HAYIR VE ŞERR
Allahû
Tealâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki; Hayır
ve Şerr kavramını tezekkür etmek üzere
Allahû Tealâ bizleri birlikte kıldı.
Hayır; Fayda, iyilik, Allah’ın rızası
istikametindeki fiiller (sevaplar), mükâfat alma, ödüllenme anlamlarında
kullanılmaktadır. Hayrın her mânâsında ister, Allah’tan gelsin, ister Allah’ın
izniyle oluşsun Allah’ın rızası da izni de vardır.
Şerr; Müsibet, zarar, kötülük, Allah’ın razı olmadığı
faydasız fiiller (günahlar), ceza veya azap anlamlarında kullanılmaktadır.
Allahû Tealâ’nın şerre izni vardır ama rızası yoktur. Allahû Tealâ’nın ancak hayra ulaştıracak
musibetlerde rızası vardır. Kur’ân-ı Kerim’de bize derecat kazandıran bütün olaylar
hayırdır, bize deracat kaybettiren bütün olaylar şerrdir. Bir insanın cennete
girebilmesi, kazandığı derecelerin kaybettiği derecelerden fazla olmasına;
Cehenneme girmesi ise, kaybettiği derecelerin kazandığı derecelerden fazla
olmasına bağlıdır.
21/ENBİYÂ-35: Kullu nefsin zâikatul mevt(mevti), ve neblûkum biş şerri vel hayri
fitneh(fitneten), ve ileynâ turceûn(turceûne).
Bütün nefsler, ölümü tadıcıdır. Sizi, hayır ve şer fitneleri ile imtihan
ederiz. Ve Bize döndürüleceksiniz.
Hayatımız kesintisiz bir şekilde Allah’ın
resûlleri (elçileri) olan Kiramen Kâtibi melekleri tarafından üç boyutlu filme
alınmaktadır (üç boyutlu yani yüksekliği, genişliği ve derinliği olan).
Boşlukta kıyâmet günü oynayacak olan bir film; bizim
filmimiz. Ömrümüz boyunca bir sürücü yani kameraman bir de şahit olmak üzere
iki tane resûl tarafından yani Kiramen Kâtibi
melekleri tarafından hayatımız devamlı filme alınır.
43/ZUHRÛF-80: Em yahsebûne ennâ lâ nesmeu sırrehum ve necvâhum, belâ ve
rusulunâ ledeyhim yektubûn(yektubûne).
Yoksa onların
sırlarını ve fısıltılarını işitmeyeceğimizi mi zannediyorlar? Hayır, onların
yanında resûllerimiz (elçilerimiz) (herşeyi) yazıyorlar.
50/KAF-21: Ve câet kullu nefsin meahâ sâikun ve şehîdun.
Ve bütün nefsler beraberinde bir saik (hayat filmini çeken) ve bir şahit
ile gelir.
Sevgili kardeşlerim! Bu filme alınışın iki cephesi
vardır. Birinci cephede; bizim fiillerimiz filme alınır. Ne yapmışız, ne
konuşmuşuz, fiiliyatımız, gerçekleştirdiğimiz olaylar nelerdir? Onlar, filme
alınır. Üç boyutlu bir filmle doğumumuzdan ölümümüze kadar geçen bütün
hayatımızdaki herşey filme alınır. Ama bunun yanında üç boyutlu ikinci bir film
melek resûller tarafından okunabilen düşüncelerimizdir. Düşüncelerimizin de
filmi o melekler tarafından okunabilmektedir.
Kıyâmet günü, evvelâ herkes mahşer meydanında
olacaktır. Sonra öldürüleceğiz enerji bedenlerle yeniden hayata getirileceğiz
ve nefsler bu vücutlarımızın içine girecek. Bir insan cennette veya cehennemde
hayatını devam ettirirken iki vücut olarak fizik vücut ve nefsi ile orada
olacaktır. Bu sebeple Allahû Tealâ 7 kat cennet yaratmıştır. Nefsin de
talepleri 7 kat cennette yer alır. Ruh, Allah’ın Zat’ına ulaşmıştır. Ama fizik
vücut ve nefs, birlikte cenneti veya cehennemi yaşayacaktır.
Mahşer meydanında bu olay tahakkuk ettikten sonra
nefsler fizik vücudumuzun içine girdikten sonra herkes, mahşer meydanından İndî
İlâhi’ye ulaşır. Orada hayat filmlerimizi seyretmek üzere herkes elektronik
sistemlerin kendisini çektiği, kendi hayat filmini seyredeceği noktaya ulaşır.
Ekran söz konusu değildir; görüntü bir cam üzerinde, bir perde üzerinde
oluşmaz; boşlukta üç boyutlu olarak oluşur ve iki tane hayat filmi oynar.
