12 Ekim 2015 Pazartesi

MEVLÂNA’NIN ESERLERİ ve MESNEVÎ

MEVLÂNA’NIN ESERLERİ ve MESNEVÎ


Hz. Mevlâna’nın Yolu

Mevlâna Hz.’lerinin yolu ne idi? Aşk yoluydu. Kur’ân’ın tümüydü; kısaca tasavvuftu.
Bundan 1400 sene evvel Peygamber Efendimiz (S.A.V) ile sahâbenin yaşadığı o asra “Saadet Asrı” damgasını vurdurtan Kur’ân ahlâkının bütünüydü. Hz. Mevlâna sadece İslâm’ı yaşadı.
Ruhlarımızı Allahû Tealâ’ya yaşarken ulaştıracağımız hakkındaki MİSAKIMIZI, nefsimizi tezkiye edeceğimiz hakkındaki YEMİNİMİZİ ve fizik bedenimizi şeytana değil, Allah’a kul edeceğimiz hakkındaki AHDİMİZİ yerine getirdi.
Tasavvuf Mevlâna’nın sözünde bir bilgi olmaktan çıktı. Bilinmiş oldu. Çünkü nefs-i emmareden başlayıp yirmi yedinci basamaktaki ihlâsa, kalbin tamamen nurlarla dolduğu kâmil insan olma noktasına, ahsen-i takvime ulaştı.
Tasavvufu, Kur’ân’ın emrettiği İslâm’ı bilmeyen yaşamayanın Mevlâna’yı, dolayısıyla Mesnevî'yi anlaması mümkün olabilir mi? Çünkü o insanı birinci basamaktan alıp 28. basamağa ulaşmasındaki evreleri, güzellikleri, nefsten kurtulmanın yollarını, mürşid farziyetini, kalbin nurlanışını, vahiy alışını, Hakk’a olan aşkını, hayranlığını, sevgiyi ve bu basamakları aşışını anlatır.

Şiir, Mevlâna’nın dilinde güzelliği canlandıran bir ilham güneşi oldu. Etrafına deva ve şifa saçtı. Kim bu pınara dudak değdirdi ise dünyası da ahireti de mamur oldu, ışıdı, aydınlandı.

Fakat aşk neydi? Bir gün bunu O’na sormuşlar da: "Ben ol da bil" demiş.

Bizler O olalım. O’nun gibi olabilir miyiz? Evet! diyor, Kur’ân-ı Kerim. Rûm Suresinin 30. âyet-i kerimesinde Yüce Rabbimiz bütün insanları hanif fıtratıyla yarattığını söylüyor. Rûm Suresinin 31. âyeti kerimesinde ise "Müniy biyne ileyhi" buyrularak; O’na bu fıtratla dönmemiz emrediliyor.

İşte Hz. Mevlâna da Koca Yunus gibi tasavvufun 28 basamaklık kademelerini birer birer aşarak Salâh’a ulaşmış, Şems’in ifadesiyle madde ve mânâ âlemlerinin sarrafı olmuştu.


MEVLÂNA’NIN ESERLERİ – II –


Giriş:
Mevlâna’nın ikisi manzum, üçü mensur olmak üzere toplam 5 eseri vardır. Bu eserler dönemin edebi dili olarak kabul edilen Farsça ile kaleme alınmıştır. Eserlerin defalarca Türkçe çevirileri ve şerhleri (açıklamaları) yapılmış,  bir çok doğu ve batı dillerinde tam metin veya seçmeler halinde yayınlanmıştır.

1) Mesnevî:
Doğu edebiyatlarında Mesnevî; her beyti kendi arasında kafiyeli, aynı vezinle yazılmış manzumelere verilen ortak bir isimdir. Ancak Mevlâna’nın ölümsüz eseri yazıldıktan sonra, Mesnevî denilince; ilk olarak onun 6 ciltlik bir hazine olan ve Mesnevî-i Şerif, Mesnevî-i Manevî gibi isimlerle anılan eserî akla gelir.
Eserin yazılmaya başlanması da enteresandır. Bir gün Mevlâna’nın dostu ve halifesi Çelebi Hüsameddin; Hakim Senai ve Feridüddin-i Attar’ın eserlerinin büyük şöhret bulduğunu, insanların bu eserleri zevkle okuduklarını, Mevlâna’nın da böyle bir eser yazması ve bu eserin hem insanlara faydalı olması, hem de Mevlâna’dan hatıra kalması arzusunu dile getirir.
Mevlâna, Hüsameddin Çelebi’den önce bu ilhamı almıştır; sarığının kıvrımları içinden Mesnevî’nin ilk on sekiz beytinin yazılı olduğu kağıdı çıkarır. Çelebi’ye verir. Eserin yazılmasına böylece başlanır.

MESNEVİ’den İlk 18 beyit:

  1. Şu ney’in nasıl şikâyet etmekte olduğunu dinle. Onun inleyişi ayrılık hikâyesidir.

  1. Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryadımdan erkek, kadın herkes etkilenmekte ve inlemektedir.

  1. Kavuşma derdini açıklayabilmek için ayrılık acılarıyla par­ça parça olmuş bir kalp isterim.

4.  Aslından, vatanından uzaklaşmış olan kimse orada geçirmiş olduğu zamanı tekrar arar.

5. Ben her yerde, her mecliste inledim durdum. Kötülerle de iyilerle de düşüp kalktım.

6. Herkes kendi anlayışına göre benim dostum oldu. İçimdeki sırları araştırmadı.

7. Benim sırrım feryadımdan uzak değildir. Lakin her gözde onu görecek nur, her kulakta onu işitecek kabiliyet yoktur.

8. Beden ruhtan, ruh bedenden gizli değildir. Lakin herkesin ruhu görmesine izin yoktur.

9. Şu ney’in sesi ateştir, hava değildir. Her kimde bu ateş yoksa, o kimse yok olsun.

10. Neydeki ateş ile ilahî şaraptaki kabarış, hep aşk eseridir.

11. Neu. uârinden aurılmıs olanın arkadaşıdır. Onun makam perdeleri bizim nurani ve zulmani perdelerimizi, yani ka­vuşmaya engel olan perdelerimizi yırtmıştır.

