OSMANLI MEDENİYETİ
GİRİŞ
Osmanlı Medeniyeti dünyaya örnek bir medeniyet olmasını,
kâinatın tek dîni olan İslâmiyet’i yaşamasına ve yaşatmasına borçludur. Uygarlık
ile “medeniyet”in eş anlamlı
olmadıklarını vurgulayalım. Uygarlığı, nefsine tapınan insanların oluşturduğu
bir dünya olarak, medeniyeti de peygamberlerin getirdiği bir dünya olarak
algılayalım. Uygarlıkta imha vardır, medeniyet ihya eder. Medeniyet, “Medine” kökenlidir ve barışı içerir.
İslâm da medeniyet de barış demektir.
Medeniyet, Allahû Tealâ’nın emir ve
yasaklarını eksiksiz yerine getirmekle mümkündür. MEDİNE, Peygamber Efendimiz (S.A.V)
ile birlikte sahâbenin göç ettiği, Ensar tarafından kardeşçe karşılandıkları,
göç edip gelenlerle mallarını paylaştıkları güzide insanların şehridir. Eski
adı “Yesrib” olan şehir Peygamber Efendimiz (S.A.V)’in teşrîfiyle, Medine
ismiyle anılmaya başlanmıştır. Adının anlamını tam mânâsı ile hak eden bu
şehrin insanları, Allahû Tealâ’nın emir ve yasaklarını eksiksiz yerine
getirdikleri için Medineli olma MEDENİ olma şerefine sahip olmuşlardır.
Avrupalı bugün ve geçmişte Osmanlı’dan öğrendiklerini
hayata geçirerek medeniyeti yaşadıklarını itiraf etmektedirler…
Eğer biz dünyayı 600 sene idare eden ve en ufak bir
adaletsizliğe geçit vermeyen Osmanlı Medeniyeti’ni, öğrenip öğretmezsek Osmanlı
ve İslâm karşıtı olanların, yalanlarını gerçekmiş gibi yeni nesillere
öğretmelerine engel olamayız.
İşte
Osmanlı Medeniyeti'nde
Gerçek
Osmanlı’yı öğreneceğiz.
AVRUPALI YAZARLARIN
KALEMİNDEN
OSMANLI AHLÂK ve KARAKTERİ
Osmanlı İmparatorluğu nasıl bir ahlâk ve karakter yapısı
ile kuruldu? Bunu gözden geçirmek gerekir. İlk konumuzda, daha tarafsız
gözlemciler olmaları bakımından, çeşitli
devirlerin Avrupalı yazarlarından örnekler vererek Osmanlı ahlâkının karakteristik
çizgilerini anlatacağız.
Osmanlı’nın Ahlâk ve Karakteri; vatanseverlik duygusu, dîn, devlet, padişah,
aile ve namus mefhumlarının kutsal sayılması üzerine kurulmuştur. Bu
kavramların zedelenmemesi, devletin ayakta kalabilmesi için, feda edilmeyecek hiçbir
şey tasavvur olunmamıştır.
Batılı seyyah ve gözlemcilerin kullandıkları “Türk” kelimesinin birçok yerde “Osmanlı”, hatta sadece “Müslüman” demek olduğunu, sevgili kardeşlerimiz fark edeceklerdir.
“Türk” kelimesinin eskiden Avrupalılarca “Müslümané” mânâsına
kullanılması yaygındır. Birçok eski Avrupa metninde “Türk oldu” şeklinde geçen
tabiri “Müslüman oldu, ihtida etti” mânâsında anlamak gerekir. İhtida; başka
bir dînden çıkıp Müslüman olmak demektir. Sadece Osmanlı toplumu içinde
kullanılmaz. Osmanlı dışı başka Müslüman Asya toplumları için de
kullanılmaktadır.
Bu konumuzda Osmanlı Medeniyetinin Ahlâk ve Karakteri ile ilgili batılı gözlemcilerin izlenimlerini ve
söylediklerini inceleyeceğiz;
Osmanlı Vakurdur
Halk arasında ağırbaşlılık olarak bilinen vakar, kişiye
hürmet duyguları kazandıran bir fazilettir. Vakarın kibre kaçmaması, hatta
vakarlı birinin aynı zamanda mütevazı (alçak gönüllü) de olması gerekir. Osmanlı
vakarı meşhurdur. Osmanlı, vakarı içinde, ciddi,
ağırbaşlı, mütevazı’dır. Vakarın kibir ve azametle hiçbir ilgisi yoktur,
bambaşka şeylerdir.
“Osmanlı Beyefendilerinin konuşmaları
ciddidir. Kısa söz söylerler. Kendilerine de dilek ve maksatların kısaca
anlatılmasını isterler.”(Kont Marsigli)
“Osmanlılar, vakur, terbiyeli, edebli bir
millettir. Terbiye ve nezaket kaidelerini hiç ihmal etmezler. Hangi sosyal
tabakaya mensup olurlarsa olsunlar, hareketlerinde açıkça vakar görünür. Huzur
ve sükûna çok düşkündürler. Kimseyi rahatsız etmezler, kendilerini rahatsız
edeni de hoş görmezler. Az heyecanlı, az meraklıdırlar. Sokakta bir şey için
toplanmak, birbirini kovalamak, taşkınlıkta bulunmak gibi hareketler, Osmanlı
şehirlerinde görülmez.” (d’Ohsson)
“Türkler ağırbaşlı, düşünceli, vakur, nazik,
heybetli bir millettir. Gürültü ve şamatadan nefret ederler. Sessizlikten çok
hoşlanırlar. Erken yatıp namaz için gün doğmadan kalkarlar.” (Thornton)
“Türkler, ciddi, vakur, azametli bir millet
olmakla beraber öğünmezler. Öğünenleri acayip karşılarlar. Yakışıklı, boylu
boslu temiz bir millettir. Yalnız su içerler. Türk esnafı, bizimkilerin
şamatasından tamamen uzak, nazik insanlardır. Herkes kendi işiyle meşgul olur,
başkasının işine karışmaz. Sıkıntı ve felakete karşı sabırlı ve
dayanıklıdırlar.” (Ubicini)
“Türk çocukları sokaklarda sükûnet içinde
oynarlar, ağlamazlar, gürültü etmezler, bağırmazlar” (A.Brayer)
“Türklerde babaya saygı son derecede
büyüktür. İzin almadan babalarının karşısında oturmazlar. Babanın her sözü
kesin bir emir sayılır.” (Amedee Jaubert)
Osmanlı Naziktir
Osmanlı’nın terbiye ve nezaketi ünlüydü.
