin
öğrenilmesiyle, yani “elifba” ile başlardı. Alfabe bazen tekerlemelerle
öğrenilirdi. Mahalle mekteplerinde Kur’ân-ı Kerim’in kısa sureleri, namaz
sureleri ve dînî bilgiler öğrencilere aktarılır; ayrıca, dört işlem seviyesinde
de olsa, matematik öğretilirdi.
Osmanlı Devleti zamanında bu
şiir, bütün ilk mekteplerde okutulurdu.
Yeri göğü yaratan, ağaçları donatan,
Çiçekleri açtıran, bir Allah’tır, bir Allah!
Ne söylersen işitir. Vardır, birdir, büyüktür.
Biz Allah’ı severiz. Her emrini dinleriz.
Beş vakit namaz kılar, O’na isyan etmeyiz.
Bizlere akıl verdi. Doğru yolu gösterdi.
Dîni İslâm’a uymayan, ateşte yanar dedi.
Kur’ân-ı Kerim’e îmân eden, Peygamber’i izleyen,
Dünyada mesut olur; Cehennemden kurtulur.
Mü’min iyi huyludur. Herkes ondan memnundur.
Kimseye zulüm eylemez. Kendi de huzurludur.
Yâ Rab! Af eyle beni. Ve anamı babamı.
Kâfirlerin şerrinden koru Müslümanları!
Okullarda eğitim, öğlen
yemeği ve namaz araları haricinde, kesintisiz devam ederdi. Teneffüs yoktu.
Okul mahallenin içinde yer aldığından, öğrenciler evlerine giderek öğle
yemeklerini yiyip, tekrar okullarına dönerlerdi. Mekteplerde öğretimin yanında
terbiyeye de önem verilirdi. Mahalle mektebi, mahallenin ayrılmaz bir
parçasıydı; bunu gösteren en ilginç uygulamalardan biri de, öğrencilerin
ilkbaharda, mahalle halkı ile birlikte mesirelere gitmeleriydi. Mesirede
kazanlar kaynatılır, etli pilavlar, bademli sütlü helvalar pişirilir, misafirlere
dağıtılırdı. Bu mektep seyirlerine “kapama” adı verilirdi.
Öğrenci Kur’ân-ı Kerim’de
belli bir yere geldiğinde, hocasının elini öptükten sonra hocanın
yardımcılarından biriyle evine giderdi. Evde büyüklerinin elini de öperek
eğitiminin belli bir seviyeye geldiğini gösterirdi.
Öğrencinin ailesi de, durumuna
göre, hocanın yardımcısına bir hediye verirdi. Bir öğrencinin mahalle mektebini
bitirmesi, onun hatim indirmesi, yani Kur’ân-ı Kerim’in tamamını okumasıyla
olurdu. Eğitim iki ya da üç yıl sürerdi.
Öğrencilerin hatim
indirmelerinde de bir tören yapılırdı. Öğrencinin ailesi ziyafet hazırlar,
hocaya hediyeler verirdi. Mahalle mektebini bitirenler, kabiliyetliyseler,
medreseye giderlerdi; yeteneği veya durumu uygun olmayanlar da, bir sanat
öğrenirlerdi.
Burada Fatih’in ilme ve
hocalara olan saygısını anlatalım:
Fatih, aldığı terbiye ve ilime son derece değer verir; âlimlere
hürmet gösterirdi. Hocası Molla Güranî’nin elini öper ve zamanın en bilgilisi
ve padişahın tabirince İmam-ı Âzam’ı olan Molla Hüsrev’e karşı camide bile olsa
ayağa kalkardı. Özellikle Akşemseddin yanına geldiği zaman heyecanlanır; elleri
titrerdi. Fatih, âlimleri o kadar çok severdi ki, sırf onlara benzemek için
başına tülbent bir mecuze bağlardı. Bu terbiyeyi ilkokul çağında almıştı.
Mahalle mektebinin, bütün
masrafları, mahalle halkı tarafından karşılanırdı. Okulda çocuğu olan aileler,
mektebin hocasına maddî imkanlarına göre para ya da kumaş, koyun, yiyecek,
ayakkabı gibi şeyler verirlerdi. Ayrıca okulun ısınma ve diğer giderlerini de
aileler karşılardı. Mahalle mekteplerinin bir kısmı da padişahlar, üst kademe
devlet yöneticileri ve hayır sahiplerinin yaptırdığı, cami, medrese, imaret ve
çeşmelerden oluşurdu. Bir vakıf olarak örgütlenen bu yerlerde fakir
öğrencilerin yemek, harçlık ve giysileri de temin edilirdi.
OSMANLI MEDRESELERİ
Medrese kelime olarak
talebenin ilim öğrendiği yer anlamına gelirdi. Medreseler genel olarak sübyan
mekteplerinin üzerinde eğitim-öğretim yapan orta ve yükseköğrenim kurumlarıydı.
Osmanlı, kendilerinden
önceki Türk Selçukluları’nı ve diğer İslâm ülkelerini örnek alarak, medreseler
kurdu. İlk Osmanlı Medresesi 1330 yılında, İznik’te, Orhan Bey tarafından yaptırılan
İznik Orhaniyesi’ydi ve müderris olarak Kayserîli Davud Efendî tayin edildi ve
medrese için vakıflar tesis etti. Orhan
Bey İznik’i aldıktan sonra devlet merkezini buraya naklederken de Manastır
Medresesi olarak tanınan medreseyi yaptırdı (1335). Daha sonra I. Murad,
Yıldırım Bayezid, Çelebi Mehmed ve II. Murad hükümdarlıkları döneminde çeşitli yerlerde
medreseler yaptırdılar.
Osmanlı ilmiye teşkilâtını
yani eğitim-öğretimini; müderrislik, kadılık, kadı askerlik ve şeyhülislâmlık
olmak üzere dört ana başlık altında toplamak mümkündür. Osmanlı eğitim ve
öğretiminin en önemli müessesesi hiç şüphesiz ki; medreselerdi. Osmanlı’da
medreseler genel olarak orta ve yükseköğrenim yapılan kurumlardı.
Osmanlı Devleti’nin
kuruluşundan sonra padişahlar ve devlet adamları eğitim ve öğretim
faaliyetlerine önem verdiler. Devletin hızla genişleyen topraklarında, diğer
İslâm ülkelerindeki ve özellikle kendilerinden önceki Anadolu Selçukluları’nı
örnek alarak benzeri özel medreseler açmaya başladılar. Orhan Gazi’nin oğlu
Süleyman Paşa İznik’te kendi adına bir medrese kurdu. Osmanlı’da medreseler hem
program hem de mimarî bakımdan büyük bir gelişme gösterdiler. I. Bayezid Han
Bursa’ya camiler ve medreseler inşa ederek bir ilim merkezi haline gelmesini
sağladı. Bundan sonra birçok medrese kuruldu ve yayıldı. Osmanlı’da ilk bir
buçuk asırlık süre içerisinde yaptırılan, derece itibariyle en mühim medreseler
İznik, Bursa ve Edirne’deydi.
