5 Şubat 2016 Cuma

OSMANLI’DA ADALET

OSMANLI’DA ADALET
El-Adl, çok âdil olan, asla zulmetmeyen, kullarına da âdil olmayı, adaletle davranmayı emreden demektir. Adalet, hakkın gözetilmesi ve hakkın yerine getirilmesi anlamına gelir. Haklı ile haksızın ayırt edilmesi adaletle sağlanır.
Allahû Tealâ Nisâ-135’de şöyle buyuruyor:
Bismillâhirrahmânirrahîm
4/NİSÂ-135: Yâ eyyuhellezîne âmenû kûnû kavvamîne bil kıstı şuhedâe lillâhi ve lev alâ enfusıkum evil vâlideyni vel akrabîn(akrabîne), in yekun ganiyyen ev fakîren fallâhu evlâ bihimâ fe lâ tettebiûl hevâ en ta’dilû, ve in telvû ev tu’rıdû fe innallâhe kâne bi mâ ta’melûne habîrâ(habîran).
Ey âmenû olanlar! Kendinize, anne ve babanıza ve yakınlarınıza bile olsa, zengin veya fakir de olsalar, Allah için adaleti yerine getiren şahitler olun. Çünkü Allah, ikisine de daha yakındır. Adaletli davranmak için, artık hevânıza (nefsinize) uymayın. Ve eğer dilinizi eğip bükerseniz (sözü değiştirirseniz) veya (haktan, adaletten) yüz çevirirseniz o takdirde muhakkak ki Allah, yaptıklarınızdan haberdar olandır.
Osmanlı Devleti, hakikaten sadece dîni, milliyeti ayrı insanların değil, kurdun kuşun bile huzur içinde yaşadığı rüya gibi bir toplum yapısı inşa etti.
Osmanlı deyince her şeyden evvel adaleti düşünmeliyiz.
Bütün Avrupa’da, Osmanlı’ya verilen değer neden o kadar üst seviyedeydi?
Çünkü Osmanlı kadıları, adaletin ateşten bir gömlek olduğunu en iyi idrak eden insanlardı. Onların gözünde, Allahû Tealâ’nın karşısında, adalet açısından herkes eşitti. Eğer bir padişah, halktan herhangi bir kişinin hakkını haleldar (zarar vermişse) etmişse; o hakkı, hakkın sahibine iade etmek, kadıların temel göreviydi, hiç şaşmazdı bu.
Oysaki Avrupa’da, asillerle halk arasında bir uçurum vardı. Eğer bir asil yolda giderken kazara, halktan birini atıyla çiğnemişse, onun hesabını kimseye vermezdi. Osmanlı’da,  adalete geldiği zaman konu, beylerle, beylerbeyleriyle, padişahla halk arasında en ufak bir farklılık gözetilmezdi.
İşte adalet bu demekti.
İşte, böyle bir Ortaçağ Avrupası’nda Osmanlı, adaletin bütün standartlarında tam dağıtıldığı, müstesna bir ülke oluyordu. Allahû Tealâ’nın Kur’ân-ı Kerîm’de söylediği gibi kıst’ı, adalet müessesesini, Osmanlı tam olarak tanzim ediyordu. Osmanlı kadısı, hiç kimsenin hakkının, çiğnenmesine müsaade etmiyor, bu hakkı çiğneyen kişi padişah dahi olsa bu durum değişmiyordu.
Biliyorsunuz, Bursa’daki Ulu Cami’nin içinde namaz mahallinde yapılan şadırvan da zaten, cami için istimlâk yapılırken bir Rum’un yerini isteksiz vermesi üzerine, “kalpten verilmeyen bir yerde huşû ile ibadet nasıl yapılır ki” düşüncesinden hareketle inşa edildi.
Kalp, her şeyde kalp... Mesele kalpleri de tatmin edecek bir düzen oluşturmak.
Konuyu açıklayalım;
İstanbul’un fethinden sonra şehirde ilk inşa edilen camilerden olan Sultanahmed’deki Firuzağa Cami’nin minaresi, camiye yakın oturan Rumların ricası üzerine tüm tek minareli camilerde olduğu gibi arka sağ köşeye değil, arka sol köşeye konuldu.  Camiye yakın oturan Rumların bu talebinin gerekçesi, minarenin güneş ışığını kesmemesi ve güneş minare etrafını dolanırken 15-20 dakikalığına bile olsa güneşlerine mani olmamasıydı. Bu talep Osmanlı yönetimi tarafından tereddütsüz hemen yerine getirildi.