“Türkler son derece terbiyelidirler ve
terbiye kaidelerine tamamen riayet ederler. Dikkat ettikleri kaideleri,
Roma’daki veya dünyanın herhangi bir medeni ülkesindeki kaidelerden geri
değildir… Hele Saray mensuplarının birbirlerine muameleleri ve hitap tarzları,
yeryüzünde tasavvur edilebilecek en ince terbiye ve nezaket kaidelerine göre
cerayan eder.” (Lord Ricaut)
“Osmanlı sarayında tasavvur edilemeyecek
kadar ince bir terbiye, her muamelenin temeliydi. En basit işi gören hademe
veya hizmet eden aynı şekilde eğitilirdi.”
(Ziyad Ebüzziya)
“Türkiye’de kabalıktan eser görülmez, her
tarafta nezaket göze çarpar.” (Prens Demetrius Cantemir)
“Türkler, asla yere tükürmezler.”(Marsigli)
“Türklerin, biz kadınlara muameleleri, bütün
milletlere örnek olmalıdır. Sokaklarda kadın, en küçük saygısızlık görmez.” (Lady Craven)
“Türklere göre fazla tevazu ve dalkavukluk vakara
aykırı, fakat saygısızlık, daha büyük kusurdur.” (Guer)
“Türkler, sevimli, sade, samimi, naziktir.
Hareketlerinde asla yapmacık yoktur. Oldukları gibi görünürler. Bu terbiyeyi
aldığı için mütevazı’menşe’den gelen bir Türk, pek çok görüldüğü gibi, çok
yüksek bir makama çıktığı zaman hiç yadırganmaz. Kim önce görürse o selam verir.
Büyük küçüğü basit, küçük büyüğü çok saygılı şekilde selamlar. Türk dili pek çok
ve pek ince nezaket tabirleriyle doludur.”
(d’Ohsson)
“Türkiye’de nezaket, insanların tabiatı
icabıdır. Türkiye’de nezaket, milli
karakterdir. Türkler, sakin, temiz, kıyafetleri itinalı bir millettir. Dilleri
mantıklı ve ahenklidir. Türkçe’de kısa hecelerin arasına uzun hece karışması
kulağa musiki gibi gelir. Mükemmel bir dildir. Tek kişi konuşur ve dikkatle
dinlenir. Dedikodu ve iftira ayıp ve günahtır. Meclisleri, sakin ve nezihtir.
Musikiyi sessizce dinler, raksı sessizce seyrederler. Bizim benzeri meclisteki
şamatadan eser görülmez.” (A.Brayer)
“Türkler, kâinatın en kibar milletidir.
Muhteşem şekilde zarif ve nazik insanlardır.” (Ubicini)
“Sokak satıcısı olsun, vezir olsun Türk;
ağırbaşlı, vakur, adeta muhteşemdir. Terbiyeleri o kadar aynıdır ki, ancak kıyafetinden
paşa mı, sokak satıcısı mı olduğu anlaşılır. Bir Avrupalı, geçerken yan gözle
bakarlar, asla seyretmezler. Camilerini görmek için Avrupalılar girince, hiç
başlarını çevirmezler. Sokağı, dükkânı lüzumundan fazla işgal etmek ayıp
sayılır.” (Edmondo da Amicis)
Osmanlı Mütevazıdır
“Padişah kızları olan Osmanlı İmparatorluk prensesleri
sultanlar, yüzlerini örtmezler. Avrupalı erkeklerle bile yüzleri açık
konuşurlar. Şehre çıkarken taktıkları yaşmak şeffaftır, yüzleri görünür. ” (Castellan)
“Kibir ve gurur ayıp sayılır. Hele gerçekten
yüksek makam işgal eden birinin kibir göstermesi, rezalet telakki edilir. Zaten
yaratılış olarak sade ve mütevazı insanlardır. Resmî törenlerde protokol subayları
padişahın yüzüne karşı “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var”
cümlesini bağırırlar. Kibir ve gurur, Şeytana mahsus afetler sayılır.” (Brayer)
Osmanlı Saygılıdır
Büyüğe saygı, küçüğe şefkat, Osmanlı’nın diğer bir karakter
çizgisiydi.
“Türk toplumundan baştan çıkmış, yüz
kızartıcı işler yapan çocuk nadirdir. Ana ve baba saygısı çok büyüktür. Aile
büyüklerinin sözleri dinlenir.” (Guer)
“Erkeklerde de, kadınlarda da evlat sevgisi
çok barizdir.” (Brayer)
“İhtiyarlık,
Türkiye’de olduğu gibi hiç bir yerde hürmete mazhar değildir. Çocuklarını daha
fazla şefkat ve alâka içinde yaşatan bir memleket de bilmiyorum. Sokaklarda
çocuğunu omzuna, kucağına alarak yürüyen, onu fazla yürütmekten, yormaktan
sakınan çok baba görülür. Ama büyüyen çocuk, babasına büyük saygı gösterir.
Emretmedikçe oturmaz. Yalnız “baba”değil, babasının unvanı neyse ‘Efendi Baba’,’ağa
baba’,’bey baba’, ‘paşa baba’ diye hitab eder. Küçük kardeş, büyüğüne saygı
gösterir. Büyük kardeş asla ismiyle çağırılamaz, ‘abla’ veya ‘ağabey’ denir ki
bizim dilimizde bu kelimeler meçhuldür. Baba oğlunu, sadrazam olsa bile, yalın
ismiyle çağırır. Baba ölünce ailede otorite büyük oğula geçer.” (Ubicini)
Osmanlı Vefalıdır
Osmanlı için sadakat bir görevdi. Fakat vefa insan ruhunun en belirgin hasletidir. Sadakatsiz olan
haindir. Fakat vefasız olan, insan bile değildir, hayvandan aşağıdır.