Osmanlı Devleti’nde resmî
bir müessese olarak medreselerin devlet nizamı içinde yer alması Fatih Sultan Mehmed’in
kendi adıyla kurduğu “Fatih Medreseleri”
ile başladı. İstanbul’un fethinden sonra medrese yapımına hız verildi. Fatih Sultan
Mehmed şehirdeki kilise ve manastırları medrese haline getirdi. Fatih
Medreseleri’nin kurulması Osmanlı medrese teşkilâtı için bir yenilikti. Osmanlı
Medreselerinde; Kelam, Mantık, Belâgat (güzel konuşma), Lügat, Nahiv (söz
dizimi), Matematik, Astronomi, Felsefe, Tarih, Coğrafya gibi ilimlerin yanında
Kur’ân-ı Kerim İlimleri, Hadîs ve Fıkıh gibi dersler de okutulurdu.
Fatih Sultan Mehmed’in
yaptırdığı “Sahn-ı Semân” ya da “Medâris-i Semâniye” denen sekiz yüksek
düzeydeki medresenin her birinin on dokuz hücresi (odası) vardı. Sekiz
müderrisin birer odası ve elli akçe gündeliği vardı. Her medresede bir odası ve
beş akçe gündeliği bulunan, ekmek ve çorba verilen birer müderris yardımcısı
vardı. Her medresenin on beş odasına ikişer akçe gündelik, ekmek ve çorba
verilen birer talebe yerleştirilirdi. Geri kalan iki oda kapıcılara ve
temizlikçiye ayrılmıştı. “Tetimme” medreseleri ya da “Mûsıla-i Sahn” denen sekiz medrese ise orta öğretim düzeyindeydi.
Her medresede on bir oda vardı. Her odaya suhte (softa) denen üç kadar öğrenci
yerleştirilirdi. Fatih ayrıca camiye çevrilen Ayasofya Kilisesi’nde ve Eyüp
Cami’nin yanında medreseler yaptırdı. Ayasofya Medresesi Sahn derecesindeydi.
Ayasofya’nın ilk müderrisi Molla Hüsrev’di.
Medrese Mezunlarının Aldıkları Görevler ve Toplumdaki Yerleri:
Şeriatin anlaşılması ve
tatbiki belli seviyede bir tahsil ve ihtisas gerektirirdi. Bu işlerde
uğraşanların İslâm hukukunu iyi bilmesi gerekirdi. Dîn âlimleriyle adalet
hizmetlileri bir sınıf içerisinde birleştirilerek bunlara “ulemâ” adı verildi. Kadılar, öğretmenler, imamlar, doktorlar,
matematikçiler, astronomi âlimleri ve dîn âlimleri hepsi medresede eğitim gören
ve toplumda önemli rolleri olan aydın kimselerdi. Kısaca medreseler Osmanlı
toplumunun bürokrat, asker, doktor ve yargıç gibi her türlü eğitilmiş elemanını
sağladı. Sadrazamlığa kadar devletin her türlü kademesinde görev yapan ulemânın
toplum üzerinde etkili bir itibarı vardı.
Âlimlere Verilen Önem:
Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı
fethettikten sonra, İstanbul’a geri dönüyordu. Adana civarına geldiklerinde,
şiddetli yağmur yağmış, ortalık çamur içinde kalmıştı. Birkaç gece o havalide
(bölgede) konakladıktan sonra, yola çıktılar.
İlim adamlarına son derece
kıymet veren Yavuz, yanı başında devrin büyük ilim adamlarından biri olan Kemal
Paşazâde (İbn-i Kemal) ile beraber gidiyorlardı. Bir ara İbn-i Kemal’in atı
tökezledi ve ayağından sıçrattığı çamur, Yavuz’un üzerine bulaştı. İbn-i Kemal
bu tökezleme esnasında, Yavuz’un hem önüne geçtiği, hem de üzerini kirlettiği için korktu.
Bu hadîse karşısında Yavuz Sultan
Selim, adamlarına; “Bana yeni bir kaftan getirin ve bu elbisemin üzerindeki
çamurları da sakın temizlemeyin! Âlimlerin atının ayağından sıçrayan çamur
benim indimde muhteremdir. Ben öldüğüm zaman bu kaftanımı, kefenimle beraber
sarın” dedi.
Lala:
“Lala”, Osmanlı
şehzâdelerinin tâlim ve terbiyesiyle meşgul olan kişilere verilen isimdi.
Selçuklularda bu vazifeyi “atabegler”
yaparlardı.
Geleceğin hükümdarını
yetiştirmek üzere görevlendirilen bu kişiler, dîn ve fen ilimlerinde seçkin
şahsiyetler arasından seçilirlerdi. Şehzâdeler sancağa çıkarken bâzen yanlarına
birden fazla lala görevlendirilirdi. Bu durumda en kıdemlisi “Lala Paşa” ünvânını taşırdı. Lala’nın
ilmî kıymeti yanında padişahın fevkalâde güvenini kazanmış, emin bir kişi olması
da gerekliydi. Çünkü lalaların, şehzâdeyi iyi bir devlet adamı olarak yetiştirebilecek
durumda olmalarının yanısıra, şehzadelerin padişaha olan itaatlerini de
muhafaza edebilmeleri gerekliydi. Güveni sarsacak durumlarda lalaların görevden
alınması padişahın yetkisindeydi. Lalalar yetiştirdikleri şehzâdenin padişah
olması durumunda büyük bir nüfuz kazanırlardı. Tahta geçen yeni padişah,
lalalarının en kıdemlisi olan Lala Paşa’yı vezirliğe; bazen de sadrazamlığa tayin
ederdi.
Lala deyimi ayrıca halk
arasında konak ve evlerde çocukların yetiştirilmesi için alınan görevliler için
de kullanıldı.
Osmanlı kültüründe padişahtan halka kadar
herkes Hoca’ya değer verir, hocaların kadir ve kıymetini bilirdi.
OSMANLI DEVLETİ’Nİ CİHAN DEVLETİ YAPAN KURUM:
ENDERUN MEKTEBİ…
Enderun, sarayda bulunan ve
devlet adamı yetiştiren bir okuldu, bir çeşit saray üniversitesiydi. II. Murad
zamanında kuruldu. Devşirme yoluyla gelen çocukların zeki ve yetenekli olanları
bu okula alınırdı. Zamanla çeşitli değişikliklere uğramakla beraber Osmanlı
Devleti’nin son zamanlarına kadar (1909) varlığını sürdüren bir saray okuluydu.