***
Fatih Sultan Mehmed İstanbul’da bir Rum’un arazisinin olduğu yerde bir cami yaptırmak istedi ve Rum’a; “Orada cami yapacağım, arazini bana satmanı istiyorum.” Dedi.
Biliyorsunuz, her arazinin bir rayiç bedeli vardır. Yani o çevrede o arazinin ne kadar para ettiği, aşağı yukarı herkes tarafından bilinir. Bir alt hududu, bir de üst hududu vardır. Fatih Sultan Mehmed, üst hududun iki katını Rum’a verdi. Ama Rum arsayı vermemekte  ısrar etti. Çünkü bir Hristiyan olduğu için caminin kurulmasına gönlü razı olmadı.
Fatih Sultan Mehmed ise “O kadar para verdiğim halde, bu adam arsayı vermedi. Demek ki bunu, inadından yaptı; nefsanî bir davranış bu. Ben cami yapacağım, benimki nefsanî değil ruhanî.” diye düşündü.
Ve sonuçta Rum’un arsasını aldı ve camiyi yaptırdı.
Rum bu duruma çok üzüldü. Onu çok üzgün görenler sordular:
- Bu kadar üzüntünün sebebi ne?
Rum başına gelenleri anlattıktan sonra:
- Yapabileceğim bir şey yok ki! Bunu yapan padişah; daha ötesi yok. Onun üstünde kimse yok. O bana bunu yaptığına göre. Her şey bitti!  Diyerek üzüntüsünün nedenini açıkladı.
Çevresindeki insanlar:
- Her şey bitmedi, bu memlekette kadılar vardır. Dediler.
Rum:
- Yani? Ne demek istiyorsunuz? diye sordu.
Adamcağız, aldığı cevapta  duyduklarına hiç inanamadı. Çünkü;
- Gidersin kadıya, adaletsizliği anlatırsın, Padişah da olsa, o hesabı görür. dediler…

Adamcağız hiç inanamadı böyle bir şeye; ama denemek istedi ve “hadi gideyim mahkemeye, ben bir müracaat edeyim” dedi ve kadıya müracaat etti. Mahkeme günü adamın gözleri hayretten açıldı; çünkü Fatih Sultan Mehmed mahkemeye gelmişti. Padişah ayaktaydı, kadı efendi oturuyordu ve bu şekilde mahkeme başladı. Fatih Sultan Mehmed, adamın arsasını zorla iktisap etmekten suçlu bulundu ve elinin kesilmesi kararı alındı. Fatih Sultan Mehmed’in eli kesilecekti ama Osmanlı adaletinde, bir müessese daha vardı; eğer bir şeyin bedeli ödenirse ve alacaklı taraf, hak sahibi taraf bunu kabul ederse, o ceza düşebilirdi.
Bu kanuna göre davacı Rum’a şu teklifte bulunuldu:
- Bunun bedeli şu kadar altındır. Bu kadar altına karşılık, onun elinin kesilmesinden vazgeçiyorsan, Padişah ödemese bile onu sana beytülmal öder. Razı mısın?
Rum: “Şey...” dedi. Bir Padişaha baktı, bir kadıya baktı ve inanamadı, sonra: “Tabiî razıyım. Razı olmaz mıyım? O, Padişah.” dedi.
Fatih Sultan Mehmed bunun üzerine şöyle dedi:
- Benden beytülmalin talebi 200 altın; ama ben 2000 altın vereceğim. Ve her gün de bir altın daha ödenmesini istiyorum. Senenin 365 günü, her gün bir altın ödenecek bu zata…
Böylece karara varıldıktan sonra kadı yerinden kalktı, Fatih Sultan Mehmed’in ayaklarının yanına gelip diz çöktü:
- Padişahım, şu ana kadar ben Allah’ı temsil ediyordum. Ben oturuyordum, siz ayaktaydınız. Çünkü siz maznun mevkiindeydiniz. Allah’ı temsil eden siz değildiniz. Adaleti veya adaletsizliği temsil ettiğiniz, mahkemenin sonunda belli olacaktı. Ben Allah’ı temsil ediyordum; adaletin sahibi bendim o sırada. Şimdi benim görevim bitti. Şimdi bana, size tâbî olan, sizin imparatorluğunuzun bir kadısı olarak el etek öpmek düşer.” dedi.