“Türkler vaatlerine ve yeminlerine mutlak
sadakat gösterirler.” (Comte de Bonneval)
Osmanlı Hayırseverdir -
Osmanlı Cömerttir
Hayırseverlik,
Osmanlı’nın en bariz vasıflarından biridir. Kıta’lar üzerindeki bir
imparatorluğu hayrat ile donatmaları, hayırseverliklerinin görünen, okunan
şahidleridir. Gizlice yapılan yardımlar ise sadece Allah’a malumdur.
“Türkler, çok hayırsever bir millettir.
Çeşmesiz sokak yoktur. Hepsi hayrattır. Köylerde, yol üzerinde, hatta çöllerde
çeşme yaptırmışlardır.” (Ermeni rahibi Simeon)
“Cezayir’li Kaptan-ı Derya Gazi Hasan
Paşa’nın sarayının muazzam parkı halka açıktır. Halkın bahçesini gezip, çiçeklerini
görmesinden haz duyar. (General Miranda)
“Bir Türk kervansarayına indim. Üç gün bedava
yiyip oturdum. Hristiyanlar da aynen Türkler (Müslümanlar) gibi kabul görüyordu.”
(Villamont)
“Türk hayır eserlerinin hayvanlara mahsus
olanları da vardı. Her tarafta hayrattan geçilmez. Zengin Türkler bol bol
sadaka verirler. Zaruretlerini söylemekten kaçınanları arayıp bulur, bilhassa
onlara yardımdan zevk alırlar. Borçlunun borcunu öderler. Yoksul komşularını
gözetirler. Herhangi bir hayvanın acı çekmesine asla izin vermezler. Köpek ve
kediler için vakıf yaptıranlar vardır.” (de Thevenot)
“İstanbul’da 100 kadar muazzam binalı ve
teşkilatlı hastane, 41 kervansaray, han ve imaret, 5935 çeşm, ve sebil vardır,
istisnasız hepsi hayrattır.” (Grelot)
“Bütün camiler, imaretler, hastaneler,
medreseler, çeşmeler, sebiller, zenginlerin hayır eserleridir, hiç birini
devlet yaptırmamıştır.” (de la Croix )
“Osmanlı ülkesinde dilencilik ve dilenci yok
gibidir.” (de la Montraye )
“Yoksul çobanlar dağ başlarında yolcuya ikram
eder, bir şey almazlar; Osmanlı köyünde yolcuya daha fazla ikram edilir. Şehir
ve kasabada ise bu ikram adeta teşkilatlıdır.” (Kont Marsigli)
“Türkler’in biz Hristiyanlar’dan çok fazla
hayır eseri yaptırdıkları inkâr edilemez. Hristiyanlar ve Musevîler de
Müslümanlar gibi bundan faydalanırlar. Bir zengin hacca, yanına birkaç yoksulu
alarak gider ve onun her türlü masrafını öder. Çok zengin Türk tacirleri vardır
ki, fukara babasıdırlar. Böyle çok zengin bir Türk taciri ile beni konsolos
Torelli tanıştırdı. Adam 84 yaşında idi. 8 defa hacca gitmiş ve her hac
kendisine 20.000 altına mal olmuştu. Yılda 10.000 altın zekât veriyordu. Yaptığı
hayratın ise hesabı yoktu. Ben de Kudüs’e hacca gidiyordum. Bana dua edince
şaşırdım ve Türklerin dîn tefriki (ayrımcılığı) yapmadıklarını anladım. “ (Corneille le Bruyn)
“Türkler bol hayır yaparlar. Bir defa dîn
farkına bakmazlar. İnsanın geçmişine de bakmazlar. Hayvanlara ve bitkilere
mahsus hayrat da yaparlar. Mahallenin zengini, o mahallede ihtiyaç sahiplerinin
hepsini himaye eder.” (Comte de Bonneval)
“Türklerin hayrete şayan bir müesseseleri de
dev binalar olan hastanelerdir. Bahçeli, havuzlu olan hastanelerde hastaları
eğlendirmek için musiki heyetleri bile gelip, gider.” (Anquetil Duperon)
“Türkler’in kendileri mütevazı binalarda
otururlar. Görülen muhteşem binaların hepsi hayır olarak yaptırdıklarıdır.” (Durdent)
Osmanlı Merhametli ve Hoşgörülüdür
Merhamet ve müsamaha, Osmanlı ahlâkının temel
unsurlarındandır. Merhametsiz ve müsamahasız adam sevilmez. Zira böyle bir
kişinin zaten hemcinslerini sevdiğine inanılmaz.
“Türkiye’de taassup, Türkler’de değil,
Osmanlı tebaası Hristiyanlar da görülür.”
(Gerard de Nerval)
“Türkler, sade, açık yürekli, iyi niyetli
insanlardır. Sabırlı, cesur, kabiliyetli, misafir sever, ali cenaptırlar.” (AmedeeJaubert)
“Türkler’in merhamet hisleri çok gelişmiştir.
Bu hissin temelinde Allah’ın sevgisini kaybetme korkusu yatar. Zekât, fitre,
sadaka ve hayratlarını hiç ihmal etmezler. Hizmetkârlarına en iyi davranan
millet, Türkler’dir. Onlara aile efradı gibi muamele ederler. İftiradan
korkarlar, itikatlarınca büyük günahlardan biridir. Mecbur olmadıkça ağaç
kesmeyi barbarlık sayarlar ve böyle bir adama barbar muamelesi yaparlar.” (Brayer)
Osmanlı Tevekkül Sahibidir
Tevekkül, bir başka Osmanlı karakteriydi.
“Türkler, kadere inanır ve rıza gösterirler.
Yabancı ülkeye sığınan hemen hiçbir Türk yoktur. Padişahlar bile tahttan
indirilirken hiç karşı koymaz, ‘Allah’ın takdiri ise öyle olur’ derler.” (Castellan)
Namus, Osmanlı ahlâkının bir diğer unsurudur.
“Türk tüccarı ve esnafı son derece namusludur.