Cariyeler, kazaskerler, kapıkulu askerleri
Enderun mezunuydular.
Evliya Çelebi, Katip Çelebi,
Sokullu Mehmed Paşa ve Köprülüler burada yetişen kişilerdendi.
Enderun mektebine alınan
çocuklara, Kur’ân-ı Kerim, tefsir, hadîs, kelâm gibi dînî dersler, edebiyat,
inşa (şiir), gramer, Arapça, Farsça gibi dil ve edebiyat dersleri ve matematik,
mantık ve coğrafya gibi müspet dersler okutulurdu.
Sevgili kardeşlerim, Enderun
Mektebi’nde okutulan dersler arasında Coğrafya’yı da saydık. Burada önemli ve düşündürücü bir bilgi
ekleyelim:
15
Şubat 1564 - 8 Ocak 1642 tarihleri arasında yaşamış olan Galileo Galilei, Orta
Çağ’da “Dünya yuvarlaktır” dediği için Avrupa’da yargılandı. Galile’nin yaşadığı devirden önce,
Fatih Sultan Mehmed’in “Mücessem küre” (cisimleşmiş küre) denilen
bir dünya küresi vardı. Tarihî belgeler bu kürede bütün kıt’aların detaylı ve
doğru bir şekilde işlendiğini göstermektedir.
Enderun
Mektebi’nde bir taraftan da Osmanlı saray geleneği, protokol kaideleri ve
bürokratik işler öğretilirdi. Bunların yanında çeşitli sanat kollarında
beceriler kazandırıldığı gibi sportif faaliyetlere de yer verilirdi. Enderun
talebeleri ortak bir kültürü özümseyerek, saray ve padişah hizmetlerinin
yürütülmesini sağlarlardı. Böylece Osmanlı Devleti’nin sarayda, yönetimde, ordu
ve bürokraside ihtiyaç duyulan kadrolarının bir kısmı bu şekilde yetiştirilmiş
olurdu. Sarayda kademe kademe yükselerek sancakbeyi rütbesiyle taşrada görev
alırlardı.
Burada
bir iki hususa açıklık kazandırmak gerekiyor:
1- Osmanlı
Devleti, kendinden önceki Türk devletlerine göre daha merkeziyetçi bir yapıya
sahipti. Bu sebepten dolayı kendi kurumlarından yetişmeyen kimselere görev
vermedi. Bu durum, bazı çevreler tarafından Türkleri dışlamak şeklinde
yorumlanarak zaman zaman konu yanlış bir yöne çekilmiştir.
2-
Osmanlı Bürokrasisi sadece devşirmelerden ibaret değildi. Divân ve Taşra Teşkilâtı’nda
da yükselme olup buralar genelde Türklerin hâkim oldukları kurumlardı. Esasen
Kanunî devrinden itibaren Türk çocukları da Enderun Mektebi’ne alındı.
3- Devşirme
zamanla devletin mülkî ve idarî kimliğinden kadrolarının yetiştirildiği yüksek
seviyeli bir okul haline geldi.
Bürokrasinin kaynağı olması
bakımından Divân-ı Hümayun (Mübarek Divân)’ dan da biraz bahsetmemiz
gerekmektedir. Osmanlı’da Divân; idarî ve hukukî bir meclis olmasının ötesinde
bürokrasinin merkezi ve beyniydi. Devletin her türlü yazışmaları, Divân
kararları, sicilleri, defterleri, malî kayıtları Divân’da tutulur ve
saklanırdı. Bu sebepten dolayı Divân birçok büroların bulunduğu ve yüzlerce görevlinin
çalıştığı bir kurumdu. Kâtiplik, usta-çıraklık ilişkisi içinde zamanla
kazanılırdı. Divân’dan yetişen pek çok ünlü devlet adamı olduğu gibi
ilim-edebiyat tarih vb. alanlarında yetişen Kâtip Çelebi, Gelibolu’lu Mustafa
Ali, Feridun Ahmed Bey gibi şahsiyetlerde Divân’dan yetişmiş, zamanlarının
önemli isimleriydi. Böylece Divân bürokrasinin yanında okul niteliği de kazandı.
Bu saray mektebinin
teşekkülündeki ana gaye: “Osmanlı Devleti’ne yetenekli kumandan yetiştirmek ve
devamlı büyüyen ülkenin farklı dîn, dil ve kültürlere mensup kitlelerini idare
edecek sağlam yönetici kadroları temin etmekti.”
Yüksek seviyede idareci
yetiştiren Enderun’a katılmak için, ırk veya kan bağı önemli değildi. Buranın
en önemli vasfı olan kültür ve disiplin, temel ilkeler olarak kabul edildi ve
kadrolar bu anlayış çerçevesinde oluşturuldu. Enderunlular kendi aralarındaki
sosyal ilişkilerde, asla saygı, edep ve disiplinli olmaktan uzak bir tavır
içerisinde bulunmazlardı. İkili ilişkilerde öğrenciler birbiriyle “siz”
hitabıyla konuşurlar; koğuş zabitleriyle, koğuşun başlarıyla büyük bir saygı ve
nezaket içerisinde bulunurlardı.
Disiplin, Enderun için,
sistemin en önemli parçasından birisiydi. Öğrencinin okula devam ettiği
müddetçe her hareketini kontrol etmesi, yani ölçülü olması gerekirdi.
Üstün zekâlıların ve
yeteneklilerin eğitim-öğretimi için kurulan ve Türk-İslâm Eğitim Tarihi’nde
olduğu kadar, Dünya Eğitim Tarihi’nde de çok önemli yere sahip olan Enderun
Mektebi, tarihten günümüze eğitimde çok önemli bir yer tutmaktadır.
Enderun, bir şeyin iç kısmı, iç yüzü, dâhili, harem dairesi gibi
anlamlara gelmekte olup Enderun Mektebi ise Osmanlı Devleti’nde mülkî, idarî,
diplomatik ve diğer önemli kadronun yetiştirildiği yerdi. Bu
bağlamda Enderun Mektebi, dünyanın ilk “kamu yönetimi okulu” olarak da
nitelendirilebilir. Osmanlı’yı cihan devleti yapan kurumların en başında bu
Enderun Mektebi gelir ki, Osmanlı Devleti’nin ihtiyaç duyduğu devlet adamı
kadrosu bu mektepten yetişirdi.