Padişahın eteğini öptü ve ondan sonra Padişah oturdu, ötekiler dışarı çıktılar.
Bu olay Osmanlı’nın adaletini anlatıyor. Avrupa’da o güne kadar bir asille, halktan birisi mahkeme edilecek de, mahkeme halktan olana hakkını verecek, asırlar boyunca böyle bir şey görülmedi. Adaleti, Ortaçağ Avrupa’sına ilk defa Osmanlı götürdü. Osmanlı, insanlar arasında, Kur’ân-ı Kerîm’e göre fark olmadığını İslâm’ın ne olduğunu Avrupa’da yaşayan insanlara öğretti.
İşte bu adalet müessesesidir ki, yüz binlerce insanı Osmanlı’ya teslim etti.
Osmanlı’nın yükselme döneminde adaleti temsil eden Kadılar vardı.
Bu Kadıların her biri ‘ulûl elbab’dı.
‘Ulûl’, sahipler demek ‘Elbab’ ise sırlar demektir. Yani Allah’ın sırlarının sahipleri…
Allahû Tealâ Âli İmrân-190 ve 191’de  buyuruyor ki;
Bismillâhirrahmânirrahîm
3/ÂLİ İMRÂN-190: İnne fî halkıs semâvâti vel ardı vahtilâfil leyli ven nehâri le âyâtin li ulîl elbâb(ulîl elbâbı).
Muhakkak ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardarda gelişinde, ulûl elbab için elbette âyetler (deliller) vardır.
3/ÂLİ İMRÂN-191: Ellezîne yezkurûnallâhe kıyâmen ve kuûden ve alâ cunûbihim ve yetefekkerûne fî halkıs semâvâti vel ard(ardı), rabbenâ mâ halakte hâzâ bâtılâ(bâtılan), subhâneke fekınâ azâben nâr(nârı).
Onlar (ulûl elbab, lüblerin, Allah’ın sır hazinelerinin sahipleri), ayaktayken, otururken, yan üstü yatarken (daima) Allah'ı zikrederler. Ve göklerin ve yerin yaratılışı hakkında tefekkür ederler (ve derler ki): “Ey Rabbimiz! Sen bunları bâtıl olarak (boşuna) yaratmadın. Sen Subhan’sın, artık bizi ateşin azabından koru.
Yani, Kur’ân-ı Kerim’de Ulûl elbab daimî zikrin sahipleridir.
İşte Osmanlı’da Kadıların her biri ‘daimî zikirde’ydiler.
Yani Âli İmrân Suresinin 7. âyet-i kerimesine göre Allah ile tezekkür etme yetkisini Allah’dan alanlardı. Allah ile tezekkür etmek demek, Allah ile konuşmak yani O’ndan vahiy almak demektir.
Bismillâhirrahmânirrahîm
3/ÂLİ İMRÂN-7: Huvellezî enzele aleykel kitâbe minhu âyâtun muhkemâtun hunne ummul kitâbi ve uharu muteşâbihât(muteşâbihâtun), fe emmellezîne fî kulûbihim zeygun fe yettebiûne mâ teşâbehe minhubtigâel fitneti vebtigâe te’vîlih(te’vîlihi), ve mâ ya’lemu te’vîlehû illâllâh(illâllâhu), ver râsihûne fîl ilmi yekûlûne âmennâ bihî, kullun min indi rabbinâ, ve mâ yezzekkeru illâ ulûl elbâb(elbâbi).
Kitab’ı sana indiren O’dur. Onun bir kısmı muhkem (hüküm ihtiva eden, mânâsı açık olan) âyetlerdir, onlar Kitab’ın esasıdır ve diğerleri, muteşâbihtir (yoruma açık âyetlerdir). Fakat kalplerinde eğrilik (bâtıla meyil) bulunanlar, bu sebeble muteşâbih olanlara (yorum gerektirenlere) tâbî olurlar. Ondan fitne çıkarmak için, onun te’vilini (yorumunu) yapmak isterler. Ve onun te’vilini Allah’dan başka kimse bilmez ve ilimde rusuh sahipleri ise: “Biz O’na îmân ettik, hepsi Rabbimizin katındandır” derler, onlar da tezekkür edemezler, sadece Ulûl'elbab (daimi zikrin ve sırların sahipleri) (tezekkür edebilir).

Bismillâhirrahmânirrahîm
7/A’RÂF-201: İnnellezînettekav izâ messehum tâifun mineş şeytâni tezekkerû fe izâhum mubsırûn(mubsırûne).