O kişinin hayatındaki olayları ihata eder ve o
derecat sisteminde, kişinin vücuda getirdiği bütün olaylar vardır. Hem de her
olayın vücuda geldiği andaki otomatik derecelendirme sistemi ile eğer kişi, o
saniye hayır işlemişse yeşil rakamlarla sağ tarafa kaydedilir, şerr işlemişse
kırmızı rakamlarla sol tarafa kaydedilir. Neticede kümülâtif olarak hem sol
tarafta, hem sağ tarafta devam eder. Bir
de ikisinin arasındaki farkı gösteren rakamda, ya sağda ya da solda gene
kümülâtif olarak kendisini gösterir. Eğer rakam kazanılan derecelerden
kaybedilen dereceler çıktıktan sonra, kazanılan dereceler büyükse
kazanılanlardan kaybedilenler çıkar, o zaman bunun neticesi yeşil rakamlarla sağ
tarafta oluşur. Ama kişinin kaybettiği dereceler fazla ise yani sol taraftaki
kırmızı rakamlar fazla ise sağdaki çıkan rakamları atsa; fark, gene sol tarafta
günahların kaydedildiği tarafta kırmızı rakamlarla yer alır. Kimin rakamı
kırmızı ise bir başka ifadeyle nakıssa, negatif ise o kişinin gideceği yer
cehennemdir; o kişi cehenneme girecektir.
Herkes cehenneme girer ama bu cehennemin dışıdır.
Cehenneme girenlerden cehennemde kalacaklar, cehennemin dışını bütünüyle
kaplarlar. Diz üstü çökmüş vaziyette hepsi orada beklerler. Cehennemin etrafı insanlarla
ve cinlerle çevrilecektir. Cennete girecek olanlar ise cehennemin bu dış
kesiminden içine girerler; iç kesimine. İç kesimindeki hazırlanan sistemi
görürüler. İnsanların nasıl azap çekeceklerini, orada açık bir şekilde görürler
ve cennete girecek olanlar, bunu gördükten sonra Allah’a sonsuz hamd ve
şükrederek, cehennemden uçarak dışarı çıkarlar ve cennete ulaşırlar.
19/MERYEM-71: Ve in minkum illâ vâriduhâ, kâne alâ rabbike hatmen
makdıyyâ(makdıyyen).
Ve sizden biriniz (bile hariç olmamak üzere hepiniz), illâ (muhakkak) ona
(cehenneme) varacaksınız. (Bu), senin Rabbinin üzerine (aldığı) kesinleşmiş bir
hükümdür.
19/MERYEM-72: Summe nuneccîllezînettekav ve nezeruz zâlimîne fîhâ
cisiyyâ(cisiyyen).
Sonra takva sahiplerini kurtaracağız. Ve zalimleri, diz üstü çökmüş olarak
bırakacağız.
39/ZUMER-73:Vesîkallezînettekav rabbehum ilel cenneti
zumerâ, hattâ izâ câuhâ ve futihat ebvâbuhâ ve kâle lehum hazenetuhâ selâmun
aleykum tıbtum fedhulûhâ hâlidîn.
Rab'lerine karşı takva sahibi olanlar (cehennemi gördükten sonra) zümre
zümre cennete sevkedilirler. Oraya (cennete) geldikleri zaman onun (cennetin)
kapıları açılır. Ve onun (cennetin) bekçileri, onlara: "Selâmun aleykum,
siz temize çıktınız (aklandınız) ve öyleyse ebedi olarak ona (cennete)
girin" derler.
7/A'RÂF-43: Ve neza'nâ mâ fî sudûrihim min gıllin tecrî min tahtihimul
enhâr(enhâru), ve kâlûl hamdu lillâhillezî hedânâ li hâzâ ve mâ kunnâ li
nehtediye levlâ en hedânallâh(hedânallâhu), lekad câet rusulu rabbinâ bil
hakk(hakkı), ve nûdû en tilkumul cennetu ûristumûhâ bimâ kuntum
ta'melûn(ta'melûne).
Onların göğüslerinde, (nefsin kalbindeki) afetlerinden ne varsa çekip
aldık. Onların altlarından nehirler akar. “Bizi buna hidayet eden Allah'a
hamdolsun. Allah'ın, bizi hidayete erdirmesi olmasaydı, biz hidayete ermezdik.
Andolsun ki Rabbimizin resûlleri hak ile gelmiştir.” dediler. “Yapmış
olduklarınızdan dolayı varis kılındığınız cennet işte budur.” diye nida
olunurlar.
İnsanların cennet veya cehennem muhtevası, kazanılan
derecelere göredir. Kazanılan ve kaybedilen dereceler de hayat filmimizde
görünürler. Ama iki ayrı filmin neticeleri olarak; yazılan rakam daima tek
tarafadır ve tektir. Kişinin düşüncesi ile önüne getirdiği olay arasındaki
ilişki, açık bir şekilde mizanda yer alır. Eğer bir kişi bir başkasına kötülük
etmek istiyorsa; düşüncesinde mutlaka o kötülüğü nasıl yapacağı, nasıl yapmak
istediği görüntülü bir şekilde ortaya konulur. Çünkü insanlar görüntülerle
düşünürler. Bu düşüncede o kişi birine hangi kötülüğü veya hangi iyiliği yapmak
istiyorsa onu düşünmüştür. Düşündüğü anda o kendi filmini seyreden kişi, orada
düşüncesini görür. Sonra da dünya üzerindeki olayları gerçekleştiren tatbikatı
ortaya çıkar ve o tatbikata göre vücuda getirilen olaylar, kişinin düşünceleri
ile kaybedilen veya kazanılan derecelerin değerini artırır veya eksiltir.
