OSMANLI’DA
ADALET
El-Adl, çok âdil olan, asla zulmetmeyen, kullarına da âdil olmayı,
adaletle davranmayı emreden demektir. Adalet, hakkın gözetilmesi ve hakkın yerine
getirilmesi anlamına gelir. Haklı ile haksızın ayırt edilmesi adaletle sağlanır.
Allahû
Tealâ Nisâ-135’de şöyle buyuruyor:
Bismillâhirrahmânirrahîm
4/NİSÂ-135: Yâ eyyuhellezîne âmenû kûnû
kavvamîne bil kıstı şuhedâe lillâhi ve lev alâ enfusıkum evil vâlideyni vel
akrabîn(akrabîne), in yekun ganiyyen ev fakîren fallâhu evlâ bihimâ fe lâ
tettebiûl hevâ en ta’dilû, ve in telvû ev tu’rıdû fe innallâhe kâne bi mâ
ta’melûne habîrâ(habîran).
Ey âmenû olanlar! Kendinize, anne ve babanıza ve yakınlarınıza
bile olsa, zengin veya fakir de olsalar, Allah için adaleti yerine getiren
şahitler olun. Çünkü Allah, ikisine de daha yakındır. Adaletli davranmak için,
artık hevânıza (nefsinize) uymayın. Ve eğer dilinizi eğip bükerseniz (sözü
değiştirirseniz) veya (haktan, adaletten) yüz çevirirseniz o takdirde muhakkak
ki Allah, yaptıklarınızdan haberdar olandır.
Osmanlı
Devleti, hakikaten sadece dîni, milliyeti ayrı insanların değil, kurdun kuşun
bile huzur içinde yaşadığı rüya gibi bir toplum yapısı inşa etti.
Osmanlı
deyince her şeyden evvel adaleti düşünmeliyiz.
Bütün
Avrupa’da, Osmanlı’ya verilen değer neden o kadar üst seviyedeydi?
Çünkü Osmanlı kadıları,
adaletin ateşten bir gömlek olduğunu en iyi idrak eden insanlardı. Onların gözünde,
Allahû Tealâ’nın karşısında, adalet açısından herkes eşitti. Eğer bir padişah,
halktan herhangi bir kişinin hakkını haleldar (zarar vermişse) etmişse; o
hakkı, hakkın sahibine iade etmek, kadıların temel göreviydi, hiç şaşmazdı bu.
Oysaki Avrupa’da, asillerle
halk arasında bir uçurum vardı. Eğer bir asil yolda giderken kazara, halktan
birini atıyla çiğnemişse, onun hesabını kimseye vermezdi. Osmanlı’da, adalete geldiği zaman konu, beylerle,
beylerbeyleriyle, padişahla halk arasında en ufak bir farklılık gözetilmezdi.
İşte adalet bu demekti.
İşte,
böyle bir Ortaçağ Avrupası’nda Osmanlı, adaletin bütün standartlarında tam
dağıtıldığı, müstesna bir ülke oluyordu. Allahû Tealâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de
söylediği gibi kıst’ı, adalet müessesesini, Osmanlı tam olarak tanzim ediyordu.
Osmanlı kadısı, hiç kimsenin hakkının, çiğnenmesine müsaade etmiyor, bu hakkı
çiğneyen kişi padişah dahi olsa bu durum değişmiyordu.
Biliyorsunuz,
Bursa’daki Ulu Cami’nin içinde namaz mahallinde yapılan şadırvan da zaten, cami
için istimlâk yapılırken bir Rum’un yerini isteksiz vermesi üzerine, “kalpten
verilmeyen bir yerde huşû ile ibadet nasıl yapılır ki” düşüncesinden hareketle
inşa edildi.
Kalp, her şeyde kalp...
Mesele kalpleri de tatmin edecek bir düzen oluşturmak.