Muhakkak ki; takva sahibi kimseler şeytandan onlara gözü bürüyen bir vesvese dokunduğu zaman (Allah’ı) tezekkür ederler (Allah’la tezekkür ederler). İşte o zaman onlar, basar edenlerdir (kalp gözlerinin basar hassası ile görürler).
Bu âyette de o kişilerin (Kadıların) kalp gözlerinin açık olduğunu yani yedi kat yerleri ve gökleri görebildiklerini açıklıyor.

Kadıların ulûl elbab olduğu bir devlette, tabidir ki davaların sonucu Allah’ın kararı olunca Allah’ın adaleti tecelli ediyordu. SIR BU İŞTE…

Osmanlı düzeninde gecikmiş adalet, adaletsizlik sayılırdı. Hızlı yargı, Osmanlı Hukuk Sistemi’nin esasıydı. “2 veya 3 celse nadirdir, ekseri davalar, bir saat içinde hükme bağlanır” (d’Ohsson).
Birkaç bin hâkimle, akıl almaz genişlikte bir imparatorlukta nasıl oluyor da bu derece süratle adalet tevzi edilebiliyordu (dağıtılabiliyordu) ? Bu sualin cevabı şudur:
Ufak tefek anlaşmazlıklar, asla kadı huzuruna getirilmezdi. Çünkü herkes mürşidinin eğitimi ile nefs tezkiye ve tasfiyesi yapardı. Gerçi kadı bir akçalık davaya bakmaya bile mecburdu. Ancak iki taraf da, kadı huzuruna gitmeden davalarını hallederlerdi. Bu hususta otoritesi büyük olan aile reisi, esnaf örgütlerinin liderleri, köy muhtarı, mahalle imamı, eşraftan zatlar, hakem olurlardı; anlaşmazlıkları hallederlerdi. Osmanlı birbiriyle ihtilaflı, birbiriyle anlaşamaz, birbiriyle kavgalı bir toplum değildi.
İslâm ahlâkının yaşandığı toplumlarda, sosyal hayatın nasıl huzur ve barış içinde sürdürüldüğünü, tarih bize pek çok örnekle göstermiştir.
Osmanlı İmparatorluğu asırlar boyunca üç büyük kıtanın büyük bir bölümüne hâkim oldu. Bugün Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Kuzey Afrika’da ve daha pek çok yerde Osmanlı’nın izlerini görmek mümkündür. Osmanlı ayak bastığı her yerde Türk’ün üstün karakterinin tanınmasına vesile oldu. La Martine’in 1854 yılında basılan Histoire de la Turquie isimli 10 ciltlik eserinden yapılan bir alıntı Osmanlı’nın günümüzdeki izlerini çok güzel yansıtmaktadır:
“İzmir’i, İstanbul’u, Suriye’yi, Lübnan’ı ziyaret edin. Oralarda manastırlara, dînî mekânlara, eğitim kurumlarına girin. Dînî eğitim veren yerlere bakın ve “Osmanlı’nın, size karşı davranışında ve korumasında bir eksiklik var mıydı?” diye sorun. Hepsi size “Osmanlı’nın ve Sultan’ın tarafsızlığından” söz edecektir.”
 Gerçek şu ki, bu dînî yerlerin yönetiminde Osmanlı tam bir tarafsızlık, saygı ve barış duygusuyla hareket etti...
XVI. asır sonlarında Fransız mütefekkiri (düşünürü) Jean Bodin, Fransa’nın Osmanlı Devleti gibi yönetilmesini Kralı’na tavsiye etmekte, padişahın yalnız İslâm Dîni’nin başı olmadığını, imparatorluğundaki Ortodokslar’ın, Katolikler’in ve Museviler’in de başı olduğunu, bu dört dîne eşit muamele ettiğini, ni’metleri eşit şekilde paylaştırdığını yazmaktadır. (Discours) Bodin (1520-1596), Avrupa’da devletler hukukunun kurucusu sayılmaktaydı.
1717’de Cenevizli, Chenieri “Türkler, bütün dînlere karşı evrensel bir anlayış ve değişmez bir hoşgörü gösterirler” diye yazdı. (Hammer)
Osmanlı İmparatorluğu, kurucusu olan Osman Bey’den başlamak üzere Fatih Sultan Mehmed ve diğer padişahların adil yönetimleri ile tüm insanlığa örnek oldular. Onların zamanlarında her dînden, her inançtan insanlar bir arada huzur içinde yaşadılar. Hatta herhangi bir mücadeleye dahi girmeden kendi istekleriyle Fatih Sultan Mehmed’e teslim olan toplumlar oldu. Bu da insanların onun adil yönetiminden ne derece hoşnut olduğunu göstermekteydi.