Eğer kişi bir başkasına kötülüğü düşünmüşse; Bir
kişiyi öldürmeyi düşünüyor, kafasında planlıyor; falanca yerde pusu kuracak o
kişi geldiği zaman tabancasındaki bütün kurşunları, o kişinin göğsüne sıkacak;
onu öldürecek ve bu kafasında tasarladığı olayı gerçekleştiriyor. Gecenin
3’ünde pusu kuruyor, kişi oradan geçerken tabancasındaki bütün kurşunları ona
boşaltıyor. Taammüden bir cinayet işlenmiştir; kişi bunu tasarlamıştır. Bu
tasarının neticesi olarak hedefe gidecektir. Bu dizaynda taammüden bir
cinayetin gerektirdiği bütün derecat kaybı, bu kişiye yüklenir.
Bir adam caddenin yanında olan bahçesinde
tabancasını temizliyor, temizlerken silah elinden düşüyor; tetik bir yere
takılıyor, içindeki tek mermi ateş alan tabancadan çıkıyor; yoldan geçen bir
insanı öldürüyor. Bu kişinin düşüncesinde, o kişiyi öldürmek diye bir tasarım
yok. Çünkü düşünceleri orada açıkça göründüğü cihetle, böyle bir şeyi adam hiç
düşünmemiştir. Ama düşünmediği bir olay, onun dikkatsizliği, tedbirsizliği,
ihmâli ile gerçekleşmiş; o kişiyi öldürmüştür. Bu kişi bir evvelki kişinin yani
taammüden cinayet işleyen, bilerek, kastederek o cinayeti işleyen kişinin
kaybettiği dereceleri kaybetmez. Ondan çok daha az derecat kaybeder. Yani
kırmızı dereceler kaybettiği dereceler, ona nazaran taammüden cinayet işleyen
adama nazaran çok düşük bir noktada olur. Çünkü bu kişinin kastı yoktur. Öteki
adam belki hiç tanımıyordur. Ama bütün alternatifleri gösteren şey, o kişinin
kafasındaki düşüncedir. O kişiyi öldürme kastı var mı, yok mu? Olmadığı burada
kesinleşir.
Sevgili kardeşlerim! Burada iki nevî davranış
biçimi var; taammüden gerçekleşen suçta derece kaybı çok yüksektir ama diğeri
sadece bir kazadır. O kişi ihmâl ve tesellüm sebebi ile tedbirsizlikle,
dikkatsizlikle suçlanabilir. Gene kaybettiği derecat o kadardır.
Sonuca bakıyoruz; ikisinde de birer tane adam
ölmüştür. Ama ölüme sebebiyet verenlerin durumuna baktığımız zaman, aynı
seviyede iki suç görmek mümkün değildir. Birinde bilerek, istenerek
kasdedilerek bir kişi öldürülmüştür. Ötekinde böyle bir niyet olmaksızın olay
tahakkuk etmiştir. İşte bu sebeple kıyâmet günü mahkemelerde şahide gerek
kalmamaktadır. Çünkü hayat filminiz gerçek şahidinizdir. Hiç kimsenin, siz de
dahil olmak üzere aksini iddia etmeniz mümkün olmayan bir olaylar dizisi,
ömrünüz boyunca sizin dizaynınızda var olur. Aynı zamanda bu hayat filmi kişiye
de ölürken gene gösterilecektir. Bir sinema şeridi gibi, bütün yaşadığınız
olaylar gözünüzün önünde bir film gibi geçer. Bütün hayatınızı ölürken bir defa
daha yaşarsınız; çok kısa bir zaman sürecinde ama yaşarsınız.
Sevgili kardeşlerim! Allah ile olan
ilişkilerimizde, bütün insanlar için kıyâmet günü, İndî İlâhi’de bu olay mutlak
olarak gerçekleşir. Sağ tarafınızdaki yeşil rakamlar hayırları, sol taraftaki
kırmızı rakamlar şerri ifade eder. Hayır; herhangi bir konuda derecat
kazanmaktır. Böyle bir şeyi Allah’ın müsaadesi olmadan gerçekleştiremezsiniz.
Ayrıca Allahû Tealâ size kazandığınız derecelerden çok daha fazlasını da
verebilir. Allahû Tealâ En’âm Suresinin 160. âyet-i kerimesinde diyor ki:
6/EN'ÂM-160: Men câe bil haseneti fe lehu aşru emsâlihâ, ve men câe bis
seyyieti fe lâ yuczâ illâ mislehâ ve hum lâ yuzlemûn(yuzlemûne).
Kim (Allah'ın huzuruna) bir hasene ile gelirse, artık onun on misli,
onundur.Ve kim bir seyyie ile gelirse, o zaman onun mislinden başkası ile
cezalandırılmaz. Ve onlar zulmolunmazlar.