12. Ney gibi hem zehir, hem panzehir; hem hoş sesli, hem çekici bir şeyi kim görmüştür?

13. Ney kanlı bir yoldan bahseder, Mecnunane aşkları hikâ­ye eder.

14. Dile kulaktan başka müşteri olmadığı gibi, maneviyatı id­rak etmeye de Allah yolunda
kendinden geçenden baş­ka alıcı yoktur.

15. Gamlı geçen günlerimiz uzadı ve sona ermesi gecikti. O günler, mahrumiyetten ve ayrılıktan hasıl olan ateşlerle arkadaş oldu. Yani ateşlerle yanmalarla geçti.

16. Günler geçip gittiyse varsın, geçsin. Ey pak ve mübarek olan insan-ı kâmil; hemen sen var ol!

17. Balıktan başkası onun suyuna kandı. Nasipsiz olanın da rızkı gecikti.

18. Ham ruhlular, pişkin ve olgun insanların hâlinden anla­mazlar. O hâlde sözü kısa kesmek gerektir vesselam.

Yaklaşık olarak 1259-1268 tarihleri arasında yazılan Mesnevî altı ciltlik dev bir eser olur. Beyit sayısı değişik nüshalarda farklı olmasına rağmen 25600 civarındadır.

***

Mesnevî, Allah'a ulaşmada, tam inanış sırlarını aşmada, dîn temellerinin temelleridir.
“O, Allah'ın en büyük fıkhıdır. Allah'ın en aydın şeriatıdır. Âlemlerin Rabbinden inmiştir: batıl, ne önünden gelebilir ne ardından. Allah gözetir, korur Onu”. (Mesnevî Şerhi I. sayfa 3)
Mevlâna Hazretleri, bunu Mesnevî'sinde şöyle belirtmiş.
“O hekimler gıda verir, meyve sunarlar hastaya; hayvanî can, onlarla güçlenir kuvvetlenir.
Biz ise iş hekimleriyiz. Söz hekimleri; bize ilham veren ululuk sahibi Allah'ın ışığıdır.
Bu doktorlara kılavuz sidiktir; bizim kılavuzumuzsa değeri yüce VAHİY'dir. Biz kimseden tedavi ücreti, emek karşılığı birşey istemeyiz; bizim ücretimiz Hakk'tan gelir bu da yeter bize"
Tarikatlar Ansiklopedisinin 231. sayfasında Ahmet Güner, Mevlâna Hz.'lerinin şu sözlerine yer veriyor:
"Ben kafiye düşünürüm; sevgili bana der ki, "Yüzümden başka hiçbir şey düşünme! Ey benim kafiye düşünenim, rahatça otur, benim yanımda devlet kafiyesi sensin. Harf ne oluyor ki sen onu düşünesin. Harf nedir? Üzüm bağının çitten duvarı. Harfi, sesi, sözü birbirine vurup paramparça edeyim de seninle bu üçü olmaksızın konuşayım."
Mevlâna Hz.'leri dermansızlıktan yazı yazamadığı için Mesnevî, Hüsameddin Çelebi tarafından ele alındı. Eser tamamlandığında Mevlâna Hz.'leri ömrünün son günlerini yaşayan bir insandı.

2) Divan-ı Kebir
Doğu edebiyatlarındaki bütün şairler divanlarını oluşturan şiirleri kafiyelere göre alfabetik sırada düzenlerler. Ancak Mevlâna’nın 40.000 beyite yaklaşan şiirleri, önce aruz veznindeki, benzer vezinlerin oluşturduğu bahir denilen gruplara göre ayrıldıktan sonra alfabetik düzenlemeye tabi tutulmuş, neticede ortaya 21 divandan oluşan dev bir eser çıkmıştır. Bu yüzden esere büyük divan anlamında Divan-ı Kebir denilir.
Divan-ı Kebir; Mevlâna’nın kaside, gazel, rubai ve diğer şiirlerini içine alır.

Bu arada Mevlânâ, basit; fakat düşündürücü ve bilhassa buluş kabiliyetini gösteren deliller getirir, örnekler verir, anlatmak istediği şeyi apaçık bir hâle koyar, hatta gülünç hikaye­ler bile söylemekten çekinmez. Zaten Divan’ındaki bir gaze­linde;
“Benim gülünç şeyler söylemem, gülünç şeyler söyle­miş olmak, eğlenmek, eğlendirmek için değil; öğretmek, halkı neşelendirip anlatmak istediğimi anlatmak içindir.” der.


3) Fihî Mafih
Fihî Mafih; ‘onun içindeki içindedir’ veya ‘içinde içindekiler vardır’ anlamına gelir. Bu eser Mevlâna’nın çeşitli meclislerdeki sohbetlerinin, oğlu Sultan Veled ya da müritlerinden biri tarafından notlar halinde yazılması, bu notların da sonradan bir araya getirilmesiyle meydana gelmiştir.
Altmışbir bölümden oluşan Fihi Mafih’te Mevlâna’nın tasavvufi düşünceleri ile şiir telakkisi, dünya, ahiret, velî, nebî, mürşid, mürid, cennet, cehennem, insan, dîn, iman, aşk, irade, sema ve ibadet gibi konular ele alınmıştır.

Mevlâna Fihî Mafih adlı eserinde şöyle belirtir:
Hz. İsa çok gülerdi, Hz.Yahya çok ağlardı. Hz. Yahya Hz. İsa'ya;
- Sen Allah'ın ince hilelerinden güven içinde bulunduğun için mi böyle gülüyorsun? Deyince
 Hz. İsa:
- Sen de Allah'ın ince, lâtif ve garip LÜTÛF'larından haberin olmadığı için mi bu kadar ağlıyorsun? dedi.

Allah dostu bir kişi bu konuşmaya şahit oldu. Allah'a sordu:
- Bu ikisinden hangisinin makamı yücedir?
             El-cevap:
- BANA İYİ NİYET BESLEYEN DAHA ÜSTÜNDÜR.


4) Mecalis-i Seb’a
“Yedi Meclis” anlamında Mevlâna’nın yedi vaazından oluşan bir eserdir. Vaaz sırasında not edilerek, Sultan Veled veya Çelebi Hüsameddin tarafından yazıya geçirilip, kitap haline getirilmiştir. Eserde her vaaz bir meclis olarak ele alınmış; her mecliste bir hadîs konu edilmiş, halkın anlayabileceği örneklerle ve halk hikayeleriyle o hadîs açıklanmıştır.