Bütün İslâm devletlerinde olduğu gibi, Osmanlı padişahları da fethettikleri bölgelerdeki gayrimüslimlere karşı son derece adaletli davrandılar. Kur’ân-ı Kerîm ahlâkına göre o ülkelerin yerli insanları Allah’ın kendilerine bir emanetiydi. Onları himaye etmek, hiç kimsenin onlara zulüm yapmasına müsaade etmemek, ancak adalet sahibi olan yöneticilerin sorumluluğudur. Bu nedenle Avrupalı devletler ele geçirdikleri ülkelerde çok büyük soykırımlar gerçekleştirip, yerli halka zulümler yapıp, ülkenin tüm doğal zenginliklerini sömürürken, Osmanlı padişahları gittikleri ülkelere refah götürmeyi kendilerine gaye edindiler. Fethettikleri ülkelerdeki yerli halkın inançlarını değiştirmek için hiçbir zorlama yapmadılar, aksine ibadetlerini huzur içerisinde yapabilmeleri için onlara imkân sağladılar.
Örneğin; 1461’de bölgenin Osmanlı’nın  eline geçmesiyle Sümela Manastırı, Osmanlı padişahları tarafından son derece saygın ve kutsal bir yer olarak görüldü ve bu şekilde Osmanlı döneminde de kutsal bir yer olma prestijini korudu. Bununla birlikte manastırda yaşayan keşişler dînî vecibelerini hiçbir baskı altında olmaksızın özgür bir şekilde sürdürdüler. Manastır birçok Osmanlı padişahları tarafından ziyaret edilip, büyük bir hassasiyetle koruma altına alındı. Hatta bazı belgeler incelendiği zaman manastıra padişahlar tarafından bir takım hediyeler de verilmiş olduğu görüldü.

Sevgili Kardeşlerim, Tekrar Edelim:
Avrupalı devletler ele geçirdikleri ülkelerde çok büyük soykırımlar gerçekleştirip, yerli halka zulümler yapıp, ülkenin tüm doğal zenginliklerini sömürürken, Osmanlı padişahları gittikleri ülkelere refah götürmeyi kendilerine gaye edindiler.
Nefsimiz afetlerle dolu olduğu için hep adaletin dışına kaçmaya çalışır. Onun kibri vardır, gururu vardır, öfkesi vardır, nefreti vardır. Bütün negatif faktörler üzerindedir. Öyleyse bu faktörler varsa, cemaat halinde yaşayan insanlar mutlaka birbirleriyle anlaşmazlığa düşeceklerdir. İşte adalet, onların anlaşmazlığa düştüğü anda başkaları tarafından sağlanan bir sonuçtur. Bir adaletsizlik olmalıdır ki; adalet teessüs etsin.
Adaletin başkaları tarafından kurulması bizim işlediğimiz hatalara bağlıdır. Biz hata yaparsak, biz adaletsizliğe sebebiyet verirsek veya bize karşı adaletsiz bir davranış olursa, o zaman adaletin oluşması için gerekli makamlara müracaatımız söz konusu olur ve birbirine karşı adaletsiz davranan insanların, adaleti sağlayan bir makam önünde, adaletin sonucuna ulaşması söz konusu olur. İşte bu müessese hâkimlik müessesesidir. İster hâkim adını verelim, ister hakem adını verelim, her kim böyle bir görevi almışsa o, adalete riayet etmek mecburiyetindedir.
Adalete üst boyutta riayet edenler, nefslerinin afetlerini yok edebilen, ulûl’elbab makamına ulaşabilenlerdir. Nasıl ulaşmışlardır? Nefslerindeki bütün afetleri yok etmişlerdir. Kim daimî zikre ulaşırsa kısa bir müddet sonra nefsindeki bütün afetler yok olur.

Osmanlı’da Kadı hâkim demekti. Ticaret yapması yasaktı. Borç alıp veremez, hediye kabul edemez, umumî ziyaretlerde bulunamazdı. Kadı, halife olan Padişahın vekili olarak, onun adına adalet dağıttığı için, kendini sadrazama tâbî, onun emrinde saymazdı. Sadrazam, Kadı’nın adalete ait işlerine, hüküm veriş şekline karışmazdı. Kadılar gerektiği durumlarda, Padişahları dahi mahkemeye çağırmak ve yargılamak yetkisine de sahipti.