Konuyu açıklayalım;
İstanbul’un
fethinden sonra şehirde ilk inşa edilen camilerden olan Sultanahmed’deki
Firuzağa Cami’nin minaresi, camiye yakın oturan Rumların ricası üzerine tüm tek
minareli camilerde olduğu gibi arka sağ köşeye değil, arka sol köşeye konuldu. Camiye yakın oturan Rumların bu talebinin
gerekçesi, minarenin güneş ışığını kesmemesi ve güneş minare etrafını
dolanırken 15-20 dakikalığına bile olsa güneşlerine mani olmamasıydı. Bu talep
Osmanlı yönetimi tarafından tereddütsüz hemen yerine getirildi.
***
Fatih Sultan Mehmed İstanbul’da
bir Rum’un arazisinin olduğu yerde bir cami yaptırmak istedi ve Rum’a; “Orada
cami yapacağım, arazini bana satmanı istiyorum.” Dedi.
Biliyorsunuz, her arazinin
bir rayiç bedeli vardır. Yani o çevrede o arazinin ne kadar para ettiği, aşağı
yukarı herkes tarafından bilinir. Bir alt hududu, bir de üst hududu vardır.
Fatih Sultan Mehmed, üst hududun iki katını Rum’a verdi. Ama Rum arsayı vermemekte ısrar etti. Çünkü bir Hristiyan olduğu için
caminin kurulmasına gönlü razı olmadı.
Fatih Sultan Mehmed ise “O
kadar para verdiğim halde, bu adam arsayı vermedi. Demek ki bunu, inadından
yaptı; nefsanî bir davranış bu. Ben cami yapacağım, benimki nefsanî değil
ruhanî.” diye düşündü.
Ve sonuçta Rum’un arsasını aldı
ve camiyi yaptırdı.
Rum bu duruma çok üzüldü.
Onu çok üzgün görenler sordular:
- Bu kadar üzüntünün sebebi
ne?
Rum başına gelenleri
anlattıktan sonra:
- Yapabileceğim bir şey yok
ki! Bunu yapan padişah; daha ötesi yok. Onun üstünde kimse yok. O bana bunu
yaptığına göre. Her şey bitti! Diyerek
üzüntüsünün nedenini açıkladı.
Çevresindeki insanlar:
- Her şey bitmedi, bu
memlekette kadılar vardır. Dediler.
Rum:
- Yani? Ne demek
istiyorsunuz? diye sordu.
Adamcağız, aldığı cevapta duyduklarına hiç inanamadı. Çünkü;
- Gidersin
kadıya, adaletsizliği anlatırsın, Padişah da olsa, o hesabı görür. dediler…
Adamcağız hiç inanamadı böyle
bir şeye; ama denemek istedi ve “hadi gideyim mahkemeye, ben bir müracaat edeyim”
dedi ve kadıya müracaat etti. Mahkeme günü adamın gözleri hayretten açıldı; çünkü
Fatih Sultan Mehmed mahkemeye gelmişti. Padişah ayaktaydı, kadı efendi oturuyordu
ve bu şekilde mahkeme başladı. Fatih Sultan Mehmed, adamın arsasını zorla iktisap
etmekten suçlu bulundu ve elinin kesilmesi kararı alındı. Fatih Sultan Mehmed’in
eli kesilecekti ama Osmanlı adaletinde, bir müessese daha vardı; eğer bir şeyin
bedeli ödenirse ve alacaklı taraf, hak sahibi taraf bunu kabul ederse, o ceza
düşebilirdi.
Bu kanuna göre davacı Rum’a
şu teklifte bulunuldu:
- Bunun bedeli şu kadar
altındır. Bu kadar altına karşılık, onun elinin kesilmesinden vazgeçiyorsan, Padişah
ödemese bile onu sana beytülmal öder. Razı mısın?
Rum: “Şey...” dedi. Bir
Padişaha baktı, bir kadıya baktı ve inanamadı, sonra: “Tabiî razıyım. Razı
olmaz mıyım? O, Padişah.” dedi.