5) Mektubat
İnsanlara rehber olma niteliği taşıyan aydınlar, kaleme aldıkları her eserle, her yazıyla bu görevlerini sürdürürler. Bu yüzden İslâm edebiyatlarında büyüklerin mektuplarının bir araya getirilmesi ve bir eser halinde toplanması gelenektir. Mevlâna’nın Mektubat’ı bu türden, devrinde çeşitli kimselere yazdığı 147 mektuptan oluşur.
Mevlâna, diğer eserlerinde olduğu gibi; mektuplarını da âyet, hadîs, hikaye ve şiirlerle süsler.


Şems-i Tebrîzî’nin Eseri: Makalât
Bugünün diliyle  ‘Konuşmalar’ diye adlandırdığımız bu kitabın aslı, Farsça ve Arapça ile karışık, onüçüncü yüzyılda yazılmış çok çetin ve arkaik pasajlar ve deyimlerle dolu bir elyazmasıdır. Eser, çok önemli ve şaşırtıcı tasavvuf konularını içine aldığı gibi, o çağın belli başlı şahsiyetlerini, zamanın kültür ve bilim hareketlerini yansıtması, hele Mevlânâ Celâleddin'in karanlıkta kalmış olan bazı yönlerini aydınlatması bakımından da bir hazine değerindedir.


***

O’nun kendi beyitlerinde, Mesnevî'de biraz gezinelim.

* Mevlâna, yaşarken ruhu Allah’a ulaştırma misakını şu kısacık cümle içinde ne güzel belirtir:

Mevlâna’ya yolunuz nedir? diye sormuşlar. Mevlâna:

“Ölmek geçer,  akçayı göğe iletmek. Yüce Allah, varlık âlemini yokluktan meydana getirmiştir. Öyleyse, senin de yok olman gerek ki, senden de bir şey meydana gelsin”

*
Nefsin tezkiye edilmesinde ise:

Bağı çöz, hür ol ey oğul. Ney gibi kendi varlığından boşalırsan, şeker kamışı gibi şekerle dopdolu bir hale gelirsin”

* diyen Mevlâna bunun kolay olmadığını da belirtir:

            “Şunu bil ki safları yaran aslanla savaşmak kolaydır.
Aslan o'dur ki nefsini alt eder.
İmanını yenile; ama dille söyleyerek değil.
A gizlice dileğini yenileyen kişi.
Dile uyup yenilendikçe, iman yenilenemez;
Çünkü nefsin dileğine uyuş, o kapının kilididir ancak,
Ruhuna dokunamamış sözü te'vil etmişsin.
Kur’ân-ı değil, kendini tevil et.
Kendi hevana uyuyor ve Kur'ân-ı te'vil ediyorsun.
Yüce anlam senin yüzünden alçalıyor, eğriliyor.”

* sözleriyle bugün de olduğu gibi mürşid önünde söylenmemiş bir kelime-i tevhidin kişiyi iman sahibi etmediğini açıkça vurgular ve Mürşid farzdır. Hem de farz-ı âyin.

"Eğer şeyhsiz kalsaydım, yolda kalırdım. Şeyhi olmayanın dîni de yoktur.”
(Ariflerin Menkıbeleri cilt L, syf. 489.)

“Hakikati görenin huzurunda susmak sana faydalıdır. Bundan dolayı Kur'ân-ı Kerim'de "Susunuz!" emri varit oldu, O halde git, itaat etmek üzere bir şeyhin, bir üstadın emri gölgesinde sus.”
(Mesnevî Şerhi cilt 4, syf. 784.)

“Nefsi pîrin gölgesinden başka hiç bir şey öldüremez;
O nefs öldürenin eteğine sımsıkı tutun.
O'nu sımsıkı tuttun mu, bu O'nun başarı bağışlamasıdır. Sana ne güç kuvvet gelirse, O'nun çekişinden gelir.”

“Attığın vakit sen atmadın’ı” iyi bil;
Can ne ekerse o canında canındandır.
El tutan, yük yüklenen odur. Soluktan soluğa o soluğu O'ndan um.”


* Herhangi bir mürşide Hacet Namazı kılınmadan gidilebilir mi? Elbette ki Mevlânamız bunun da uyarısını  yapar.

"İnsan yüzlü pek çok iblis vardır. Öyleyse her ele el vermemek gerek.
Çünkü avcı da ıslık çalar, kuşun ötüşünü taklid eder; o kuş tutan böylece kuşları kandırmak ister.
Aşağılık kişi de dervişlerin sözlerini çalar da bir bön kişiye o afsunu okuyup üfürerek kandırmak ister."

* Kişi Hacet Namazını kılarak mürşidini gördüğünde onun önünde bir tövbe olayı vardı ki Mevlâna Hz.leri bu tövbeyi yaptırdığını bakınız ne kadar açık olarak ifade eder:

"Madem ki Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir."
Bir olan Allah, bizim elimize benim elim demiştir. Öyleyse benim elim pek uzun, yedinci kat göğü bile aşmış."


* Ancak bu tövbeden sonra, Mücadele Suresinin 22. âyet-i kerimesiyle "Ve ketebe fiy kulubihim İmane.” Kalplere imân yazılıyor. Nur Suresinin 21. âyet-i kerimesindeki fazilet ve rahmet isimli nurlar kalbine inerek nefs tezkiyesini başlatıyordu. Yolun başında iken;

Aşk delidir, biz delinin delisiyiz. Nefs-i emmaredir. Biz emmarenin emaresiyiz”

* diyen Mevlâna Hz.leri mürşidi Şems'in önünde yaptığı tövbeyi günahlarının sevaba çevrilişini ise şöyle dile getirir:

“Suçlarım tamamiyle ibadet oldu şükürler olsun.
Alay geçti gitti, gerçek ispat edildi şükürler olsun.
Suçlarım Hakk'a vesile kesildi; artık kınama, yerme suçlarım benim.”
* Ayrıca, Mevlâna kendisini yolda kalmaktan kurtardığı içindir ki mürşide itaati Allah'a itaat sayar. Mesnevî’de bunu şöyle dile getirir:
“Şeyhin hükmünü tereddüt etmeden kabul etmeli ona itaati Allah ve resulüne itaat, muhalefeti de Allah ve resulüne muhalefet bilmelidir.”
* Mevlâna, müridin manevî midesi olan aklını ve gönlünü hakiki şeyhin sohbetinden gıdalandırması gerektiğini Mesnevî'de şöyle belirtir:
Mideni şu ottan (yavan sözlerden) vazgeçir. Reyhan ve gül yemeye başla. Ot ve arpa yiyen kurban olur. NUR'a ULAŞMIŞ ŞEYH, insana yol bildirir, sözünü nurla yoldaş eder. Çalış, çabala da NUR'a ulaş, sözünden Allah nuru aksın.”