“Türkler için gayri meşru kazanç en nefret edilen şeydir. Namus ve dürüstlük bütün
hareketlerinin ruhudur.” (d’Ohsson, 1971)
“Türkler arasında, başka milletlerde olduğu
gibi senet ve yazılı vesikaya lüzum yoktur. Verdikleri sözün, yaptıkları vaadin
arkasındadırlar. Dîn farkı gözetmeksizin bütün insanlara karşı aynı şekilde
hareket ederler. Başkasının hakkını yemekten çok korkarlar. Bütün endişeleri
helal ile haramı ayırmaktır.” (d’Ohsoson)
“En
yoksul Türk, hırsızlığa tenezzül etmez, Namusluluk, Türk milletine şeref veren
bir haslettir.” (Castellan)
“Hile ve dolandırıcılık Türk tüccarı ve
esnafınca meçhuldür. Emanete hiyanet Türklerce korkunç bir şeydir. Halk
tabakaları çok dürüsttür. Çocuklar da çok dürüsttür. Sokakta bir şey bulan
çocuk derhal sahibini aramaya başlar.” (La martine, 1897)
Osmanlı Temizliğe Azami Dikkat Eder
Temizlik, Osmanlı’ya göre îmândan gelirdi.
1655’de İstanbul ve Batı Anadolu’yu gezen Jean de Thevenot, şöyle der:
“Türkler normal boylu, mütenasip vücutlu bir
ırktır. Avrupa’da görülen beden kusurları, mesela topallık, hele kamburluk fevkalade
azdır. Dilimizdeki (Fransızca) ‘Türk gibi kuvvetli’ meseli boş yere
söylenmemiştir. Sıhhatli, kuvvetli, uzun ömürlü insanlardır. Az hasta olurlar.
Hastalarına evlerinde çok ihtimamla bakarlar. Oburluk etmez, ölçülü yer, bir
öğünde çok çeşitli şeyler yemezler, sık sık yıkanırlar, şarabı nadiren içerler.
Avrupa’daki birçok hastalık, mesela böbrek taşı, meçhuldür”
“Türklerin tuvaletleri çok temizdir.” (Miranda)
“Türkler dünya’nın en temiz insanlarıdır.” (Belon)
“Yemekten önce ve sonra mutlaka ellerini ve
ağızlarını yıkarlar.” (Ricaut)
“Türk mutfağı çok temizdir. En küçük bir kire
tahammülleri yoktur. Sofra takımları temizlikten parıldar.” (Tavernier, 1678)
“Avrupa’nın büyük bir tek şehrinde tesadüf
edilen sakat, biçimsiz insanların yekununa bütün Türk İmparatorluğu’nda tesadüf
etmedim. Az yerler, çok yıkanırlar. Sanıyorum bu yüzden az hastalanırlar.
Kadınları uzun etekleriyle boylu boslu,
adeta muhteşem görünürler.” (Le Bruyn, 1732)
“En yoksul bir Türk köylüsünün evinin
temizliği hayrete şayandır. Türk hastaneleri, Avrupa hastanelerinden çok daha
temizdir. Türkler bu hayatı asırlardan beri yaşıyorlar. Bizde ise temizlik yarım
asır önce başlayabilmiştir.” (Dr.A.Brayer, 1836)
“Yere tükürmek bir Frenk âdetidir ve Türklerce
hayret mevzuudur, zira Türk, mendilini kullanır.” (Cevdet)
Osmanlı Yaratılmış Herşeyi Sever - Hayvanseverdir
Başta insan olmak üzere, Osmanlı “Yaratılan’ı severiz,
Yaratan’dan ötürü” düşüncesiyle her canlıyı, hatta cansız varlıkları bile
severdi.
Hayvan ve bitki sevgisi, Osmanlı’nın vazgeçilmez bir
karakter çizgisiydi.
“Hayvan ve bitki yetiştirmekte de çok ileri
dereceye ulaşmışlardır. Sun’i kuluçkadan yumurtayı gömerek civciv çıkartırlar.”
(Busbecg)
“Hayvana eziyet eden kadı huzuruna
çıkartılır, zaten herkes müdahale eder.” (Busbecg)
“Ağaçlar, hele asırlık olanları, en büyük
ihtimamlarla muamele görür.” (Baron de
Tott)
“Hastalara çiçek gönderilir.” (Naima)
“Çiçek ve hayvan dükkânları çoktur. XVII.
asır ortalarında yalnız İstanbul’da, yalnız ötücü kuş satan 500 kadar dükkan
vardır.” (Evliya)
“Üsküdar’da kedi hastanesi vardır.” (Von Moltke, 1837)
“Kedilerine, hatta sokak kedilerine elleriyle
yediren anlı şanlı vezirler görülür.” (Du Loir, 1654)
“Hayvanların eziyet görmemesi, Türk kanunlarının
teminatı altındadır.” (Avukat Guer, 1746)
“Etleri yenmeyen hayvanların öldürülmesi
vahşet sayılır.” (d’Ohsson, 1791)
“Türkiye’de hiç kuduz görülmemiştir.” (Thornton,1812)
Osmanlı Adaleti ile Ünlüdür
Sosyal denge ve adalet
iyi kurulmuştu. XVIII. asırda Voltaire, Türk padişahının 20 türlü dîn ve mezhepteki
20 milleti ahenk içinde yaşatabilmesini ve gösterdiği müsamahayı, Avrupa
hükümdarlarına ve kendi kralına örnek göstermektedir. XVIII. asrın 2. yarısında
İstanbul’daki İngiltere büyükelçisi Porter, dünyada en iyi asayişin Osmanlı
devletinde olduğunu, hiçbir devletin teşkilatının daha düzenli olmadığını
yazmaktadır.
“Başka memleketlerde ürperten, mahkemeleri
utandıran, insanlık şerefini ihlal eden vahşet olayları Türk toplumunda
görülmez.” (d’Ohsson)
“Orta sınıf çok kudretli ve çok ahlâklıdır. Osmanlılar,
muhteşem bir toplumdur.” (lorga, Voyageurs).
“Türkler, kimseyi Türk usulünce yaşamaya
zorlamazlar. Herkesin kendi mevzuatı ile yaşamasına müsaade eder ve izin
verirler.” (Geuffroy)
“Kavga olmaz, olursa ilk görenler hemen
müdahale eder, kavganın devamı mümkün değildir, ihtilafı hemen hallederler.