Kişi bir hayır işliyor; bu hayır bir derecelik
hayırdır. Bir kişi zikrettiğinde her saniye bir deracat kazanır. Ama bu
kazandığı derecat, onun 10 katı olarak amel defterine yazılır. Ama aynı kişi
bir derecelik bir kaybı işlemişse, meselâ zikretmemişse; onun amel defterine
her saniye sadece -1 (eksi bir) yazılır veya kırmızı rakamlarla sol tarafa 1
yazılır. Sonuç olarak; aynı saniye, birisi zikir yapıyor; 10 derecat kazanıyor;
1’e 10 kazanıyor. Diğeri zikir yapmıyor; 1 derecat kaybediyor.
Peki bu kişi mürşidine ulaşıp da tâbiiyetini
gerçekleştirirse o kişinin tâbiiyetini gerçekleştirdiği anda ruhu 1. gök katına
yükselene kadar, her 1 derecesi 10 kat değil; 100 kat yükseltilerek kaydedilir.
Bu kişi zikir yaptığında her saniye 100 derecat kazanır. Eğer ruhu 2. kata
kadar yükselmişse onun her saniye kazandığı 1 derecat karşılığı ona 200 derecat
olarak kaydedilir. 3. kata ruhu ulaşmış olan bir kişi için bu sonuç, 300
derecattır. Ruhu 4. gök katına ulaşmış bir kişi için sonuç, 1’e 400 deracattır.
5. katta 500, 6. katta 600, 7. katta 1
dereceye karşılık 700 derece kazanmak söz konusudur.
2/BAKARA-261: Meselullezîne yunfikûne emvâlehum fî sebîlillâhi ke meseli
habbetin enbetet seb’a senâbile fî kulli sunbuletin mietu habbeh(habbetin),
vallâhu yudâifu li men yeşâu, vallâhu vâsiun alîm(alîmun).
Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her sünbülünde
(başağında) yüz adet tane (tohum) olmak üzere, yedi sünbül (başak) veren bir
tek tohumun durumu gibidir. Allah, dilediği kimse için (onun rızkını) kat kat
artırıp verir. Ve Allah Vâsi'dir, Alîm'dir.
Allahû Tealâ’nın kanunları vardır. Orada kıyâmet
günü hayırlarınızdan ve şerrlerinizden yargılanacaksınız. Hakîmsiz, savcısız,
avukatsız, başkaları tarafından şahidi de bulunmayan ama kişinin bütün
davranışları onun bütün şahadetini oluşturan bir mahkeme. Adı Mahkeme-i Kübra;
en büyük mahkeme...
24/NÛR-24: Yevme teşhedu aleyhim elsinetuhum ve eydîhim ve erculuhum bimâ
kânû ya’melûn(ya’melûne).
O gün onlara, onların dilleri, elleri ve ayakları
(hayat filmleri) yapmış olduklarına şahitlik edecek.
Kaç sene ömrünüz olursa olsun, bu ömür boyunca
devamlı olarak sizin etrafınızda kiramen kâtibi melekleri, yani Allah’ın bu
melek resûlleri sizin filminizi bir ömür boyunca çekeceklerdir. Bu filminiz hem
düşüncelerinizi, hem filminizi ihtiva edecektir. Ve de düşüncelerinizden ve
fiillerinizden faydalanılarak ortaya çıkan rakamlar size, kıl kadar hata
yapılmadan, gerçek derecatınızı gösterecektir ki; siz hayat filminizde hem
düşüncelerinizi, hem de fiiliyatınızı (yaptıklarınızı) gördüğünüz zaman,
düşüncelerinizin etki derecesi de otomatik olarak hesaplanıp, elinizdeki mizan
statüsü içinde, size kıl kadar zulmedilmediğini göreceksiniz. Mahkeme-i Kübra
budur. Bir şahide; kendinizden başka bir
şahide ihtiyacınız olmayacaktır. Kendinizse zaten fiili işleyensiniz.
Dolayısıyla şahadetiniz, ancak ekrandaki düşüncelerinizin filmde görüntülü
olarak yer alması sebebiyle oluşacaktır. Neticede insanların kitapları (rakamlı
kitapları), yani söylediğimiz hayat filmleridir. Allahû Tealâ Kur’ân-ı Kerim’de bazen hayat
filmlerine, boşlukta oynadığı için “kuş” demektedir. Kur’ân-ı Kerim’de hayat
filmlerinden bahsedilirken, “Kitabun
Merkûmun”, “rakamlı kitaplar” ve “Mizan” ifadeleri de kullanılmaktadır.
17/İSRÂ-13: Ve kulle insânin elzemnâhu tâirehu fî unukıh(unukıhî), ve
nuhricu lehu yevmel kıyâmeti kitâben yelkâhu menşûrâ(menşûren).
Bütün insanların kuşunu (kazandıkları ve kaybettikleri dereceleri) boynunda
bağladık (boynuna astık). Ve kıyâmet günü ona, neşredilmiş kitabı (üç boyutlu
olarak boşlukta oynayan hayat filmini) çıkarırız.
83/MUTAFFİFÎN-9: Kitâbun merkûm(merkûmun).
(O), rakamlandırılmış (kazanılan negatif ve pozitif puanların dereceler
halinde yazılmış olduğu) bir kitaptır (kayıttır, insanların hayat filmidir).
83/MUTAFFİFÎN-9: Kitâbun merkûm(merkûmun).