* Ve Vel-Asr Suresinde bildirilen insanı sıfırdan alıp kâmil insan yapan 28. basamağa ulaşma… Daîmi zikir, nefsin kalbinin nurlarla doluşu ve tüm sırların kendine açılışı…

“ Sen insan huylarından öldün mü, sırlar denizi seni başının üzerinde taşır.”

*  İşte Mevlâna’nın ‘insan huylarından ölmesi’ yani,; nefsini nasıl tezkiye ve tasfiye ettiğinin sırrını da şu menkıbeler verir:

Mevlâna Hz.lerine sorarlar:
- Siz Efendimizin zikri nedir? Bunun üzerine Mevlâna: “Bizim zikrimiz (Allah, Allah, Allah...dır. Çünkü biz Allah’a aidiz. Allah’tan geliyor ve Allah’a gidiyoruz.” buyurur.

Oğlu Bahaaddin Veled ise şöyle söyler:
- Babam daima Allah’tan işitiyor ve Allah’tan söylüyordu. Allah’ı zikredi-ci idi. Çünkü Allah, peygamberlerin ve velîlerin hepsine hususî bir isimle tecelli etmiştir. Biz Muhammed’e ait olanların tecellisi ise “Allah!” ismi iledir. Çünkü o hepsine camîdir. (A.Menkıbeleri cilt I syf.274.)
Bir gece babam namazla meşguldü. Ben onun yanma oturmuştum. Babam kıyam halinde: “Allah, Allah...” diyordu. Biraz sonra mübarek ağzının açık kaldığını ve dudağının oynamadığını gördüm. Fakat göğsünden yine “Allah, Allah...” sesi geliyordu.
(A. Menkıbeleri cilt I syf 341.)

* Ve Mevlâna Hz.leri 13. asırdan günümüze bize Hakk'ın sesini ulaştıracak kişilerin varlığını da şöyle müjdeler:

“Her devirde peygamber yerine bir eren vardır. Kıyamete dek bu böyle sürer gider.
Kimin huyu güzelse kurtuldu; kimin gönlü sırçaysa kırıldı gitti.
Şu halde diri olan; her solukta işte güçte bulunan imam.
O erendir; ister Ömer soyundan olsun, ister Ali soyundan.
A yol arayan, MEHDİ de O'dur. HÂDÎ de O.
Hem gizlidir, hem de yüzüne karşı oturup durur O.
O ışık gibidir; akıl Cebrailidir.
O'nun ondan aşağı derecede bulunan ereni de (vezirleri de) kandilidir O'nun.
Bu kandilden aşağı derecede bulunan eren de kandilliğimiz bizim.
Işığın mertebe bakımından dereceleri var.
Çünkü Allah'ın ışığının yediyüz perdesi vardır; ışık perdelerini bu kadar kat bil.
Her perdenin ardında bir toplum var. Bunlar imama dek saf safür.
En sondaki safta bulunanların gözleri, zayıflık yüzünden ön saftakilerin ışığına dayanamaz.
Ön saftakilere yaşayış kesilen o aydınlık, bu şaşıya can zahmetidir, sınamadır.
Fakat şaşılık azar azar azalır yediyüz perdeyi aştı mı deniz kesilir gider.
Bir damla bir ummanı... Bir yok, bir varı nasıl anlatabilir?

************


Mevlâna ile Kıssadan Hisseler:

Hz. Mevlâna bir gün dostlarıyla birlikte şehir dışında dolaşıyordu. Bir harabe önünden geçerken orada sarmaş dolaş uyuyan birkaç köpek gördüler. Dervişlerden biri dedi ki, - “Şunlara bakın, aralarında ne güzel de dirlik, birlik ve beraberlik kurmuşlar, nasılda kucak kucağa uyuyorlar..”
Hz. Mevlâna’nın bunun üzerine söyledikleri dünya kanunlarının belki de en müthişini dile getiriyordu:
- Sen, derviş, bunlar arasındaki dirlik ve birliğin ne kadar değeri olduğunu anlamak istiyorsan, ortalarına bir leş veya bir miktar ciğer at, o zaman bu dostluğun nasıl olduğunu görürsün. Dünya malına tapanların aralarındaki dostluk böyledir. Aralarında bir çıkar ve karşılık olmadıkça birbirlerinin dostudurlar. Araya dünyalık bir şey girince nice yıllık namus ve şereflerini havaya verirler ve aralarındaki bütün hukuku unuturlar. İşte bunların birleşmesinin gerçekte bir kıymeti yoktur.
Hz. Mevlâna’nın bu eşsiz tesbiti, Kur’ân’da, beraberlikleri bazı çıkarlara dayanan dünya perestlerin durumu Haşr Suresi 14. âyet-i kerime ile anlatılmaktadır:

59/HAŞR-14:
Onlar, korunmuş şehir içinde veya duvarlar arkasında (surlar içinde) olmadıkça, sizinle toplu olarak savaşamazlar. Onların kendi aralarındaki çarpışmaları şiddetlidir. Sen onları toplu sanırsın, (oysa) onların kalpleri dağınıktır. Bu, onların akıl etmez bir kavim olmaları sebebiyledir.

Mevlâna ve Kur’ân-ı Kerim âyetleri, dünya düzeyinde, nefsleriyle ahenk içinde olan insanların, her ne kadar dost görünseler de, menfaatlerine ters düşecek küçük bir olayın, görüntüde var olan dostluğu, düşmanlığa ve çıkar çatışmasına çevirmesinin ne kadar acı olduğunu göstermektedir. Bu küçücük olay bunu ne güze! anlatıyor. En ideal değerleri sergileyen bir şeklin arkasında en sefil niyetlerin saklanabileceğini unutmamak gerek.