Padişahlarını çok sayar ve büyük samimiyetle severler. Padişahına sadık olmayan
bir Türk tasavvur bile edilemez.” (Thevenot, 1665)
“Avrupa’da çok yaygın olan intihar, Osmanlı
toplumunda meçhul gibidir.” (Dr.Brayer, 1836)
“Osmanlı’da, şartlı, kefalete bağlı,
pişmanlık yeminine bağlı hapisten salıverme sistemi vardır. Ancak suçun
tekerrürü halinde ceza çok ağırlaştırılır.” (Topkapı Sarayı Arşivi)
Halk Tabakaları
“Osmanlı’da yoksul var idiyse bile, Batı’daki
mânâsında değildir. Yoksullar imaretlerde, konaklarda bedava yiyen, sadaka
kabul eden takım idi. İstanbullu’nun hayat seviyesi Parisli ve Londralı’nınkinden
üstündü. İstanbul’da gerçek mânâda hayat mücadelesine bile lüzum yoktu. Her
İstanbullu hayatını kazanacağının emniyeti içindeydi.” (Robert Matran)
“Türkler’de açık dilenci yoktur.” (Deshayes de Cormenin)
“Tek dilenci görmedim.” (De La Montraye ,1727)
“Değil dilenci, gerçek mânâda yoksul bile
yoktur.” (Marsigli)
“İstanbul ve çevresinde 2 milyon nüfus yaşar.
Tek dilenci görmedim.” (Comte de Bonneval)
“İstanbul’da hiç dilenciye tesadüf etmedim.” (Guer, 1746)
“Osmanlı ülkesinde pek az dilenci gördüm.” (Le Bruyn, 1732)
“Osmanlı ülkesinde az bir dilenci vardır ve
onlar da Fransa’daki gibi gelip geçeni rahatsız etmezler.” (Du Loir, 1654)
“Zaten İstanbul’da dilencilik yasaktı.
Görülenler doğudan gelme profesyonellerdi. 24.9.1759’da bunlar yakalanarak İzmir’e
gönderildi, 43 dilenci idiler.” (Ahmed Refik)
İstanbullu ne hizmetçilik, ne uşaklık yapmazdı. İmparatorluğun her
tarafından gelenler İstanbul’da bu mesleklere girerlerdi. Devlet adamlarının
Hristiyan uşak kullanmaları yasaktı. Zenginler uşak ve hizmetçileri, evlatlık
olarak yetiştirip bir müddet sonra evlendirirlerdi. Kölelikten sadrazam olan
hayli kişi vardı.
Küçük sanayiyi, ticareti ve şehir ekonomisini ellerinde
tutan esnaf ayrı, büyük, itibarlı bir sınıftı (Bu konudan aşağıda ayrıca bahsedilecektir).
Köylüler, imparatorluğun nüfusça en kalabalık zümresiydi. Köylüler, çiftçilik
ve ziraatla uğraşırlardı. Hayvancılık da yaparlardı. İkisini birden yürütenler
de mevcuttu. Köylü, Osmanlı ekonomisinin temeli idi. Aynî veya nakdî olarak
vergi verirdi. Şerefli bir sınıftı. Kanunî Sultan Süleyman; “Cümlemizin
efendisi, bizi besleyen köylüdür” demiştir. Serflik, yani Avrupa’da
olduğu gibi toprağa bağlı kölelik yoktu.
Göçebeler, hayvancılıkla geçinirlerdi. Hayvanları üzerinden vergi
verirlerdi. Asırlar boyunca devlet, bunları toprağa yerleştirmek için büyük
gayret gösterdi, çiftçi yaptı ve sayılarını çok azalttı. Göçebeler, bu devlet
politikasını daima mukavemetle karşılamışlardır. Köylü olmak istemişlerdir.
Türkmenler ve Kafkas kavimleri iskâna tabi ve mecbur tutulmuş, Kürt ve Arap
aşiretleri, dağlık ve çöllük ülkelerde yaşadıkları için onların iskânı o
derecede başarılı olamamıştır. Oğuz
Türkü’ne Müslüman olunca ‘Türkmen’, toprağa yerleşirse ‘Türk’, şehre gelip
devlet adabı öğrenirse ‘Osmanlı’ deniyordu.
Mühtediler,
(İslâm’ı kabul eden, başka bir dînden İslâm’a geçen kimseler) hızla Türkleşip,
İslâmlaşmışlardır. Ama Osmanlı İmparatorluğu nüfus bakımından, dünyanın yalnız
en büyük İslâm devleti değildi. Aynı zamanda dünyanın en büyük Hristiyan ve Musevî
devletiydi. Musevî köylü yoktu, liman şehirlerine yerleşmişlerdi. Ancak Arapça
konuşan Musevîler, içerilerde yaşamışlardı. Çeşitli Hristiyan kavimler ise,
kendi köylerinde ve şehirlerde yaşıyorlardı. Muhtelit (karma) yani İslâm-Hristiyan köyler nadirdi.
Soyluluk yoktu. Aileler ancak dedelerinin devlete yaptıkları hizmetler ve devlette
aldıkları görevlerle iftihar ederlerdi. Osmanlı aristokrasisi, Batılı mânâda
değildi. Zira Batı’daki ailevî imtiyazların hepsinden mahrumdu. Yüksek devlet
görevlilerinin çıktığı ailelerin, imparatorlukta en yüksek tabakayı teşkil
ettikleri ise muhakkaktır.
“Bizim anladığımız
mânâda bir aristokrasiye gelince, Türkiye’de mevcut değildir. İrsi hakları ve imtiyazları olan bir sınıf
yoktur, eskiden de yoktu. ‘Rical-i Devlet’ denen yüksek devlet görevlileri,
sadece hiyerarşik bir sınıftır.
İçinden çıktığı halk ile ilgisini kesmiş değildir, imtiyazlı da değildir.” (Ubicini,1855)
OSMANLI’DA BİR GÜN
Ahmet Haşim’in “ışıkta başlayıp ışıkta biten on iki saatlik
kısa, hafif, yaşanması kolay bir gün” dediği Müslüman gününün
başlangıcını şafağın parıltıları ve sonunu akşamın ışıkları tayin ederdi.
Evlerin kapısı sabah namazı ile birlikte açılır, yatsı namazından sonra
kapanırdı.
Gün sabah ezanı ile başlayıp akşam ezanı ile bittiği için,
yılın değişik zamanlarında çalışma süreleri buna göre ayarlanırdı.
Mantran’ın tesbitiyle “Günün ritmi yavaş ve acelesizdi.
Telaş bilinmemekte; bunun tamamen tersine dostlarla, meslektaşlarla olan
selamlaşmalarda, konuşma ve pazarlıklarda uslu bir yavaşlık vardı.” Bu
yavaşlıktan kasıt hiçbir şeyin aceleyi
gerektirmemesiydi ama bu tembellik veya kayıtsızlık anlamına gelmemekteydi.