Fatih Sultan Mehmed bunun
üzerine şöyle dedi:
- Benden beytülmalin talebi
200 altın; ama ben 2000 altın vereceğim. Ve her gün de bir altın daha
ödenmesini istiyorum. Senenin 365 günü, her gün bir altın ödenecek bu zata…
Böylece karara varıldıktan
sonra kadı yerinden kalktı, Fatih Sultan Mehmed’in ayaklarının yanına gelip diz
çöktü:
- Padişahım, şu ana kadar
ben Allah’ı temsil ediyordum. Ben oturuyordum, siz ayaktaydınız. Çünkü siz
maznun mevkiindeydiniz. Allah’ı temsil eden siz değildiniz. Adaleti veya adaletsizliği
temsil ettiğiniz, mahkemenin sonunda belli olacaktı. Ben Allah’ı temsil
ediyordum; adaletin sahibi bendim o sırada. Şimdi benim görevim bitti. Şimdi
bana, size tâbî olan, sizin imparatorluğunuzun bir kadısı olarak el etek öpmek
düşer.” dedi.
Padişahın eteğini öptü ve
ondan sonra Padişah oturdu, ötekiler dışarı çıktılar.
Bu
olay Osmanlı’nın adaletini anlatıyor. Avrupa’da o güne kadar bir asille, halktan
birisi mahkeme edilecek de, mahkeme halktan olana hakkını verecek, asırlar boyunca
böyle bir şey görülmedi. Adaleti, Ortaçağ Avrupa’sına ilk defa Osmanlı götürdü.
Osmanlı, insanlar arasında, Kur’ân-ı Kerîm’e göre fark olmadığını İslâm’ın ne
olduğunu Avrupa’da yaşayan insanlara öğretti.
İşte
bu adalet müessesesidir ki, yüz binlerce insanı Osmanlı’ya teslim etti.
Osmanlı’nın yükselme
döneminde adaleti temsil eden Kadılar vardı.
Bu Kadıların her biri ‘ulûl elbab’dı.
‘Ulûl’, sahipler demek ‘Elbab’
ise sırlar demektir. Yani Allah’ın sırlarının sahipleri…
Allahû
Tealâ Âli İmrân-190 ve 191’de buyuruyor
ki;
Bismillâhirrahmânirrahîm
3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti
vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün
ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe
kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel
ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben
nâr(nârı).
Onlar
(ulûl elbab, lüblerin, Allah’ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken,
otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve
göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): “Ey
Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan’sın, artık
bizi ateşin azabından koru.
Yani,
Kur’ân-ı Kerim’de Ulûl elbab daimî zikrin sahipleridir.
İşte
Osmanlı’da Kadıların her biri ‘daimî
zikirde’ydiler.
Yani
Âli İmrân Suresinin 7. âyet-i kerimesine göre Allah ile tezekkür etme yetkisini
Allah’dan alanlardı. Allah ile tezekkür etmek demek, Allah ile konuşmak yani
O’ndan vahiy almak demektir.
Bismillâhirrahmânirrahîm
3/ÂLİ İMRÂN-7: Huvellezî enzele aleykel
kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu
muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmellezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ
teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te’vîlih(te’vîlihi), ve mâ ya’lemu
te’vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî,
kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
Kitab’ı sana indiren O’dur. Onun bir kısmı muhkem (hüküm ihtiva
eden, mânâsı açık olan) âyetlerdir, onlar Kitab’ın esasıdır ve diğerleri,
muteşâbihtir (yoruma açık âyetlerdir). Fakat kalplerinde eğrilik (bâtıla meyil)
bulunanlar, bu sebeble muteşâbih olanlara (yorum gerektirenlere) tâbî olurlar.
Ondan fitne çıkarmak için, onun te’vilini (yorumunu) yapmak isterler. Ve onun
te’vilini Allah’dan başka kimse bilmez ve ilimde rusuh sahipleri ise: “Biz O’na
îmân ettik, hepsi Rabbimizin katındandır” derler, onlar da tezekkür edemezler, sadece Ulûl'elbab (daimi zikrin ve
sırların sahipleri) (tezekkür edebilir).