***

Kılıç kendini kesmez:

Mevlâna Celaleddin, Tebrizli Şems’in aşkından o kadar ağladı ki; gözleri rahatsızlandı ve hiçbir ilaç fayda vermedi. O günlerde Mevlâna’nın öğrencilerinden birinin oğlu göz hastalığına yakalanmıştı. Oğlunu Mevlâna’ya getirip şifa bulmak istedi. Çocuk Mevlâna’nın hasta gözlerini görünce; içinden şüphe ile;  “Kendi derdine çare bulamayan, kimse başkasının derdine çare nasıl bulur diye?” geçirdi.
Mevlâna, delikanlıya; “Bana biraz daha yaklaş, gözlerime bak.” Dedi. Çocuk bakamaz. Mevlâna çocuğa; “Oğul! Kılıç kendini kesmez, fakat kendinden başka her yerde ‘Zülfikarlık’ yapar. Hakk’ın adeti ve yasası budur.” Der.

***


Konya çarşısında Zerkubi’nin dükkanı; Mevlâna’nın ve aşıklarının toplantı yeriydi. Yine bir gün dostlar Mevlâna’yı dinliyorlardı. Birden bir adam ağlayarak, Mevlâna’nın ayaklarına kapanıp; “Sultanım! Yedi yaşında bir çocuğum var. Kayıp ve bulamıyorum. Himmet et, kerem et.” Dedi. Mevlâna hiçbir cevap vermiyor, sadece düşünüyordu. Sonra gözlerini etrafındaki kalabalığın üzerinde gezdirdi.
“Tuhaf şey! Çok tuhaf şey! Bütün varlıklar Allah’ı kaybetmişler, onu hiç aramıyorlar, onun için bir istekte bulunmuyorlar.  Ne göğüslerini ve ne de başlarını dövüyorlar. Sende kendi çocuğunun hasreti ile harap oluyorsun? Neden bir an Hakk’ı aramıyor ve ondan imdat istemiyorsun ki; kaybolmuş Yusuf’unu Yakup gibi bulasın?” dedi.

***

İki dost vardı. Birbirlerini çok seviyorlardı. Bu dünya dostluklarıydı. Bir gün hiç yüzünden araları bozuldu ve kimse onları uzlaştırıp, barıştıramadı. Mevlâna şöyle dedi:
“İki türlü insan vardır: Toprak gibi donmuş ve ağırlığı yüzünden hareketsiz kalmış insanlar. Bir de su gibi akan ve harekette olanlar. Bu akan su toprak üzerinden aktığı zaman toprakla olan komşuluğu sayesinde , binlerce gül bahçesi yeşertir.”

Yani; iki dargın dosttan, birinin toprak birinin su gibi olması ve su gibi aziz olanın, toprak gibi ağır ve sert olana akarak onu yeşertmesi ve barış çiçekleri, vefa ve neşe güllerini açtırması gereklidir.
Mevlâna şöyle devam eder: “ Bana bak! Nurettin kardeşin toprak hükmünü aldı, yerinden kımıldamıyor. Seninle barışmıyor. Öyleyse sen su niteliğini al, kerem et, onun tarafına git de, dostlarının içi rahat etsin.”

***

Konya’da Mecdeddini Cendi isimli bir imam Mevlâna’ya inanmaz, ondan nefret eder ve onu her fırsatta yalanlamak ister. Bir mecliste konuşulup, ‘Az sonra meclise Mevlâna’nın da geleceği söylenir. Mecdeddini; “Bugün Mevlâna ne söylerse karşı geleceğim ve kabul etmeyeceğim.” der. Az sonra kapı açılır ve Mevlâna içeri girer. “La İlâhe İllallah ve Muhammeden Resûlullah.” Der. Duyanların hepsi feryat eder. Bu söz nasıl inkar edilebilirdi. Mecdeddin Mevlâna’ dan öyle bir cevap almıştır ki; imana gelir, secde eder ve onun müridi olur.

***

Mevlâna, bütün suçların yıkanıp arındığı, bütün günahların temizlendiği bir af ve anlayış kapısıdır. Bir gün Mevlâna’ya: “Filan kimse, hiç günah işlememişti.” demişler de esefle dudak bükmüş; “Keşke işleseydi de, sonra pişman olsaydı.” demiş.

Kıssadan Hisseler:

Fakir çoban, kırlarda koyunları ile dolaşırken çevreyi inceliyor ve her gördüğü bitkide, hayvanda Allah’ı hissediyordu. Öylesine Allah’ı SEVİYORDU ki, O’na HİZMET etmek istiyordu.
Çok fakirdi, üstündeki giyeceklerden başka hiçbir şeyi yoktu. Herkesten uzak dağlarda yaşadığı için, başka bir yaşam tarzı olduğunu da düşünemiyordu. Herkesi kendi gibi zannediyordu. ALLAH’I da. Aklına Allah’ın elbiselerini yıkayıp, saçlarındaki bitleri kırmak geldi!.. Başladı Allah’la konuşmaya;
- Ey Allah'ım! Ne olur bana elbiselerini ver yıkayayım... Getir saçlarındaki bitleri kırayım...
O sırada bu konuşmayı oradan geçmekte olan Hz. Musa duydu. Fakir çobanı uyardı;
- Ey çoban! Hiç Allah’ın elbisesi, saçları olur mu? Ne biçim konuşuyorsun sen?
Çoban mahçup, sustu... Hz. Musa da ilerledi. Tam yola koyulmuştu ki, Allah’tan gelen bir vahiyle durakladı:
-         EY MUSA!.. ARAMIZDAN ÇIKSANA! NE GÜZEL KONUŞUYORDUK ÇOBANLA...
                                                                ***

Bir padişah vardı. Devlet büyüklerini bir araya topladı ve vezirine çok değerli bir taş gösterip onu kırmasını söyledi. O da taşın çok değerli olduğunu ve kıramayacağını söyledi. Padişah da vezirine ‘aferin’ deyip, onu paraya boğdu. Halk tüm olanları duydu.
Birkaç gün sonra halktan birini çağırıp ona da taşı kırmasını söyledi. O vatandaş da önceden olanları bildiğinden taşı kırmadı. Padişah onu da paraya boğdu. Sonra Eyaz isminde bir kişiyi çağırdı. Eyaz aldı ve değerli taşı acımadan kırdı. Padişah şaşkın vaziyette: “Sen neden kırmamazlık etmedin öncekiler gibi? Eğer öyle yapsaydın seni de mala paraya boğardım.” dedi. Bunun üzerine Eyaz: “Ben yüzümü Allah’tan ayırıp da müşrik gibi taşa mala yüz tutmam” dedi. “Aman ha sizler de mala yüz vermeyin. Zira mal mülk bez gibi, hırs ise yara. Eğer bir eşeğin yarasına bez bağlarsanız o bez yapışır, çekerken eşek tekme atar. Kimin hırsı fazlaysa yarası da fazladır.”