Bu bir karakter yapısıydı ve başarıya engel değildi.
Çünkü; Osmanlı; “Her işin bir sonuca varacağı; sonuçta da
hayır olacağı” bilincindeydi.
Sabah namazı, mahalledeki mescitte komşularla; öyle ve
ikindi namazı ise çarsıdaki camide meslektaşlarla görüşme ve aynı zamanda
dinlenme zamanıydı. Cuma günü ise, bayram günü gibi selatin camilerde toplumsal
kaynaşma günüydü. (Selatin; Osmanlı
Devleti’nde sultanların yaptırdığı camilere verilen addır. Camilerde birden
fazla minare var ise, bu o caminin selatin camisi olduğunun işaretidir.)
Evlerde haftanın bir
günü çamaşır ve temizlik günüydü ki bu gün Cumadan bir gün önceki Perşembeye
denk getirilirdi.
Akşam yemeklerinde, aile fertlerinin tamamı mutlaka eve
dönmekte ve bir araya gelmekteydi. Bayram, kutsal günler, kına gecesi, çeyiz
alayı, düğün vb. gibi özel günlerde hısım akraba ve konu komşu da buluşurdu.
Uzun kış geceleri, aileler bir araya toplanır ve mangal başında tandır sohbetleri
yapılır, kitaplar okunurdu.
Günlük hayatın
akışında olduğu gibi, ömür hayatının akışında da aynı titizlik ve beraberlik
anlayışı, çocuk yaşlardan itibaren vurgulanırdı. Çocuk uygun yaşa geldiğinde,
konu komşunun, hısım akrabanın da katılımıyla “âmin alayı” düzenlenir ve
çocuğun mektebe başlaması, evden mektebe kadar dualarla, ilâhîlerle kutlanır ve
okunan Kur’ân-ı Kerim’in ardından ikram yapılırdı. Sünnet, nişan, düğün, cenaze
merasimlerinde de benzer şekilde dua ve mevlit okuma uygulamaları vardı.
OSMANLI’DA
KOMŞULUK VE DAYANIŞMA
Medeniyetleri bencil ve diğerkâm şeklinde iki guruba
ayırabiliriz. Diğerkâm; kişisel
yarar gözetmeksizin başkasına yararlı olmaya çalışan kimse olmak demektir.
Bencil kelimesinin zıttı olarak da kullanılır.
Osmanlı’da İslâm Medeniyetinin
kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i şeriflerde, kardeşlik ve yardımlaşma
anlamına gelen diğerkâmlığın Allah’a giden bir yol olduğu ön plâna
çıkartılmıştır. Osmanlı’daki hayır müesseselerinin kaynağınının İslâm olduğunu
ifade eden d’Ohsson: “Kur’ân, Türkleri, dünyanın bütün
milletlerinin en hayırlısı ve en insan severi haline getirmiştir.” demiştir.
Böyle bir anlayış üzerine kurulan bir medeniyette; insana sevgi, saygı, yardımlaşma, çevresine zarar
verecek davranışlardan kaçınma gibi ahlâkî değerler yeşerir. Orta Çağ Batı
dünyasında, özlemi çekilen ideal topluma ait kitaplar yazılırken, İslâm
dünyasında bunlar yaşanmaktaydı. Toplumların en küçük yapısını oluşturan
ailenin fertleri arasında yaşanan bu medenî hayat, toplumun her kesiminde
yaşanıyordu. Kaynağı İslâm olan bu hayat, Osmanlı toplumunun her alanında
geçerliydi.
Osmanlı şehrinde
mahalleli; mahallenin yönetiminden, emniyetinden, sokakların bakım ve
temizliğinden, çöplerin toplanması ve imhasından, çocukların gözetilmesinden,
yeni yapılar ve çevre ile ilişkiler hakkında nihai kararlar vermekten sorumluydu.
Fukaranın, kimsesizlerin, yaşlıların korunması, mahallelinin yarışarak
gerçekleştirdiği görevler olarak yüksek heyecanla yerine getirilirdi.
Gelenekten beslenen
bir kültür olan komşuluk, doğumdan ölümüne kadar, iyi ve kötü günlerde sevinç
ve kederi paylaşmak ve yardımlaşmaya dayanırdı. Bir doğum olduğunda komşular
hemen anne ve çocuk için yiyecek, içecek bir şeyler götürerek ziyaret ederdi.
Daha sonra çocuğun ihtiyacı olan giyecekler ve aileye maddi destek sağlayacak
hediyelerle “bebek görmeye” gidilirdi. Sünnet ve düğün törenlerinde aynı şey
tekrarlanırdı. Yeni ev alanlara hediye ile “hayırlı olsun” denirdi. Hastalık ve
ölüm zamanlarında komşular üzüntü sahibini hiç yalnız bırakmazdı. Bütün bunlar
içindir ki cenaze kefenlenip evden ayrılacağı zaman komşularından haklarını
helal etmeleri istenirdi. Komşular, cenaze defnedilinceye kadar görev şuuruyla
hareket ededi. Zekât, sadaka, fitre gibi yardımlarla ihtiyaç sahibi komşular
öncelikli olarak gözetilirdi.
Osmanlı mahallesinde
komşuluk hukuku, kardeşlik hukuku gibiydi. Çocuklar komşuya gönül huzuruyla
emanet edilirdi. Yatsı namazına gitmeyen cemaatin nerede olduğu, hasta olup
olmadığı soruşturulurdu. Mahalle imamı, saygın bir konumda mahallenin her
derdine koşardı. İhtiyarlar, gençler tarafından saygıyla dinlenir;
tavsiyelerine harfiyen uyulur, talepleri emir telakki edilirdi. Mahalleli
çocuklarda gördüğü yanlışa kendi çocuğuymuş gibi müdahale eder; kırmadan incitmeden
uyarırdı. Nitekim kendine güven ve emniyet hissinin sağladığı hoşgörü, sadece
çocuklara değil; azınlıklara da gösterilirdi. Azınlıklar, kendi mabetleri
etrafında ayrı mahallelerde örgütlenmiş olmakla beraber, Müslüman
mahallelerinde de aynı komşuluk ilişkileri içerisinde yaşarlar; komşuluk,
kültüründe onlar ayrı tutulmazdı.