Bismillâhirrahmânirrahîm
7/A’RÂF-201: İnnellezînettekav izâ
messehum tâifun mineş şeytâni tezekkerû fe izâhum mubsırûn(mubsırûne).
Muhakkak ki; takva sahibi kimseler şeytandan onlara gözü bürüyen
bir vesvese dokunduğu zaman (Allah’ı) tezekkür ederler (Allah’la tezekkür
ederler). İşte o zaman onlar, basar edenlerdir (kalp gözlerinin basar hassası
ile görürler).
Bu âyette
de o kişilerin (Kadıların) kalp gözlerinin açık olduğunu yani yedi kat yerleri
ve gökleri görebildiklerini açıklıyor.
Kadıların
ulûl elbab olduğu bir devlette, tabidir ki davaların sonucu Allah’ın kararı
olunca Allah’ın adaleti tecelli ediyordu. SIR BU İŞTE…
Osmanlı düzeninde gecikmiş adalet,
adaletsizlik sayılırdı. Hızlı yargı, Osmanlı Hukuk Sistemi’nin esasıydı. “2
veya 3 celse nadirdir, ekseri davalar, bir saat içinde hükme bağlanır”
(d’Ohsson).
Birkaç bin hâkimle, akıl
almaz genişlikte bir imparatorlukta nasıl oluyor da bu derece süratle adalet
tevzi edilebiliyordu (dağıtılabiliyordu) ? Bu sualin cevabı şudur:
Ufak tefek anlaşmazlıklar, asla
kadı huzuruna getirilmezdi. Çünkü herkes mürşidinin eğitimi ile nefs tezkiye ve
tasfiyesi yapardı. Gerçi kadı bir akçalık davaya bakmaya bile mecburdu. Ancak
iki taraf da, kadı huzuruna gitmeden davalarını hallederlerdi. Bu hususta
otoritesi büyük olan aile reisi, esnaf örgütlerinin liderleri, köy muhtarı,
mahalle imamı, eşraftan zatlar, hakem olurlardı; anlaşmazlıkları hallederlerdi.
Osmanlı birbiriyle ihtilaflı, birbiriyle anlaşamaz, birbiriyle kavgalı bir
toplum değildi.
İslâm ahlâkının yaşandığı
toplumlarda, sosyal hayatın nasıl huzur ve barış içinde sürdürüldüğünü, tarih
bize pek çok örnekle göstermiştir.
Osmanlı İmparatorluğu
asırlar boyunca üç büyük kıtanın büyük bir bölümüne hâkim oldu. Bugün
Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da ve daha pek çok yerde Osmanlı’nın
izlerini görmek mümkündür. Osmanlı ayak bastığı her yerde Türk’ün üstün
karakterinin tanınmasına vesile oldu. La Martine ’in 1854 yılında basılan Histoire de la Turquie isimli 10
ciltlik eserinden yapılan bir alıntı Osmanlı’nın günümüzdeki izlerini çok güzel
yansıtmaktadır:
“İzmir’i,
İstanbul’u, Suriye’yi, Lübnan’ı ziyaret edin. Oralarda manastırlara, dînî mekânlara,
eğitim kurumlarına girin. Dînî eğitim veren yerlere bakın ve “Osmanlı’nın, size
karşı davranışında ve korumasında bir eksiklik var mıydı?” diye sorun. Hepsi
size “Osmanlı’nın ve Sultan’ın tarafsızlığından” söz edecektir.”
Gerçek şu ki, bu dînî yerlerin yönetiminde Osmanlı
tam bir tarafsızlık, saygı ve barış duygusuyla hareket etti...
XVI.
asır sonlarında Fransız mütefekkiri (düşünürü) Jean Bodin, Fransa’nın Osmanlı
Devleti gibi yönetilmesini Kralı’na tavsiye etmekte, padişahın yalnız İslâm
Dîni’nin başı olmadığını, imparatorluğundaki Ortodokslar’ın, Katolikler’in ve Museviler’in
de başı olduğunu, bu dört dîne eşit muamele ettiğini, ni’metleri eşit şekilde
paylaştırdığını yazmaktadır. (Discours) Bodin (1520-1596), Avrupa’da devletler
hukukunun kurucusu sayılmaktaydı.