Osmanlı düzeninde kadı, kazasının belediye başkanıydı ve belediye başkanı olarak salahiyetleri çok genişti. Zira aynı zamanda, kaza kaymakamıydı. Bu suretle imparatorluğun bütün ilçelerine, ilmiye sınıfından kadılar hâkimdi ve devleti onlar temsil etmekteydiler.
Zabıta, tamamen Kadı’nın emrindeydi.
İstanbul’un fethinden sonra Fatih bütün mahkûmları serbest bıraktı. Fakat bu mahkûmların içinden iki papaz zindandan çıkmak istemediklerini söyleyerek dışarı çıkmadılar. Papazlar Bizans imparatorunun halka yaptığı zülüm ve işkence karşısında ona adalet tavsiye ettikleri için hapse atılmışlardı. Onlar da bir daha hapisten çıkmamaya yemin etmişlerdi. Durum Fatih’e bildirildi. O, asker göndererek, papazları huzuruna davet etti. Papazlar hapisten niçin çıkmak istemediklerini Fatih’e de anlattılar. Fatih o dünyaya kahreden iki papaza şöyle hitap etti:
- Sizlere şöyle bir teklifim var: Sizler İslâm adaletinin tatbik edildiği memleketimi geziniz, Müslüman hâkimlerin ve Müslüman halkımın davalarını dinleyiniz. Bizde de sizdeki gibi adaletsizlik ve zulüm görürseniz, hemen gelip bana bildiriniz ve sizler de evvelki kararınız gereğince uzlete çekilerek hâlâ küsmekte haklı olduğunuzu ispat ediniz.
Fatih’in bu teklifi papazlar için çok cazip geldi. Hemen Padişah’tan aldıkları tezkere ile İslâm beldelerine seyahate çıktılar. İlk vardıkları yerlerden biri Bursa’ ydı... Bursa’da şöyle bir hadiseyle karşılaştılar:
Bir Müslüman bir Yahudi’den bir at satın almış, fakat hiçbir kusuru yok diye satılan at hastaymış. Müslüman’ın ahırına gelen atın hasta olduğu daha ilk akşamdan anlaşılmış. Müslüman sabırsızlıkla sabahın olmasını beklemiş, sabah olunca da erkenden atını alıp kadının yolunu tutmuş. Fakat olacak ya, o saatte de kadı henüz dairesine gelmemiş olduğundan bir müddet bekledikten sonra adam kadının gelmeyeceğine hükmederek atını alıp ahırına götürmüş. Atını alıp götürmüş ama at da o gece ölmüş.
Olayı daha sonra öğrenen kadı, atı alan Müslüman’ı çağırtıp meseleyi şu şekilde halletmiş:
- Siz ilk geldiğinizde ben makamımda bulunsaydım, sağlam diye satılan atı sahibine iade eder, paranızı alırdım. Fakat zamanında makamımda bulunamadığımdan hadisenin bu şekilde gelişmesine mademki ben sebep oldum, atın ölümünden doğan zararı benim ödemem lazım, deyip atın parasını Müslüman’a vermiş.
Papazlar, İslâm adaletinin bu derece ince olduğunu görünce parmaklarını ısırdılar ve hiç zorlanmadan bir kimsenin kendi cebinden mal tazmin etmesi karşısında hayret ettiler.
Mahkemeden çıkan papazlar seyahatlerine devam ettiler ve İznik’e uğradılar. Papazlar orada şöyle bir mahkeme ile karşılaştılar:
Bir Müslüman diğer bir Müslüman’dan bir tarla satın alarak ekin zamanı tarlayı sürmeye başlamış. Kara sabanla tarlayı sürmeye çalışan çiftçinin sabanına ağzına kadar dolu bir küp altın takılmış. Hiç heyecan bile duymayan Müslüman bu altınları küpüyle tarlayı satın aldığı öbür Müslüman’a götürüp teslim etmek istemiş;
- Kardeşim ben senden tarlanın üstünü satın aldım, altını değil. Eğer sen tarlanın içinde bu kadar altın olduğunu bilseydin herhalde bu fiyata bana satmazdın. Al şu altınlarını, demiş.