Mahallede sosyal sınıf farkı yoktu. Zengin ve fakir aynı yerde oturur;
dışarıdan bakıldığında, evlerin mimarisinde bile zenginlik göze çarpmazdı. Geçmiş
ve geleceğin birlikte yaşandığı; insanların aynı mektepten eğitim, aynı dergâhlardan
feyz aldığı; sosyal mesafelerin ve iletişim bozukluklarının olmadığı mahallede,
dingin bir hayat sürülürdü.
YABANCI GÖZÜYLE OSMANLI’DA AİLE HUZURU
“Batı ülkelerinde
bir lise öğrencisi eski metinleri okur ve anlar. Siz bir harf devrimi yaptınız,
eski metinler, kütüphanelerde kaldı. Eski metinler, zamanında çok ağdalı idi. Binaenaleyh
Türk tarihçisine çok önemli vazife düşmektedir. Tarih, milletin hafızasıdır;
tarihini bilmeyen millet, hafızasını kaybetmiş insana benzer.” ( B. Lewis)
Tarihimizden milletimizin yapısına dikkat edecek olursak “Bir
milletin aile yapısı sağlam ise, devlet yapısının da sağlam ve uzun ömürlü olduğunu
ve bunun en güzel örneğinin de Osmanlı toplumu olduğunu görürüz. Zaman zaman
devlet bünyesinde görülen çatlaklara, isyanlara dayanıklılık; aile sayesinde
toplumun geneline sıçramış ve bu millet en zor dönemlerde bile içinde bulunduğu
halden sağlam aile yapısı sayesinde rahatça silkinip ayakları üstünde durmasını
başarmıştı.
Osmanlı’da aile sağlamlığını temin eden başlıca amil, dînimizin bildirdiği şekilde erkek ve kadının yaratılış gayelerine uygun olarak toplumda yerini almış olmasıydı. Erkek, rızkı temin için dış hizmette; hanım ise, aile yuvasını ve nesli muhafazada içerde vazife görmüştü. Bu güzel iş bölümünün bir semeresi olarak da toplumun huzur kaynağı olan: “Büyüklere hürmet ve itaat, küçüklere şefkat ve muhabbet” prensibi teşekkül etmişti.
Osmanlı’da aile sağlamlığını temin eden başlıca amil, dînimizin bildirdiği şekilde erkek ve kadının yaratılış gayelerine uygun olarak toplumda yerini almış olmasıydı. Erkek, rızkı temin için dış hizmette; hanım ise, aile yuvasını ve nesli muhafazada içerde vazife görmüştü. Bu güzel iş bölümünün bir semeresi olarak da toplumun huzur kaynağı olan: “Büyüklere hürmet ve itaat, küçüklere şefkat ve muhabbet” prensibi teşekkül etmişti.
Osmanlı’da, bir ailede; evin reisi sıfatıyla babanın, onun
yardımcısı sıfatıyla ananın ve onların gözlerinin nuru olarak da evlatlarının
vazifeleri ayrı ayrı ve en mükemmel surette belirlenmişti. Özellikle çocuklar,
ana-babalarına karşı hürmet, itaat ve gerekli hizmetle mükellefti. Eğer ayrı
yerlerde ya da muhtelif şehirlerde yaşıyorlarsa, küçükler için “sıla”, yani
ana-babanın olduğu yere gidip onları ziyaret etmeleri ve onların gönüllerini
almaları mecburiyeti vardı.
İşte bundan dolayı Osmanlı ailesi huzurluydu. Maddi sıkıntılar, geçim darlığı bu huzuru bozamıyordu. Geniş, büyük aile yapısı sevgi ve hürmeti artırıyordu. Osmanlı’nın bu huzurlu ve birbirine kenetli aile yapısı yabancı seyyahların da dikkatini çekdi. A. Brayer bu konuda şöyle der:
İşte bundan dolayı Osmanlı ailesi huzurluydu. Maddi sıkıntılar, geçim darlığı bu huzuru bozamıyordu. Geniş, büyük aile yapısı sevgi ve hürmeti artırıyordu. Osmanlı’nın bu huzurlu ve birbirine kenetli aile yapısı yabancı seyyahların da dikkatini çekdi. A. Brayer bu konuda şöyle der:
“Osmanlı’da çocuklar, yetişip olgunluk yaşına
geldikleri zaman ana ve babalarının yanlarında bulunmakla iftihar ederler. Oysa
diğer memleketlerde çok defa çocuklar olgunluk çağına girer girmez, ana ve
babalarından ayrılırlar. Hatta bazen kendileri refah içinde yaşadıkları halde
onları sefalete yakın bir hayat içinde bırakırlar. Bunlar, ana-babalarına karşı
onların kendilerine çok ihtiyaçları olduğu bir devrede adeta yabancılaşırlar.
Sevgi saygı diye bir şey kalmaz.”
Meşhur Fransız edibi Pierre Loti de şöyle der:
“Dünyanın hiçbir evinde, bir erkek hanımına bu
derece saygılı ve hayran olamaz! Bu gerçeğin sırrı, Türk evinin, kadını
tarafından hazırlanışındadır. Evin sahibesi olan kadının giyinişi, başındaki
örtüden ayaklarında bulunan nefis işlemeli kumaşlı terliklere kadar ahenk
içindedir. Kadın evine o kadar düşkün, temizliğine o kadar meraklı, kocasının
ev hasretini giderecek öylesine bir zekâ ve eğitime sahiptir ki, evin erkeği akşamüzeri
büyük bir hasretle kapıdan girer. Kadının temizliği maddi planda bir çiçek
kadar saftır. Bu madde temizliği kadının nefs tezkiyesi temizliğinden gelir. O
kadın içki, kumar ve dış dünyayı bilmez. Kavga gürültü nedir bilmez. Gönlünü
Allah'a, kocasına, çocuklarına bağlar. Zihnini fuzuli şeylerden koruduğu için
rahat ve huzurludur. Dolayısıyla ahlâklıdır. Böyle olunca yuvasının hürmete
şayan, şerefli bir unsuru olur...”