(O), rakamlandırılmış (kazanılan negatif ve pozitif puanların dereceler
halinde yazılmış olduğu) bir kitaptır (kayıttır, insanların hayat filmidir).
Allahû Tealâ Mü’minun Suresinin
102. âyet-i kerimesinde diyor ki:
23/MU'MİNÛN-102:
Fe men sekulet mevâzînuhu fe ulâike humul
muflihûn(muflihûne).
O zaman kimin mizanı
(sevap tartıları) ağır gelirse işte onlar, felâha erenlerdir.
“Kıyâmet günü mizanlar kurulur (mizanlar; bu söylediğimiz hayat
filmleri). Kimin sevap tartıları ağır gelirse onlar, felâha erenlerdir.”
Felâha erenler Allah’ın cennetine girecek
olanlardır. Allahû Tealâ: “Onlar felâha
erenlerdir.” diyor.
Allahû Tealâ Mu’minun 103’de buyuruyor ki:
23/MU'MİNÛN-103: Ve men haffet mevâzînuhu fe ulâikellezîne hasirû enfusehum
fî cehenneme hâlidûn(hâlidûne).
Ve kimin mizanı (sevap tartıları) hafif gelirse, işte onlar,
nefslerini hüsrana düşürenlerdir. Onlar, cehennemde ebediyyen kalacak
olanlardır.
Bir tek sebep; günahların sevaplardan fazla oluşu
ebediyyen cehennemde kalmayı ifade eder. Peygamber Efendimiz (S.A.V)’den sonra
insanların uydurdukları: “Kıyâmet günü Peygamber Efendimiz (S.A.V) şefaat
edecektir; kim Allah’a inanıyorsa onların hepsi cennete girecektir.” sözünün Kur’ân-ı
Kerim’e uymadığı görülmektedir.
39/ZUMER-19: E fe men hakka aleyhi kelimetul azâb(azâbi), e fe ente tunkızu
men fîn nâr(nâri).
Öyleyse bir kimse, üzerine azap sözünü hakettiği
taktirde sen, ateşte olanı kurtarabilir misin?
Şefaat müessesinin kıyâmet günü gerçekleşmesi
mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim, orada hiç kimsenin şefaatine müsaade
edilmeyeceğini söylüyor.
2/BAKARA-48: Vettekû yevmen lâ teczî nefsun an nefsin şey’en ve lâ yukbelu
minhâ şefâatun ve lâ yu’hazu minhâ adlun ve lâ hum yunsarûn(yunsarûne).
Ve, bir kimseden diğer bir kimseye, bir şeyin ödenmeyeceği ve ondan (hiç
kimseden) bir şefaatin kabul edilmeyeceği ve hiç kimseden bir fidye
alınmayacağı ve onlara yardım edilmeyeceği günden sakının.
Orada insanların davranış biçimleri devreye
giriyor. Kimin kaybettiği dereceler kazandığı derecelerden fazla ise onların
gidecekleri yerin cehennem oldukları, hüsranda oldukları, ebediyyen cehennemde
kalacakları ifade ediliyor. Kimin de kazandığı dereceler fazla ise onların
felâha erdikleri yani cennete gidecekleri ifade buyruluyor.
Bir insan için oluşan tabloya baktığımız zaman,
orada hayrın ve şerrin çok önemli bir rolü olduğunu görüyoruz. Kur’ân-ı
Kerim’de mevcut olmayan ama insanların uydurdukları bir husus: “Hayır da şerr
de Allah’tandır.” sözüdür. Hayır; Allah’tandır. Ama şerr; Allah’tan değildir.
Hiç kimse hangi sebeple olursa olsun, başka birinin derecat kaybetmesini
sağlayamaz. Bir insanın hangi davranışı olursa olsun, o insan öyle istiyor diye
başka birisi derecat kaybetmez. İstemek başka bir şeydir; meselâ bir kişi bir
başkasını suça teşvik etmek istiyor, gayret ediyor; eğer o kişi bu gayretin
neticesinde onun söylediğini yaparsa, o zaman hem suçu işleyen derecat
kaybeder; hem de onu suça teşvik eden derecat kaybeder. Ama suça teşvik eden
suçu işlememiştir; sadece teşvik sebebiyle derecat kaybeder. Suçu işleyen
kişinin amel defterinde suça teşvik edenin kaybettiği derecat görünmez. O kendi
işlediği suçun değeri kadar derecat kaybeder.
4/NİSÂ-85: Men yeşfa’ şefâaten haseneten yekun lehû nasîbun minhâ ve men
yeşfa’ şefâaten seyyieten yekun lehu kiflun minh(minhâ) ve kânallâhu alâ kulli
şey’in mukîtâ(mukîten).
Kim güzel bir şefaatle (iyilik yapılmasına) yardım ederse, ondan (o
iyilikten) onun bir nasibi olur. Ve kim kötü bir şefaatle (günah işlenmesine)
yardım ederse onun da ondan (o şerden) bir payı olur. Ve Allah, herşeye
mukayyet olandır (gözetendir).
Bir olay vücuda gelmiştir.