Tarlanın ilk sahibi ise daha başka düşünmekteymiş. O da şöyle söylemiş:
- Kardeşim yanlış düşünüyorsun. Ben sana tarlayı olduğu gibi, taşı ile toprağı ile beraber sattım. İçini de dışını da bu satışla beraber sana verdiğimden, içinden çıkan altınları almaya hiçbir hakkım yoktur. Bu altınlar senindir, dilediğini yap!.. demiş.
Tarlayı alanla satan anlaşamayınca mesele kadıya, yani mahkemeye intikal etmiş. Her iki taraf iddialarını kadının huzurunda da tekrarlamışlar.
Kadı, her iki şahsa da çocukları olup olmadığını sordu. Onlardan birinin kızı birinin de oğlunun olduğunu öğrendi ve oğlanla kızı nikâhlayarak altını çeyiz olarak verdi.
Papazlar daha fazla gezmelerinin lüzumsuz olduğunu anladılar ve  doğru İstanbul’a Fatih’in huzuruna geldiler ve şahit oldukları iki hadiseyi de aynen nakledip şöyle dediler:
- Bizler artık inandık ki, bu kadar adalet ve birbirinin hakkına saygı ancak İslâm dîninde vardır. Böyle bir dînin salikleri başka dînden olanlara bile bir kötülük yapamazlar. Dolayısıyla biz zindana dönme fikrimizden vazgeçtik, sizin idarenizde hiç kimsenin zulme uğramayacağına inanmış bulunuyoruz.
Doğumundan ölümüne kadar her türlü muamelenin adil esaslar üzerine inşa edildiği Osmanlı devlet düzeninde, kapsamlı ve çok geniş bir vicdanî kontrol mekanizması kendiliğinden işlemekteydi. Bu vicdanî kontrol devlet kontrolünden çok daha tesirli ve çok olumlu neticeler verdi.
Bugün batılı ülkelerin geliştirmeye çalıştıkları bu otokontrol mekanizması; Osmanlı’nın attığı her adıma ölçü oldu. Orta Afrika’dan Orta Asya’ya kadar uzanan Osmanlı İmparatorluğu’nun 600 yıldan fazla yaşamasının en önemli sebebini teşkil etti.
Bu devlet, öyle bir hukuk devletiydi ki; müşterinin ununa, buğdayına zarar gelir düşüncesiyle değirmenlerde tavuk beslenmesini dahi yasakladı. Değirmen sahipleri vakti öğrenebilmek için yalnız bir tek horoz besleyebildiler. Hayvanların eziyet görmemesine kadar kanuni tedbirler alındı.
Görevin kötüye kullanılmasını önlemek için kadılar ikinci bir kontrol mekanizması meydana getirirlerdi. Daha Osman Gazi devrinde, yani beylik döneminde fethedilen şehir ve kasabalara idarî ve adlî görevleri yürütmek için birer kadı tayin edildiğini belgelerden öğreniyoruz. Kadı (hâkim) olacak kimselerde aranan şartlar vardı.
Fatih devri hukukta ve adalette de dünyaya örnek olacak uygulamalarla doluydu.
Fatih’in muhakeme edilişi o zamanki adalete somut bir misaldi; Fatih Cami’nin inşaası esnasında koca bir mermer sütunu yanlış kesip israf ettiği, dolayısıyla devlete zarar verdirdiği gerekçesiyle Fatih tarafından eli kestirilen Rum Mimar İpsilanti Usta İstanbul Kadısı Hızır Çelebi’ye müracaat etti.
Mahkeme günü Kadı’nın huzuruna giren Fatih oturmak istedi, fakat Kadı Hızır Çelebi oturmasına müsaade etmedi ve davacı ile yan yana oturmasını ihtar etti. Emir adaletin temsilcisinden geldi. Uymamak mümkün müydü? Muhakeme neticesinde de Fatih suçlu bulundu. Hüküm: “Kısasa kısas” Yani Fatih’in de eli kesilecekti. Devlet ricali araya girerek Rum Usta’ya ricada bulundular ve tazminatı kabul etmesini söylediler. Zaten Rum Mimar da Padişah’ın elinin kesilmesine razı değildi. Tazminatı kabul etti. Fatih, bizzat kendi gelirinden ustanın ailesinin ve çoluk çocuğunun ömür boyu ihtiyacını karşılayacak miktardaki tazminatı ödemeyi kabul etti ve ayrıca bir de ev yaptırdı.
Muhakeme bu şekilde neticelendikten sonra Hızır Çelebi’nin yanına giden Fatih, İstanbul Kadısı’na “Şayet adaletten ayrılıp padişahım diye benim lehime karar verecek olsaydın başını şu kılıcımla uçuracaktım”dedi.