1717’de
Cenevizli, Chenieri “Türkler, bütün dînlere karşı evrensel bir anlayış ve
değişmez bir hoşgörü gösterirler” diye yazdı. (Hammer)
Osmanlı
İmparatorluğu, kurucusu olan Osman Bey’den başlamak üzere Fatih Sultan Mehmed ve
diğer padişahların adil yönetimleri ile tüm insanlığa örnek oldular. Onların
zamanlarında her dînden, her inançtan insanlar bir arada huzur içinde yaşadılar.
Hatta herhangi bir mücadeleye dahi girmeden kendi istekleriyle Fatih Sultan
Mehmed’e teslim olan toplumlar oldu. Bu da insanların onun adil yönetiminden ne
derece hoşnut olduğunu göstermekteydi.
Bütün
İslâm devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı padişahları da fethettikleri
bölgelerdeki gayrimüslimlere karşı son derece adaletli davrandılar. Kur’ân-ı
Kerîm ahlâkına göre o ülkelerin yerli insanları Allah’ın kendilerine bir
emanetiydi. Onları himaye etmek, hiç kimsenin onlara zulüm yapmasına müsaade
etmemek, ancak adalet sahibi olan yöneticilerin sorumluluğudur. Bu nedenle
Avrupalı devletler ele geçirdikleri ülkelerde çok büyük soykırımlar
gerçekleştirip, yerli halka zulümler yapıp, ülkenin tüm doğal zenginliklerini
sömürürken, Osmanlı padişahları gittikleri ülkelere refah götürmeyi kendilerine
gaye edindiler. Fethettikleri ülkelerdeki yerli halkın inançlarını değiştirmek
için hiçbir zorlama yapmadılar, aksine ibadetlerini huzur içerisinde
yapabilmeleri için onlara imkân sağladılar.
Örneğin; 1461’de bölgenin
Osmanlı’nın eline geçmesiyle Sümela
Manastırı, Osmanlı padişahları tarafından son derece saygın ve kutsal bir yer
olarak görüldü ve bu şekilde Osmanlı döneminde de kutsal bir yer olma
prestijini korudu. Bununla birlikte manastırda yaşayan keşişler dînî
vecibelerini hiçbir baskı altında olmaksızın özgür bir şekilde sürdürdüler. Manastır
birçok Osmanlı padişahları tarafından ziyaret edilip, büyük bir hassasiyetle
koruma altına alındı. Hatta bazı belgeler incelendiği zaman manastıra
padişahlar tarafından bir takım hediyeler de verilmiş olduğu görüldü.
Sevgili Kardeşlerim, Tekrar
Edelim:
Avrupalı devletler ele
geçirdikleri ülkelerde çok büyük soykırımlar gerçekleştirip, yerli halka
zulümler yapıp, ülkenin tüm doğal zenginliklerini sömürürken, Osmanlı
padişahları gittikleri ülkelere refah götürmeyi kendilerine gaye edindiler.
Nefsimiz afetlerle dolu
olduğu için hep adaletin dışına kaçmaya çalışır. Onun kibri vardır, gururu
vardır, öfkesi vardır, nefreti vardır. Bütün negatif faktörler üzerindedir.
Öyleyse bu faktörler varsa, cemaat halinde yaşayan insanlar mutlaka
birbirleriyle anlaşmazlığa düşeceklerdir. İşte adalet, onların anlaşmazlığa
düştüğü anda başkaları tarafından sağlanan bir sonuçtur. Bir adaletsizlik
olmalıdır ki; adalet teessüs etsin.