Bu olay ya derecat kazandıran bir olaydır; ya da derecat kaybettiren bir
olaydır. Kişi bir olayı vücuda getirir; bir başkasına fayda sağlar, ona bir iyilikte
bulunur; derecat kazanır. Kötülükte bulunur; derecat kaybeder. Suçu işlemekle
derecat kaybetmek, birbirinin ardından gelen iki olaydır. Önce suç işlenir; suç
işlendiği anda derecat da kaybedilir. Bir iyilik yapar; derecat kazanır. Kötülük
yapar; derecat kaybeder. Birisine karşı davranışınız, ona zarar verecek bir
davranışsa, ona zarar veriyorsanız derecat kaybedersiniz. Sizin kaybettiğiniz
derecatı zarar verdiğiniz kişi kazanır. Siz derecat kaybettiniz, kaybedilen
derecatı karşı taraf kazandı.
Allahû Tealâ’nın kanununda ödeme anında yapılır.
Birisi bir başkasına kötülük etti; ona bir tokat vurdu. Tokatı vuran kişi
tokatı vurduğu için derecat kaybeder. Kişi suçu işlemiştir; tokatı atmıştır ama
karşılığında derecat kaybetmiştir. Tokatı yiyen taraf başkasından bir zarar
görmüştür ama bunun karşılığında o kişinin kaybettiği derecatı kazanmıştır.
Fiillerle, kazanılan ve kaybedilen dereceler arasında denge kurulup netice
sıfırlanmıştır. Her olay, anında mutlaka Allahû
Tealâ’nın katında sıfırlanır.
Bir adam bir başkasına bir iyilik etmiştir. O
iyilik sebebiyle derecat kazanmıştır. Ama diğer taraf o iyiliğin faydasını
yaşamıştır ama buna karşılık derecat kaybetmemiştir. İyilik eden kişi derecat
kazanır, iyiliğin faydasını yaşayan kişi, derecat kaybetmez. Şerr işlemekse;
derecat kaybetmek demektir. Allah’ın bir insan üzerinde derecat vücuda
getirdiği hiçbir olay o kişiye derecat kaybettirmez. Yani kişinin üzerinde şerr
bir sonucu oluşturmaz.
Allah’ın yaptığı olay hangi tarzda bir olay
olursa olsun; bir kişinin bir tarlası var, o tarlaya Allahû Tealâ sünnetullahı
sebebiyle bol yağmur yağdırır, toprağın verimini arttırır ve kişi bol mahsul
alır. Bu, Allah’ın (sünnetullahın) o kişi üzerinde yaptığı bir güzel işlevdir.
O kişi mahsul alır ama bundan derecat kazanmaz veya kaybetmez. Bir kişinin
tarlasına yıldırımlar isabet etti, tarlasındaki bütün mahsulü yok etti. Allahû
Tealâ bunu yaptı diye o kişi derecat kazanmaz veya kaybetmez.
Sevgili kardeşlerim! Allahû Tealâ’nın vücuda
getirdiği hangi fiil olursa olsun, sünnetullahı ile veya bizatihi Allah isteyerek
bir şeyler yaptıysa , bu fiil bir insana derecat kaybettiremez. Allah’ın bir
kişi üzerinde vücuda getirdiği hiçbir olay, o kişinin derecat kaybetmesine
sebebiyet veremez. Sebebiyet veremediğine göre şerr de Allah’tan olamaz.
Derecat kaybetmekle sonuçlanan bir olay, Allah’ın vücuda getirdiği bir olay
değildir. Bu sebeple hayır Allah’tandır, ama şerr sadece bizim nefsimizden
kaynaklanır. Biz kendi davranışlarımız neticesinde derecat
kaybederiz. Biz davranışımızla derecat kazanabiliriz, kendi davranışımızla
derecat kaybedebiliriz. Kötü davranırsak yani şerr işlersek derecat
kaybederiz, hayır işlersek derecat kazanırız. Ama Allahû Tealâ’nın bizim üzerimizde
vücuda getirdiği olay pozitif de olsa; bize bir fayda sağlasa, negatif de olsa;
bize bir zarar da verse bizim derecat kaybetmemiz mümkün değildir. Hiç kimse
Allah’ın o kişi üzerinde vücuda getirdiği bir olay sebebiyle derecat
kaybedemez, Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’e koyduğu kaideler gereğince bu mümkün
değildir. Bir insan kendi fiili ile hayır kazanabilir, kendi fiili ile şerr de
kazanabilir. Ama Allah’ın kazandırdığı veya kaybettirdiği derecelere baktığımız
zaman, hayır Allah’tandır diyebiliriz. Allah’ın öyle olayları vardır ki bunlar
hayırdır. Allah’ın olayları vardır; bize derecat kazandırır. Allah’ın olayları
vardır ama o olaylar bize derecat kaybettiremez.
Sevgili kardeşlerim! Bu sebeple “Hayır da şerr de
Allah’tandır” sözü geçerli değildir. İşte bu konuda Kur’ân-ı Kerim’de
peygamberlerin ifadeleri şöyledir:
Âdem (A.S):
7/A'RÂF-23: Kâlâ rabbenâ zalemnâ enfusenâ ve in lem tagfirlenâ ve terhamnâ
le nekûnenne minel hâsirîn(hâsirîne).