YABANCI GÖZÜYLE OSMANLI’DA ÇOCUK TERBİYESİ
Anadolu’da çocuk giydirme
merasimlerindeki önemli geleneklerden birisi de, yeni doğacak bebeğin iç
çamaşırlarının babasının eski iç gömleğinden, iç donundan dikilerek hazırlanmasıydı.
Bebek doğar doğmaz, ilk olarak bu çamaşırlar giydirilerek, tenine değmesi ve bebeğe kokması sağlanıp; “Yavru, ana kokusunu bilir, baba kokusunu da alsın, babasını da sevsin.” düşüncesiyle bu gelenek devam ettirilirdi.
Bebek doğar doğmaz, ilk olarak bu çamaşırlar giydirilerek, tenine değmesi ve bebeğe kokması sağlanıp; “Yavru, ana kokusunu bilir, baba kokusunu da alsın, babasını da sevsin.” düşüncesiyle bu gelenek devam ettirilirdi.
Batı yazarları ağır-başlılık,
ciddiyet ve vakar gibi meziyetleri eski Türk çocuklarından bile görüp hayretle
bahsetmişlerdir. Mesela; Doktor A.Brayer’in
kıymetli bir eserinde şöyle bir izahatla karşılaşılır:
“Eğer bir seyyah (gezgin)
yazın öğleden sonra, Boğaziçi’nin her iki sahilinde sık sık görülen güzel
yerlerden birine
doğru gidecek olursa, pek bariz bir merakla gözlerini dikmemek şartıyla
etrafına bakınca çınar ağaçlarının gölgelendirdiği ve gezmeye gelenlerin
hararetini teskin eden çeşme sularının serinlik verdiği bir set üstündeki köslerin
harem kadınları tarafından işgal edilmiş olduğu görülür. Bunların içindeki genç
annenin son (en küçük) yavrusunu zarif bir mahcubiyet içinde okşadığı ve daha
büyük çocuklarına bakmak vazifesini de kendi annesine bıraktığı görülür. Bu
çocuklar arasında gürültülü oyunlardan, hızlı koşmacalardan, çığlıklardan,
itişip kakışmalardan ve hele küfürlerle, tokat ve yumruk darbelerinden eser
bile görülemez. Bunlar İslâm terbiyesiyle ıslah edilmiş oldukları için, o kadar
sakin sakin eğlenirler ki, sesleri bile güç duyulur. Büyükanneleri kendi
zamanına ait menkıbeleri anlatır; hayat tecrübelerini öğretir ve atasözleriyle
bitirdiği kıssaları hafiften nida gibi dinlenir.”
Aynı eserde eski Türk çocuğunun
sükûn ve vakarını şöyle anlatır:
“Türk çocukları
başka memleketlerdekilere benzemezler. Ne gürültü ederler, ne de ağlayıp
dururlar. Şark’ta geçirdiğim üç seneye yakın zaman zarfında hiçbir Türk
çocuğunun bağırıp çağırdığını işitmedim. Mektebe gittiklerini gördüğüm
yavruların tavırları sakin, yürüyüşleri tıpkı yaşlı başlı Osmanlılar gibi
vakuraneydi (ağırbaşlıydı).”
Amedee Jaubert’in “Vogage en Armenie et Perse” ismindeki eserinin 1821 Paris baskısının
298. ve 299. sahifelerinde faile muhitinde Osmanlı babasını ve vakarını şöyle
tasvir eder: “…Baba nüfuzu bizdekinden
daha kuvvetli olduğu için, oğullar sebeb-i hayatlarına karşı hep aynı şekilde
hareket ederler. Pek erkenden o kadar derin bir hürmete alışırlar ki, bir
yabancı o hâli görünce onları evlerin uşakları zannedebilir. Babalarının
huzurunda ayakta durup sükût içinde emirlerini beklerler. Sofralarına kabul
edilmezler; yalnız yemekte hizmet ederler. Evlendikleri gün bile düğün
ziyafetine iştirak ettirilmezler: Bizim kendi gözlerimizle gördüklerimiz işte
bunlardır.”
Fransız müelliflerinden A. Castellan’ın
1811’de neşrolunan bir eserinde Türk iyiliği şöyle ifade edilir: “Türkler ihtiyarlarla çocuklara hürmet ve
riayet gösterirler ve hatta iyiliklerini hayvanlara bile teşmil ederler.”
Dr. A. Brayer’nin “Neuf
annees â Constantinople” ismindeki kıymetli eserinin 1836 Paris tab’ının
birinci cildinin 224. sahifesinde eski Türkün evlât sevgisi şöyle izah edilir:
“Erkeklerde de,
kadınlarda da evlât sevgisi çok barizdir. Türklerin hafta tatiline tesadüf eden
Cuma
günü ve bilhassa
Ramazan ve Bayram günleri sokaklarda Müslüman-Türk’ün göğsünü kabartan oğlunun
elinden tutup ağır ağır gezdirdiği, çocuk yorulunca kucağına aldığı, daima
devam ettiği kahvenin pikesinde yanına oturup şefkatle hitabettiği, evlâdına
tam bir ana şefkatiyle baktığı, ihtiyarlarından gençlerine kadar bütün diğer
Müslüman-Türklerin de çubuklarını bırakıp çocuğa alâkayla baktıkları ve ilerde
(inşallah) ihtiyarlık desteği olcak bir oğul sahibi olduğu için babayı tebrik
ettikleri görülür.”
Aynı eserin 225. ve 226. sahifelerinde de eski Türk ve Frenk çocuklarının
farkı şöyle anlatılmaktadır:
“Türkiye’de
analarla babaların ve ninelerle büyük ninelerin çocuklarına en tatlı sözlerle
hitâb edip en candan ihtimamlarla baktıklarını yukarda görmüştük. İşte bundan
dolayı Türkiye’de çocuklar
yetişip adam
oldukları zaman analarıyla babalarını yanlarında bulundurmakla iftihar
ettikleri ve küçükken onlardan gördükleri şefkate mukabele etmekle bahtiyar
oldukları hâlde, başka memleketlerde çok defa çocuklar olgunluk çağına girer
girmez, analarıyla babalarından ayrılmakta, mali menfaatleri hususunda onlarla
çekişe çekişe münakaşa etmekte ve hatta bazen kendileri refah içinde
yaşadıkları hâlde onları sefalete yakın bir hayat içinde bırakmakta ve
zavallılara karşı adeta yabancılaşmaktadırlar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.