 Mevlâna da bu konuda şöyle der: “Ekmek için kendimde hırs görseydim karnımı, deşerdim.”


MESNEVİ’den Diğer Beyitler:

* Göklerin kadehine uzanabilen el, yeryüzünün kadehine tenezzül eder mi?
Bir dilenci gibi her kapıyı çalma, her kapıya başvurma. Sen üstün bir varlıksın. Güçlüsün, elin göklerin kapısına ulaşabilir. Sen o kapıyı, göklerin kapısını çal. Gökyüzünün, ötelerin aşk kadehi, seni ne hale getirdi, mest ettiyse, kendinden geçebildinse, şu dünyadan, şu fani alemden de vazgeç, düşünme.

***
* Bizim mest olmamız için şaraba ihtiyacımız yoktur. Meclisimizin renklenmesi için çenk ve rebab da istemeyiz. Biz gönül alıcı bir güzelin yüzünü görmeden, hoş sesli çalgıyı dinlemeden, sakinin elinden yeryüzü şarabı içmeden mest olmuşuz, kendimizden geçmişiz.

***

Cenabı Hak; “Ey kulum! Sen nerede olursan ol, Ben seninle beraberim.” diyor.

* Mevlâna diyor ki; “Şunu anladık ki; biz görünen şu tenden, bedenden ibaret değiliz. Biz görünen bedenin ötesinde Allah ile beraber yaşıyoruz.”

Hz. Ali diyor ki; “Sen kendini küçük bir varlık sanıyorsun. Oysa ki; sen büyük bir âlimsin. Biz burada kaç kişiyiz? Her birimiz burada birer âlemiz.”

* Mevlâna da;  “Sen şu bedeninden gelen sesi, orada çalışanların sesini duyuyor musun? Duysan, sen büyük bir şehirsin. Hayır! Binlerce büyük şehirsin.” diyor.

***


Her gün bir yerden göçmek ne iyi.
Her gün bir yere konmak ne güzel.
Bulanmadan, donmadan akmak ne hoş.

Dünle beraber gitti, cancağızım,
Ne kadar söz varsa düne ait.
Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

Kul ol da yeryüzünde at gibi hür yürü,
 Cenaze gibi omuzda götürmesinler seni.
Yükleme, kendin yüklen,
Baş olmayı az iste,
Yoksulluk daha iyi

***

Evrenin en değerli varlığı olan insan; üzerindeki Allah’ın tecellisi ile O’nun aynasıdır. Bu nedenle aynayı temiz tutmakla, kirden pastan arındırmakla sorumluyuz. Birbirimizin aynasını da kirletmemekle, temiz tutmakla sorumluyuz.

Ey can, sakın aynaya hoh deme.
Ona ziyan verip buğulandırma

Yani birbirimizi incitmemek, başkalarını kötüleyip, üzerlerine kara çalmamak, herkesi sevip saymak, öfkelenmemek, sabırlı olmak, insanların kötü yanlarını değil iyi yanlarını öne çıkarmak, onları yüceltmek ve alçak gönüllü olmak…

Eğer onda kendi çirkinliğini görüyorsan, aynaya kızma
Sen görüş sahibi ol da dikeni de gül gör.
Dikensiz gülü herkes görür.
Sen mekan alemindesin , aslın ise mekansızlık alemin de.
Bu dükkanı kapat da o dükkanı aç

Fazla şey isteme ve kimseden daha fazla olma,
Merhem ve mum gibi ol, iğne gibi olma
Eğer fenalık görmek istemiyorsan,
Kötüleyici, kötülük öğretici, kötü düşünceli olma.


***

Mesnevî’den Hikayeler

Mevlâna’nın Mesnevî’sinin içinde toplumsal, felsefî, ahlakî, dînî ve aşk ile ilgili binlerce ibret verici hikâye bulunmakta­dır. Mesnevî; hem hayalî hem de realist hikayeler içerir. İnsanlar arasında olduğu kadar hay­vanlar arasında da geçen olaylarla da mesajlar veren bir eserdir.

Onun hikâyeleri günümüzde de bize ibret olmaya devam ediyor.
Mevlâna’nın “fil” hikâyesi, kör, sağır ve dilsizlerin durumunu ne güzel anlatıyor.

Fil:
Fillerinden çok gururlanan Hintliler, hayatlarında hiç fil görmemiş olan bir grup insana fil göstermek istediler.
Fili karanlık bir ahıra koydular, görmek isteyenleri çağırdılar. Bir sürü insan küçük ahıra doluştu. Ama ahır öyle karanlıktı ki, kimse doğru dürüst bir şey göremiyordu.
Bu yüzden insanlar ellerini filin orasına burasına sürmeye, dokunarak tanımaya çalıştılar.
Dışarı çıkanlar da fil hakkında öğrendiklerini anlattılar. Biri, filin hortumuna dokunmuştu. “Bu fil dedikleri, kocaman bir hortuma benziyor.” diye anlattı. Birisi filin kulağına dokunmuştu. “Fil, yelpaze gibi bir hayvan.” dedi.
Bir başkası sadece bacağına ulaşabilmişti. “Kalın bir direk.” Dedi
Aralarında biri daha meraklı çıkmış, filin gövdesinin büyük bir bölümünde elini dolaştırmıştı. “Büyük bir kayaya benziyor.” dedi.

Mevlâna hikâyeyi şöyle bitiriyor. “Herkes filin neresine dokunduysa fili öyle bir şey olarak anlattı. Ama ellerinde onlara kılavuzluk edecek bir ışık olsaydı, filin bütününü görebilir, doğru bilgi sahibi olabilirlerdi.”