İkisi şöyle dedi:
“Rabbimiz, biz nefslerimize zulmettik, şâyet Sen bize mağfiret ve rahmet
etmezsen, biz mutlaka hüsrana uğrayanlardan oluruz.”
Nuh (A.S):
11/HÛD-47: Kâle rabbi innî eûzu bike en es'eleke mâ leyse lî bihî
ilm(ilmun), ve illâ tagfirlî ve terhamnî ekun minel hâsirîn(hâsirîne).
(Nuh A.S): “Rabbim,
muhakkak ki ben, onun hakkında benim bir ilmim (bilgim) olmayan şeyi Senden
istemekten Sana sığınırım. Ve Senin, beni mağfiret etmen ve Senin, bana rahmet
etmen olmazsa ben, hüsrana uğrayanlardan olurum.” dedi.
Yunus (A.S):
21/ENBİYÂ-87: Ve zennûni iz zehebe mugâdıben fe zanne en len nakdire aleyhi fe
nâdâ fiz zulumâti en lâ ilâhe illâ ente subhâneke innî kuntu minez
zâlimîn(zâlimîne).
Ve Zennûn (Yunus
A.S), gadaba gelerek (öfkelenerek) gitmişti. Böylece ona muktedir
olamayacağımızı (hükmedemeyeceğimizi) zannetti. Sonra karanlıklar içinde
(şöyle) nida etti: “Senden başka İlâh yoktur. Sen Sübhan'sın (herşeyden
münezzehsin). Muhakkak ki ben, zalimlerden oldum.”
Yusuf (A.S):
12/YÛSUF-53: Ve mâ uberriu nefsî, innen nefse le emmâretun bis sûı illâ mâ
rahime rabbî, inne rabbî gafûrun rahîm(rahîmun).
Ve ben, nefsimi ibra edemem (temize çıkaramam). Muhakkak ki nefs, mutlaka
sui olanı (şerri, kötülüğü) emreder. Rabbimin Rahîm esmasıyla tecelli ettiği
(nefsler) hariç. Muhakkak ki Rabbim, mağfiret edendir (günahları sevaba
çevirendir). Rahîm'dir (rahmet nurunu gönderen ve merhamet edendir).
Musa (A.S):
28/KASAS-16: Kâle rabbi innî zalemtu nefsî fâgfirlî fe gafera leh(lehu),
innehu huvel gafûrur rahîm(rahîmu).
"Rabbim, ben
nefsime zulmettim, artık beni mağfiret et." dedi. Böylece onu mağfiret
etti. Muhakkak ki O; Gafûr'dur (mağfiret eden), Rahîm'dir (Rahîm esmasıyla
tecelli eden).
Muhammed Mustafa (S.A.V)
4/NİSÂ-79: Mâ esâbeke min hasenetin fe minallâh(minallâhi), ve mâ esâbeke
min seyyietin fe min nefsik(nefsike), ve erselnâke lin nâsi resûlâ(resûlen), ve
kefâ billâhi şehîdâ(şehîden).
Sana iyilikten (hasenatdan) ne isabet ederse, işte o Allah'tandır. Ve sana
kötülükten (seyyiattan) ne isabet ederse, o taktirde o, kendi nefsindendir
(derecat kaybedecek bir şey yapmandan dolayıdır). Ve seni, insanlara Resûl
olarak gönderdik ve şahit olarak Allah yeter.
3/ÂLİ İMRÂN-182: Zâlike bimâ kaddemet eydîkum ve ennallâhe leyse bi
zallâmin lil abîd(abîdi).
İşte bu (azap), Allah kullara zulmedici olduğundan değil, ellerinizle
takdim ettiğiniz (yaptığınız) şeyler sebebiyledir.
Peygamberler
şerrin nefslerinden olduğunu söylemişlerdir. Şeytan ise Allahû Tealâ’yı suçlamıştır:
7/A'RÂF-16: Kâle fe bimâ agveytenî le ak'udenne lehum sırâtekel
mustekîm(mustekîme).
(İblis): “Bundan sonra, beni azdırman sebebiyle, mutlaka Senin Sıratı
Mustakîmin'e onlara karşı (mani olmak için) oturacağım.” dedi.
15/HİCR-39: Kâle rabbi bi mâ agveytenî le uzeyyinenne lehum fil ardı ve le
ugviyennehum ecmeîn(ecmeîne).
(İblis şöyle) dedi:
“Rabbim, beni azdırmandan dolayı, onlara mutlaka yeryüzünde (azgınlığı)
süsleyeceğim ve mutlaka onların hepsini azdıracağım.
“Şerr Allahtan’dır.” diyenler acaba kimin
görüşünü savunuyorlar? Ayrıca insanlar hayrı ve şerri yanlış yorumluyorlar.
Onların hoşuna giden olaylar hayırdır. Hoşlarına gitmeyen olaylar da (onları
üzen olaylar da) şerrdir diye değerlendiriyorlar. O zaman bütün olayların
arkasında Allahû Tealâ var olduğuna göre bizi üzen olaylar da, sevindiren
olaylar da Allah’ın vasıtasıyla vücuda geliyor, tarzındaki bir düşünce ile
insanlar: “Hayır da şerr de Allah’tandır.” demişler, ittifakla da buna karar
vermişler. Ama Allah’ın hayır ve şerr ölçüsü kişinin kazandığı derecatla hayra
ulaşması, kaybetttiği derecatla şerre ulaşması olduğu için, bu şekilde bir
mantığı o sonuca ulaşır görmek mümkün değildir.