Bu mektepteki öğrencilere,
üstün zekâlılara ve çeşitli yeteneklere yönelik programlar ve testler
uygulanarak, ortalama 15 yıllık bir eğitim verildikten sonra, devletin ihtiyaç
duyduğu üst düzey idarî, bürokratik ve askerî personelin yetişmesi sağlanırdı.
Nitekim bu konuda, önde
gelen tanınmış psikologlardan Amerikalı Lewis Terman (Stanford-Binet adlı zekâ
testini bulan kişi) Enderun Mektebi’ne alınan çocuklar için şunları
söylemektedir: “Zekâ seviyesini ölçmek için ilk defa test yöntemi, Osmanlı’da
Enderun Mektebi’ne seçilen öğrenciler için uygulanmıştır.” Amerikalı ünlü
eğitimci Andreas Kazamias’ın ‘Platon’un idealindeki okul’ olarak nitelendirdiği
Enderun, tarihçi Mustafa Armağan’ın da tam bir isabetle ifade ettiği gibi
“Üstün Yetenekliler Fabrikası’ydı”. Gerçekten de kişinin yeteneklerine değer
verip onları en iyi biçimde geliştiren Enderun Mektebi, Türklerin düzenli,
kendine özgü bir eğitim sistemini kurup başarılı sonuçlar aldıklarını
göstermekte ve dünya eğitim tarihinde de önemli bir yer tutmaktadır. Bu
bağlamda Enderun Mektebi, üstün yeteneklilerin eğitiminde dünyadaki ilk
sistemli eğitim örneğini oluşturmaktadır. Öyle ki pek çok batılı kaynakta,
Osmanlı Devleti’nin altı yüzyıl boyunca varlığını devam ettirmesinin temel
nedeninin, üstün yetenekli çocukları Enderun’a devşirme yöntemiyle seçip; orada
eğitim verdikten sonra ülke yönetimini bu kişilere emanet etmesi olarak
gösterilmektedir. Amerika’da Enderun Mektepleri hakkında 350’ye yakın akademik
çalışma yapılmıştır.
Yukarıda da ifade ettiğimiz
gibi, Enderun Mektebi’nde kişilerin yetenekleri, yapılan testler sonucunda
belirlenerek bu doğrultuda eğitim-öğretim yapılırdı. Eğitimde temel ilke bireyin
yetenekleriydi. II. Murad zamanında kurulan Enderun Mektebi, gerçek kimliğine
Fatih Sultan Mehmed zamanında kavuştu. Fatih zamanında Enderun Mektebi yalnız
bir devşirme mektebi olma hüviyetinden çıkarak, devletin siyasî sistemi için
gerekli idarî ve mülkî kadronun eğitimine de yöneldi. Balkanlar’daki Hristiyan
halktan ve Anadolu’dan devşirilenler, önce Anadolu’da seçilmiş Türk çiftçi
ailelerine verilir, üç dört yılda Türk ve Müslüman kültürünü kazandıktan sonra
da İstanbul ve Edirne’deki çeşitli saraylara yerleştirilirdi. Bu hazırlık
sarayları: Edirne Sarayı, Galata Sarayı, Îbrâhim Paşa Sarayı ve İskender Sarayı
olmak üzere dört taneydi. Bu sarayların eğitime tahsis edilmiş odalarında
eğitim görürlerdi. Burada acemi oğlanlar olarak fizikî ve ruhî tâlimler ve
terbiyeler aldıktan sonra “çıkma” denilen mezuniyet usulüyle imparatorluğun
farklı bölgelerindeki görev yerlerine tayin olunurlardı. Bunlar arasında en
yetenekli olanları ise daha iyi bir eğitim almak üzere Enderun’a kabul
edilirdi. Bu mektebin bir diğer özelliği ise, sadece başkent İstanbul’da
bulunmasıydı. Osmanlı’da temel eğitim kurumu olan medreseler, imparatorluğun
dört bir tarafını kaplarken, Enderun Mektebi sadece İstanbul’da bulunmaktaydı.
Bir İngiliz sefiri (elçisi)
Enderun Mekteb’i hakkında şunları söylemektedir: “Osmanlılar, aldıkları
esirlere hiç kötülük yapmıyor, kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletten,
hangi dînden olursa olsun, küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin
zekâlı çocuklar, seçilerek saraydaki Enderun denilen mekteplerde, değerli öğretmenler
tarafından okutuluyor. İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri
verilerek, kuvvetli, başarılı ve Müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı
ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar, Sokullular ve
Köprülüler gibi seçkin siyaset ve idare adamları, hep böyle yetiştirilen keskin
zekâlı çocuklardı. Osmanlı akınlarını durdurmak için, bu Enderun Mektepleri’ni
ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, Osmanlıları fende geri bırakmak
lâzımdır.”
Burada bir konuyu özellikle
belirtmemiz gerekiyor: Osmanlı’nın temel amacı toplumda adaleti
gerçekleştirmekti. Adaleti gölgeleyen faktörlerin başında da arkadaşlık,
dostluk, akrabalık, kan bağı vb. yakınlıkların geldiği bilinen bir gerçektir.
İnsan; arkadaş ve kan bağının bulunmadığı bir bölgede adaleti daha kolay tatbik
edebilmektedir. İşte Osmanlı’da, en yüksek devlet görevlerinin devşirmelere
verilmesinin temel sebebinin bu husus olduğu daha iyi anlaşılmaktadır. Yani onlar, toplumda kan bağı, akrabalık
gibi kişiyi etkileyen faktörlerden uzak olduklarından adaleti daha rahat
gerçekleştiriyorlardı. Birkaç hainin durumuna bakılıp da, gerçekleri göz ardı
etmek ilmî gerçeklerle asla bağdaşmaz.
Enderun öğrencileri, gün
doğmadan iki saat önceden kalkar, hamama gidip yıkandıktan sonra, toplu halde
sabah namazını kılarlardı. Diğer bütün vakit namazları da cemaatle kılınırdı.
Padişah İstanbul’da ise sabah namazları Ayasofya Cami’nde padişahla beraber
kılınırdı. Yatış ve kalkışları güneşin doğuş ve yatsı namazının vaktine göre
değişirdi. Çoğu zaman yatsı namazı kılındıktan sonra yatılırdı. Perşembe
günleri yatsıdan sonra her odada, topluca padişahın sıhhat ve selameti için, dîn
ve devlete dua edilirdi. Giyim ve kuşamları, bizzat padişah tarafından temin
edilir ve mertebelerine göre farklılık gösterirdi. Elbiselerin düzenli ve temiz
kullanılmasına özen gösterilirdi. Enderun öğrencilerinin faydalanması için
Enderun Kütüphanesi vardı. Topkapı Sarayı’ndaki diğer kütüphanelerden de
faydalanılırdı. Bütün eğitim-öğretim masrafları bizzat padişah tarafından
karşılanırdı. Temizlik ve nezaket kurallarına son derece dikkat edilirdi.