Hızır Çelebi ise Padişah’ın bu sözlerine cevaben şöyle dedi: “Sen de padişahım diye kararlarıma muhalefet edip mahkemenin huzurunu bozmaya ve adaletin kutsiyetini ihlal etmeye kalksaydın (oturduğu minderin altındaki hançeri göstererek) ben de bunu senin kalbine saplayacaktım” dedi.
İşte bu anlayış Osmanlı’da bütün bir ülkeye hâkim oldu ve bu anlayış devam ettiği müddetçe devlet dünyanın en büyük devleti olma vasfını korudu.
Bütün hayatı, İslâm için gayretle geçen Fatih gayretinin sebebini bir başka olay vesilesiyle şöyle açıkladı:
Fatih’le anlaşmak isteyen Uzun Hasan’ın elçi olarak gönderdiği annesi Fatih’in Trabzon seferine katıldı. Sare Hatun katlanılan zorluklara dayanamayıp Fatih’e şöyle dedi: “Oğul bir Trabzon için kendini bu kadar yormak fazla değil mi? Bir kale bu kadar meşakkatlere değer mi?”
Günlerdir at sırtında aşılmaz denilen dağları geçitleri aşan Fatih şu cevabı verdi:
- Anacığım İslâm’ın kılıcı elimdedir, eğer bu zahmet ve eziyetlere katlanmazsam gazi lakabına lâyık olamam. Bugün ve yarın ALLAH’ın huzuruna çıktığımda utanırım. Sonra bizim davamız Trabzon’u fethetmek dâvası değildir. ALLAH’ın ismini yüceltmek ve ilân etmek davasıdır. Bu uğurda ne kadar zahmet ve meşakkat çeksek yine azdır.
Fatih’in kişiliğini ve icraatlarını bu düşüncelerden ayrı olarak değerlendirmek gerçeklere uymaz.

Bütün hayatını dîne, devlete ve millete hizmetle geçiren bu büyük idarecinin hayatı günümüzün ve geleceğin Devlet İdarecileri, İlim adamları ve gençleri için alınacak derslerle doludur.

Bir gün, Fatih’in babası II. Murad Han’ın kendisine birtakım özel ihtiyaçları için para lâzım oldu. O da, bunun için veziri Çandarlı’dan borç alıp ihtiyaçlarını giderdi. Bunu gören Fazlullâh Paşa, büyük bir üzüntü ile:
– Sultanım! Padişahlara özel hazine gerektir. Müsaade eyler ve ferman buyurursanız, size hazine temin edelim. Dedi.
Sultan sordu:
– Nasıl ve nereden hazine temin edeceksiniz?
Fazlullâh Paşa:
– Padişahım! Bu vilâyet halkında fazlaca mal vardır. Sultanlara, zaman zaman bir yolunu bulup o mallardan almak münasip düşer! dedi.
Bu teklif üzerine Sultan Murad, hızla yerinden fırladı ve büyük bir hiddetle:
– Paşa! Bu söz, nasıl bir sözdür? Bu fikir, nasıl bir fikirdir ki, söyler ve teklif edersin? Bilmez misin ki, bizim vilâyetimizde üç helâl lokma vardır! Biri madenler, biri cizye, biri de ganimetlerdir. Bilmez misin ki, bizim askerlerimiz gaziler ordusudur. Onlara helâl lokma gerektir. Bilmez misin ki, hangi padişah askerine haram lokma yedirirse, onları Harami eyler. Harami’nin ise sebatı yoktur. Küçük bir zorluk görünce kaçmaya başlar. Bundan sonra da hâlimizin ne olduğunu görmek zor olmaz! dedi.

Bu ifadelerin ardından Sultan, gayr-i meşru bir hazine tertibini teklif eden Fazlullâh Paşa’yı, kul hakkına riayetsizlik edebileceği ihtimâli dolayısıyla derhal azletti.
Sevgili Kardeşlerim,
Peygamber Efendimiz (S.A.V) de her işte, bir denge gözetirdi. Sevgisi hiçbir zaman adaletine gölge düşürmedi.
“Kızım Fatma bile yapmış olsa adaleti uygularım” diyerek sosyal statüsü ne olursa olsun insanlar arasında ayrım yapılmasına karşı çıktı, hukukun üstünlüğünü savundu.”





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.