Tüccar ile Papağanı:
Bir tüccarın, kafese kapattığı çok güzel bir papağanı vardı. Bir gün Hindistan’a gitmesi icap etti. Herkesten ne istediğini sor­du. Sıra papağana gelince, dedi ki: “Oradaki papağanlara söyle, siz serbestçe gezip dolaşırken, benim kafeslerde kapalı olmam, doğru mu­dur? Bir sabah vakti beni de hatırlayın da, birazcık mutlu olayım…”
Tüccar, Hindistan’a vardı. Gördüğü papağanlara kendisini tanıtarak, papağanının söylediklerini nakletti. Ancak, sözü biter bitmez, papağanlardan biri anında düşüp öldü…
Tüccar, memleketine döndü. Olanları kendi papağanına da anlattı. Papağan da kafesin içinde önce titredi, sonra hareketsiz kalıp öldü. Tüccar çok üzüldü. Kafesi açıp, ölü papağanı alıp pen­cerenin kenarına bıraktı. Bırakır bırakmaz, papağan canlanıp uçtu. Tüccara da dedi ki:
“O Hindistan’daki papağan, selamımı alınca, ölmüş gibi yaptı.

Yani bana dedi ki, ‘Kafesten kurtulmak istiyorsan, öl’ Ben de onun dediğini yaparak kurtuldum.”

Serçe’nin Avcı’ya Verdiği Öğüt:
Bir gün, avcının biri, bir serçeyi yakalar. Serçe ona der ki: “Benim bir lokma etimden ne olacak ki? Sen beni serbest bırak, ben de sana hayatta her zaman gerekli olacak, üç tane öğüt vereyim.” Avcının aklı yatar ve kuşu serbest bırakır. Kuş uçup yüksekçe bir dala konduktan sonra başlar: “Olmayacak şeye, kim söylerse söylesin, inanma,” bu birinci öğüdüdür.
İkinci Öğüt: “Geçmiş gitmiş şeyler için üzülme; bir şey senden git­tikten sonra, onun özlemini çekme,” dedikten sonra, “Benim karnımda on dirhem inci vardı, beni bırakınca, inciden oldun” diye devam etti. Bunu duyan avcı başladı, “ah aptal kafam” diyerek dövünmeye.
 Kuş bunun üzerine, “Hani geçmiş gitmiş şeyler için üzülmeyecek­tin…” der.
Avcı “haklısın” deyip, Üçüncü Öğüdü de vermesini ister. La­kin kuş, “Diğer öğütlerimi tuttun mu ki, üçüncüsünü de tutasın” diyerek uçup gider.

Uykuya dalmış, bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere to­hum saçmaktır. Aptallık ve bilgisizlik yırtığı, yama kabul etmez.

Hırsız:
Bir gün hırsızın biri, bir bahçeye girip, meyve ağacının üstü­ne çıktı. Bir yandan yiyor, bir yandan da yerlere döküyordu. Bahçe sahibi bu durumu görünce: “Behey Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz, bu ne densizliktir” diye seslendi. Hırsız, büyük bir pişkin­likle: “Ne bağırıyorsun, bahçe Allah’ın, meyve Allah’ın, sana ne olu­yor?” dedi. Mal sahibi, “öyle mi?” diye kafasını salladı. Sonra da adamlarına, hırsızı falakaya yatırmalarını söyledi. Hırsız sopayı yedikçe: “Yapmayın, etmeyin. Allah’tan korkun” diye yalvarmaya başlayınca, bahçe sahibi: “Ne bağırıp duruyorsun? Sopa Allah’ın sopası, vuran da Allah’ın kulu…”

Namazda Konuşan Hintliler:
Dört Hintli birlikte namaza durmuşlardı. Biri, namazda iken, müezzine sordu: “Ezan okundu mu?” Yanında ki atıldı: “Ezan okunmasa idi, şimdi namazda olur muyduk?” Üçüncüsü, “konuştuğu­nuz için namazınız bozuldu, susun” dedi. Dördüncüsü de: “Şükürler olsun ki, ben boşu boşuna konuşup da namazımı bozmadım” dedi. An­cak şurası kesin ki, dördünün de namazı bozulmuştu.

Ne mutlu o kişiye ki, kendi ayıbını görür; kim birinin ayıbını görürse, o ayıbı kendisinde bulur. Sende o ayıp yoksa da, yine emin olma; çünkü o ayıbı bir gün sen de yapabilirsin; o ayıp seni de bulur.

Aslan’ın Payı:
Aslan, kurt ve tilki ormanda avlanıyorlardı. Akşama kadar bir öküz, bir keçi, bir de tavşan avladılar. Sıra bölüşmeye gelmişti. Aslan, Kurt’a pay etmesini söyledi. Kurt, öküzü aslana, keçiyi kendisine, tavşanı da tilkiye verdi. Aslan buna sinirlenerek, bir pençede kurdu yere serdi. Sonra da, tilkiye aynı işlemi yapmasını söyledi. Tilki, “Ey büyük sultan, pay etmek ne haddime. Şu küçük tavşan sabah kahvaltınız, keçi öğlen yemeğiniz, öküz de akşam yemeğiniz olmalıdır” deyince, aslanın ağzı kulaklarına vararak tilkiye sordu: “Bu kadar adaletli paylaşımı nereden öğrendiniz?” Tilki: “Şu haddini bilmez kurdun halinden” diyerek cevap verdi…

Akıllı o kişidir ki, dostlarının başına gelenlerden ders alır.

 ****
Çok eski zamanlarda bir padişah vardı. En son aldığı cariye­ye aşık olmuştu. Ancak, gel gelelim cariye hastalanmasın mı? Bütün hekimler seferber olup, “Kolay, hallederiz” dediler. Hiçbiri “Allah isterse” demediği için, cariye bir türlü iyileşmedi. Bilakis günden güne, hastalığı daha da arttı.
Padişah hekimlerin başarısızlıklarını görünce, ağlayarak Al­lah’a yalvarmaya başladı: “Yarabbim, sen varken tuttuk bir ölümlü cariyeye gönül verdik. Hastalandı, medeti Senden değil, hekimlerden bekledik, bağışla beni…”
Bu yalvarma, Allah’a hoş geldi. Gece padişah uyurken, rüya­sında aksakallı bir ihtiyar göründü ve “Yarın yanına bir garip kişi gelecek. Bu ki o bizdendir. Hastanı iyileştirecek.” dedi.
Ertesi gün, beklenen kişi gelince, padişah herkesten önce ko­şup, kapıyı açtı. İzzet, ikramda bulundu. Sonra, kişi hastayı muayene etti. Anladı ki, kızın derdi, gönül derdidir. Bulmak için, kızın nabzını tutup, hayat hikâyesini anlattırmaya başladı. Niyeti, hangi isim geçtiğinde, kızın nabzının atışı artıyorsa, böylelikle sevdiği kişiyi öğrenmekti. Kız anlattı, hekim dinledi. Amaç, kişiyi öğrenmekti. Kız anlattı, hekim dinledi. Ta ki, Semerkand’a gelinceye kadar. Sonunda, kızın Semerkand’lı bir kuyumcuya aşık olduğunu öğrendi. Kızı muayene eden hekim, kızı bu üzüntüden kurtarmak için, kuyumcuyu bulmaya karar verdi. Yalnız, kızdan bundan sonra neşelenip gülmesini, padişaha da bir şey söyleme­mesini tembih etti. Sonra da padişahın huzuruna çıkıp, “Kızın iyileşmesi için, bu kuyumcunun bulunması gerekir” dedi.
Padişah, kuyumcuyu buldurtup, sarayına getirtti. Onu Kuyumcubaşı yaptı. Cariyeyi de kuyumcuya verdi. Aradan altı ay geçmeden, cariye sapasağlam oldu. Bu sefer, bizim hekim bir şurup yapıp kuyumcuya içirdi. Çok geçmeden kuyumcu eriyip solmaya başladı. Bu çirkin halini gören kız ondan soğudu. Bir müddet sonra da kuyumcu öldü.