Mesela yere tükürmek, öksürürken mendilini ağzına kapamamak, kirli elbise
giymek cezayı gerektirirdi. Verilen cezalar katı ve sertti. Bu disiplin ve ceza
anlayışı öğrencilerin sabırlı, dayanıklı, saygılı ve alçakgönüllü olmasını sağlardı.
Müderrislerin Tavizsiz Eğitim Anlayışına Bir Örnek:
Fatih Sultan Mehmed’in iki arzusu vardı.
Biri İstanbul’u almak, diğeri ülkesini âleme ışık tutacak medreselerle
donatmak. Nitekim genç Sultan, İstanbul’u fethettikten sonra medrese işine
yoğunlaştı. Fatih Medreseleri’nin yerini gözüne kestirdi ve geceler boyu çizip
bozarak ortada devasa bir caminin yer alacağı külliyeyi tasarladı. Mimarlar
projeyi ufak tefek değişikliklerle hayata soktular. Fatih, medresenin açıldığı
gün çocuklar gibi sevindi. Hatta hocalarına döndü: “Bu nurlu mekândan bana da
bir yer ayırsanız olmaz mı?” dedi. Müderris tavizsizdi “Olmaz, Sultanım! Talebe
olmayanın medresede işi ne?” dedi. Fatih ağlamaklı bir sesle: “Peki, müderris (profesör)
odalarından birini ayıramaz mısınız?”dedi. Müderris: “Onu bilemem, imtihana
girersiniz, kazanırsanız ne âlâ!” dedi.
Fatih böyle bir imtihanı kazanacak kadar
bilgiliydi. Çünkü o Molla Güranî ve Molla Hüsrev’in talebesiydi. Ama müderrislerin
mesafeli durduklarına bakılırsa DERSLERE SÜREKLİ katılmayanların bu çatı
altında padişah bile olsa işi yoktu.
Sultan ısınmasını, suyunu, iaşesini, maaşlarını üstlendiği halde medresede
barınamadı. Koca külliyeden koparabildiği tek bir mekân vardı. Şu anda yattığı “nurlu
kabri”…
Askerlik, siyaset ve teknik
konuların ağırlıklı olarak okutulduğu Enderun Mektebi’nin bir diğer özelliği,
saray içinde bulunması ve bütün derslerin Türkçe okutulmasıydı. Fatih Kanunnameler’i
ve Enderun Mektebi’nin durumu da gösteriyor ki, Osmanlı devrinde Türkçe’ye
devlet dili olarak gereken önem verilmişti. Osmanlı devrinde Türkçe’nin devlet
dili olarak hâkim olmasının bir başka sebebi de Enderun Mektebi’ydi. Enderun,
saray içinde bir okuldu. Sarayda, orduda ve hükümet işlerinde çalışacak
memurları ve hizmetlileri yetiştirmek bu okulun göreviydi. Bu okulda okuyanlar,
her bakımdan Türkçe’yi en iyi şekliyle bilmek zorundaydı, bu nedenle de Türkçe
derslerinin saatleri çoğaltıldı. Türkçe yazı çeşitlerini, güzel yazıyı, millî musikîmizin
usûl ve kaidelerini öğretmek de Türkleştirme siyasetini sağlayan ve millî
kültürü kuvvetlendiren tedbirlerdendi.
Enderun Mektebi’nin
açılmasından maksat Hristiyan tebaadan alınan yetenekli çocukları, gerçek
Müslüman, iyi ve güvenilir bir devlet adamı ve asker yapmak, sanatkâr ruhlu
olanların yeteneklerini geliştirmekti. Askerî temele dayalı Osmanlı Devleti’ne,
yetenekli kumandanlar yetiştirmek gereği büyüktü. Üstelik bu gereklilik,
devamlı büyüyen ülkenin farklı dîn, dil ve kültürlere mensup kitleleri idare
edecek; çekip çevirecek kadrolara ulaşmak için ivedilikle sağlanmalıydı.
Padişah, devlet erkânını ancak, kendisine mutlak şekilde bağlı, sadık, minnet
duygularıyla dolu, aynı zamanda çok iyi yetişmiş ve yetenekli kişilere teslim
edebilirdi. Enderun’un açılmasının esas temelinde bu düşünce vardı.
Sadece devlet yönetimi ile
ilgili düşünce ve tutumlarında değil, genel olarak insan anlayışlarında da
tebaaya karşı tutumlarında asla bir zorlama vuku bulmadı.
Enderun Mektebi’ne önceleri
devşirme çocukları alınırken daha sonra İstanbul ve Anadolu’dan Müslüman
çocukları da alınmaya başlandı. Esasen Kanunî Devri’nden itibaren Türk
çocukları da Enderun Mektebi’ne alındı. Nitekim Osmanlı bürokrasisi sadece
devşirmelerden ibaret değildi. Divân ve Taşra Teşkilâtı’nda da yükselme olup
buralar genelde Türkler’in hâkim oldukları kurumlardı.
Enderun’da Eğitim Öğretim ve Okutulan Dersler:
Enderun Mektebi’nde eğitim
öğretim faaliyetleri bir bütün ve de uygulamalı olarak yapılırdı. Askerlikten
diplomasiye, güzel sanatlardan spora kadar her türlü eğitim-öğretim üst düzeyde
ve tatbikî-uygulamalı olarak yapılırdı. Bugünkü
Japon eğitim sistemindeki “uygulama ağırlıklı” eğitim metodu yüzyıllar
öncesinde Enderun Mektebi’nde başarıyla uygulandı.
Enderun Mektebi’nde eğitim-öğretim,
birbirini izleyen yedi odada verilirdi. Odalara “Koğuş” da denilirdi.
Öğrenciler sarayda her odanın gereklerini yerine getirirlerdi. Odalardaki
eğitim süresi bir ile iki yıl arasında değişirdi.
Enderun’da başarıyı arttıran
ve günümüzde de ideal eğitim anlayışı içinde sayabileceğimiz önemli unsurlar
şunlardı:
1- Buraya alınacak
öğrenciler büyük bir dikkat ve titizlikle seçilirdi.
2- Teorik öğrenimin yanı
sıra uygulamaya da geniş yer ayrılırdı.
3- El becerilerinin
kazandırılmasına önem verilirdi.
4- Nitelikli ve seçkin
öğreticiler (müderris/dânişment) derslere girerdi.
5- Zaman, yaş
sınırlamasından çok liyakat ve başarı esasına göre sınıf atlanırdı.