Adaletin başkaları
tarafından kurulması bizim işlediğimiz hatalara bağlıdır. Biz hata yaparsak,
biz adaletsizliğe sebebiyet verirsek veya bize karşı adaletsiz bir davranış olursa,
o zaman adaletin oluşması için gerekli makamlara müracaatımız söz konusu olur
ve birbirine karşı adaletsiz davranan insanların, adaleti sağlayan bir makam
önünde, adaletin sonucuna ulaşması söz konusu olur. İşte bu müessese hâkimlik
müessesesidir. İster hâkim adını verelim, ister hakem adını verelim, her kim
böyle bir görevi almışsa o, adalete riayet etmek mecburiyetindedir.
Adalete üst boyutta riayet
edenler, nefslerinin afetlerini yok edebilen, ulûl’elbab makamına
ulaşabilenlerdir. Nasıl ulaşmışlardır? Nefslerindeki bütün afetleri yok
etmişlerdir. Kim daimî zikre ulaşırsa kısa bir müddet sonra nefsindeki bütün
afetler yok olur.
Osmanlı’da Kadı hâkim
demekti. Ticaret yapması yasaktı. Borç alıp veremez, hediye kabul edemez, umumî
ziyaretlerde bulunamazdı. Kadı, halife olan Padişahın vekili olarak, onun adına
adalet dağıttığı için, kendini sadrazama tâbî, onun emrinde saymazdı. Sadrazam,
Kadı’nın adalete ait işlerine, hüküm veriş şekline karışmazdı. Kadılar gerektiği
durumlarda, Padişahları dahi mahkemeye çağırmak ve yargılamak yetkisine de
sahipti.
Osmanlı düzeninde kadı, kazasının
belediye başkanıydı ve belediye başkanı olarak salahiyetleri çok genişti. Zira
aynı zamanda, kaza kaymakamıydı. Bu suretle imparatorluğun bütün ilçelerine, ilmiye
sınıfından kadılar hâkimdi ve devleti onlar temsil etmekteydiler.
Zabıta, tamamen Kadı’nın
emrindeydi.
İstanbul’un
fethinden sonra Fatih bütün mahkûmları serbest bıraktı. Fakat bu mahkûmların
içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı
çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence
karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir
daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi. Durum Fatih’e bildirildi. O, asker
göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak
istemediklerini Fatih’e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza
şöyle hitap etti:
-
Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslâm adaletinin tatbik edildiği memleketimi
geziniz, Müslüman hâkimlerin ve Müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde
de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz
ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı
olduğunuzu ispat ediniz.
Fatih’in
bu teklifi papazlar için çok cazip geldi. Hemen Padişah’tan aldıkları tezkere
ile İslâm beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa’
ydı... Bursa’da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir
Müslüman bir Yahudi’den bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye
satılan at hastaymış. Müslüman’ın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk
akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah
olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte
de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam
kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp
götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Olayı
daha sonra öğrenen kadı, atı alan Müslüman’ı çağırtıp meseleyi şu şekilde
halletmiş:
-
Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsaydım, sağlam diye satılan atı
sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat zamanında makamımda
bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine mademki ben sebep oldum, atın
ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını Müslüman’a
vermiş.
Papazlar,
İslâm adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırdılar ve hiç
zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret ettiler.
Mahkemeden
çıkan papazlar seyahatlerine devam ettiler ve İznik’e uğradılar. Papazlar orada
şöyle bir mahkeme ile karşılaştılar:
Bir Müslüman
diğer bir Müslüman’dan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye
başlamış. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına ağzına kadar
dolu bir küp altın takılmış. Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları
küpüyle tarlayı satın aldığı öbür Müslüman’a götürüp teslim etmek istemiş;
-
Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen
tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana satmazdın.
Al şu altınlarını, demiş.
Tarlanın
ilk sahibi ise daha başka düşünmekteymiş. O da şöyle söylemiş:
-
Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı
ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden,
içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir,
dilediğini yap!.. demiş.
Tarlayı
alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal etmiş. Her iki
taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlamışlar.
Kadı,
her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sordu. Onlardan birinin kızı birinin
de oğlunun olduğunu öğrendi ve oğlanla kızı nikâhlayarak altını çeyiz olarak
verdi.