Ölmeden önce de şunları söyle­di: “Bu dünya bir dağa benzer. Yaptıklarımız dağa seslenmek gibidir. Sesimiz, güzel de olsa çirkin de olsa, dağa çarpıp geri dönerek, gelir bizi bulur.”


Padişahın Yeni Köleleri:
Padişah’ın biri iki tane köle satın aldı. Huzuruna teker teker çağırdı, konuştu. Biri, diğerinin hakkında çok güzel şeyler söyle­mişken, diğeri onun hakkında olmadık ağır sözler sarf etti. Padi­şahta diğerini huzurundan kovdu, Öbürünün de hayatını bağışla­dı.

İnsanoğlu dilinin altında gizlidir. Bu dil can kapısına perde­dir. Güzel ve iyi görünüş, güzel bir huyla birleşmezse beş para dahi etmez.



Hz. Mevlâna’dan Hoşgörü Sözleri

mevlananın hoşgörü sözleri
“Gel, gel, ne olursan ol yine gel
 İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel"

"Sevgide güneş gibi ol, dostluk ve kardeşlikte akarsu gibi ol, hataları örtmede gece gibi ol, tevazuda toprak gibi ol, öfkede ölü gibi ol, her ne olursan ol, ya olduğun gibi görün,
ya göründüğün gibi ol"


“Kardeşim sen düşünceden ibaretsin,
Geriye kalan et ve kemiksin.
Gül düşünür, gülistan olursun,
Diken düşünür, dikenlik olursun”


Hz. Mevlâna’dan Güzel Sözler
Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok

Herkes aynı fikirdeyse, hiç kimse yeterince düşünmüyor demektir.
Mücevherler vakitle alınabilir ama vakitler mücevherle alınamaz.[3]
Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguları paylaşanlar anlaşabilir.
Akıllı insan düşündüğü herşeyi söylemez, fakat söylediği herşeyi düşünür.
Ağzından bir defa çıkan söz , yaydan fırlayan ok gibidir.

Bulutlar ağlamasa yeşillikler nasıl güler?
Bülbüllerin güzel sesleri beğenilir de bu yüzden kafes çeker onları. Ama kuzgunla baykuşu kim kor kafese?
Denizde inciler derinde olur. Çerçöp sahilde olur.
Irmak suyunu tümden içmenin imkanı yok ama susuzluğu giderecek kadar içmemenin de imkanı yok.
Herşeyi, aramadıkça bulamazsın; fakat bu dost başka; bunu bulmadan arayamazsın.
İçteki kiri su değil, ancak gözyaşı temizler.
Testide ne varsa dışına o sızar.

 Hz. Mevlâna’dan Öğütler

Açlık, ilaçların padişahıdır. Hekimler niye perhiz verir düşünsene.

Her zaman doğruyu söyle, ama her zaman her doğruyu değil.
Başta dönüp koşan nice bilgiler, nice hünerler vardır ki, insan onunla baş olmak isterse, baş elden gider. Başının gitmesini istemiyorsan ayak ol.

Geceleri az uyuyanlardan, seher çağlarında istiğfar edenlerden ol.

Din ehlini kin ehlinden ayırt et. Hakk ile oturanı ara, onunla otur.

Manasız söz su üstüne yazılan yazıdır. Kalemin rüzgardan kağıdın sudan olmasın.

Hiçbir viraneyi definesiz bilme. Ağrı, sızı ve hastalık hazinedir, rahmet ondadır. Allah hükmedicidir. Derdin ta kendisinden deva yaratır.


Her yelden oynayıp duran samandır. Dağ hiç yele ehemmiyet verir mi ? Onun için ki saman gibi değil dağ gibi olun.

Özellikle iyilik ettiğin kişinin şerrinden sakın.

Korkusu olmayan adamdan kork. Ve Allah sana Hakk korkusu verdi mi bunu korkma hitabı say.


Aynanın berraklığını yüzüne karşı översen nefesinden ayna çabucak buğulanır, göstermez olur. Ancak mümin müminin aynası olursa yüzü buğulanmadan kurtulur.

Unutma! Her zaman sana PADİŞAHLARIN SÖVMESİ, SAPIKLARIN ÖVMESİNDEN İYİDİR.

Cevap vermemek cevapların en güzelidir.


Altın ne oluyor, can ne oluyor, inci, mercan da nedir bir sevgiye harcanmadıktan, bir sevgiliye feda edilmedikten sonra.


Ehil olmayanlara sabretmek ehil olanları parlatır.
Ey Müslüman, edep nedir diye sorarsan bil ki edep, her edepsizin edepsizliğine katlanmaktır.
Ey İnsan Kaf Dağı kadar yüksekte olsanda, kefene sığacak kadar küçüksün. Unutma herşeyin bir hesabı var üzdüğün kadar üzülürsün.
Her birimiz tek kanatlı melekleriz ve bizler ancak birbirimizi kucaklayarak uçabiliriz.
Secde ve rükû, varlık tokmağını, Allah kapısına vurmaktır. Çok vur, mutlaka açılır kapı.

Zulüm demiriyle taşını birbirine vurma! Çünkü bu ikisi, erkek ve kadın gibi çocuk meydana getirirler. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.