6- Üst düzey öğrenciler,
daha alt düzeydekilere rehberlik yapardı.
7- Öğrencilerin bedenî ve
manevî sağlığına aynı derecede özen gösterilirdi.
8- Estetik anlayışıyla her
bir öğrencinin kişisel yeteneğine göre bir güzel sanatla ilgilenmesi
sağlanırdı.
9- Bireysel ilgi ve
yetenekleri destekleyip, geliştirmeye elverişli esnek bir yapıdaydı.
10- Öğrenciler, sabah
kalkışından yemek saatlerine ve akşam yatışına kadar tam bir disiplin içinde ve
düzenli yaşamak zorundaydı.
11- Gösterilen en küçük bir
başarı dahi ödüllendirilirdi.
12- Öğrencilerin
başıboşluğunu ve zaman kaybını önlemek için yapılan hatalar değişik şekillerde
cezalandırılırdı.
Enderun’u değerlendirirken
başından sonuna kadar titizlikle takip edilen ve başarılıların bir üst öğretim
düzeyine yükselmesi, başarısızların ise askerî birliklere sevki olarak ifade
edilebilecek olan “çıkma” ile öğrencilerin bütünleşmesini sağlamaya dönük
olarak Türk-İslâm kültürünün eksiksiz verilmesi göz önünde bulundurulmalıdır.
Enderun’da eğitim, aşamalı
bir yapıya sahipti. Enderun Mektebi’nde okuyanların eğitim süresi boyunca
geçmeleri gereken on iki terfi sınavı vardı, ancak bu sınavlardaki
başarılarının yanında; öğrencilerin ilgileri, yetenekleri ve bireysel
farklılıkları da önemli bir rol oynardı. Çok üstün başarı göstermediği müddetçe
bir öğrenci, asla Enderun’u tamamlayamaz, ara kademelerde “çıkma” olarak
ayrıldığı odanın derecesine göre bir birliğe tayin olunurdu. Şöyle ki: Enderun
Mektebi’nde öğrenciyi sık sık imtihan etmek suretiyle öğrenci eleme usulü,
elenenlerin sokağa bırakılmayıp yan hizmetlerde değerlendirilmesi,
yeteneklilerin tespiti, eğitimde teori-pratik bütünlüğü ve adâb-ı muaşeret (görgü,
edep) kurallarının öğretilmesi önemli bir yer tutmaktaydı. Bazı uzmanların,
Osmanlı’nın seçkin bir millet olmasını sağlayan bu rekabetçi ve başarısızlığı
affetmeyen buluşuna “eğitim mucizesi” demeyi tercih etmeleri bu yüzdendi. Bugün
Japon mucizesinin temelini oluşturan “uygulamalı eğitim” sisteminin, yüz yıllar
öncesinden Enderun Mektebi’nde başarıyla uygulandığını ifade etmiştik. Bilgiyi ahlâkla beraber verme, teoriyi
pratikle/uygulamalı olarak öğretme, Enderun Mektebi’nin ana gayelerinden oldu.
“Enderun Efendisi” veya
sadece “Enderunlu” tabiri, artık nesli
tükenmiş olan “İstanbul Efendisi” tabirinin eşanlamlısı olarak kullanıldı.
Enderun Mektebi’nde verilen
eğitimin temel özelliği İslâm ve Osmanlı kimliğinin ve kültürünün öğretilip
benimsetilmesiydi. Zira Osmanlı Devleti, bir İslâm Devleti’ydi, Devletin sahibi
ise Osmanlı Hanedanı’ydı. Bu durum, gayet tabiîydi. Osmanlı dünya görüşünü
kuranlar, yani Osmanlı düşünürleri ve bilim adamları, devletin dînî ve etnik
açıdan farklı toplulukları barındırdığının şuuruyla, devlet idaresini ırk
temeli üzerine bina etmemeyi yeğlediler; çeşitli dîn ve milletlerden
devşirilen, padişaha ve devlete sadık bir yönetici sınıfı oluşturdular. Farklı
coğrafya ve kültürlerden gelen bu gençler Türk-Müslüman kültürüyle yoğruldular;
İslâm-Osmanlı devlet ve dünya görüşünü edindiler ve bu düşüncenin muhafızlığını
ve bayraktarlığını yaptılar. Asli müesseselerin bozulmadan korunduğu klasik
dönemde Enderun halkı ve Enderun’dan yetişenler bu anlayışı yenileyerek ve
canlı tutarak sürdürebildiler. Bu sayede devlet, bütün kurumlarıyla görevlerini,
lâyıkıyla yerine getirebildi, böylece cihan devleti olmayı başarabildi.
Enderun’da eğitim öğretim şu
beş konu üzerinde toplandı:
1- Öğrencinin İslâmî
ilimlerde en iyi şekilde yetişmesi sağlanırdı.
2- Dönemin, bütün pozitif
ilimleri okutulurdu.
3- Saray protokolü, sarayın
döşemesi ile ilgili diğer işler; “mefruşat” uygulamalı olarak en iyi şekilde
öğretilirdi.
4- Güzel sanatlarla ilgili
eğitim öğretim verilerek estetik bilgisinin gelişmesi amaçlanır; böylece
bireyin güzel duygulara, güzel düşüncelere sahip olması sağlanırdı. ( Bu konu Osmanlı’da
Sanat başlığı altında ilerleyen derslerimizde işlenecektir)
5- Meslekî eğitim verilerek,
bir meslekte uzmanlaşmaları sağlanırdı.
İslâmî İlimler: Kur’ân-ı Kerim, İlmihal, Tefsir, Hadîs,
Kelam, Tecvit, Akaid, Arapça ve Farsça, Peygamberler Tarihi, Ferâiz (Miras
İlmi).
Müsbet İlimler: Tıp, Heyet (Astronomi), Hendese
(Geometri), Cebir (Matematik), Tarih, Coğrafya, Mantık, Hukuk, Hikmet, Türk
Dili ve Edebiyatı, Sarf, Nahiv, Bed-i Beyan (Güzel Konuşma), Belâgat, Riyaziye (Matematiğin
bir dalı), Şiir ve İnşa, Mendi (Söz ve Lügat), Hitabet, Manîa (Sözdizimi,
Sentaks), Durub-i Mesel (Atasözleri).
Güzel Sanatlar: Musikî, Tezhip, Hüsn-ü Hat, Cilt
Sanatı, Mimari, Minyatür. Oymacılık, Kakmacılık.
Beden Eğitimi ve Spor: Binicilik, Kılıç çekme,
Gürz, Koşu, Avcılık, Ok atma, Atlama, Mızrak, Çelik-Çomak, Güreş, Meç, Ağırlık
kaldırma, Cirit, Şamar atma.