Papazlar
daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anladılar ve doğru İstanbul’a Fatih’in huzuruna geldiler ve
şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle dediler:
-
Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak
İslâm dîninde vardır. Böyle bir dînin salikleri başka dînden olanlara bile bir
kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin
idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz.
Doğumundan
ölümüne kadar her türlü muamelenin adil esaslar üzerine inşa edildiği Osmanlı devlet
düzeninde, kapsamlı ve çok geniş bir vicdanî kontrol mekanizması kendiliğinden
işlemekteydi. Bu vicdanî kontrol devlet kontrolünden çok daha tesirli ve çok
olumlu neticeler verdi.
Bugün
batılı ülkelerin geliştirmeye çalıştıkları bu otokontrol mekanizması; Osmanlı’nın
attığı her adıma ölçü oldu. Orta Afrika’dan Orta Asya’ya kadar uzanan Osmanlı
İmparatorluğu’nun 600 yıldan fazla yaşamasının en önemli sebebini teşkil etti.
Bu devlet, öyle bir hukuk devletiydi ki; müşterinin ununa,
buğdayına zarar gelir düşüncesiyle değirmenlerde tavuk beslenmesini dahi
yasakladı. Değirmen sahipleri vakti öğrenebilmek için yalnız bir tek horoz
besleyebildiler. Hayvanların eziyet görmemesine kadar kanuni tedbirler alındı.
Görevin
kötüye kullanılmasını önlemek için kadılar ikinci bir kontrol mekanizması
meydana getirirlerdi. Daha Osman Gazi devrinde, yani beylik döneminde fethedilen
şehir ve kasabalara idarî ve adlî görevleri yürütmek için birer kadı tayin
edildiğini belgelerden öğreniyoruz. Kadı (hâkim) olacak kimselerde aranan
şartlar vardı.
Fatih devri hukukta ve
adalette de dünyaya örnek olacak uygulamalarla doluydu.
Fatih’in muhakeme edilişi o
zamanki adalete somut bir misaldi; Fatih Cami’nin inşaası esnasında koca bir
mermer sütunu yanlış kesip israf ettiği, dolayısıyla devlete zarar verdirdiği
gerekçesiyle Fatih tarafından eli kestirilen Rum Mimar İpsilanti Usta İstanbul
Kadısı Hızır Çelebi’ye müracaat etti.
Mahkeme günü Kadı’nın
huzuruna giren Fatih oturmak istedi, fakat Kadı Hızır Çelebi oturmasına müsaade
etmedi ve davacı ile yan yana oturmasını ihtar etti. Emir adaletin
temsilcisinden geldi. Uymamak mümkün müydü? Muhakeme neticesinde de Fatih suçlu
bulundu. Hüküm: “Kısasa kısas” Yani Fatih’in de eli kesilecekti. Devlet ricali
araya girerek Rum Usta’ya ricada bulundular ve tazminatı kabul etmesini söylediler.
Zaten Rum Mimar da Padişah’ın elinin kesilmesine razı değildi. Tazminatı kabul
etti. Fatih, bizzat kendi gelirinden ustanın ailesinin ve çoluk çocuğunun ömür
boyu ihtiyacını karşılayacak miktardaki tazminatı ödemeyi kabul etti ve ayrıca
bir de ev yaptırdı.
Muhakeme bu şekilde neticelendikten
sonra Hızır Çelebi’nin yanına giden Fatih, İstanbul Kadısı’na “Şayet adaletten
ayrılıp padişahım diye benim lehime karar verecek olsaydın başını şu kılıcımla
uçuracaktım”dedi.
Hızır Çelebi ise Padişah’ın
bu sözlerine cevaben şöyle dedi: “Sen de padişahım diye kararlarıma muhalefet edip
mahkemenin huzurunu bozmaya ve adaletin kutsiyetini ihlal etmeye kalksaydın
(oturduğu minderin altındaki hançeri göstererek) ben de bunu senin kalbine saplayacaktım”
dedi.