Allah’ın bizim üzerimizde vücuda getirdiği
herhangi bir olay sebebiyle bizim derecat kaybetmemiz mümkün değildir. Derecat
kazanmamız mümkündür ama derecat kaybetmemiz mümkün değildir. Hiç kimse
Allah’ın üzerinde vücuda getirdiği bir olay sebebiyle derecat kaybedemez.
Allahû Tealâ bir olaya sebebiyet verebilir; bir insan bu olay sebebiyle derecat
kazanabilir. Hayır ve şerri aslî ölçüsünden hareketle tanzim edeceksiniz.
Hayır; bize derecat kazandıran bütün olaylardır. Şerr; bize derecat kaybettiren bütün olaylardır.
Allahû Tealâ diyor ki:
2/BAKARA-216: Kutibe aleykumul kitâlu ve huve kurhun lekum, ve asâ en
tekrehû şey’en ve huve hayrun lekum, ve asâ en tuhıbbû şey’en ve huve şerrun
lekum vallâhu ya’lemu ve entum lâ ta’lemûn(ta’lemûne).
Savaş, o sizin için kerih olsa da (hoşunuza gitmese de) üzerinize farz
kılındı. Ve hoşlanmayacağınız bir şey olur ki, o sizin için bir hayırdır. Ve
seveceğiniz bir şey olur ki, o sizin için bir şerdir. Ve (bütün bunları) Allah
bilir, siz bilmezsiniz.
“Olaylar vardır; sizin hoşunuza
gider ama o sizin için hayır değildir, o sizin için şerrdir.”
Bir kişinin arabasının çalındığını düşünün.
Hırsız arabayı çalmış seviniyor, arabayı satacak kazandığı parayla da keyif
edecek. Ama aslında ne yapmıştır; arabayı çalmakla şerr işlemiştir derecat
kaybetmiştir ve şerre seviniyor, o olay şerr olay onu sevindiriyor. Öbür
taraftan arabası çalınan adamı düşünün; arabası çalınıyor, “Nasıl benim arabam
kaybolur.” diye üzüntü duyuyor. Ama aslında arabası çalındığı için hırsızın
kaybettiği bütün dereceler, onun amel defterine kazanç hanesine yazılacaktır.
Arabası çalınmıştır ama karşılığında o arabanın değeri kadar derecat
kazanmıştır. Arabanın çalınması sebebiyle derecat kazandığı için bu, onun için
bir hayırdır. Arabası çalınan kişi arabası çalındığı için üzülüyor; hırsız da
araba çaldığı için derecat kaybetmiştir ama buna seviniyor.
Hayrın ve şerrin bir insandaki mahiyeti onun
derecat kazanması hayır, derecat kaybetmesi şerr şeklinde tecelli edebilir.
Allah’ın vücuda getirdiği hiçbir olay sebebiyle hiç kimse derecat kaybedemez;
böyle bir olay mümkün değildir. O olay, o kişi için onu sevindiren bir olay da
olsa derecat kaybetmez; onu üzen bir olay da olsa derecat kaybetmez. Ama üzen
bir olay olursa derecat kazanır.
Allahû Tealâ
Bakara-197 ‘de buyuruyor ki:
2/BAKARA-197: El haccu eşhurun ma’lûmât(ma’lûmâtun), fe men farada fîhinnel
hacca fe lâ refese ve lâ fusûka ve lâ cidâle fîl hacc(haccı), ve mâ tef’alû min
hayrın ya’lemhullâh(ya’lemhullâhu), ve tezevvedû fe inne hayraz zâdit takvâ,
vettekûni yâ ulîl elbâb(elbâbi).
Hac, bilinen aylardır. İşte kim onlarda (o aylarda), (ihrama girerek) haccı
(kendine) farz edinirse, artık hacta kadına yaklaşmak (ve benzeri davranışlar),
fâsıklık (günaha sapmak), cedelleşmek (sürtüşmek, kavga etmek) yoktur. Siz
hayırdan ne yaparsanız Allah onu bilir. Ve (hayırlarla) (kendinize) azık
hazırlayın. Fakat azığın en hayırlısı muhakkak ki takva sahibi olmaktır.
Ve ey ulûl elbab! Bana karşı takva sahibi olun.
Allahû
Teâlâ’ya sonsuz hamd ve şükrederiz ki; bir konumuzun daha
sonuna geldik. Bütün kardeşlerimizin, insanların dalâletten kurtulmaları için
vazifeli kılınmalarını ve bu istikamette Kur’ân’ın bütün ilmine sahip
olmalarını, Allahû Tealâ’nın hepimizi hem cennet saadetine hem dünya saadetine
ulaştırmasını, Yüce Rabbimizden dileyerek inşaallah bugünkü konumuzu burada
tamamlıyoruz. Allah hepinizden razı olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.