Meslekî Eğitim: Giyim, Deri işlemeciliği, İnşaat, Kuyumculuk,
çeşitli ilaçların ve merhemlerin yapımı gibi.
Bu dersleri, alanlarında
uzman hocalar ve mesleğinde ehil sanat erbabı üstadlar verirlerdi. Bu eğitim
sistemi sayesinde mezunlar birçok alan hakkında gerekli temel bilgileri
öğrenirken, kendi yeteneklerini ve ilgi alanlarını belirleyip o alanlarda
uzmanlaşma imkânına da sahip olurlardı.
Enderun Mektebi kapatılana
kadar geçen süreçte 63 Sadrazam, 3 Şeyhülislâm, 23 Kaptan-ı derya, çok sayıda
Kubbealtı Veziri, Defterdar, Beylerbeyi, Sancakbeyi, Yeniçeri Ağası, Mimar,
Nakkaş, Ressam, Minyatür Ustası, Hattat, Musikişinas, Kâtip, İmam, Müezzin,
Müverrih, Şair, Âlim, Hanende vb. yetişmiş ve uzun yıllar başarıyla hizmet
etmişlerdi.
Enderun Mektebi’nde Odalar:
Enderun, aşağıdan yukarıya
doğru 6 odadan oluşuyordu (bazı tarihçiler küçük ve büyük odaları ayrı ayrı
sayarlar ki, bazı kaynaklarda yedi oda olarak ta geçer). Bu odalar küçük ve
büyük oda, doğancılar odası, seferli odası, kiler odası, hazine odası ve has
oda şeklinde sıralanmaktaydı. Öğrenciler odaların alt basamağında öğretime
başlar, üste doğru yükselirdi. Eğitim ve öğretim, uygulamalı ve de teorik olmak
üzere iki şekilde yapılırdı. Enderun’daki talebeler, “dolamalı” ve “kaftanlı”
olmak üzere iki kısımdılar. Giydikleri elbiseden dolayı; büyük ve küçük
odadakilere dolamalı, diğer odadakilere kaftanlı denirdi.
1- Küçük
ve Büyük Oda (Hane-i Kebir ve Hane-i Sağır): Enderun’un ilk iki kademesiydi;
meslek okullarıydı. Enderun’un hazırlık sınıfı konumunda olan bu odalarda,
Türkçe, Arapça ve Farsça dersleri öğretildikten sonra, güreş, atlama, koşu, ok
atma, cirit tâlimleri yapılırdı. Burada ki talebelere “dolamalı” denilirdi.
2- Doğancı Koğuşu (Hane-i Bâzyân): Enderun’un
üçüncü basamağıydı. Buradaki talebeler ”Kaftanlılar” olarak da anılırdı. Hünkârın
av doğanlarının bakımı ve yetiştirilmesi, saray kuşlarının bakım ve üretimi, av
ve avcılık hizmetlerini yerine getirirlerdi. Yaklaşık kırk öğrenciden
oluşurlardı. Ağalarına “doğancıbaşı” denirdi.
3- Seferli Odası (Hane-i Seferli): IV. Murad
zamanında kuruldu. Bu odanın öğrencileri eğitim ve öğretimin yanında pratik
yaparlar, padişahın gittiği yerlere giderler, Enderun halkının çamaşırlarının
yıkanması ve tertibiyle ilgilenirlerdi. Daha sonraları, deri işleri, dokuma,
tezhip (yazıyı süsleme sanatı), musikî, oyma ve kakma işleri yaparak meslek
öğrenirlerdi. Meşkhane denilen klasik musikî öğretimi de burada yapılırdı. Tamburî
Osman, Enderunî Ali Bey gibi bestekârlar ve musikişinaslar buradan yetişdiler.
Ağalarına “saray kethüdası” denirdi.
4- Kiler Koğuşu (Hâne-i Kiler): II. Murad
zamanında kuruldu. Enderun ve saray halkının her türlü yiyecek ve içecek
ihtiyaçlarını hazırlayıp korurlardı. Sofra hizmetleri, çeşitli şerbetlerin,
macunların, ilaç ve merhemlerin yapımı ve korunmasını sağlarlardı. Ağalarına
“kilercibaşı” denirdi..
5- Hazine Koğuşu: Fatih Sultan Mehmed
zamanında kuruldu. Buradaki öğrenciler hazinenin açılıp kapanması ve
korunmasını sağlarlar; hazineye paranın giriş ve çıkışını deftere
kaydederlerdi. Amirlerine “hazinedarbaşı” denirdi.
6- Has Oda: Enderun’un en yüksek, en son ve en
seçkin kademesiydi. II. Mehmed’in emri ile kuruldu. Has odadakiler, Enderun Mektebi’nin
elit (en yüksek) kısmındaydı. Defalarca testlerden geçerler; bundan sonra da
bizzat padişaha takdim edilirlerdi. Genç olmalarına rağmen büyük bir mevkiye
sahip olurlardı. Burada bulunanlara devrin en iyi eğitimi ve öğretimi
verilirdi. Buradaki eğitimin ana hedefi elemanları idarecilik yönünden
yetiştirmekti. Bu odanın mevcudu kırk civarındaydı. Amirlerine “has odabaşı”
denirdi. Has odada kalanların Hırka-i Saadet odasını temizlemek, mukaddes
emanetleri muhafaza etmek, kandil gecelerinde öd ağacı yakmak ve gül suyu
dökmek gibi sorumlulukları da vardı. Hünkâr müezzini, sır kâtibi, sarıkçı başı,
başçavuş gibi padişahın hususi hizmetinde bulunanlar da genellikle bu odadan
seçilirdi.
Sonuç olarak şunları söylemek
gerekirse Osmanlı Devleti’nin eğitim-öğretim hususundaki temel müesseselerinden
biri olan Enderun Mektebi, devletin en üst düzeyde siyasî, idarî, bürokratik,
askerî, ilmî ve sanatsal personelinin yetişmesini sağladı.
“Osmanlı’dan geriye ne
kaldı?” diye sorduğumuzda aklımıza camiler, kervansaraylar, türlü mimarî
harikalar, muhteşem çiniler ve gözümüzü ışıldatan hatlar ve ebrular; gök
kubbeyi kaplayan hoş bir seda, bir musikî; binlerce sayfalık bir edebiyat ve
nağmeler gelir. Evet, ama bunlardan başka dünya eğitim tarihinde bir çığır
açmış, birçok noktada öncü olmuş Enderun Mektebi de akla gelmelidir. Zira
Enderun Mektebi, çok yönlü amaçları olan bir eğitim ve devlet felsefesi, bir
siyasî ve idarî nizam, bir dünya görüşüdür.