İşte
bu anlayış Osmanlı’da bütün bir ülkeye hâkim oldu ve bu anlayış devam ettiği
müddetçe devlet dünyanın en büyük devleti olma vasfını korudu.
Bütün
hayatı, İslâm için gayretle geçen Fatih gayretinin sebebini bir başka olay
vesilesiyle şöyle açıkladı:
Fatih’le anlaşmak isteyen
Uzun Hasan’ın elçi olarak gönderdiği annesi Fatih’in Trabzon seferine katıldı.
Sare Hatun katlanılan zorluklara dayanamayıp Fatih’e şöyle dedi: “Oğul bir
Trabzon için kendini bu kadar yormak fazla değil mi? Bir kale bu kadar
meşakkatlere değer mi?”
Günlerdir at sırtında
aşılmaz denilen dağları geçitleri aşan Fatih şu cevabı verdi:
- Anacığım İslâm’ın kılıcı
elimdedir, eğer bu zahmet ve eziyetlere katlanmazsam gazi lakabına lâyık olamam.
Bugün ve yarın ALLAH’ın huzuruna çıktığımda utanırım. Sonra bizim davamız
Trabzon’u fethetmek dâvası değildir. ALLAH’ın ismini yüceltmek ve ilân etmek
davasıdır. Bu uğurda ne kadar zahmet ve meşakkat çeksek yine azdır.
Fatih’in kişiliğini ve
icraatlarını bu düşüncelerden ayrı olarak değerlendirmek gerçeklere uymaz.
Bütün hayatını dîne, devlete
ve millete hizmetle geçiren bu büyük idarecinin hayatı günümüzün ve geleceğin
Devlet İdarecileri, İlim adamları ve gençleri için alınacak derslerle doludur.
Bir gün, Fatih’in babası II.
Murad Han’ın kendisine birtakım özel ihtiyaçları için para lâzım oldu. O da,
bunun için veziri Çandarlı’dan borç alıp ihtiyaçlarını giderdi. Bunu gören Fazlullâh
Paşa, büyük bir üzüntü ile:
– Sultanım! Padişahlara özel
hazine gerektir. Müsaade eyler ve ferman buyurursanız, size hazine temin
edelim. Dedi.
Sultan sordu:
– Nasıl ve nereden hazine temin
edeceksiniz?
Fazlullâh Paşa:
– Padişahım! Bu vilâyet
halkında fazlaca mal vardır. Sultanlara, zaman zaman bir yolunu bulup o
mallardan almak münasip düşer! dedi.
Bu teklif üzerine Sultan Murad,
hızla yerinden fırladı ve büyük bir hiddetle:
– Paşa! Bu söz, nasıl bir
sözdür? Bu fikir, nasıl bir fikirdir ki, söyler ve teklif edersin? Bilmez misin
ki, bizim vilâyetimizde üç helâl lokma vardır! Biri madenler, biri cizye, biri
de ganimetlerdir. Bilmez misin ki, bizim askerlerimiz gaziler ordusudur. Onlara
helâl lokma gerektir. Bilmez misin ki, hangi padişah askerine haram lokma
yedirirse, onları Harami eyler. Harami’nin ise sebatı yoktur. Küçük bir zorluk
görünce kaçmaya başlar. Bundan sonra da hâlimizin ne olduğunu görmek zor olmaz!
dedi.
Bu ifadelerin ardından
Sultan, gayr-i meşru bir hazine tertibini teklif eden Fazlullâh Paşa’yı, kul
hakkına riayetsizlik edebileceği ihtimâli dolayısıyla derhal azletti.
Sevgili Kardeşlerim,
Peygamber Efendimiz (S.A.V) de her işte, bir denge gözetirdi.
Sevgisi hiçbir zaman adaletine gölge düşürmedi.
“Kızım Fatma bile yapmış olsa adaleti uygularım” diyerek sosyal
statüsü ne olursa olsun insanlar arasında ayrım yapılmasına karşı çıktı,
hukukun üstünlüğünü savundu.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.