Enderun Mektebi’nin kuruluş
amacı; programları, çalışma sistemi ve teşkilâtlanma ile eğitim ve öğretimin
değerlendirilmesiydi. Osmanlı Devleti, öğrencilerin daha kaliteli
yetiştirilmesi düşüncesinin bütün toplumlar tarafından kabul edildiği, iyi bir
gelecek için çok okumuş, âlim, bilgili, münevver insan unsurunu öne çıkarmayı
başardı.
Osmanlı Eğitim Sistemi
çalışkan, doğru, dürüst ve hoşgörülü insanların yetiştirilmesini sağladı.
Eğitim sadece belli okullarda verilmedi. Loncalarda, camilerde, tekke ve
zaviyelerde de eğitim verilirdi.
Osmanlı Devleti,
kuruluşundan beri camiler birer
eğitim merkeziydi; çocuklara okuma-yazma ve dört işlem öğretilirdi. Caminin
bulunduğu mahallenin halkına dînî bilimler ve güzel sanatlar dersi de
verilirdi. Ayrıca imamlar, Sultan’ın emir, yasak ve buyruklarını camilerde halka insanlara bildirirlerdi.
Çünkü herkes bütün vakit namazlarını camilerde kılardı.
Tekke ve Zaviyeler, dîn, ahlâk, tasavvuf vb. gibi konularda eğitim vermek
amacıyla kurulmuşlardı. Tekkelerin çoğunda eğitim alanların bir mesleğe sahip
olması ve kendi el emeğiyle kazancını elde etmesi istenir, bunun için mesleki
eğitim almaları sağlanırdı.
Kahvehaneler, XVI. Yüzyıl’dan sonra açılmaya başladı. Bu mekanlarda kitap okunur, sohbet
edilir, bilgi alışverişinde bulunulurdu. Bu mekanlara “kitap okunan yer”
anlamına gelen kıraathane de
denirdi.
Ahî Teşkilatında, mesleki eğitim verilirdi. Marangoz, bakırcı, demirci,
berber, aktar, fırın vb. ustası olmak için çırak olarak işe başlanır ve
ustalardan eğitim alınırdı.
Osmanlı Devleti’nin bölgesinde
kavga çıkartmadan birçok milleti bir arada, yüzyıllarca barış ve huzur içinde
başarıyla yönetmiş vasıflı ve nitelikli idareciler yetiştirmede; bizlere
öğreteceği çok şey vardır.
Bu başarıya İslâmî eğitim
ile ulaşmışlardır.
Bir İslâm bilgini der ki;
“En üstün ilim dîn ilmidir, ilim bütün
hayır kapılarını açar, ilim yolunda gayret et ve diğer uğraşılara da fazla
eğilme, ilim çoktur fakat ömrün kısadır, ilimsiz bir insan harap olmuş bir eve
benzer. Uyanık olun ve Allah’ın şeriatına sımsıkı sarılın, cehaletin vurduğu
zincirden daha acı esâret yoktur.”
Sevgili kardeşlerim,
Son olarak, önemli bir konunun daha altını çizmek
istiyorum.
Dil bilmek; bir insanın
kültürünü geliştirmesinde, dînini anlatmasında çok önemlidir.
Osmanlı kültüründe Enderun
mezunları birkaç lisan bilirdi. Akıncıların
da en az 3 lisan konuştuklarını ve Fatih Sultan Mehmed’in de yedi lisan
bildiğini biliyoruz.
Ayrıca konuştuğumuz
Türkçemiz, Atalarımızdan kalan anlamı çok derin olan kelimelerle doludur.
OKUMA
PARÇASI
Akşemseddin ve Hacı Bayram Velî, Osmanlı Sultanı II. Murad’ın arzusu
ile Edirne’ye gittiler. II. Murad İstanbul’un fethini arzu ediyordu.
Hacı Bayram Velî’ye sordu:
- Ne dersiniz Şeyhimiz, Fetih müyesser olacak mı?
Hacı Bayram Velî:
- Sultanım fetih şu bizim köse (Akşemseddin) ile sizin Mehmed (Fatih
Sultan Mehmed)’e nasip olur. Ben bile o günü göremem, dedi.
Akşemseddin bu sözler üzerine, istikbalin fatihinin kendi elinde
şekilleneceğini anladı.
Zaman geçti. Mehmed Han, Osmanlı tahtına çıktı. Akşemseddin’in tasavvuf eğitiminden geçmiş olan genç padişah, 1453 yılının Nisan’ında İstanbul’u orduları ile kuşattı.
Zaman geçti. Mehmed Han, Osmanlı tahtına çıktı. Akşemseddin’in tasavvuf eğitiminden geçmiş olan genç padişah, 1453 yılının Nisan’ında İstanbul’u orduları ile kuşattı.
Allahû Tealâ Cinn Suresinin 26 ve 27. âyetlerinde; “Allah’ın
gaybın âlimi olduğunu ve rızaya ulaşan resûllerine gaybı verdiğini” ifade
etmektedir.
Genç padişah, bu âyet-i kerimenin bilinci ile paşasını Akşemseddin’e
gönderdi. Fethin ne zaman olacağını sordu. Gelen cevap şöyleydi:
- Mayıs’ın 28. gecesi şafağında, genel hücum yapılırsa Allah’ın
yardımı ile fetih müyesser olacaktır.
Bu haberi alan Sultan Mehmed’in yüzünde görülmemiş bir ışık
parladı. Bütün hazırlıklar yapıldı. Tekbir sesleri, ezan ve Kur’ân-ı Kerim nağmeleri
ile İstanbul kapıları Müslümanlar’a açıldı. Fetih Akşemseddin’in dediği gibi
olmuştu. Artık padişah saadetinden uçacak gibiydi. Beyaz atı üzerinde İstanbul
sokaklarında ilerliyordu. Yanı başında yüce mürşidi Akşemseddin bulunuyordu.
Muzaffer orduyu selamlayan mağluplar, Akşemseddin’i padişah sanarak ona doğru
koştular ve ellerindeki çiçekleri uzattılar.
Yüce Şeyh eli ile Fatih Sultan Mehmed’i işaret ederek:
- Sultan Mehmet Han odur. Ona gidiniz, dedi.
O
zaman genç ve muzaffer kumandan heyecanla:
- Gidiniz,
yine ona gidiniz. Evet, ben padişahım ama o benim yol göstericim hocamdır. Dedi.
Osmanlı kültüründe padişah dahil herkes HOCA’ya değer verir, hocaların
kadir ve kıymetini bilirdi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.